Bu sözler, Wall Street gazetesi eski yazarı Azra Nomani'ye ait. O da, Trump'a oy veren sessiz çoğunluktan. 51 yaşındaki kadını farklı kılan şeyse; kürtaj hakkını eşcinsel evliliklerini savunan Hint göçmeni bir Müslüman oluşu. Trump karşıtı olması beklense de; o kendini ne Demokratların safhında, ne de Trumpçılara atfedildiği üzerine "bağnaz, faşist, şovenist" safta değerlendiriyor."İtiraf ediyorum" diye söze başlıyor Azra... "Hayatımı liberal demokrat olarak geçirdim. Köleliğe baş kaldırışın başkenti West Virginia kızı olmakla hep gurur duydum. Ama oyumu Trump'a attım. Ertesi sabah bir arkadaşımdan mail geldi, 'Kine, nefrete, bölücülüğe ve cehalete oy veren milyonlar utansın' diye.. Evet bahsettiği bendim. Ama ben ne cahildim, ne de kindar." Azra neden Trump'a oy verdiğini şöyle anlatıyor: "İki nedenden, ilki ekonomik... Obama döneminde uygulanan Obamacare (SGK benzeri sosyal güvence paketi) 8 yılda milyonlarca ABD'liyi mahvetti. Zorunlu sistem, orta ve alt gelir grubunu, aylık kişi başı en düşük 289 dolar primlerle kötü bir sağlık sigorta sisteminden faydalanmaya mecbur ediyordu. Ay sonunu zor getirir olduk. Maddi durumu biraz iyileşenlere ise devlet anında çok daha yüksek primler dayatıyordu."İkinci nedense sosyolojik. Demokratların iki yüzlü tavrı, elitist duruşu, halkı aşağılamaları, solcu geçinip banka ve sermaye gruplarıyla yakın işbirliği sessiz yığınları rahatsız ediyordu. Obama'nın, Arap Baharı'nda izlediği beceriksiz politika, mülteci akını ve terör eylemleri olarak yansıdı. O politikanın baş mimarı dönemin Dışişleri Bakanı Hillary; seçim kampanyasında meydanlardan "Katar, Suudi Arabistan gibi ülkeler IŞID'e lojistik ve para desteği veriyor. Bunları baskıyla yıldıracağız" diye bas bas bağırırken, arkadan Clinton Vakfı, bu iki Arap ülkesinden çatır çatır kampanya parası topluyordu.Sonuçta Trump'a oy veren ABD'li Müslümanlar aynı Azra gibi, şu görüşte birleşti "Trump istese de ABD'deki çek-balans sistemi, ona bizi ezme hakkını vermez. Ama Demokratlar gelirse, terör artar."Dünya 1900'lere geri mi dönüyor!Veri şu: 6'ncı yüzyılda Avrupa tarihi başlangıcından 1800'lere kadar -12 yüzyıl boyunca- Avrupa'nın nüfusu 180 milyonu aşmamıştı. 1800'lerden 1914'e değinse - yüzyılı biraz aşan bir sürede- Avrupa nüfusu 180 milyondan 460 milyona yükseldi. Üç kuşaklık kısa bir sürede, dev bir insan hamuru üreyip, tarihin üzerini sel gibi bastı. Ezilen hor görülen yığınların zaferi Avrupa'yı sardı. Arkasından da yıkım getirdi. Savaş sonrası Avrupa'nın nüfusu 410 milyon kişiye inmişti, bugün 740 milyon. ABD'nin 1945'te 139 olan nüfusu ise 2.5 kat artarak 324 milyona dayandı. Ve yine politik değişimler başladı.Olan şu: Vahşi kapitalizm altında işinden olan, fabrikası Uzakdoğu'ya taşınan orta ve dar gelirli Avrupalıların hayat standardı, mülteci akınlarıyla daha da kötüleşti mi? Evet kötüleşti. Yılda 2 milyon kişi Afrika ve Ortadoğu'dan sel olup AB'ye akıyor. Buna bir AB ülkesinde yaşayıp da, işini kaybeden ve yer değiştiren 2 milyon iç göçmeni de koyun, 4 milyon kişi her yıl AB ülkelerine dağılıp iş aş arıyor. AB yaş ortalaması 42. Göçmenlerin yaş ortalaması ise 28. Tabii ki mevcut işleri ucuza onlar kapıyor.