Fransa’da doğdu, Trabzonlu oldu

4 Aralık 2011

TRABZONSPOR; Çarşamba günü UEFA Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde kader maçına çıkıyor. Fransa’nın Lille takımı ile deplasmanda karşı karşıya gelecek Trabzonspor’un, Ankara’da çok ilginç bir “taraftarı” var. Öyle sıradan biri de değil. Fransa’nın Ankara’ya yeni atadığı Büyükelçi Laurent Bili’den söz ediyorum.Eğer Paris-Ankara hattındaki siyasi gerilimi eritecek biri varsa, bu kişi herhalde Fransız Büyükelçi Laurent Bili’den başkası olamaz. Kendisi Trabzon ve Trabzonspor’a gönülden bağlı. Türkçe’yi çok iyi konuşuyor, fıkra üstüne fıkra anlatıyor ve sıkı durun, iki oğluna Türk ismi verecek kadar Türkleri çok seviyor. Tarihi maç öncesi soluğu Ankara’da aldım. Büyükelçi sağolsun, yoğun programına rağmen bizi kırmadı ve Vatan ekibini, Türk misafirperverliğini aratmayacak şekilde ağırladı.SORBONNE’DE TARİH OKUMUŞBüyükelçi Bili bir asker çocuğu. Fransa’nın en prestijli bürokrat okulu ENA’yı bitirmiş. Savunma ve strateji alanlarında uzman. Elysee Sarayı’nda Fransa eski Cumhurbaşkanı Chirac’ın diplomasi danışmanlığını yapmış, AB ve NATO’da görev almış.Bize elçiliği gezdirirken, duvarları süsleyen muhteşem tabloların her birinin önünde durması ve keyifle hikayelerini anlatması dikkatimi çekti. Sonradan kendisinin Sorbonne’da tarih yüksek lisansı yaptığını ve tarihe karşı olağanüstü ilgi duyduğunu öğrendim.Gelelim sohbetimize...TRABZON’DA TÜRKÇE YURDUNDA KALDIM ÖĞRENCİLERLE YEMEKHANEDEN YEDİM- “Trabzon’a olan ilginiz nereden kaynaklanıyor?” diye soruyorum.Ankara’da göreve başlamadan önce bu yılın Nisan ayında dil öğrenmek için Türkiye’ye gelme kararı aldım. Trabzon’u özellikle merak ediyor, görmek istiyordum. Bana Trabzon TÖMER’de (Ankara Üniversitesi’ne bağlı yabancılara Türkçe öğretmek için kurulan merkez) kurs ayarladılar. Ben de öğrencilerle birlikte yurtta kaldım. Onlara büyükelçi olduğum söylenmedi, zaten Türkiye’ye atanıp atanmadığım da o sıra tam kesinleşmemişti. Çoğunluğu Suriyeli olan öğrencilerle Türkçeyi o yurtta öğrendim. Ama akşamları, yurtta Türk öğrencilerle sohbet ettik. Hatta çoğu zaman yemeklerimizi bile yemekhanede beraber yedik...”Türkçeyi öğrenmeye Trabzon’dan başlamak gerçekten ilginç. Zira kendisine Trabzonluların şiveli konuştuklarını hatırlattığımda “İstanbul Ankara gibi büyük kentlerde dil kurslarına yazılsam orada benim gibi birçok yabancıyla aynı derslere girecektim.Hayliyle onlarla İngilizce ya da Fransızca konuşacak ve Türkçe öğrenme şansım azalacaktı. Evet Trabzonluların şivesi farklı. Ama yadırgamadım. Öğretmenim iyiydi. Şiveden kaynaklı bazı kelimelerin telaffuzunu ise sonradan düzelttim” diye gülümsüyor.KALKANOĞLU’NUN PİLAVI FAVORİMDİ PARİS’E TAKI YERİNE FINDIK GÖTÜRDÜMBili, Trabzon’da yerel mutfaktan her lezzeti tatmış. Hamsili pilavından, Karadeniz pidesine; mıhlamasından, Laz böreğine kadar... Ama büyükelçinin en sevdiği mekan, Pazarkapı’daki meşhur 150 yıllık Kalkanoğlu Pilavcısı olmuş. “Oradaki pilavla kavurmanın tadı hâlâ damağımda” diyor. “Peki” diyorum “Rize’ye doğru hiç gitmediniz mi, ya da Akçabat tarafına... Kuru fasulyeydi, köfteydi onları da tatmak lazım..”“Hayır” diyor. “Gerçekten hep ders çalıştım. Sadece Küçük Ayasofya Müzesi ile Maçka’da Sümela Manastırı’na gidebildim. Orada da şansıma o gün sis vardı. Aşağıdan doğru dürüst Manastır’ın güzelliğini bile göremedim.” Büyükelçi’ye Trabzon’dan ayrılırken Paris’e eşine ne hediye götürdüğünü soruyorum:“Fındık götürdüm, bol bol fındık. Hanıma, gümüş işi takı almak istedim fakat ne alacağımı bilemediğimden onu daha sonraya bıraktım.”FRANSA’NIN LAZ’IYIM O YÜZDEN KARADENİZ BÖLGESİNE KANIM ISINDIMeslektaşım Şule Türker’le birlikte 16’ncı Louis dönemini aratmayan gösterişli mobilyalarla süslü odada cafe au lait’lerimizi (sütlü kahve) yudumlarken; sadede geliyorum:- Trabzonsporluluk nereden çıktı?Ben hiç daha önce Trabzonsporu tutan elçiye rastlamadım. Benim doğup büyüdüğüm bölge, Fransa’nın kuzeybatısındaki Brötanya. Orası da Karadeniz gibi yağmuru, yeşili ve insanlarıyla ünlüdür. Yani Fransa’nın Karadeniz’i diyebiliriz.”- Araya giriyorum. “O zaman size de Fransa’nın Laz’ı diyebiliriz.” Evet. Fransa’nın “Laz”ıyım. Biz Brötonlar da Karadeniz insanı gibi çabuk hiddetleniriz, duygularımız taşkın olur. Hakkımızda fıkralar söylenir. O yüzden Trabzon’a ve Trabzonlulara kanım ısındı.”KAHVEDE DEV EKRANDA, TARAFTARLA TRABZON’UN MAÇLARINI SEYRETTİM- Zaten tipiniz de Karadeniz bölge insanını andırıyor. (Kahkahalar) Neyse Trabzonspor diyorduk.Nisan ayıydı. Ligde Fener- Trabzon rekabetinin en yoğun olduğu haftalardı. Bir gün, yurt müdürü Atilla geldi. “Abi maç seyredelim” dedi. Kahvehane gibi bir yere gittik. Dev ekran, onlarca seyirci oturmuş.Sanırsın maça, tribüne gelmişiz. Öyle bir atmosfer. Bayıldım taraftarına. Sevinçlerini üzüntülerini beraber yaşadık.BURAK’LA, KALECİ TOLGA FOVORİ İKİLİM İNTER’İ YENDİKLERİNE İNANAMAMIŞTIM- En çok hangi futbolcuyu beğendiniz?Forvette Burak’la, kaleci Tolga diğerlerinden hemen ayrılıyor. Onları izlemek çok keyifli. Bir de Brezilyalı vardı.- “Alenzinyo mu?” - Hayır daha kısa adlı olanı, fantastik hareketler yapardı- “Jaja’yı söylüyorsunuz.” Evet.- Peki Çarşamba günkü UEFA maçını kim kazanır?Zor soru. Benim durumum daha zor. Eşim Fransa’da çalışıyor, mesleği hakimlik. Yargıç yani... Üstelik Lille taraftarı. Hanımın gazabına uğramamak için bir şey söylemiş olmayayım. (Gülüyor) Ama o gece tüm randevularımı iptal edip maç programı yapacağımı söylemeliyim. Elçilikte çalışan Trabzonsporlulardan bazıları, “Sayın Büyükelçim bilet alın maça hep beraber gidelim” teklifi bile yaptı. Ama Trabzonspor taraftarından bir konuda özür dilemeliyim. İnter’i İtalya’da 1 golle geçtiklerinin ertesi günü gazetelere internetten bakarken 0-1 skorunu görünce önce inanmadım. Gazete internette yanlış yazmış, Trabzon bunu yapamaz diye düşünmüştüm.Çocuklarımın adı Volkan ve Tayfun! Aynı Asteriks’le Hopdediks gibiler- Ekselansları sizin bir de Türk adı taşıyan çocuklarınız varmış?Eşim de benim gibi Fransız ama çocuklarımızın adı Aurelien Volkan ile Florian Tayfun. Nüfus cüzdanlarında da böyle yazıyor. 1995 ile 1998 yılları arasında Ankara’da başkatip olarak görev yaptığım sırada Volkan Şeker adında jeolog bir arkadaşımız vardı. Kendisini çok severdik. Eşim Sabine, bir gün Volkan’a “Annen korkmadı mı sana Volkan demeye” diye sorduğunda “O da bir şey mi, kardeşimin adı da Tayfun” dedi. Biz de tam o dönem çocuk bekliyorduk. Bir de baktık ki, ikiz olacak. Aklıma o sıra, babamın kardeşleri geldi. Onlar Bröton’du ve çok kavga ederlerdi. Ben de varsın bizim çocukların adları da Volkan’la Tayfun olsun. Bizim yörenin insanı gibi olurlar bakarsın dedim.- Peki adları gibi çocuklar mı?Aynen. Şimdi 14 yaşındalar. Tayfun büyüdü, neredeyse benim yapımda ve boyumda. (Kendi alın hizasını gösteriyor), Volkan ise daha ufak kaldı. Boyuna kavga ediyorlar. Meşhur Galyalı çizgi roman kahramanları vardır, Asteriks ile Hopdediks. Onlar da Brötanyalı’dır. Romalılara boyun eğmeyen tek köy. Tayfun’la Volkan’ın didişmesini de Asteriks’le Hopdediks arasındaki tartışmalara benzetiyorum.İkizlerim Bodrum’da Trabzonspor formasıyla kumsalda top oynayınca herkes soruyor- Onlar da Trabzonsporlu mu?Evet. Yaz tatiline Bodrum’a gitmiştik. Çocuklar Trabzonspor formalarını giyip ki arkalarında isimleri yazıyor, kumsalda topa başladılar. Gelen geçenler merak ediyor. Soruyorlar “Aurelien Volkan, Florian Tayfun, siz de kimsiniz, niye Trabzonlusunuz diye..”- Çocukları Volkan ve Tayfun diye mi çağırıyorsunuz?Aile içinde evet ama okulda ve dışarıda Fransız isimlerini kullanıyorlar.BÜYÜKELÇİ’DEN ÜÇ TEMEL FIKRASILaurent Bili’den rica ediyoruz, bize favorisi üç Temel fıkrası anlatıyor:SigaraTemel sigara almak için bakkala gider. Aldığı sigaranın üzerinde “İktidarsızlığa sebep olur” yazmaktadır. Sigarayı geri verir.- Haçan bunun kansere yol açanindan yok midur? der.KamyonTemel kamyon şoförüdür ve yokuş aşağı giderken fren patlar. Ne yaptıysa aracı durduramaz sağa bakar bi çocuk top oynuyor sola bakar kalabalık bir pazar yeri. ‘Ben en iyisi çocuğa çarpıp tek ölümle kurtulayım’ der. Direksiyonu çevirir çocuğa doğru ve gözlerini kapatır ertesi gün haberlerde flash haber: BİR KAMYON ŞOFÖRÜ PAZAR YERİNE GİRDİ YÜZLERCE ÖLÜ BİNLERCE YARALI... Sonra temelin röportajı... -Ben nerden bileyum çocuğun pazar yerine kaçacağini da...Penisilin!Bir gün bilim adamları uluslararası bir konferansta bir araya gelmiş. Yeni bulunan bir iğne çeşine ne ad verileceği konusunda hararetli tartışmalar yaşanıyormuş. Bütün doktorlar fikirlerini söylemiş hiçbiri beğenilmemiş. Sıra Temel’e gelmiş. Temel sıkkın, bin pişman konferansa katıldığına. Aklına da bir şey gelmemiş. Biraz düşündükten sonra:Peni silin, pen gidiyrum da (beni silin ben gidiyorum) demiş.Herkes sen çok yaşa Temel diye bağırmış ve konferans bitmiş...Rugby oyuncusu Türk dizilerini izliyor Livaneli’nin Seranad’ını okuyorSohbetimizi noktalamadan önce Fransız Büyükelçisi Laurent Bili’ye Ankara’daki yaşantısını da sorduk. Büyükelçi 1961 doğumlu. İnce ve uzun bir yapısı, atletik görünüşü gözümden kaçmadı. “Spor yapıyor musunuz?” diyorum. “15 yıl rugby oynadım” deyip devam ediyor, “Ama bakmayın böyle göründüğüme, vücudumun hemen her yerinde görünmeyen birçok dikiş ve sakatlığım var. Şimdi Ankara Sheraton Otel’de düzenli olarak egzersize gidiyorum.”Hangi yabancı kitabı tavsiye etti?- Hangi Türk yazarlarını okuyorsunuz?En son Zülfü Livaneli’nin Seranad’ına başladım. 150’nci sayfaya geldim. Bendeki Türkçe ile anca o kadar hızla (Gülüyor). Orhan Pamuk, Elif Şafak ve Nedim Gürsel’i de okudum. İlk okuduğum Türkçe kitap İpek Ongun’un “Bir Genç Kızın Gizli Defteriydi.” Yaşar Kemal’i Fransızca okudum. Bir de son dönemde okuduğum Erik Jan Zucker’in (The Young Turc Legacy and Nation Building: From the Ottoman Empire to Atatürk’s Turkey) bir kitabı var ki tavsiye ederim.Muhteşem Yüzyıl bana göre değil...- Türk sinemasını izler misiniz?“Tabii ki. Trabzon’dayken sinemada bütün Türk filmlerini izledim diyebilirim. “Duvara Karşı”, “Yol”, “Eğreti Gelin”, “Av Mevsimi”, “Yumurta”, “Aşk Tesadüfleri Sever”. Şimdi Ankara daha çok DVD’lerini alıp izliyorum. Bir de Türk dizileri var tabii. Şimdi favorim Kuzey Güney. Onlar da benim çocuklar gibi kavga eden iki kardeş. İlgimi çekti. Muhteşem Yüzyıl sarmadı.

