Taş Kent ve fısıldadıkları

Arnavut şair ve yazar Arian Leka’dan öğrendiğim ilginç bir gerçek var: Deniz, eskiden, Arnavutlar için korkulacak, uzak durulacak bir tehditmiş. Eski şiirlerinde ve destanlarında hep bu korkunun izi olurmuş.

Ünlü Arnavut yazar İsmail Kadare’nin 2005 Uluslararası Man Booker Ödülü’ne değer görülen “Taş Kentin Öyküsü” (Çeviri Yaşar Avunç, Kırmızı Kedi Yayınevi) adlı romanında ise başka bir korkunun izi var. Balkan topraklarında gerçeğin ne olduğu algısı ve bu algının yıllar içerisinde insanlar için nasıl bir tehdit haline gelebileceği... Kısacası çok tanıdık olduğumuz bir korku!

Siyaset sen ne menem bir şeysin!

Tarihsel gerçekleri yeniden biçimlendirmekten çekinmeyen Kadare, postmodern edebiyatın yollarını farklı bir boyutta zorluyor. Bu arada insanın yazgısından hiç vazgeçmeyen tavrıyla edebiyatın (doğal olarak yaşamın da) ne olduğunu biz okurlara yeniden hatırlatıyor. Dahası, hem edebi, hem de siyasi bir hayatı (1970-82 yılları arasında Arnavutluk Meclisi’nde aldığı görevle) birlikte kotarmış olmasıyla da siyasetin insanı hangi köşelere sıkıştırabileceğinin örmeklerini net bir biçimde gözler önüne serebiliyor.

Roman 16 Eylül 1943 günü ve onu izleyen gece boyunca gelişiyor. Sonra 2000’lere kadar geliyoruz. “Taş kent” olarak bilinen bir kentte önce Nazizm, sonra komünizm yaşanıyor, nihayet günümüz Arnavutluk’una varıyoruz. Bu esnada ise gerçeğin nasıl kolaylıkla eğilip bükülebileceğine tanıklık ediyoruz.

Haberin Devamı

Doktor Gurameto’nun evinde, Alman Nazi subaylarına kurulan ziyafet sofrasının yıllara yansıyışı ve Gurameto’nun varlığı her döneme göre değişiyor. Gurameto, 2. Dünya Savaşı’nın kendi çapında kahraman bir doktoru iken, komünizm döneminde siyasetin yeni aktörleri tarafından azılı bir casusa dönüşüyor. Peki sonra ne oluyor dersiniz? 20. yüzyılın son yarısında onu casuslukla suçlayanlar birer işkenceci olarak cezalandırılıyorlar. Bu çok tanıdık hayat örgüsü Kadare gibi bir yeteneğin elinde ölümsüz bir yapıta dönüşüyor dönüşmesine ama sizi de okur olarak hırpalıyor elbette! Çünkü tarihinizin bu tür örneklerle tıka basa dolu olduğunu bal gibi biliyorsunuz!

Ha, kitapta büyük bir esrar var ama o esrar bile (kitabın sonunda bu esrar perdesinin ağır ağır kalktığına tanıklık ediyorsunuz) tarihin insanla dalga geçen bu huyu karşısında zaman zaman pes edebiliyor! Şöyle ki yüzyılın en büyük komplosu diye bilinen bir olay, gel zaman git zaman hemen herkes tarafından tozlar içersinde kalmış bir ayna gibi size öylece bakabiliyor. O ayna çok insana özgü ve sınır tanımaz bir ayna! Örnekse buyurun: Ve bir zamanlar, ismi lazım olmayan bir ülkede çocuklarına coşkuyla Evren adını koymuş olanlar bu adı neden çocuklarına koyduklarını unutup bugün her türlü darbeye karşı olduklarını içtenlikle dile getirebiliyorlar.

Haberin Devamı

Gelelim bugüne. Bugün, bugün olduğu için biraz karışık. Onu da Refik Halid Karay’ın basınla ilgili yazılarının derlendiği Bu Gazeteciler adlı kitaptan, eski ve bildik bir öyküyle bitirelim. Napolyon’un Elba Adası dönüşünü o dönem Lyon gazeteleri ilk başta “Eşkiya reisi Fransa’ya ayak bastı” diye verir. İkinci haberde dil değişmiştir: “Eski imparator Paris’e yürüyor.” Ama iş sarpa sarınca bakın haber ne hale gelir: “Haşmetli 1. Napolyon hazretleri payitahtlarının kapısı önünde!” . Ve son haber: “Sevgili imparatorumuza kavuştuk, yaşasın imparator!”

Haberin Devamı

İnsan değişmiyor galiba... Ne insan ne de medya!

DİĞER YENİ YAZILAR