İşsizlik rakamları da berbat. AB'de 20.8 milyon işsiz var. İşsizlik oranı 2008'de yüzde 6.8 (16.2 milyon) iken, şu an yüzde 10. Rakam sizi yanıltmasın. Bu, düşmüş hali. 3 yıl önce işsizlik 26.5 milyon kişiydi.Ayrıca şu an AB'de yaşayan 35 milyon kişinin de Kuzey Afrika, Ortadoğu gibi başka ülkelerde doğup sonradan vatandaşlık hakkı kazandığını hatırlatayım. Yani yaşadıkları ülkenin yerlileri gözünde, bu insanlar hala yabancı. Rakamlar büyük. Memnuniyetsizlik de. Yığınlarca insan öyle hızla tarihin üzerinde kümeleniyor ki, şehirler onları öğütecek geleneksel kültür, hoşgörü ortamı sağlayamıyor.İspanyol yazar Jose Ortega y Gasset, yüzyıl önceki "Kitlelerin Ayaklanması" kitabında bu sosyo psikolojik durumu çok güzel anlatır. Gasset şöyle der: "Günümüzün ortalama Avrupalı (1900'lerden bahsediyor) insan tipi geçen yüzyıldakilere kıyasla daha sağlıklı daha kuvvetli bir ruha sahip, ancak çok daha basit bir ruh bu. Sanki çok eski bir uygarlığın ortasında beklenmedik biçimde bitivermiş ilkel bir insanmış izlenimi vermesi de bundan ileri geliyor. Eğer o insan tipi Avrupa'nın efendisi ve karar merci olmayı sürdürürse, kıtamızın barbarlığa geri dönmesi için 30 yıl yeterli olacaktır."İngiltere ve ABD'de, İslam ve yabancı düşmanlarının iktidara gelişini izliyoruz. Bunu kıta Avrupası izleyecek. Umarım dünyayı yeni bir yıkıma götürmezler.
ABD başkanlık seçimlerini Donald Trump'ın kazanacağı tahminini yapan Amerikalı profesör Allan Lichtman’ın yöntemi haklı çıktı...ABD’de 1984’ten beri başkanlık seçimlerinde kimin kazanacağını doğru tahmin eden, bu seçimde de anketler Hillary’i işaret ederken Trump’ın galip geleceğini ısrarla söyleyen siyaset bilimci Allan Lichtman’ın (69) “Bunu nasıl bildiğini” bence Türkiye dahil, her siyasi parti dikkate almalı.Lichtman, tahmin yaparken ne kamuoyu yoklamalarından, ne de kendi siyasi fikirlerinin tesiri altında kalıyor. 1860’tan 1980’e kadarki tüm başkanlık seçimlerini inceleyen deneyimli akademisyenin belirlediği 13 kriter var. Ve Lichtman, bu kriterler temelinde 1984’ten beri yaptığı sekiz tahminin tamamında da haklı çıktı.Lichtman’ın “Beyaz Saray’ın Anahtarları“ adını verdiği sistem, 13 doğru/yanlış (ya da evet/hayır) cevaplı sorudan oluşuyor. Ünlü siyaset bilimciye göre seçmen kitleleri, siyasi partilerin televizyon tartışmaları, medya, sokak kampanyalarından hiç etkilenmiyor. Onun temelde baktığı şey, iktidar partisinin çalıştığı dönemde yaptıkları... Ama bu yaptıklarını sadece ekonomi -yani benim cebime ne girdi- gibi dar bir bakışla sınırlamak da yanlış. Halk; ekonominin yanısıra, dış politika başarıları, toplumsal huzur/huzursuzluk, skandallar ya da yeni üretilen politikaları da dikkate alarak karar veriyor.Hali hazırda başkanlığı/iktidarı elinde bulunduran parti, bu 13 kriterden altı ya da yedi tanesine uymuyorsa, başkanlık diğer partiye gidiyor. Beş ya da daha azına uymuyorsa, dört yıl daha iktidarda kalıyor.