Devamını Oku

Singapur, Formula 1’e girdi 4 yılda Asya’nın Monaco’su oldu

1 Ekim 2011

Geçen hafta Vodafone Türkiye’nin davetlisi olarak Singapur’da Formula 1 yarışlarını izledim. İlk kez hem kentin içinde, hem de gece ışıklar altında yapılan bir yarışın ne kadar keyifli olduğuna; daha da önemlisi Formula 1’in bir ülkeyi nasıl değiştirdiğine şahit oldum. Singapur 40 yıl önce, Uzak Doğu’da Ekvator’a 130 kilometre uzaklıkta, tropik, berbat bir iklimin ortasında, az gelişmiş üçüncü dünya adasıydı. Malezya’dan bağımsızlığını yeni kazanmış, dünyanın geri kalanından neredeyse izole haldeydi. Bugünse yemek ve alışverişin kozmopolit merkezi, finans ve ticarette dünyanın önde gelen ülkesi. Ve tabii ki Formula 1’de gece yarışının yapıldığı tek yer. Geçen hafta Vodafone Türkiye’nin davetlisi olarak gittiğim Singapur’da, (enine boyuna 35’e 20 kilometre olan bu küçücük ülkede) Formula 1 yarışlarını izlerken, aklımda olan tek şey İstanbul’un nasıl pazarlanamadığıydı. Ya da Formula 1’i nasıl olup da elimizden kaçırdığımız... Neden böyle söylüyorum. Çünkü bu, sadece bir araba yarışı değil. Bu, her yıl daha da kazanıp, kazandıran; ekonomik çapı genişleyen, gittiği her ülkenin aylarca tanıtımının yapılmasına vesile olan ve yapıldığı şehri ihya eden bir zenginler kulübü... Her ülkenin sahip olmak istediği bir mücevher, prestij kanağı... Çok para verip de yılda bir kez giyeceğiniz, ama olmazsa da olmayan dolabınızdaki smokin gibi.. Ekonomik kriz döneminde bile F1 gelirleri katlanarak arttıBakın; geçen yıl (2010) F1 Federasyonu (FOA), ticari faaliyetlerden 1 milyar doların üzerinde kazanç sağladı. Gelirini bir önceki yıla göre 19 milyon dolar artırdı. Yarışa katılan takımların cebine giren paraysa, bir önceki yıla göre 114 milyon dolar artarak 658 milyon dolara ulaştı. Yani 12 takımdan her biri ortalama 54 milyon dolar kazandı. Ve buraya dikkat: Tüm bu kazancı, büyük bir küresel ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde yaptı. Dünya ülkeleri, F1 takvimine kendi ülkelerini sokabilmek için büyük kavgalar veriyor. F1 Federasyonu (FOA) her yıl yeni yarışlar (şehirler) koyuyor. Mevcutlara yeni global ortaklar (UBS, DHL, LG gibi) ekleniyor ve TV yayın hakları kapanın elinde kalıyor. Bu yılki kazanç 1.7 milyar dolar olarak tahmin ediliyor. Toplam cironun gelecek yıl 2 milyar doları, 2016’da ise 3.2 milyar doları aşacağı tahmin ediliyor. Singapur, Uzakdoğu’nun yeni rotası F1’in tacında parlayan bir mücevherŞimdi Singapur’a tekrar dönelim. 2008’de ülkenin turizm gelirini artırmak ve tanıtımı için girişilen F1 yarışları 4 yılda inanılmaz bir başarı sağladı. F1 yarış organizasyonu Singapur’a yılda 115 milyon dolara mal oluyor. Hükümet bu rakamın yüzde 60’ını karşılıyor. Üstelik bu rakamın içinde F1 patronu Ecclestone’a ödenen yıllık 26 milyon dolar da yok. (Türkiye ise Ecclestone’a 13.5 milyon dolar öderken, fiyatı 26 milyon dolara çıkardığı için bu yıl ipleri kopardı.) Peki Singapur ne kazanıyor? 100 bin turist 3 gün süren yarışları izlemek için kente akın ediyor. Bu 100 bin turistin yüzde 40’ı yabancı. 40 bin zengin turist kentteki tüm otelleri, mağazaları, restoran ve gece kulüplerini bir hafta süreyle ihya ediyor. 80 milyon dolar harcıyor. Toplamda ülke, 3-4 günlük F1 yarışlarından (bilet satışı, reklam, yayın geliri vs.) 160 milyon dolar gelir sağlıyor. Yani ülke 115 harcıyor. 160 kazanıyor. Konuştuğum hemen her yetkilinin ağzından Singapur için “Uzak Doğu’nun yeni Monacosu” sözlerini işittim. Tabii bunda F1 pistinin, aynı Monaco’daki gibi şehrin caddelerinin arasından geçmesinin etkili olduğunu da belirtmem gerek. Şimdi İstanbul’u yeniden soksak bile 7 yıl beklememiz gerekliRakamlar bu kadar açık ve netken Türkiye’nin, Formula 1 yarışlarından çekilmesi inanılır gibi değil. Ancak Türk hükümetinin haklı olduğu da gerçek. Sponsor firmaların ve kurumların elini taşın altına sokup, F1 patronu Ecclestone’a ödenecek artı 13 milyon doları üstlenmesi gerekli. Zaten Ecclestone dünden razı. Dünyada naklen 500 milyon kişinin izlediği bir uluslararası yarış arenasında İstanbul’un yer alması, herhalde her Türk şirketi için bulunmaz bir reklam fırsatıdır. Ve ceplerinden çıkacak birkaç milyon dolarlık reklam giderinden çok daha değerlidir diye düşünüyorum. Şimdi bu parayı çıkarıp ortaya koysak bile İstanbul’un yarış takvimine girmesinin en az 7 yıl alacağını biliyor musunuz?MARİNA BAY, SİNGAPUR’UN MANHATTAN’I GİBİ...Dünyanın kişi başı gelire oranla en fazla milyonere sahip ülkesi Singapur’un en gözde bölgesi, finans ve eğlence merkezi Marina Bay. Burası muhteşem mimariye sahip gökdelenler, oteller ve anıtlarla dolu. Marina Bay’in en gözdesi ise, otellerin arasından adeta slalom yaparak dolaşan Formula 1 pisti ile üzerinde gemi şeklinde bir mimariden oluşan üç gökdelenli Sands Resort Oteli. Otel müşterileri çatı terasında yüzme ayrıcalığını yaşıyor. Vodafone 10 yıldır F1’de yarışıyor rakiplerini solluyorİngiliz GSM operatörü Vodafone, 10 yılı aşkın süredir Formula 1’in içinde. 2007’ye kadar Ferrari takımının sponsorluğunu yapan ve büyük zaferlere imza atan Vodafone; bu tarihten sonra bu kez McLaren ile anlaşarak, İngiliz takımının ana sponsoru ve en büyük destekçisi oldu. Mclaren ile Vodafone arasındaki ilişki “mükemmellik” sınırlarını zorluyor. Vodaphone McLaren Racing Genel Müdürü Jonathan Neale’i Singapur’da tanıdım. Kendisi 500 kişilik McLaren mühendis ekibini yönetiyor. Aslen fizikçi ve daha önce uzay ve havacılık savunma sanayinde görev yapmış. Sözün kısası dünyada kendi alanında parmakla sayılacak birkaç mühendisten biri. Şöyle diyor: “Vodafone ile hedeflerimiz örtüşüyor. Biz mükemmele koşmak için çalışıyoruz. Vodafone bize teknoloji ve iletişim alyapısını oluşturmamız için müthiş destek veriyor. Ben dünyanın neresinde olursam olayım, Vodafone’un McLaren takımı için özel geliştirdiği V1 iletişim ağı sayesinde Blackberry’imden tüm detaylara anında hakim olabiliyorum. Sanki her an takımın İngiltere’deki teknoloji merkezindeymişim gibi...”Vodafone, İngiliz takımını son teknoloji ile donatmakla kalmıyor, Formula 1’i, yarış tutkunları için “dokunulabilir”, “heyecanı paylaşılabilir” hale getiriyor. Formula 1 kapsamında, Vodafone’un geliştirdiği son teknoloji ürünler, yenilikler, etkinlikler tüketicinin hizmetine sunuluyor. Dahası bu yıl Vodafone Türkiye, iki Formula 1 yarışına Türk müşterilerini de götürdü. Vodafone Red şemsiyesi altına giren 20 özel müşteri Monaco ve Singapur yarışlarını bir sevdiği ile birlikte izleme imkanı buldu. İstanbul’u özlüyorum ama trafik hariçMcLaren Mercedes pilotu İngiliz Lewis Hamilton ile yarıştan önce fotoğraf çektirdim. Çekim sırasında İstanbul’u özleyecek misiniz?” diye sorduğumuzda Hamilton “Evet, harika bir şehir ve heyecanlı bir pistti. Ama trafik berbat” diye cevap verdi.* Hamilton 66 kilo. Üzerindeki teçhizatla birlikte arabada 72 kilo geliyor. * Üzerinde en çok 1 litrelik su taşımasına izin veriliyor. Daha fazlası aracı yavaşlatıyor. * Pilot, kokpitin içinde yarış sırasında 3 kilo kaybediyor. * Kokpitin içinde hissedilen sıcaklık dışarıdakinden 20 derece fazla. Singapur’da sıcaklık gece 30 dereceydi. Yani F1 pilotları ortalama 50 derecede sıcaklıkta yarıştı. * Paddock Club’taki bilet fiyatları 6 bin 430 dolar. 4 bin Paddock biletinin tamamı satıldı. 25 milyon 720 dolar gelir elde edildi.

