Boş bir sabah saati yakalayınca kendimi karşıma ilk çıkan ayakkabı dükkânına attım. Öylesine. O esnada içerdeki tansiyon yükselmişti. Tam ‘Sabah sabah bu ne yahu!’ diyecektim ki durumun daha da vahimleşeceğine dair işaretler almaya başladım. Orta yaşlı bir adam elinde torbası (o torbanın içinde bir ayakkabı kutusu vardı, eyvah!) tezgâha vurmaya başlamıştı. Hani deriz ya ‘artist misin abi?’ Öyle bir haldeydi adam. Hem tezgâha vuruyor hem de ‘olmaz, böyle olamaz’ diye ufak çaplı kükrüyordu. Karısı bir ayakkabı almış, dar gelmiş, değiştirmek istemiş, sonra sorunlar çıkmış vs.
Tezgâhtar oğlan, Allah tuttuğunu altın etsin, ‘Beyefendi bağırdığınız zaman sizi daha iyi duyuyor değiliz!’ dedi nihayetinde. Adam bir an şaşaladı sonra kaldığı tondan bir oktav düşük ama hâlâ kuyruğunu dik tutarak söylenmeye, inatla söylenmeye ve mağdur olduğunu iddia ederek hakaretler yağdırarak söylenmeye devam etti.
Bir süre sonra adamla hiçbirimiz ilgilenemez hale geldik- ilgilenmek istesek bile! Zira hepimiz, istisnasız hepimiz, bu ‘hurracı’ insan tipinden fazlasıyla yorulmuştuk! En azından biz ayakkabı dükkânında o sırada bulunanlar...
Adam sinirinden ve halka durduk yere sesleniş, halkı galeyana getiriş ve freni patlamış taraftar bulma eğilimli konuşma stilinden bir kuruş ödün vermeden mağrur bir edayla çıktı gitti. Meğer sonra yeniden gelecekmiş! Dönüşü muhteşem olacakmış, vs. Bu ne beyhude bir hırstı ya! Eminim eve gidince karısını da paylayacaktı. Çocuklarını, komşusunu, marketteki görevliyi, kısaca kendinden başka herkesi. Çünkü o hep haklıydı!
Dükkânın sahibi omuzları çökmüş bir halde ayakkabı kutularına bakıyor, kim bilir neleri, hem de neleri hatırlıyordu. Derin derin nefesler çekiyor, başını sağa sola sallıyor ve bir yandan da ‘insanları oy yüzünden sinir hastası ettiler!’ deyip duruyordu.
***
Doğru teşhis! Hepimiz ufak çaplı sinir hastası olduk! Topluma sirayet eden bu öfkeli tonun menşeinde kimler var biliyoruz. Özellikle son 5-6 yılımız, arkada olup bitenleri örtbas edici öfke ve bazen ona eşlik eden ucuz sinizm tonuyla heder oldu. Bir ülkede siyasi bir partinin buna soyunduğuna inanmak önceden imkansız gelirdi. Ama böyle oldu işte. Partinin ‘kendi gibi olanlardan sesler’ korosu da yanındaydı elbette! Ancak iş burada kalmadı. Daha da vahimi oldu. Artık bu dili sadece belli bir grup tercih etmiyordu; toplum olarak bu yerlerde sürünen kıt sözcüklü dile, komşuda pişer bakarsın bir gün bize de düşer mantığıyla sahip çıkıldı, hâlâ da çıkılıyor.
***
Şimdi koalisyona gireceğiz ya, kim kiminle ne yapardan çok, ilk etaptaki temel derdimizin bu tansiyonu fırlamış ruh halini sakinleştirmek olduğunu keşfedelim artık. Herkesin birbirine ‘say babam say’ biçiminde algıladığı bu hayat görüşünün kimseye bir hayrı yok, önce şunu keşfedelim.
Sonra mı? Sonra da iş yapalım elbette!
Dümen çevirmeden, iş. Yoksulun, çocuğun, emekçinin nafakasını cebe atmaksızın, iş. Ülkenin gerçek çıkarlarını düşünerek ve yalancı pehlivanlara taviz vermeksizin, iş. Kabadayı belediye başkanı, külhanbeyi cumhurbaşkanı, ezberci başbakan, kadın düşmanı maço abi, düşünceden ve düşünmekten nefret eden kıskanç amca, kasetçi ve dümenci muhalefet tipi, hırsız milletvekili, tecavüzcü Coşkun, kifayetsiz muhteris bakan, dayak atan polis, yalancı hakim, okumayan öğretmen, şiddeti seven koca, iktidarı yücelten gazeteci ve yazar, gökdelen diken AVM takıntılı cukkacı müteahhit, ormanları kırpan nükleer enerjiye takmış sevimsiz insan modeli, sinir küpü vatandaş olmadan yaşama, insanlara, emeğe saygı duyarak ortaya çıkacak iş...
İş; alın teriyle cilalanacak iş. Zira bu ülkede yapılması gereken TONLA iş var. Örneğin yerlerde sürünen eğitim politikalarının en kısa zamanda düzeltilmesi şart! Kadın hakları da öyle... ve nicesi. Velhasıl, yeni hükümetin hedeflediği kuralları çevreleyecek hale, öncelikle görgülü bir dille hayata geçecek ‘iş’ olmalı. Ayakkabı kutularından azade dürüst iş, nitelikli ve kapsayıcı icraat. İster erken ister geç, ister şimdiki seçim... Bunlar olmadığında, aynı tas aynı hamam.