İşte iktidarı hedefleyen her partinin kendine sorması gereken o 13 kriter:1- Meclis aritmatiği: Son (ara) seçimlerde iktidardaki parti bir önceki seçimlere göre Meclis’teki koltuk sayısını artırdı.2- Mücadele: İktidardaki partinin başkan (lider) adayı için parti içinde ciddi bir çekişme/muhalefet yok.3- Görev süresi: İktidardaki partinin adayı, halen görev yapan mevcut başkanı/lideri.4- Üçüncü parti: Güçlü bir üçüncü parti veya bağımsız kampanya yürüten yok.5- Kısa dönem ekonomi: Başkanlık yarışı (Seçim kampanyası) boyunca ekonomide durgunluk yok.6- Uzun dönem ekonomi: Kişi başına düşen milli gelir önceki iki dönemde aynı kaldı veya arttı.7- Politika değişikliği: İktidardaki yönetim ulusal politikalarda önemli değişiklikler yaptı.8- Sosyal huzursuzluk: Dönemi boyunca önemli sosyal huzursuzluk yaşanmadı.9- Skandal: İktidardaki parti önemli bir skandala karışmadı.10- Dış işlerinde veya askeri açıdan başarısızlık: İktidardaki parti dış işlerinde veya askeri açıdan büyük bir başarısızlıktan mustarip değil.11- Dış işlerinde veya askeri açıdan başarı: İktidardaki parti dış işlerinde veya askeri açıdan büyük bir başarı kazandı.12- İktidardaki parti adayının karizması: İktidardaki partinin adayı karizmatik biri veya ulusal kahraman.13- Rakip partinin adayının karizması: Rakip partinin adayı karizmatik veya ulusal kahraman değil.Demokrat Parti Başkan adayı Hillary Clinton için 2, 5, 6, 8, 9, 10 ve 13’üncü kriterlerin cevabı doğru/evet; 1, 3, 4, 7, 11 ve 12 no’lu soruların cevapları ise yanlış/hayır çıkmıştı. Hillary altı sorudan “kalınca”, analizi yapan Lichtman “kadın başkan olamayacak” kanısına vardı. Hadi siz de bu soruları Türkiye özelinde sorun ve bundan sonraki seçim için tahmin yürütün. İyi pazarlar...
Türkiye’den üç saatlik bir uçak seyahatinin ardından ulaşabileceğiniz İtalya’nın Lombardiya ve Piamonte bölgesi, sadece alışveriş amaçlı değil, Alp dağlarının eteklerindeki gölleriyle de insanı büyüleyen eşsiz bir coğrafyaya sahip. Bugün burada, seyahat sevenler için Maggiore Gölü‘ne değinmek isterim. İtalya’nın efsanevi otomotiv şirketi Alfa Romeo’nun davetlisi olarak katıldığım Kuzey İtalya gezisinde, Alfa Romeo’nun Türkiye’de de satışa çıkacak Gulio otomobilini test etme fırsatı yakalarken, yeşil ve mavinin her tonunun olduğu Alp gölleri ve kıyılarını inci gibi süsleyen kasabaları da anlatmadan geçemeyeceğim.Art Nouveau tarzı malikanelerMilano Havaalanı‘ndan araçla 45 dakikada göller bölgesine ulaşabilirsiniz. Garda, Maggiore ve Como göllerini özel tatil rotanıza mutlaka ekleyin derim. Her biri romantik kasabalarla süslü göllerden Maggiore, ülkenin ikinci büyük gölü. Göle arabayla gidiş, biz de Karadeniz kıyısından başlayıp yamaçlara dağ köylerine kasabalarına tırmanırken yaşadığımız o görsel ziyafeti andırıyor. Kenarlarındaki yüksek dağlar dolayısıyla hem yaz, hem de kışın göl bölgesinde ılıman iklim hüküm sürüor. Gölün en önemli kasabası ise Stresa. Kasaba merkezine doğru kıyı boyunca dar yolda ilerlerken floral desenler, varaklarla süslü, Art Nouveau (Liberty tarzı) süper lüks otel ve malikanelerle karşılaşıyorsunuz. Hotel Aminta, Hotel Bristol, Hotel Palma, Hotel Barromes hepsi yan yana, hepsi de birer sanat şaheseri... Heykeller, çeşmeler, süsler, çiçekler, bahçeler lüks ve ihtişam sizi 19’uncu yüzyıla götürüveriyor. O dönem Lombardiya soylularının yazlık malikaneleri olan bu eserler, sonradan otellere çevrilmiş.Tarihi isimlerin uğrak noktasıİhtişam Lungalo sahil yolu boyunca devam ediyor. 