Devamını Oku

70 yaşındayım ama gençlerden bir eksiğim yok

11 Haziran 2011

Galatasaray’ın yeni Başkanı Ünal Aysal, çocukluğunu, Galatasaray Lisesi yıllarını, yurt dışı yaşantısını, hobi ve özel zevklerini VATAN’a anlattıİstanbul’un en şık ve pahalı butik oteli Les Ottomans’tayım. 18’inci yüzyılda dönemin ünlü hattatı Muhsinzade Paşa tarafından yaptırılan yalı, tüm ihtişamıyla Boğaz’ı selamlıyor. Son yıllarda dünya jet-seti’nin ve Hollywood’un uğrak yeri olan otelin restoranında denize nazır en ön masaya yaklaşıyorum. Restoranın ismi Su Yanı... Masada oturan beyaz yakalı mavi-beyaz çizgili spor gömlekli, lacivert pantolonlu, aynalı camlı gözlüklü beyefendi ise otelin sahibi. Aynı zamanda Galatasaray Kulübü Başkanı Ünal Aysal... Kulağında kulaklıklar telefon görüşmesinde... O gün basında çıkan G.Saray’la ilgili sözlerinin çarpıtıldığını söylüyor karşısındakine... Canının sıkkın olduğu belli, hatta kızgın... Ancak yüzündeki ifade, sözlerine yansımıyor doğrusu. Aynı sakin, kibar üslubuyla devam ediyor “Bir basın açıklaması yapalım, içine de şöyle yazalım...” Telefon konuşmasından yararlanıp asistanı Nur Hanım’a dönüyorum, “Kendisi nasıl bir patrondur, sinirli mi” diye soruyorum. Nur Hanım “Asla! Ağzından kötü bir söz ya da sinirlendiğinde sesini yükselttiğini duyamazsınız. Stres kontrolü inanılmazdır. Neslinin son örneği, kibar, şık, centilmen” diye cevap veriyor. Aynı anda telefonu kapatıp bana dönüyor Ünal Bey... “Sizi beklettiğim için özür dilerim. Artık başlayabiliriz. Ne içerdiniz?..”Galatasaray’a gazete ilanıyla başvurdum 1000 kişi arasında 12’ncilikle girdim Forbes 2011 listesine göre Türkiye’nin en zengin 100 kişisi arasında 775 milyon dolarlık şahsi serveti ile 51’inci sırada yer alan Ünal Aysal’ın, 40 yıl önce kurduğu Unit Group özellikle enerji sektöründe tanınıyor. Aysal’ın sadece Türkiye’de inşaat halinde 2.5 milyar dolarlık enerji yatırımı var. “Bu serveti nasıl edindiniz?” diye söze giriyorum. “Şanslıydım. Hayatta şansıma her şeyden çok güvendim. Hep risk aldım ama şansımı da zorlamadım.” (Nerede bizde öyle şans, diye iç geçiriyorum.)Kendi ifadesiyle “Orta direk” bir aileden gelen Aysal’ın babası Manastırlı (Makedonya), annesi ise Selanikli... “ Ailemiz hakim kökenliydi, babam ise askeri hekimdi. İlk mektebi Anadolu’nun 4 ilini dolaşarak geçirdim. En son “İstanbul Çapa İlkokulu’ndan mezun oldum” diyor.* Galatasaray Lisesi’ne girişiniz nasıl oldu, ailenizin yol göstermesiyle mi?“Hayır. İnisiyatif alan bir yapım var. Galatasaray’a eğilimliydim. Gazetede görüp, kendim müracaat ettim. O dönem zaten İstanbul’da bile değildik. İstanbul’da eşin dostun evinde kaldım, G.Saray’ın imtihanına girdim. 1952 yılıydı. 50 kişi alıyorlardı. 1000 kişi müracaat etmişti. Mektebe 12’nci girdim. Tesadüf, çocukluk şansı... Ama şans önemlidir.”Okul yıllarında orta seviye bir talebeydim 5-7 arası notlarla sınıfı geçerdim * Galatasaraylılık ruhu böylece başladı?“Evet, ama hiçbir şeyin fanatiği olmadım. Galatasaray benim dönemimde sırf erkeklerden oluşan bir okuldu. ‘Askeri disiplinli’ desem yeridir. O disiplin ile büyüdük. Abi kardeş ilişkisi vardı büyüklerimizle aramızda... İş hayatına atılınca o yaş farkı kapanmasına rağmen, bugün bile karşı karşıya geldiğimizde aynı saygı devam eder. Öyle bir yetiştirilme kültürü... Tahsil hayatım boyunca orta karar bir öğrenciydim. 10 üzerinden 5-7 ile geçerdim. Hiç iftihar almadım.” (Gülüyor) THY’de bilet sattım, TRT Radyo’da spikerlik yaptım, Migros’ta çalıştımLise sonrası İstanbul Hukuk Fakültesi’ne giren Aysal, “röntgen mütehassısı” olan babasının kazancına rağmen, hayatı boyunca kendi ayakları üzerinde durmaya özen göstermiş. “Üniversitedeyken para kazanmak için çeşitli işler yaptım. Seyahat acentasında da çalışmışlığım var, THY’nin şehir merkez bürosunda ekonomi bileti kesen memur, muhasebeci olarak çalışmışlığım da... Hatta TRT İstanbul Radyosu’nda 1 yıl stajiyer spikerlik bile yaptım...”İstanbul Hukuk’ta 3 bin kişilik sınıflarda iki yıl ders gördükten sonra, GS Liseli bir arkadaşının “Oğlum ne işin var orada, burada sınıflar 25 kişilik” demesiyle İsviçre’nin Neuchatel (Nöşatel) Üniversitesi’ne geçen Aysal, 2.5 yıllık bakiye hukuk tahsilini Avrupa’nın merkezinde tamamlamış. “İsviçre’de sabah 06-12 arası Migros’ta part time çalışarak masraflarımı karşıladım. Üniversite devlet destekliydi ancak yaşamsal ihtiyaçlarım için çalışmak zorundaydım. 12’den sonra okula gidip, derslere girer, sabah kaçırdığım dersleri ise arkadaşlarımın notlarından takip ederdim” diyor. Mucizem, hep pozitif düşünmek!Aysal, hep iyi ve fit görünmesinin sırlarını anlatırken: “Mucizem kafa disiplini ve pozitif düşünmek. Her şeye olumlu yaklaşmanız lazım. Sorunlarınızı negatif düşünceyle çözemezsiniz. Bardağın yarısı daima suyla dolu olmalı, boş olmamalı” diye de ekliyor.İsviçre beni kartezyen yani netice odaklı ve realist yaptıGalatasaray’ın yeni başkanı, İsviçre’de hukuk eğitiminin kendisine kazandırdıklarını anlatırken ise, “Oraya Fransızca biliyorum diye gittim. Bilmediğimi gördüm. Hukuk benim ana disiplin dalım. Genlerimde var. Kafa disiplinim öyle. İsviçre hayatım bunları geliştirdi. Beni kartezyen bakış açılı yani netice odaklı ve realist, ayakları yere basan biri yaptı. Okuduğum o 2.5 yıl, sadece hafta sonları televizyon seyretme fırsatı bulabildim” ifadesini kullanıyor. * Aileniz para gönderir miydi? “Babam ara sıra zarf içinde 100-200 lira gönderirdi, ben talep etmiyordum, etsem yollardı.” * İyi iş çıkarmışsınız...“When there is a will, there is a way, (İstersen, bir yolunu bulursun) Okudum! Başka ne yapabilirdim ki...”Okuldan dönünce askere giden Aysal, görevini teğmen olarak Erzurum Gezköy’de icra etmiş, yıl 1968-70 arası. “Hakim olmaya kendimi hazırlamıştım, ama askerden sonra Koç grubuna girmemle birlikte yoldan çıktım, yönümü değiştirdim” diyor. 1972’den sonra da ülkeyi tamamen terk edip, yurt dışında geleceğini kurmuş. 1992’de Türkiye’ye yaptığı yatırımlarla birlikte Galatasaray Kulübü’ne olan ilgisi de katlanarak artmış.MAÇTA YENİLSEK DE ÜZÜNTÜMÜ BELLİ ETMEM!* Ünal Aysal’a kritik maçlar öncesi ruh halini sorduğumuzda “Genelde sakinimdir, maça giderken de fazla telaşlanmam. Yenilsek bile üzüntümü belli etmem” diyor.* Bir erkeğin en güzel yaşı hangisidir? İçinde yaşadığı yaştır. Her geçen sene kendimi daha iyi hissediyorum. Hiç “ah keşke şu yaşımda olsaydım” gibi bir özlem içinde değilim. Bugünümü; 5-10 yıl evveline tercih ederim. Kendimi çok daha iyi, çok daha huzurlu hissediyorum. Kendimle barışığım, onun için etrafımdaki insanlarla da barışığım. Sıhhi bir sorunum olmadığı için, bugün içinde bulunduğum yaş bana çok avantajlı bir yaş gibi geliyor. Çünkü hem deneyimim var; hem de gençlere nazaran bir eksiğim yok. * Yaşınız?Yazmamak şartıyla (Gülüyor) 2 Haziran’da 70 yaşına bastım.ERKEKLER 40 YAŞINDAN SONRA KADINLARI ANLIYOR* Romantik bir erkek misiniz?Yerine göre “Evet.”