Büyüdükleri Türkiye’ye diplomat olarak döndüler

28 Mayıs 2010

Onlar doğma büyüme Türkiyeli. Türkçe’yi bizim kadar iyi konuşuyorlar. Çocuklukları; mahallede top oynayarak, sapan atarak, bahçelerden incir dut çalarak geçmiş. Haliyle Türk gibi yiyip, Türk gibi yaşıyorlar. Türk gibi de duygusallar. Kopup gittikleri bu toprakları hiç unutmamış, hep hasretini çekmişler. Gerek ülkelerinde, gerekse görev yaptıkları yerlerde, yabancılara biz Türkleri anlatmayı adeta misyon edinmişler. Eş dost, akraba ve tanıştıkları kişileri, tatil için Türkiye’ye göndermekten de geri kalmamışlar. Şimdi Türkiye ile ilişkilerin kritik olduğu bir dönemde İstanbul’da görev yapıyorlar. Bu kez Türklere, kendi ülkelerini anlatmaya çalışıyorlar. Hervé Magro ile Moşe Kamhi’den bahsediyorum. Futbol hastasI lakabI “LE TURC” “Sene 1960. Babam Ankara’da büyükelçilikte çalışıyordu. İdari işler biriminde muhasebeciydi” diye söze başlıyor Hervé Magro... 2 yıl Türkiye’de kalmışlar. Sonra kısa süreliğine Fransa’da başka bir göreve... Derken 1967’de tekrar Ankara’ya dönmüşler ailece. “Doğduktan sonraki ilk iki yılı saymıyorum, 6 yaşından 13 yaşına kadar kesintisiz Türkiye’deydim. 7 yılı küçümsemeyin. Çocukluk hafızamın tamamı Türkiye’deki anılara ait. Zaten ondan öncesine dair doğru dürüst bir şey hatırlamıyorum” diye ekliyor. Çankaya’da okumuş. Eski Fransız Kültür Derneği. Yeni adıyla Charles de Gaulle. Öğle müstakil evlerde değil, apartmanda büyümüş. Sokakta Türk çocuklarla top oynar, bahçelerden meyve çalarmış. “Bir keresinde dut için şehrin dışına ta Şekerspor tesislerine gitmiştik” diyor. “Peki okulun Fransızmış, Türkçeyi nasıl öğrendin” diye soruyorum. Cevabı ilginç: “Günün yarısı sokakta haytalıkla geçerdi. 4 yıl tek kelime Türkçe konuşmadım. Ama anlardım. Her şey birdenbire oldu. Bir gün mahalledeki çocuklarla hararetli bir tartışmadaydım. Arkadaşım bana baktı “Sen Türkçe konuşuyorsun” dedi. Farkına varmamıştım. Evet konuşuyordum. Sonra da açıldım.” O dönemin her Türk genci gibi Magro da Tommiks, Teksas hastasıymış. “Türkçelerini hiç kaçırmazdım, dolmuşta, okulda, evde nerede bulursam okurdum” diyor. “Yaramaz mıydın?” “Olmaz mı? Mahallede çocuklarla iki direk arasına insanların başlarına, alınlarına çarpacak şekilde çok ince bir ip gererdik. Yayalar yürürken ipe çarpardı. 10 adım atarlar sonra ikinci bir ip. Böyle olunca da sokağın kalanını elleriyle havayı yoklaya yoklaya yürürlerdi. Bu görüntü bizi çok güldürürdü.” “Başka” diye üsteliyorum. “Tabii ki, futbol” cevabı veriyor. “O yıllarda televizyon çok yok. Sinemalarda film öncesi haberler ve maç özetleri verirlerdi. Zaten futbol hastasıyım. Maç özetleri için sinemaya giderdim. G.Saray-F.Bahçe derbileri kaçar mı! Ben Galatasaraylıyım. Ama hafta sonu Ankaragücü maçlarında stattaki yerim hazırdı, abonesiydim.” “Ya yaz tatillerinde?...” Mösyö Magro’nun o eski güzel günlere döndüğünü hissediyorum: “Side’ye giderdik, her yaz. Hele ki o yıllarda daha başkaydı. Sanırsın cennet. 1 ay 2 ay kaldığımız olurdu. Ablamla tek başımıza gittiğimizi de hatırlarım. Eski Roma kalıntılarının ortasında küçük bir pansiyon vardı. 1974 Kıbrıs çıkarması olduğunda da Side’deydim.” Fransa’ya dönüşte lisede arkadaşlarının kendisine “Le Turc” lakabı taktığını söyleyen Magro, “Madem böyle bir avantajım vardı, ‘Bunu neden değerlendirmeyeyim’ dedim ve üniversitede bir taraftan tarih okurken bir taraftan da oryantal diller üzerine çalıştım” diyor. Ve ilk görevi Ankara’ya çıkıyor. 1988-91 arasında burada basın ataşeliği yapıyor. “Düşünebiliyor musun, Oğlum Vincent ve ben 30 yıl arayla Ankara’da aynı kilisede baptist edilmişiz. Oğlumun ilk 2 yılı da benim gibi Ankara’da geçti.” DEPREMDE 1 HAFTA ÇADIRDA YATMIŞGelelim İsrail Başkonsolusu Moşe Bey’e. Kendisi doğma büyüme Kasımpaşalı, Bedrettin Mahallesi... “İspanya’dan göçüp 500 yıldır Türkiye’de yaşayan bir ailenin çocuğuyum” diye gururla söylüyor. Baba tarafı Osmanlı toprakları küçülürken Üsküp’ten göç etmiş, en son Çatalca’ya yerleşmişler. Dedesi devlet memuruymuş.“Adı Mişon’du. Soyadı kanunu çıkınca Faik Selvi adını aldı” diyor. “Babam da zaten Silivri doğumlu...” Anne tarafı ise direkt İspanya’dan gelip Hasköy’e yerleşmiş. Dolapdere’de Piri Reis Okulu’nu bitirmiş. “Türkçemin düzgün olmasını ilkokul öğretmenime borçluyum” diyor. 15 yaşında annesiyle birlikte İsrail’e giden Moşe Kamhi, yaşamını orada kurmuş. Ama Türkiye hep ikinci vatanı olarak kalmış. Ama kaderin cilvesi hayatının aşkını yine Türkiye’de bulmuş. 1999-2002 arasında Ankara’da basın ataşeliği yaparken tanışmış Türk eşiyle... “İstanbul’da bir nikaha gitmiştim. Meğer ben damat, o gelin tarafını temsilen, ikimiz de Ankara’dan düğüne katılmışız. Orada tanıştık sonradan evlendik” diyor. Her platformda Türkiye’yi ve Türk insanını anlatmayı görev bilen Moşe Bey, 1999 Marmara ve Düzce depremleri sırasında da İsrail’den gelen yardım malzemelerinin koordinatörlüğünü üstlenmiş. “O dönem deprem bölgesinde 1 hafta çadırda yattım. Sahra hastanesine gelenlere psikolojik destek de dahil her türlü yardımı seferber ettim” diyor. Ve son bir not: İstiklal Marşı’nı çoğumuzdan coşkulu ve kalpten söyleyen bu mütevazı “İstanbul beyefendisi” diplomatın kızıda Türkiye’de piyano eğitimi alan ve gelecek vadeden bir sanat öğrencisi.

Devamını Oku