5 bin nüfuslu Stresa, yazın tatilcilerinuğrak mekanı, ama yılın bu döneminde sakinleşiyor ve bir inci tanesi gibi Alpler’in karlı zirvelerinin altında ışıldıyor. Hollywood’u geçiyorum; Lord Byron, Stendhal, Charles Dickens gibi bir döneme damga vuran entelektüellerin Stresa’da tatillerini geçirdiklerini hatırlatmak isterim. Hatta ABD’li yazar Ernest Hemingway 1918’de savaşta yaralanıp Stresa’da nakahat dönemini atlatmış, daha sonra 1929’da burada Iles Borromes Oteli’nde “Silahlara Veda” romanını kaleme almış. Kaldığı 106 no’lu oda “Hemingway Suit’i” olarak muhafaza ediliyor.Borremeo Adası, bir cennet bahçesi!Stresa’nın huzur veren atmosferini tamamlayan en önemli ayrıntı şüphesiz kıyının biraz açığındaki Aziz Kont Borremeo Adası. Boğaz’daki G.Saray Adası‘nın iki misli büyüklüğündeki bu adaya motorla gidiş 5 dakika. Borremeo 17’nci yüzyıldan kalma sarayı ve Babil’in bahçelerini andıran kat kat terasları, yapay mağaraları ve 36 metrelik heykelleriyle insanı büyüleyen cennetten bir mekan sanki. Stresa bölgenin en önemli merkezi ama 69 km’lik sahil boyunca kuzeye doğru, Laveno, Luino, Cannero, Connobio kasabaları da görülmeye değer.Alfa Romeo Müzesi’ni mutlaka gezin!Ülkemizde Tofaş çatısı altında faaliyetlerini sürdüren Alfa Romeo, İtalya’da bizi geçmişe uzanan bir yolculuğa götürdü. Bunu, yolu Milano’ya düşen ve alışverişten sıkılan tüm hemcinslerime şiddetle tavsiye ediyorum.Alfa Romeo’nun Arese’deki eski fabrika ve üretim merkezi, müzeye dönüştürülerek geçen yıl hizmete açıldı.Şirketin Arese’deki eski fabrika ve üretim merkezi, Alfa Romeo Müzesi’ne dönüştürülerek geçen yıl hizmete açıldı. Milano’dan birkaç kilometre uzaklıktaki müzede, İtalya’nın kraliyet mücevherleri denilebilecek otomobiller sergileniyor. Hem görsel hem de işitsel bir şölen yaşamak isteyenler ve de özellikle klasik otomobil meraklıları bu müzeyi kaçırmamalı.Bina mimari olarak markanın özüne sahi. Otoyoldan bile rahatlıkla gözüken ‘Alfa Kırmızısı’ görünümü 1970’lerin mimari özelliğini koruyor. Müzede 69 klasik otomobil beğeniye sunulmuş. İlk katta 1914’ten 2000’lere otomobillerin destansı gelişimini ve her döneme damga vuran modelleri görebiliyorsunuz. İkinci kata indiğinizde (müze aşağı doğru iniyor) dizayn harikası otomobiller ön plana çıkıyor. 6C 1750 Grand Sport, Giulia TZ, 1950’lerin Giulietta Codatronca’sı, 8C 2900 Lungo, 33 Stradale gibi koleksiyon modeller sergileniyor. Son iki kat ise Grand Prix’lere katılan ve yarış kazanan otomobillere ayrılmış. İşin en heyecan veren kısmı ise otomobillere dokunup, yakından inceleyebiliyor oluşunuz. Efsane ile yolculuk, 360° özellikli sanal odada 4D film görüntüleri ile keyifli bir seyir ile tamamlanıyor.Müzede 69 klasik otomobil beğeniye sunulmuş.Yeni Giulia büyüleyici!Alfa Romeo Müzesi’ne yaptığımız ziyarette, efsane otomobil devinin Türkiye pazarı ile gelecek yıl tanıştıracağı modelleri de test etme imkanı bulduk, Tofaş ailesinin dinamik yöneticisi Alfa Romeo Türkiye Marka Direktörü Türker Gültekin‘den bilgi aldık. Şöyle ki, 2017 ilk çeyreğinde Türk otomobil tutkunları, Alfa Romeo ailesinin üç yeni Giulia modeliyle tanışacak. Alfa Romeo Giulia 2.0 litre benzinli ve 2.2 litre dizel iki versiyonunun yanı sıra “mükemmel sportif sürüşün yeni adı“ olarak nitelendirilen 510 beygir gücündeki Giulia Quadrifoglio modeli de Türklerin beğenisine sunulacak. 