* Hep erkeklerin kadınları anlamadığı söylenir.Buna katılıyor musunuz?Erkekler daha basit yaratıklar. Orta akıllı bir kadının; en akıllı erkeği bile çözmesi kolay. Kadınlar daha komplike...* Yani kaç yaşından sonra erkekler kadınları daha iyi anlıyor?Erkeklerin bu olgunluğa erişmesi için biraz zamana ihtiyaçları var. Bence 40 yaşından sonra biraz daha anlayışlı olabiliyorlar. SPOR6 yıl kürek çektim, ekip disiplini ve takım ruhunu öğrendimKarşımda sakin sakin konuşup bir yandan mozarella-domates ve fesleğenden oluşan öğle yemeğini bir bardak su eşliğinde yiyen bu adam 70 yaşında. Ancak yaşına dair bir emare yok. Vücudu, özellikle de omuz-göğüs kısmı gayet yapılı. * Başkan, sporla aranız nasıl? Lise yıllarında kürek sporuna başladım. Yurt dışına gidene kadar sürdü. Tam 6 yıl. Kürek gerçek bir İstanbul sporu, kent sporu. İnsana ekip disiplini ve takım ruhu aşılıyor. Burada GS Adası’nda çalışırdık. 2 çiftle başladım (iki kişi, her elde birer kürek yani 4 kürekli). Sonra 2 tek (iki kişi, iki elde tek kürek, toplamda 2 kürekli), 4 tek çektim. Ama 4 tek kürek stilinde, bir omuz düşüyor. Bir süre sonra ceketin bir tarafına vatka takarak dolaşmak zorunda kalıyorsun. En büyük zevkim Boğaz’da kürek çekerek, Kanlıca’ya yoğurt yemeye gitmekti. Denize düştüğümüz de oldu, gemiye çarptığımız da...45 yaşındaki biriyle aynı fizik kondisyona sahibim * Başka?Haftada 2 gün ağırlık ve fitness çalışıyorum. Fiziki kondisyonum 45 yaşındaki biriyle aynı. Koşmayı sevmem ama yürüyüş yaparım. Eskiden günde 10 kilometre yürürdüm. Şimdi en çok 5 kilometre. Salonda 40 dakika FX yaparım, zorlarsam 1 saate de (kilo ve yağ yakmaya yardımcı olan aletli jimnastik) çıkar. Tekneyle tatile çıktığım zamanlar günde 2 kere minumum (sabah ve öğleden sonra) 45 dakika 1 saaat durmaksızın yüzerim. Ayrıca tenis oynarım.Kahvaltıdan önce yarım limonlu ılık su, öğlense balık ya da suşiBESLENME* Ne yersiniz? Kırmızı eti 15 günde bir yerim. Balık, deniz mahsülleri ve sebze ağırlıklı besleniyorum. Sabahları kalori almayı seviyorum, öğlen ve sonrasında ise azaltırım aldığım kaloriyi. * Kahvaltınız özel anladığım kadarıyla?Kahvaltıdan evvel, içinde yarım limon olan ılık su. Sonra meyve suyu. Mevsimine göre değişik meyveler. Sonra da çayla beraber, zeytin, keçi peyniri ve simit... İşe gelince bir Türk kahvesi. Bir de arkadaşlarımla sohbet edeceksem bir sigara içerim. * Günde 1 paket içer misiniz?Ne bir paketi, günde en çok iki tane. Bazen bir tane de akşam yakarım. Bazı dönemlerde bir paketi ancak 3 haftada bitiririm. * Öğle yemeğiniz?Balık olabilir ya da suşi... Akşam mümkün olduğunca erken yerim. Bir çorba, bir zeytinyağlı sebze ile geçiştiririm. * İçki içmez misiniz?Çok az. Ara sıra sek votka...HOBİ“Bizim zamanımızda sevgiliye şiir yazmazsak havayı alırdık”Başkan Aysal hobileri arasında şiiri ayrı bir yere koyuyor. “Kütüphanem şiir kitaplarıyla doludur. Sıkıldığımda çeker birisini okurum. Bizim zamanımızda sevdiğimiz kıza şiir yazmasak, mektup atmasak havayı alırdık. Şimdikiler tek SMS’e gidiyor” diye gülümsüyor. “Geçenlerde NTV’de iki yorumcu benim hakkında konuşuyor. Biri ‘Adam şiir seviyormuş’ diyor. Diğeri biraz maço kılıklı. ‘Valla ben abi şiiri de anlamam, şiir sevenlerden de anlamam’ cevabı veriyor. Yani günümüzde şiir seven insanlar maalesef biraz demode görülüyor. Kültür erozyona uğradı. Ama şiirin yok olduğuna inanmıyorum, sadece duraksadı. İçinizde yaşıyor, siz farkında değilsiniz. Hâlâ müziğin bir parçası...”Sevdiğim kitap ve yazarlarAysal iyi bir roman okuyucusu. “Bu ara yine klasik edebiyata döndüm” diyor ve ekliyor: “Klasik edebiyat önemli ama felsefe akımları daha önemli. Çünkü felsefe akımları, edebiyatı etkileyerek ve zaman içinde dönüştürerek başka bir yöne götürdü. Günümüz romanlarının çıkmasına neden oldu. Yeni roman türleri, bizim zamanımızdakilere göre çok daha geniş yelpazeye yanıldı.”* İlk aklınıza gelenler? Don Miguel Unamuno’nun Sis romanı, İsveçli yazar Knut Hamsun’un Dünya Nimeti hayatta bana örnek olmuştur. Anton Çehov’un tüm romanları... Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri de beni çok etkilemiştir. Belki bu biraz da ağabeyimle ilişkilerimin aynı şekilde olmasındandı. Modern yazarlardan Paulo Coelho ile Lübnanlı yazar Amin Maalouf de geçiş dönemi yazarları olarak yakından takip ettiklerim. BELÇİKA, İSVİÇRE, NEW YORK’TA EV “Yurt dışında çok değişik yerlerde yaşıyorsunuz, nerelerde kendi eviniz var” sorumu Aysal şöyle yanıtlıyor: “Belçika’da iki evim var. Biri Bürüksel’de orman içinde, diğeri deniz kenarında bir yazlık. Hafta sonları için. Kumsalda yürümek için ideal, romantik bir yer. İsviçre kayak merkezi Crans-Montana’da da bir dağ evim var. New York Manhattan’da ise bir daire... Büyük değil, bir apartman dairesi. TEKNEMİN ADI “BARBIE” “30 yıldır tekne ve denizle çok iç içeyim. Son teknemin ismi Barbie (54 metrelik bir motorbot). Ondan önce daha ufağı vardı. Neden “Barbie?” Çünkü kadınların oyuncağı bebektir. Erkeklerin bebeği ise teknedir. The difference between the men and the boys is the size of their toys.” TABLO MERAKIM YOK ”Birçoklarında olan tablo koleksiyonerliği merakı bende yok. Koleksiyonerliği bilinçli yapmak lazım. Fazla pahalı tablolarla işim olmadı. Altındaki imza önemli değil, çok beğendiysem alırım.” BİLİM KURGU FİMLERİ SEVERİM ”Yüzüklerin Efendisi gibi filmleri ya da Arnold Swarzenegger’in Predator gibi aksiyon, science-fiction tarzı yapıtlarını izlemeyi severim.” KRAVATTAN KAÇINIRIM ”Diktirdiğim de oluyor ama genel de hazır giyim tercih ederim. Markanın cinsinden ziyade kupları önemli. Çok uzun değilim. Boyumu kısa, ve şişman göstermeyecek giysiler giyerim. Yaşım ilerledikçe spor giyinmeye başladım. Gerekmedikçe kravattan ve takım elbiseden kaçıyorum.” BLACKBERRY KULLANIYORUM ”Aktif olarak iş hayatının içinde olduğumdan teknolojiyle yaşıtlarıma göre daha dost olma mecburiyetim var. iPad kullanıyorum. Telefonda ise iPhone değil, Blackberry tercihim.” BACH VE MOZART HAYRANIYIM “Güncel müziği de pop müziği de dinlerim. Ama klasik müziğe merakım var. Bach ve Mozart ağırlıklı dinlerim. En sevdiğim senfonilerden biri de Mozart’ın Klarnet Konçertosu...”SİGARASI BLACK DEVIL Aysal’ın içtiği sigara dikkatimi çekti. Simsiyah ambalajının üzerinde Black Devil yazılı. Siyah, çikolata aromalı sigaranın içimi kolay. Hollanda malı, rock severlerin rağbet gösterdiği bir marka olan Black Devil, yurt dışında şu ara oldukça trendy... SAATİ A. LANGE & SÖHNE Kolundaki saate bakıyorum. Lacivert kadranıyla bulunduğumuz atmosferi adeta tamamlıyor. Alman yapımı A. Lange&Söhne marka. Almanların, İsviçre’nin ünlü markalarıyla yarışan saati. Ünal Bey’den öğreniyorum “Limited Editon” olduğunu...

Devamını Oku

Pendore´nin bağları açıldı ortaya şaheser çıktı!

