Siyasi iktidarın son seçimlerden sanki büyük bir zaferle ayrılmış gibi davrandığı, hatta bu seçimler hiç yaşanmamış gibi takıldığı şu ilginç süreçte bir okur mektubu ulaştı bana. ‘Olaylar böyle gelişirken siz hâlâ dişi bir dilden bahsediyorsunuz; bu neyin nesi?’ diye soruyordu. Dilim döndüğünce anlatayım, hatta bir örnekle de besleyeyim anlatacaklarımı.
Everest Yayınevi ilginç bir dörtlüyü dilimize kazandırmaya başladı. Dünya çapında ün kazanan ElenaFerrante’nin 1700 sayfalık ‘Napoli Romanları’nın ilk cildi dilimize kazandırıldı. Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım (çev. Eren YücesanCendey). İki kız çocuğunun Lila ve Lenu’nun hikâyesi bu. Şık Napoli’nin yoksul mu yoksul arka sokaklarında iki yoksul kız çocuğunun serpilmeleri, büyümeleri, hayatla tanışmaları ve yazarlıkla bu hayatı taçlandırmaları dört ayrı kitaba yayılarak çarpıcı bir anlatıya dönüşüyor. Gergin, rekabet dolu, zaman zaman sevgiden beslenen bir nefrete kayan, canlı, hayat kokan, soluk soluğa bir ilişki var bu kızların arasında. Sırf bu yüzden bile kitabı okumanızı önerebilirim!
Otoriter dil ve metinler
Gelelim burada tartışmak istediğim asıl konuya: Bu kitabın yazarı takma bir ad kullanıyor. Son zamanlarda onun bir erkek yazar olduğu tartışmaları ise neredeyse kitabı gölgelemeye başlamış durumda. Fakat kimisi de onun kesinlikle kadın bir yazar olduğunu iddia ediyor. Zira karakterler ancak bir kadın kaleminin yakalayabileceği dişilikte ve kadınlıkta! Kısaca hemen hiçbir erkeğin göremeyeceği detayların hakim olduğu karakterler bunlar. Kadınların yaşam yolundaki girdaplarını, en olmadık duvarlara kapılar çizerek bir sonraki fasıllara geçişlerini Ferrante’nin kalemi tereyağından kıl çeker gibi aktarıyor. Dahası bunu yaparken, hem Ferrante’nin kalemi hem de bu kalemin yarattığı kadın kahramanlar doğrusal (lineer) akış diyebileceğimiz ve yaşamımızda karşımıza çıkabilecek, adına otorite denilen ve erkek egemen sesle dillendirilen ne varsa onu altüst ediyor. Bu erkek egemen bir hükümet de olabilir, ikili ilişkilerde çaktırarak ya da çaktırmadan karşındakine üstünlük taslayan bir sevgili de. Fark etmiyor. Hiyerarşi başladığında ve bu hiyerarşi sizi, hiyerarşi koyanın konumuna göre altlara, en altlara göndermeye, yok saymaya eğilim gösterdiğinde, evet hiçbir şey fark etmiyor! Erkek egemen dilin en belirgin otorite kurma biçimidir bu işte.
Ferrante bu yüzden bana göre bir kadın yazar. Ancak yine bence buradaki asıl sorun, yazarın değil, metnin dişiliğini tartışmak! Örneğin Tolstoy’un AnnaKarenina karakterine Tolstoy’un merceğiyle bakmıyoruz artık. AnnaKarenina gerçek bir kadın kahraman olarak karşımızda duruyor ve bizi ilgilendiren de o oluyor.
Yazının cinsiyeti
O zaman şu soru geliyor akla: Yazının cinsiyeti olur mu?
Ben yazının cinsiyeti olduğuna inanan biriyim. Ve bu, kanımca, yazarın cinsiyetinden bağımsız bir cinsiyet. Yani bal gibi bir erkek de bir ‘kadın yazını’ ortaya koyabilir. Ancak bunun tam tersi de olabilir! Yani sistemin ikiliklerini besleyen, kadını hep tali yollara iten kadın yazarlar da var. Üstelik sayıları hiç de az değil. O halde ikinci olarak sorulacak soru şudur. Kadın yazınından ne anlıyoruz?
Erkek egemen dile karşı, içerden bakarak, örneğin DorisLessing’in Altın Defter adlı kitabındaki AnnaWulf’un, Halide Edip’in Handan karakterinin ya da Latife Tekin’in Muinar karakterinin varlığında hissettiğimiz, kadını kadına ve sonrasında kadını yaşama taşıyan bir dildir bu. Tekrar okurumuzun dikkat çektiği noktaya dönecek olursak: Bu dili erkekler siyaset alanında öğrenebilir mi? Erkek bir politikacı da, isterse, gerçekten bu yola baş koyarsa ‘dişi bir dil oluşturulmasına katkıda bulunabilir’ diyelim ve şimdilik noktalayalım.
(Daha keskin bir örnek isteyenlere: AKP hükümeti erkek egemen dil için paha biçilmez bir örnektir, gerisini siz kurgulayın da diyebiliriz.)