2017 yıl ikinci yarısından sonra bir sürpriz daha geliyor. Bu kez, Alfa Romeo’nun merakla beklenen yeni SUV modeli Stelvio satışa çıkacak. Duyguları harekete geçiren ve İtalyan estetiğini yenilikçi teknolojiyle buluşturan Alfa Romeo Giulia’ların Türk pazarına yeni bir heyecan getireceği çok açık.510 beygir gücündeki Giulia Quadrifoglio modeli “mükemmel sportif sürüşün yeni adı“ olarak nitelendiriliyor.Alfa Romeo Türkiye Marka Direktörü Türker Gültekin
"Home Connect" (Ev bağlantısı) özellikli cihazlar nihayet Türk pazarında... Artık, çamaşır, bulaşık makinenizi, ocağınızı, fırınınızı akıllı cep telefonuyla yönetebilecek, market alışverişi yaparken buzdolabında ne var ne yok görebileceksiniz.Berlin'de yapılan dünyanın en büyük Uluslararası Tüketici Elektroniği Fuarı (IFA), geçen hafta 60 ülkeden 1800 tekno sergiye ev sahipliği yaptı. Teknolojide son trendlerin geldiği noktayı sergileyen 22 futbol sahası büyüklüğündeki bu dev fuar, şüphesiz geleceğin nasıl şekilleneceği görmek isteyen 250 bin meraklıyı da kendine çekti. IFA'nın en dikkat çeken bölümü dayanıklı ev aletleriydi. Ve bu alanın yıldızı ise, geleceğin mutfak devrimini ve teknolojik dönüşümünü başlatan Alman Bosch-Siemens (BSH) Grubuydu. Bu şirketi önemsememin nedeni şu; BSH, Alman olduğu kadar, aynı zamanda bir Türk şirketi de... 2005'ten bu yana ülkemize yaptığı 1 milyar euro'luk yatırımla Türkiye'nin yabancı yatırımlı en büyük beyaz eşya şirketi konumundaki BSH, Çerkezköy'deki tesislerinde 6 bin 500 çalışanı ve 250 Türk mühendisi ile tamamen Türk yapımı buzdolabı, fırın, çamaşır ve bulaşık makinaları üretiyor. Ve IFA'da gördüğüm kadarıyla, ev aletlerinde de dijital öncülüğün başını çekiyor.Beş yılda mutfakta devrim olacakPeki nedir bu mutfaktaki devrim? Fuarın açılış konuşmasını yapan BSH Grubu CEO'su Dr. Karlsten Ottenberg'in değişiyle "Mutfaklarımız artık yemek pişirilen yerden olmaktan çıkıp, bir yaşam alanına dönüşüyor. Dayanıklı fırın ya da bulaşık makinesi üretmenin daha da ötesine geçip, cihazları birbirine bağlanabilen, konuşabilen aletler haline getiriyoruz. Böylece mutfak deneyimini bambaşka bir boyuta taşıyoruz" diyor."Ne demek istiyor?" diyenlere şöyle anlatayım. Evinize daha adım atmadan elinizdeki akıllı telefona yüklü bir aplikasyon (apps) üzerinden, evdeki tüm aletlerin çalışmasını kontrol edebileceksiniz. Sadece ışıkları, kaloriferi, müzik setini aç kapadan bahsetmiyorum. "Beş dakikaya evdeyim. Kahvemi hazırla. Yemeği ısıt, fırını yak, çamaşır makinesini şu programda çalıştır, bak bakalım buzdolabında marul var mı, vs." gibi komutlar verebileceksiniz. Bay Ottenberg çok iddialı "Dokuz yıl önce analogtuk. Beş yıla kalmayacak her şey dijitalleşecek" ifadesini kullanıyor.Türkiye pazarın merkez üssüBerlin'de BSH'nin Dijital Dönüşüm Direktörü Engin Çolakoğlu ile birlikteydim. Orta Asya'dan Afrika'ya, Rusya'ya tam 87 ülke Türkiye'deki merkezden idare ediliyor. Tüm bu alanda dijitalleşmeden sorumlu kişi Engin Bey. Şirketin üzerinde çalıştığı, içerik yarattığı yazılımın adı ise "Home Connect." Bosch, rekabet ettiği diğer firmaların aksine "kapalı" değil "açık" bir yazılım sistemi geliştirmiş. Cep'inize home connect app'sini indirip evdeki