2 Ekim 2010

Manisa Kemaliye’de Pendore bağlarına hakim bir tepenin üzerindeyim. Savaş kazanmış mitolojik bir tanrı gibi aşağı bakıyorum. Yamaca kurulu yemyeşil bağlar ayaklarımın altına serilmiş. Önümdeki ovayı da kaplayarak Lidya’nın antik kenti Sardes’e kadar uzanıyor. Gördüğümüz manzara şarap tanrısı Dionysos’un yaşadığı topraklar. Levon Bağış (Kavaklıdere Eğitim Deparmanı’nın “Bilgin” Yöneticisi) kulağıma eğiliyor ve esprili bir edayla: “Buralar 2800 yıl önce bağ bahçe bostandı, ŞİMDİ DE ÖYLE!” diyor. Bağbozumu için gittiğimiz Kavaklıdere’nin Salihli yakınlarındaki Pendore bağları turumuz işte böyle başladı. Bağları ilk görüşte insanın aklına şu geliyor: “Aman Allahım ne kadar büyük.” Gerçekten de öyle. Türkiye’nin en büyük bağına adım atıyoruz. Burası 2000 dönümlük bir şarap mabedi. Mor mor salkımlar bütün bir yıl bu anı beklemiş. Büyümüş, olgunlaşmış, dalından kopup fışkıracak gibi. Ve insanı çarpan ikinci gerçek: Hepsi ne kadar da düzgün. Omcalar (üzüm ağaçları) sıra sıra ip gibi dizilmiş. Bir santim dahi sapma yok. Boyları da birbirinin aynı. Binlercesi bir arada... Sanki harekete geçmeyi bekleyen bir orduyu andırıyorlar. Kavaklıdere’ye gelince... Türkiye’nin en köklü şarap üreticisi. Ve bir hedefi var. Sahibi olan genç ve dinamik iş adamı Ali Başman’ın ifadesiyle “Anadolu üzümlerinden kaliteli Anadolu şarapları üretip, tüm dünyada söz sahibi yapmak...” Ve Kavaklıdere bu idealden yola çıkarak Anadolu’da 10 bölgeye yayılmış. Manisa’dan Kapadokya’ya, Denizli’den Elazığ’a Ankara’ya 5 bin 500 dönüm devasa bir arazide şarapçılık yapıyor. Şirket her bölgeye has üzümü, o bölgede yetiştirip, yine o bölgede kurduğu fabrikasında şarap haline getiriyor. Yani yerel bir üzümü kendi bölgesinde yetiştiriyor işliyor, başka yere götürüp dikmiyor. Bu çapta bir iş yapan başka firma yok. Pendore’ye daha ilk adımda disiplin ve bilimsellik kendini hissettiriyor. Öyle bir yer ki, “Dağbaşında bir üs gibi. Bağlarda galoşla dolaşmak mecburi” deseler onu bile yapacağız. Bağbozumu boyunca Kavaklıdere’nin genç ve bilgili yönetici kadrosundan şarapçılık dersleri aldım. Bana da yazması düştü... * Neden Manisa Salihli? Burası şarap yetiştiriciliği için çok önemli olan mikro iklim kuşağında. Ege’den İç Anadolu’ya geçiş noktasında yer aldığından kaliteli üzüm için son derece değerli olan “Yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı” kuralı bu bölgede aynen geçerli. * Neden bağlar yamaçlara kurulu? Ova toprağında su biriktiğinden, fazla su üzümü tatsız, kalitesiz yapıyor, dolayısıyla da şarabı. Bu yüzden ovalarda kurulu bağlarda şarapçılık değil, kurutmalık ve şıralık üzüm tarımı yapılabiliyor. * Omcalar neden tellere dizili? Asmalar aralıklı ve sıra sıra, yaprakları ise tellere geriliyor çünkü bu şekilde üzüm salkımları güneş ışınlarından maksimum ölçüde yararlanıyor. Daha iyi olgunlaşıyor. Tellere gerilmezlerse, güneş meyveyi değil, yaprakları ısıtmış oluyor. * Asmalar neden bodur?Büyümelerine izin verilmiyor da ondan. Her kış geldiğinde iki dal hariç diğer tüm dallar budanıyor. Normalde bir asmada 8-10 üzüm salkımı büyüyecekken, bunun sadece yarısı kadar (4-5) salkım yetişmesine izin veriliyor. Bu sayede ağaç, tüm gücünü bu 4 salkıma vermiş oluyor. Kalite artıyor. * Toprak neden kurak ve verimsiz? Şaraplık üzüm; verimli, sulak topraklarda değil, tersine verimsiz koprakta iyi yetişiyor. Üzüm ağacı yaşamak için tüm gücünü sarfediyor, köklerini her defasında daha derine indiriyor. Böylece meyvesi yoğun, aromatik oluyor. * Bitki nasıl strese sokuluyor? Damla sulama sistemiyle. Bazı dönemlerde ağaca su verilerek, bitkinin önce suya alışması sağlanıyor. Sonra birdenbire su kesiliyor. Bitki su bulamayacağını düşünüp, “strese giriyor” ve şarap için gerekli olan asidi üretiyor. Su bulmak için kökünü daha derinlere salıyor. Derine indikçe de meyvesindeki tatların lezzetlerin sayısı artıyor. * Bağbozumu neden erken saatte yapılıyor? Çünkü koparılan salkımların, sıcak etkisini göstermeden fabrikaya ulaştırılması gerekiyor da ondan. Bu yüzden üzüm toplama işi en geç sabah 10.00’da bitiyor. * Neden salkımlar kasalara konuluyor? Eskiden salkımlar toplanıp kamyonların arkasına yığılırmış. Ama fabrikaya gidene kadar ezilip çok değerli olan ilk şıralar bozulmaya başlarmış. Artık böyle değil. * Neden gece nakliyat? Şaraplar şişelenmek üzere Ankara’daki fabrikaya gönderiliyor. Ancak bu sevkiyat kamyonlarla gece yapılıyor. Çünkü, gündüz sıcaklığı şarabın kalitesini etkileyebilir. En ufak riske bile tahammül yok. Firmanın dikkat ettiği bu ve benzeri detaylar sayamayacağım kadar fazla. Sonuçta ortaya tarih, doğa, bilim, sanat ve lezzetin karışımı olan Pendore şaheserleri çıkıyor. Kavaklıdere sanırım bu övgüyü hak ediyor.Tavsiye ederim!Kavaklıdere “Altın Köpük...” Adı yanıltmasın. Şampanya sevenlere takdimimdir. Alıp bir deneyin. Lezzetini, yumuşaklığını, içim keyfini hissedeceksiniz. Kendinden doğal köpüklü (Dışarıdan içine gaz basılmıyor yani) Kapadokya’nın emir üzümlerinden yapılan bu şaraba, kutlamalar için dolabınızda mutlaka yer açın derim. İthal pahalı alternatiflere gerek yok. Benden söylemesi.