her şeye bağlanabiliyorsunuz. Bosch'un sistemi diğer firmalarınki gibi sadece kendi ürünlerine bağlanan bir yazılım değil, evdeki farklı markalardaki her cihaza bağlanmayı mümkün kulan bir yazılım sistemi. Yeter ki diğer firmalar da cihazlarına bu apps üzerinden bağlanmaya izin versin. Böylece her marka için ayrı bir cihaz kullanma derdine de son veriyor.Kameralarla donatılan akıllı buzdolaplarıBerlin'deki teknoloji fuarının "bombası" ise Bosch-Siemens'in yeni harikası mutfak robotu Mykie idi. Mykie duygu yüklü ve sosyalleşebilen bir robot. Sizi dinliyor, kullanıcısıyla konuşuyor, sözlü cevap veriyor, emirlerinizi yerine gitiriyor ve evdeki tüm akıllı cihazları komutla kapatıp açabiliyor. Tek kusuru yürüyememesi... Onu da yapsa, zaten buzdolabından tencereyi alıp, ocağa koyacak ki, sanırım beş on yıla o versiyonu da çıkar. Mykie, sizi sesinizden tanıyor. Örneğin buzdolabında ne var, ne yok söyleyebiliyor. O malzemelerle ne pişirilebileceğini projeksiyonla duvara yansıtıyor. Yemek tarifleri veriyor, online alişverişi sizin adınıza yapabiliyor. Üstelik led ışıklardan oluşan, emoloji karakterlerini andıran mimikleriyle de çok sempatik. Müzik, video ve diğer evdeki eğlence seçeneklerine Mykie üzerinden doğrudan ses kontrolüyle erişebiliyorsunuz . Mykie, hava veya son borsa fiyatları hakkındaki soruları bile cevaplayabiliyor. Harika bir icat. Henüz konsept aşamasında ama birkaç yıla piyasaya sürülecek.Mutfağın sosyal robotu: MykieBerlin'deki teknoloji fuarının "bombası" ise Bosch-Siemens'in yeni harikası mutfak robotu Mykie idi. Mykie duygu yüklü ve sosyalleşebilen bir robot. Sizi dinliyor, kullanıcısıyla konuşuyor, sözlü cevap veriyor, emirlerinizi yerine gitiriyor ve evdeki tüm akıllı cihazları komutla kapatıp açabiliyor. Tek kusuru yürüyememesi... Onu da yapsa, zaten buzdolabından tencereyi alıp, ocağa koyacak ki, sanırım beş on yıla o versiyonu da çıkar. Mykie, sizi sesinizden tanıyor. Örneğin buzdolabında ne var, ne yok söyleyebiliyor. O malzemelerle ne pişirilebileceğini projeksiyonla duvara yansıtıyor. Yemek tarifleri veriyor, online alişverişi sizin adınıza yapabiliyor. Üstelik led ışıklardan oluşan, emoloji karakterlerini andıran mimikleriyle de çok sempatik. Müzik, video ve diğer evdeki eğlence seçeneklerine Mykie üzerinden doğrudan ses kontrolüyle erişebiliyorsunuz . Mykie, hava veya son borsa fiyatları hakkındaki soruları bile cevaplayabiliyor. Harika bir icat. Henüz konsept aşamasında ama birkaç yıla piyasaya sürülecek.
O olimpiyatların tek seferde en fazla altın madalya kazanan sporcusu, o olimpiyat tarihinin en çok altın alan atleti, o antik çağlardan günümüze tüm zamanların en iyisi, onun adı Michael Phelps...Phelps son kez katıldığı Olimpiyatlar'da tarihe geçmekle kalmadı, 4 yıl önce emekli olan, alkol yüzünden dibe vuran, yarışlardan men edilen bir kişinin azminin nelere kadir olduğunu da gösterdi.Dört yıl önce yüzmeyi bırakıp havuza veda ettiğini açıklayan ABD'li efsane sporcu Michael Phelps (31), Rio'da muhteşem bir dönüş yaptı. Art arda katıldığı 4 müsabakadan, 4 altın madalya ile ayrıldı. Olimpiyat altın madalya sayısını 22'ye çıkardı. (Muhtemelen size bu yazıyı okurken Phelps, Rio'da 5'inci yarışına girip 5'inci