Devamını Oku

BONO başbakan olabilirdi

11 Eylül 2010

Sanki bir rüyadan uyanır gibi, gerçekleri yeni yeni görüyor insan. Türkiye’den kim geçti farkında mıyız? U2’nun solisti Bono şu an dünyanın en etkili birkaç isminden biri. O bir rock star olmaktan öte, tüm zamanların en önemli sosyal eylemcisi. İstediği dünya lideriyle görüşebilen, G8’lere Davos’lara katılan, açlık ve insan hakları konularında sınır tanımadan harekete geçebilen, Papa’dan bile etkili, önemli birisi. Efsane şarkıcı John Lennon bir keresinde şöyle demişti: “Beatles, Hz. İsa’dan da büyük...” Açıkçası, Bono’nun yaptıklarıyla kıyaslandığında bu sözler hippi fantezisinden öteye geçemiyor. Lennon’ın devrimi kafasının içindeydi. New York’ta bir apartman dairesine kapanıp “barış için aşk” eylemine girişti. Şimdi anlıyorum ki, aslında elindeki gücü kullanmak için hiçbir şey yapmamış Lennon. Bono ise istediğini sökerek alıyor. Referandumdan önce konser verdi K.İrlanda’ya barış geldiAsıl adı Paul David Hewson olan Bono, 1960 yılında Dublin’de doğdu. 16 yaşında okulu bıraktı. Ortaokul yıllarında hep sorunlu bir çocuktu. Üniversite hiç okumamasına rağmen, siyasi ve ekonomik konulara ilgiliydi. 1976’da U2 grubu kuruldu. Grubun solisti ve şarkıların söz yazarı olarak, kendini 1980’li yıllarda öncelikle K. İrlanda sorununa ve Afrika’da açlığa, 1990’larda ise AIDS’le mücadeleye adadı. Ama Saraybosna’dan Nikaragua’ya, El Salvador’dan Şili’ye Burma’ya kadar sorunlu her coğrafyaya gitti. Verdiği konserlerle ABD’de de, Almanya’da da, Güney Afrika’da da ırkçılığa karşı çıktı. 1998’de Kuzey İrlanda’ya barışı getiren Kutsal Cuma Anlaşması’nın (Good Friday Agreement) halk oyuna sunulmasından günler önce Belfast’ta unutulmaz bir konser verdi. İki muhalefet liderini sahnede ilk kez el sıkıştırdı. Konser öncesi yoklamalar durumu kritik gösteriyordu. Naklen yayınlanan konserin özellikle Katolik gençler üzerindeki etkisi sonucu belirledi. Katolik İrlanda Cumhuriyeti’nde (Kuzey İrlanda hariç) sandıktan ‘evet’, yüzde 56 gibi bir sonuçla çıktı. Bono, konseriyle oyları 3-4 puan artırarak Kuzey İrlanda’ya barışın gelmesine büyük katkıda bulundu. 2005’te Time dergisince “Yılın adamı” seçildi. 2007’de İngiliz Kraliyeti’nce “şövalye” unvanı verildi. 22 Grammy, 1 Altın Küre aldı (These Are The Hands That Built America şarkısı). 3 kez de Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen Bono’nun bu performansına yaklaşan bir başkası yok.Blair son kitabında onu da anlatıyorİngiltere eski Başbakanı Tony Blair, yeni çıkan The Journey (Yolculuk) adlı anılarının 555’inci sayfasında onun için bakın ne diyor: “Bono, kariyerini müzisyen olarak yapmasa çok rahat politikaya atılır başbakan ya da devlet başkanı olabilirdi. Politikaya doğuştan yatkın, insanlarla ilişkisi muhteşem, çok zeki ve dinleyenlere ilham veren bir konuşmacı...” Ona olan hayranlığını gizlemeyen Blair şöyle devam ediyor: “Uzun süre, onu bu kadar iyi yapan şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sonunda, gerçek anlamda başarıyı yakalayan her kişide var olan bir karakteristiği olduğunu fark ettim. Bir şeyleri geliştirme, ilerletme, yoluna koyma konusunda hiç kaybolmayan bir motivasyon ve isteği var. Yapılanlar hiçbir koşulda onu tatmin etmiyor, mutlu ve rahatlamış hissetmiyor. Doğru amaç uğruna kullandığı ve kontrol altında tutabildiği bu motivasyonunu, tevaazu ile de birleştirmesini biliyor. Onun çapındaki birçok sanatçı dudak büküp küçümserken, Bono’nun George (Bush) ile çok güzel bir çalışma yapabileceğinin farkındaydım.” Blair tahminlerinde yanılmadı. Bono, hiç istemese de Bush ve ekibiyle çalıştı. Bir keresinde Bush’la Oval Ofis’teki toplantısı 2 saate yakın sürdü. Ve içeride sadece Afrika pazarlığı yapıldı. Ve onun bastırmasıyla Bush Afrika ülkelerine AIDS’le mücadele için 2003’te beklenenin üç katı, tam 15 milyar dolarlık yardım yaptı. Grubun gitaristi Edge, o dönem Bono’nun ABD’li Cumhuriyetçilerle yan yana görünmesinin tepki çekeceğini düşünmüş. Bono’ya “George Bush’la aynı karede poz vermeyi düşünmüyorsun herhalde” demiş. Bono da “Ortada büyük bir yarar varsa, şeytanla bile masaya otururum” diye cevap vermiş.Afrika’da siyasi yolsuzlukları önledi “Biz İrlandalılara ‘Çenenizi kapatın, din ve politika konuşmayın, işimize burnunuzu sokmayın’ (Bu sözler size tanıdık geliyor mu?) diyemezsiniz. ‘Bu konuda uzman değilim, konuşmamalıyım’ diye düşünmeyin. Üniversiteye gitmedim. Ama çenemi kapamayacağım, özellikle de Afrika ve AIDS konularında” diye konuşan Bono; ekonomik ve sosyal konularda ev ödevini çalışarak liderlerin karşısına çıkan ender sanatçılardan biri. Genellikle şöhretlerin, sosyal konulara dikkat çekmek için siyasilerle yaptığı buluşmalar, savaş bölgelerine yaptığı ziyaretler sembolik olur, bir iki poz çekip basına dağıtılmak üzere kurulur (Bakınız BM İyi Niyet Elçisi Angelina Jolie). Ama Bono’nun dikkat çeken özelliği üçüncü dünya ülkelerinin bütçe açıkları ve borçlarının affedilmesi konusunda kanunda yazanları, birçok kanun koyucudan daha iyi bilmesidir. Etiyopya’da yardıma muhtaçların yaşadığı bir kampta karısı Ali ile birlikte bir ay kalıp, bizzat çalıştığını duymuş muydunuz? Bu ve benzeri kamplarda ilk elden bilgi sahibi olabilmek için haftalar geçiren Bono’nun çabası, bilgisi, konulara yaklaşımı, ciddiyeti, itidali gerçekten her kesimde büyük saygı uyandırıyor. Ve dünya liderleri nezdinde John Lennon’ın barış için yatak eyleminden daha çok işe yaradığı bir gerçek. Nitekim Bono, Afrika’da fakirliğe karşı açtığı savaşta galip gelmekle kalmadı, dolaylı olarak kıta genelinde siyasi yolsuzlukların da önüne geçmeyi başardı. Dünya Bankası Başkanlığı için adı geçtiBono’yu diğer sosyal aktivistlerden ayıran bir diğer özelliği de, onun muhalif liderlere ya da kendi gibi düşünmeyenlere karşı son derece saygılı yaklaşımı. Bush ya da Putin örneğinde olduğu gibi, egosu yüksek lidere bile asla kibirli değil, içten davranışıyla dikkat çekiyor. Onunla aynı fikirde olmayanlara karşı basit demagojik saldırılar yapmak yerine (Türkiye’de sanatçılar arasında yaşanan polemikler gibi), derinlemesine bilgisiyle konuyu tartışıyor, karşısındakini etkilemeyi başarıyor. Karşıt fikirli liderlerle uzlaşmak ve çalışmak için çaba sarfediyor. Bono’nun adının Bush döneminde (ki Amerikan vatandaşı olmayan biri teamüller gereği yapılmıyor), ciddi ciddi Dünya Bankası Başkanlığı için geçtiğini ve Hazine Bakanı’nca Başkan’a önerildiğini biliyor musunuz?Şanslı çünkü 68 kuşağı iş başındaBono’nun liderler üzerinde bu kadar etkili olmasının bir başka sebebi de, “Çiçek Çocuklar” olarak nitelendirilen 68 kuşağının dünyada söz sahibi olması. Bill Clinton, Hillary Clinton, Blair, Bush, Obama, Medvedev, Schröder, Bill Gates, Steve Jobs, Paul Allen, Larry Bird, Madonna, Oprah Winfrey, Tom Cruise, George Clooney gibi... Şarkıcı Bob Geldof, şöyle diyor: “Blair’in gençken berbat da olsa, bir rock grubu mensubu olduğunu hatırlayın. Bu kişiler büyüdüler ve çoğu etkili yerlere geldi, bakan, başbakan oldu. Oval Ofise tişörtle, büyük çizmeler ve deri pantolonlarla dalan, sigara kokan samimi ve entelektüel bir rock solisti olmak onların idolüydü. Çünkü onlar Rock’n Roll politikacıları...” 15 yıl önce dünya liderleri ve sosyetesi için Papa’yla yan yana görünüp tek kare fotoğraf çektirmek bir ayrıcalıktı. Şimdi ise Papa’nın yerini Bono aldı. Çünkü Bono, artık herkesin gözünde global bir devlet adamı... Müzisyenden de öte, gerçek bir siyasi figür.

Devamını Oku

iPad için en iyi aplikasyonlar

31 Temmuz 2010

İngiliz Financial Times (FT) gazetesinin Yazıişleri Müdürü, aynı zamanda gazetenin internet sitesi Genel Yayın Yönetmeni Robert Shrimsley birkaç hafta önce Türkiye’deydi. Katıldığı konferansta Apple’ın son ürünü iPad için “Game Changer” (Oyunun kurallarını değiştiren alet) yorumunu yaptı. Ne kadar haklı olduğunu insan eline iPad’i aldığında anlıyor. ABD’de iki hafta sıra bekledikten sonra iPad’i nihayet satın alabildim. Bu aleti muhteşem kılan dokunmatik büyük ekranı veya hiç bitmiyormuş hissi veren pilinden (10 saat) çok daha öte bir şey. Binbir çeşit (4 bini aşkın) aplikasyonuyla elinizdeki tablet; bir oyun konsoluna, bloknota, bir dergiye ya da bir yemek kitabına dönüşebiliyor. iPad’e ne denilebileceğini bilmiyorum ama bilgisayar demek bence hakaret olur. Çünkü iPad, alışkanlıklarımızı değiştirecek nitelikte. En basitinden laptop taşıma ya da tatile kitap götürme alışkanlığımızı, ya da müzik çalar (mp3) bulundurma alışkanlığımızı... Çünkü artık kitap, dergi, gazete okumak, maillere bakıp cevap vermek, fotoğraflarınızı ve müzik çalarınızı taşımak için mükemmel bir cihaz var. iPad hafif ve şık olmasının dışında her açıdan user friendly (kullanıcı dostu). Şimdi konumuza dönelim. Çevremde birçok kişide iPad görmeye başladım. Ve herkes birbirine soruyor “Hangi aplikasyonları indireyim?” diye... Zevkler ve renkler tartışılmaz ancak yeni alanlara faydalı olacağını düşündüğüm birkaç aplikasyon önermek istiyorum. ***iBooks bence iPad’in en önemli silahı. Amazon’un Kindle’ından çok daha zekice tasarlanmış. Satın aldığınız ya da bedavaya indirdiğiniz kitapları rafları olan sanal bir kütüphanede saklıyorsunuz. Üzerini tıkladığınızda kütüphane dönerek size “Son Çıkanları” açıveriyor. Çocuk kitapları kesinlikle indirmeye değer. Renkli illüstrasyonlu kitaplarda resimler, üzerlerine dokunulduğunda hareket ediyor, ses çıkarıyor ya da çocuklar için basit birer bulmacalara dönüşüyor. Henüz elime geçeli 1 hafta olmasına rağmen oğlum Fergan, yatarken “Baba bana iPad’den masal oku” demeye başladı. Little Mermaid (Küçük Denizkızı), Alice in Wonderland (Alice Harikalar Diyarında) ve Magic BeanStalk (Sihirli Fasulye Sırığı), Toy Story 3 Read-Along romanlarını mutlaka indirin. 0-3 yaş için ayrıca Flashcards in Kids ve Zoo Match diye iki aplikasyonu da şiddetle tavsiye ediyorum. Eğlenerek öğrenmek (İngilizce, Fransızca ya da İspanyolca) diye ben buna derim işte. Biz “Büyük Çocuklara” gelince... Çizgi roman hastasıysanız Marvel Comics aplikasyonu bulunmaz nimet. Örümcek Adam’dan Iron Man’e, Kaptan Amerika’dan Hulk’a onlarca çizgi romanı 2 dolara satın alabiliyorsunuz. Bedava indirilenleri de var ama sayıca çok fazla değil. Yemek pişirmeye meraklı kadınlar içinse Epi (Epicurious) olmazsa olmaz, üstelik bedava... Bu aplikasyon iPad’i harika bir yemek kitabına dönüştürüyor. Resimler muhteşem ve iştah açıcı. A’dan Z’ye yüzlerce tarif var. Yemek kitabı, haftasonları, brunchlar, kokteyller ve davetler üzerine de size seçenekler sunuyor. iPad’i alıp mutfağa taşıyın, okuyup yapın o kadar. Yalnız yemek tarifleri fazla Amerikan mutfağına göre haberiniz olsun. ***Tüm gazeteler internet sitelerini iPad’in ekranına göre yeniden tasarlamaya başladı. Haksız da değiller. AP ve New York Times Editors’ Choice (Editörlerin seçtikleri) bence en iyileri. Haber düşkünüyseniz video, fotoğraf, yorum hepsi HD kalitesiyle bu iki aplikasyonda var. ***iPad’in klavyesinin kullanımı kolay. Ama Türkçe harfler için de ayrıca bir aplikasyon indiriyorsunuz. Adı Turkish Keyboard, 0.99 dolar. (Ama öğrendiğim kadarıyla Türkiye’de iPad resmen satışa çıkınca Türkçe klavye içinde olacak, parayla almanıza gerek kalmayacak.) Yazı yazmak içinse Pages programını öncelikle indirin. Bu sayede yazı yazabilir, içine resim ve grafikler de koyabilirsiniz. Penultimate aplikasyonu da iPad’in bir bloknota dönüşmesini sağlıyor. Not almak ya da kaba taslak çizim yapmak çok kolaylaşıyor. Basket koçu olsam saha kenarından takıma taktiği, taktik-tahtasından değil, iPad’den üzerinden verebilirdim. Tam bu noktada Evernote aplikasyonunundan da bahsetmek istiyorum. Bedava bir keşif. Eğer yoğun tempodan dolayı unutkanlıklar yaşıyorsanız tam size göre. Evernote sayesinde notlarınız, fotoğraflarınız, sesli mesajlarınız aynı anda iPad, iPhone, Mac, PC’nize de işleniyor. Her yerde karşınıza çıkıyor. Pocket First Aid&CPR herkesin iPad’inde olması gereken bir ilk yardım kılavuzu. Olası her durum karşısında neler yapılması gerektiği videolarıyla var. Listeye bak, problemi tıkla, yapacakların adım adım karşına geliyor. Çocuk bile anlayabilir.***Ve tabii ki oyunlar... Angry Birds’e 10 tam puan veririm. Kısaca sapanla kuş vurma diyebiliriz. Bir de Flight Control HD... Doğru uçağı doğru piste indirme... Her ikisi de rahatlatıcı etkiye sahip. Magic Piano mutlaka olmalı. Siz de bir Beethoven’sınız artık... İngilizce kelime haznenizi ise Scrabble ve Word Zapper’da sınayabilirsiniz. Uzun soluklu kaliteli oyun arıyorsanız CastleCraft’ı, dedektif gibi cinayet çözecekseniz Cluedo’yu satın almalısınız. ***Son bir önerim de medya sektöründekilere... Dünyaca ünlü teknoloji dergisi Wired’ın, iPad için tasarladığı Wired Magazine aplikasyonunu indirip bir göz atın. Yayıncılığın geleceğinin nereye gittiği konusunda fikir verecektir. Dokunduğunuz her satırın, her resmin, her reklamın interaktif bir mecraya dönüştüğü yayınlar geliyor artık. Oyunun kuralları değişiyor.

Devamını Oku

Kanunsuzlar iş başında...

3 Temmuz 2010

Amerika’da Rusya adına istihbarat toplarken yakalanan 11 ajan, Rus Gizli Servisi’nin “Kanunsuzlar” (Illegals) biriminin üyeleri.Kesin rakam bilinmemekle birlikte Londra’da yaşayan eski KGB yöneticisi hafta içinde Amerika’da bulunan Kanunsuz çiftlerin sayısını 50 olarak açıkladı. Çok iyi eğitimli bu istihbarat elemanları, yurt dışında sahte kimliklerle, kanunsuz şekilde yaşıyor. Elçilik görevlisi olarak görünmedikleri için, tutuklanma durumunda diplomatik dokunulmazlık hakkından da yararlanamıyorlar. Kanunsuzlar, topladıkları istihbaratı kendi elçiliklerinde çalışan “kanuni” istihbarat subaylarına değil, Moskova’daki kontrol memurlarına şifreli yollarla gönderiyor. Yetiştirilmeleri bir hayli zor ve emek isteyen bu kişiler Rusya’nın uzun vadeli ve en pahalı yatırımları... Onlarca yıl kimliklerini gizlemekle ve yakalanmadan Rusya’ya dönmekle meşhurlar. 1917 Ekim Devrim’inden sonra Sovyetler, Batı’da örtülü istihbarat toplayan ajanlara ihtiyaç duydu. Ancak 1920’li ve 1930’lu yıllarda Batılı ülkeler resmi olarak Sovyetler Birliği’ni tanımıyor, bu ülkeyle diplomatik ilişki kurmuyordu. Sovyetlerin diplomatik dokunulmazlık zırhı altında bu ülkelere ajan sokması imkansızdı. İşte Kanunsuzlar Birimi böyle doğdu. Ajanlar, KGB’nin en gizemli servisi olarak bilinen S Direktörlüğü’nce yetiştiriliyorlar. S Direktörlüğü, kanunsuzların operasyonel faaliyetleri, eğitimleri, finansmanı, kısacası her şeyinden sorumlu. KGB’nin SVR’ye dönüşümünde değişime uğramayan tek birimi S Direktörlüğü... 10 yılı aşkın süre Kanunsuzlar Birimi’nde ajanların eğitimini üstlenen 85 yaşındaki emekli Tümgeneral Yuri Drozdov, gelen acemilere “Dahi çocuklar” diyor. 3-4 dili ana dili gibi konuşan bu gençler hakkında çok az bilgi veren Drozdov “ABD’nin Dr. Spock (Atılgan) tarzı metotları var. Bizimse çocukları yetiştirmek için kendi yöntemlerimiz vardı” ifadesini kullanıyor. Kendisi de bir kanunsuz olan Galina Fedorova adlı Rus kadınsa, 1994’te çıkan anılarında zalimce bir eğitimden, psikolojik izolasyon ve stresin ardından ajan seçildiklerini söylüyor. Federova, en ideal adayın bekar olması gerektiğini, karı kocaların da ajan olarak işe alındığını ve bu çiftlerden doğan çocuklarınsa derhal Sovyetler Birliği’ne gönderildiğini yazıyor. Kanunsuzlar üçe ayrılıyor. “Subay” lakaplı tecrübeli ajanlar, SVR’nin tam kadrolu memurları. Bunlar yine sahte kimlikler ve takma adlarla Batılı ülkelerde yaşıyor. Ancak statüleri yüksek. Rus Stratejik Askeri İstihbarat Servisi GRU‘nun yine rütbeli subaylarıyla irtibat halindeler. “Acemiler” Macaristan, Peru gibi üçüncü ülkelerden seçiliyor. Rusya’da eğitim gördükten sonra görevlendiriliyorlar. Gerçek kimlikleri altında yaşamlarını sürdürüyorlar.Üçüncü kategori ise “Göçmenler...” Bunlar özellikle eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri’nden seçiliyor. Temel eğitimin ardından yurt dışına dini ya da siyasi sığınmacı görünümünde yerleştiriliyor. Son yakalanan furyadakiler Göçmen... Kanunsuzlara lojistik destek veren personele ise “N Hattı” (Line N) görevlileri deniliyor. Bu memurlar yurt dışındaki diplomatik merkezlerde konuşlanıyor. Kimliklerini gizlemek içinse çeşitli teknikler kullanıyorlar. Subay statülü kanunsuzlara New York’lu fotoğrafçı, ressam, sinemacı, yazar, çok ünlü bilimadamı, profesör ya da siyasi sığınmacı gibi entelektüel seviyesi yüksek sahte kimlikler tahsis ediliyor. Diğerlerine ise bulundukları ülkelerde doğup büyüdüklerini gösteren sıradan kimlikler hazırlanıyor. Bunun içinse yakın zamanda ölen o ülke vatandaşı bir bebeğin kimliği kullanılıyor. Daha sonra ajanlar uyku sürecine geçiyor. Bu süreçte yeni yaşamlarına ve kimliklerine adapte oluyorlar. Emir beklemekle geçen uyku dönemi yıllarca sürebiliyor. Kanunsuzlar hassas operasyonlara asla katılmıyor. Görevleri sadece bilgi toplamak lojistik sağlamak. Diğer 007 tarzı ajanlara istihbarat taşımak, onlara nakit para ve teknoloji götürmek, çeşitli yerlere bırakılan/atılan paketleri (dead drops) almak ya da sevketmek. Yani operasyon öncesi altyapıyı hazırlama görevi kanunsuzlara düşüyor. Askeri hazırlıklar için son dörece önemliler. Rus GRU servisiyle çalışan kanunsuzlar; ABD’deki kritik elektrik santrallerini, telekomünikasyon binalarının kalbini, Amerikan komuta, kontrol, haberleşme, bilgisayar istihbarat altyapı merkezlerini Moskova’ya bildiriyorlar. Savaş halinde Amerika’yı ve orduyu paralize edecek her türlü istihbarattan onlar sorumlu. Rus GRU servisinde çalışan emekli Albay Stanislav Lunev’e göre, olası bir savaş durumunda, Amerikan topraklarına atılacak malzemelerin, giyecek, nakit para, özel ekipman vs., gizlice alınıp taşınma işini kanunsuzlar yürütüyor. Buna atılacak nükleer çantalar da dahil. Lunev halen ABD topraklarında Rus nükleer çantalarının olup olmadığını söylemiyor ama kanunsuzların verdiği bilgiler doğrultusunda nükleer çantaların New York ve Washington’da nerelere atılacağının çoktan belirlendiğini açıkça ifade ediyor. Lunev’e göre bu tarz bir istihbaratın tek bir amacı var. “O da Rus suikast timi Spetsnaz’a hedeflerin yerini bildirmek...” Lunev, Düşmanın Gözleri’nden (Through The Eyes of The Enemy) adlı kitabında “Savaş zamanında Spetsnaz, Amerikan liderlerini ve ailelerini öldürmeye çalışır” diyor. Peki, her gün onlarca ABD’li üst düzey siyasetçinin Rusya’ya seyahat ederek bilgi paylaştığı günümüzde, bu kadar riskli ve pahalı örtülü operasyonlar yapmak niye?Uzmanlar bunu şöyle cevaplıyor: Başbakan Putin, Doğu Almanya’da 1980’lerde casusluk yaptığı dönemde hep bu tür kanunsuzlarla çalıştı. Ve 1990’larda Rus istihbaratı dağılıp yüzlerce ajan deniz aşırı ülkelerde kaosa ve yalnızlığa itildiğinde, Putin ve onun gibi düşünenler bir gün Sovyet dönemi ihtişamını geri getirme hayalini kuruyordu. Putin ve onun jenerasyonu, Soğuk Savaş sırasında yaptıklarıyla kahraman olan ajanların hikayeleriyle büyüdü. Bugünkü Rus derin devleti, bu yüzden hâlâ kanunsuzların faydalı olduğuna inanıyor.

Devamını Oku

21. yüzyılın yeni Güç Üçgeni

25 Haziran 2010

Stephen Kinzer, 5 kıtada 50’nin üzerinde ülkeden haber geçmiş dünya çapında bir gazeteci. Daha da önemlisi New York Times’ın ilk Türkiye temsilcisi (1996-2000). Türkiye, İran ve Orta Doğu konularında uzman. Türkiye’deki görevi bitince yazdığı “Hilal ve Yıldız: İki Dünya Arasında Türkiye” kitabıyla da yakından tanıdığımız biri. “Türkiye eksen mi değiştiriyor” tartışmalarının yaşandığı tam da bu dönemde, piyasaya Reset: Iran, Turkey and America’s Future (Sil Baştan: İran, Türkiye ve ABD’nin Geleceği) adlı yeni kitabı çıktı. Kitap çıkalı daha 10 gün oluyor. Ama gerek ABD’de gerek bizde tartışma koparacağı kesin. Çünkü Kinzer, ezber bozan yeni bir görüş ortaya atıyor. ABD’nin, İsrail ve Suudi Arabistan’a fazla bağımlı geleneksel ortaklığının Orta Doğu’ya şiddet, nefret, terör ve savaştan başka bir şey getirmediğini; bunun yerini daha mantıklı olan ABD-Türkiye-İran ortaklığının alması gerektiğini savunuyor. “Haydi büyük düşünelim. Yeni fikirler ortaya atalım. 20’nci yüzyıl bitti, 21’e girdik. Soğuk Savaş bitti. Ama ABD’nin Orta Doğu politikası hâlâ değişmedi. Aynı yerde sıkışıp kaldık. Bu da mevcut krizleri daha şiddetli hissetmemize yol açıyor” diyor.Kendisiyle görüştüm. Söylediklerini ve kitabında yazdıklarını merak edeceğinizi düşünüyorum. ***İyi bir tarihçi olan Kinzer, kitapta İran’a ambargoların neden işe yaramadığından başlıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz kontrolündeki İran’da, halk daha fazla demokrasi ve özgürlük ümidiyle şahın rakibi Musaddık’ı başa getiriyor. (1951) S. Arabistan’da faaliyet gösteren Amerikan petrol şirketleri, o dönem petrol gelirlerini Suudilerle 50-50 paylaşma kararı alınca, İran hükümeti de benzer bir anlaşmayı İngilizlerden istiyor. İran petrolünü çıkaran BP bunu reddedince, Musaddık İran’ın petrolünü millileştiriyor. Sen misin yapan?İngiltere tüm teknisyenlerini ülkeden çekiyor, ABD dahil diğer petrol şirketlerini de İran’ı boykot etmeye ikna ediyor. İran, petrolünü kimseye satamıyor. Aynı zamanda ülkeye denizden abluka başlıyor. Tankerler Basra’dan içeri sokulmuyor. Londra’daki bankalar İran’ın tüm varlıklarını donduruyor, ülkeye ihracat da durduruluyor. (Size tanıdık geliyor mu?)Daha sonra CIA marifetiyle, Tahran sokaklarında yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan “halk isyanları” başlatılıyor ve Başbakan Musaddık görevden alınarak hapse atılıyor. Yazar Kinzer, Musaddık’tan bahsederken “İran’ın George Washington’unu desteklemek yerine, iktidardan indirdik. Neden? Ülkesinin petrolünü millileştirdiği için” diyor.Aradan geçen 25 yıl boyunca ABD, katı Şah yönetimininin en büyük savunucusu kesiliyor. “ABD’yi arkasına alan Şah, mutlak diktatör oldu” diye yazıyor Kinzer. 1975 Uluslararası Af Örgütü raporuna göre insan hakları ihlallerinde dünyada hiçbir ülke İran’ın yanına bile yaklaşamıyordu. ***Şah’ın devrilmesinden sonra da ABD’nin İran’ın iç işlerine müdahalesi değişmiyor. İranlılar bugün bile 1980’de Saddam’ın İran’ı işgal etme planının arkasında ABD olduğuna inanıyor. 2002’de New York Times’ta yayınlanan bir rapordaki satırlar bunu doğrular nitelikte: “Amerikan istihbaratı, o yıllarda Iraklı generallerin İran’a karşı kimyasal gaz kullanacaklarını biliyordu. Ve Irak’ın İran’la arasındaki savaşta kimyasal gaz kullanması, daha sonra Bush yönetimince Irak’ta rejim değişikliğinin haklı gerekçesi olarak gösterildi.” Kinzer şu satırlara yer veriyor: “Irak’ın kimyasal silah kullanması, ABD’nin bunu araştırmaya yönelik soruşturmaları engellemesi, Saddam’ı eleştirilerden koruyup kollaması; mollaların konvensiyonel silahları bırakıp kendi nükleer programlarını geliştirmeye itti.” ***Kinzer, tüm bu olanlara rağmen, İran’ın 11 Eylül saldırılarından (2001) sonra El Kaide’ye yönelik ve Afganistan’da Taliban’a karşı mücadelede ABD ile aktif işbirliği yaptığını söylüyor. Hatta CIA tarafından da onaylanan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın o dönemki raporunda “İran’la ilişkilerin yeniden düzelmesi için gerçek bir fırsat yakalandığı”na dikkat çekiliyor. Ama gel gör ki 2002’de Bush, İran’ı şer eksenine dahil ediyor. Buna rağmen İran, 1 yıl sonra ABD ile kapsamlı görüşmeler başlatılmasını teklif ediyor. ABD’den; ekonomik ambargoyu kaldırmasını, barışçıl amaçlarla nükleer teknolojiye izin vermesini ve molla rejimini yıkmak isteyen terörist gruplarla mücadele etmesini istiyor. Tahran karşılığında nükleer programında “tam şeffaflık” sözü veriyor; Hizbullah, Hamas, İslami Cihad’a malzeme yardımını tamamen kesmeyi, ABD’ye El Kaide ile mücadelesinde desteği artırmayı, ayrıca İsrail’i 1967 sınırları içerisinde kabul etmeyi tahahhüt ediyor. Bush yönetimi bu teklifi elinin tersiyle geri çeviriyor. Kinzer’a göre İran’a bugün yapılanlar, ABD ve İngiltere’nin 1953’ten beri yürüttüğü politikanın aynısı: Önce ambargo, sonra “demokrasi hareketleri”, en son rejim değişikliği. Ama bu politika daha istikrarlı bir Orta Doğu ve güvenli bir dünya yaratmıyor. KINZER NELER SÖYLÜYOR? * Dünyada ikinci bir ülke daha yok ki (Türkiye), hem Hamas, Hizbullah, Taliban tarafından saygı duyulsun, hem de İsrail, Lübnan ve Afgan hükümetleriyle iyi ilişkiler içerisinde olabilsin. * Türkiye eksen kayması yaşıyor mu? Hayır ben buna inanmıyorum. Türkiye kendine yeni bir jeopolitik pozisyon aramıyor. İran’la yakınlaşmıyor. Batı’ya bağlı, ABD ve Avrupa’nın siyasi değerlerini paylaşıyor. Amerika’ya sadece “Çatışma ve ambargo politikası İran’da sonuç vermeyecek. Bu sizin (ABD’nin) ve bizim (Türkiye’nin) çıkarımıza değil” diyor. Bu, Türkiye’nin nereye gittiği ile ilgili değil, sonuca nasıl ulaşıldığı ile ilgili bir tartışma. * Türkiye, ABD’nin yörüngesinden çıkıyor. Ama Türkiye’nin yeni rolü, ABD için son derece önemli fırsat. Bölgeyi tanıyan bir Müslüman ülke olarak, Türkiye Amerika’nın gidemeyeceği yerlere gidebilir, kuramayacağı ortaklıklar kurabilir, yapamayacağı anlaşmalar yapabilir. Amerikan birliklerini kendi topraklarından Irak’a sokmayarak ya da İsrail’in Gazze operasyonlarına karşı çıkarak Müslüman ülkeler nezdinde itibarını artırdı. Onlar üzerinde etkili olma gücü arttı. * NATO ve AB’nin aklı varsa aktif bir Türkiye’nin kendilerine faydalı olacağını görürler. Batı, bölgede istikrar istiyor. Orta Doğu’nun tansiyonunu düşüren her hareket ABD ve Avrupa için iyidir. Ayrıca Türkiye, diğer Müslüman ülkelere de örnek oluyor. Şeffaf politika ve ekonomiyi benimserlerse başarılı olacaklarını kanıtlıyor. Çünkü bunlar Batı için emsalsiz değerler. * Bu süreçte Türkiye Batı’nın iyi bir ortağı olabilir. Ancak her iki tarafın da dinlemeyi öğrenmesi gerekiyor. * İsrail’in gerçek dostları, İsrail’in uzun dönemde huzurlu yaşamasını güvence altına alan politikaları desteklemeliler. Sadece askeri metodlarla sağlanan güvenlik kalıcı olmaz. * Türkiye İran ve ABD’yi birleştiren ortaklık iki nedenden ötürü anlamlı: Bir, hepsinin uzun vadede stratejik çıkarları aynı. Orta Doğu’da istikrar, enerji kaynaklarının serbest dolaşımı, Irak’ta ve Afganistan’da silahların susması vs. İki, halkları aynı değerleri paylaşıyor. İran ve Türkiye, Orta Doğu’da demokratik kültür geleneği olan tek Müslüman ülkeler. Eğer İran’da uzun vadede rejimde bir demokratik ilerleme kaydedilirse, 21’inci yüzyılın yeni “Güç Üçgeni”, ABD, Türkiye, İran olur. * Arap dünyasında bir lider boşluğu var. Bu da Türkiye’ye daha büyük bir rol oynama şansı tanıyor. Ve şu an dindar inançlı bir hükümet tarafından yönetiliyor. Yani bölgedeki inandırıcılığı daha fazla. Türkiye birçok rejim, fraksiyon ve hatta radikallerle ilişki ağlarını açık tutarak bence çok iyi bir iş yaptı. Ama İsrail’le de diyaloğu ve ilişkisini muhafaza etmeli. ABD’nin dış politikadaki kötü huylarını kendine örnek edinmezse, bölgede çok etkili olur. * (Erdoğan’ın sert üslubuyla ilgili yorumu) Türkiye, Amerika’nın dış politikadaki iki kötü huyunu edinme tehlikesiyle karşı karşıya. İlki dünya sahnesinde duygularıyla hareket etme. İkincisi birincisiyle bağlantılı. Kısa vadede insanların kendini iyi hissetmesine yol açan, tatmin edici gibi görünen açıklamalar ve davranışlar, gerçekte uzun vadede ulusal çıkarlara zarar veriyor. Türkiye sorunların çatışmayla değil, diyalogla, diplomasiyle çözülmesi gerektiğini söylüyor. Bu harika bir mesaj. Ancak Türkiye her zaman kendi önerisini izlemiyor.* Irak’ı istikrara kavuşturmaktan tutun da, İsrail-Filistin barışına, El Kaide’nin marjinalleştirilmesine kadar Amerika Orta Doğu’daki hiçbir çıkarını, İran’ın yardımı olmadan başaramaz. Amerika kabul etsin ya da etmesin, İran bölgesel bir güçtür. İran-ABD ilişkilerinin başlaması durumunda, bunun getirisi şunlardır:* İran’ın, Irak’ta barışın sağlaması için diğer ülkelerin hepsinden daha çok faydası dokunur. * İran, Afganistan’ın istikrara kavuşmasına yardımcı olabilir. * İran, Hamas, Hizbullah gibi gruplar arasında arabuluculuk yapabilir, anlaşmalar sağlayabilir. * ABD-İran ittifakı, El Kaide’yi zayıflatır. Çünkü bu, iki devletin ortak çıkarı. * İki ülke ilişkisi, ekonomik alanda da yeni fırsatlara, işbirliğine dönüşebilir.

Devamını Oku