madalyasını da almış olacak. Dün sabah 100 metre kelebek finalleri yapıldı). Bu Olimpiyatlarda kimsenin erişemeyeceği bir rekor.Phelps Rio'da altın koşusuna 4X100 metre serbest ile başladı. Performansı ile takımını birinciliğe taşıdı. Ardından salı günü 200 metre kelebekte muhteşem bir zafer yaşadı. Bu yarışı kazandıktan bir saat sonra katıldığı 4X200 metre serbestte yine takım halinde birinciliği alarak madalya sayısını üçe çıkardı. Perşembe günü ise Phelps bu kez 200 metre karışık için havuzdaydı. Bunu da kazandı. Böylece kariyerindeki Olimpiyat altın madalya sayısını 22'e çıkaran Phelps, Rio'da havuzun en yaşlı şampiyonu olma unvanını da kazandı.Peki size şampiyonun, dört yıl önce nasıl bir dibe vuruş yaşadığını anlatsam, oradan tekrar zirveye çıktığını söylesem inanır mısınız?Philip Phelps, 7 yaşında yüzme sporuna başladı. Ancak kafasını suyun içerisine sokamıyordu. Daha doğrusu sokmaktan korkuyordu. Bu yüzden uzun süre sırt üstü yüzdü ve sırt üstünde uzmanlaştı. Sonraları kendisinde dikkat bozukluğu ve hiperaktivite olduğu belirlendi. Öğretmen annesi ve iki kız kardeşinin yardımıyla tedavi gördü. 9 yaşında babasının annesini bırakıp evi terk etmesinin hüsranını yaşadı. Polis özel kuvvetlerinde görevli olan babası, çocuklarını bir daha doğru dürüst görmedi, maddi olarak da desteklemedi. Phelps, babası tarafından yaşadığı terk edilmişlik duygusunu atmak için havuza daha çok gider oldu. Phelps'e o yıllarda ve daha sonra koçu olacak kişi olan Bob Bowman "babalık" ve rehberlik etti."Phelps, Rio'da havuzun en yaşlı şampiyonu olma unvanını da kazandı."2000 yılında Sydney Olimpiyatları'na katıldığında Phelps, daha 15 yaşında bir çocuktu. Amerika'nın en genç atleti unvanıyla yarışan Phelps, 200 metre kelebekte 5'incilik elde ederek, Olimpiyat kariyerine başladı.2004'te bu kez Atina'daydı. Ve yüzmede madalyaları silip süpürdü. 6 altın madalya kazanan 19 yaşındaki genç sporcu, rakibi olan dünya ikonu Avustralyalı yüzücü Ian Thrope'u da geride bırakıyordu.Ve yıl 2008, Pekin Olimpiyatları... Phelps yine sahneye çıktı. Havuzda rakiplerine adeta nal toplattı. 8 altın daha kazandı. Tek bir Olimpiyatta topladığı altın sayısı ile vatandaşı olan 1972 Münih oyunlarında 7 altın kazanan yüzücü Mark Spitz'i de geride bırakıyordu. Artık tarih onu efsane olarak yazıyordu. "Baltimore mermisi" lakaplı Phelps, balık tipi "slim" vücudu, 1.93 boyu ve 48.5 numara ayaklarıyla dergilere gazetelere kapak oluyordu.Phelps'in içki şişeleriyle çekilmiş fotoğrafları kötü günlerindemanşetleri süslüyordu.2012 Londra Olimpiyatları Phelps için tam bir yıkım oldu. Kendisinin geçilemez olduğu 200 metre kelebekte hüsrana uğradı. Güney Afrikalı rakibine geçildi. Turnuvada 4 altın, 2 gümüş madalya almasına rağmen ağır eleştiriler alan ve üzerinde büyük baskı oluşan Phelps, müsabakalar sonrası yüzmeyi bıraktığını ve emekliğe ayrıldığını açıkladı. "Hayatımda sadece yüzme vardı. Ne kendi değerimi bildim, ne özel hayat, ne bir sevgili, sadece yüzdüm" diye günah çıkarıyordu kameralar karşısında. Bıraktığında dört Olimpiyattan 18'i altın 22 madalyası bulunuyordu.Bugüne kadar en yakın rakibinin iki katı madalya kazandı.Hayatımda sadece yüzme vardı. Ne kendi değerimi bildim, ne özel hayat, ne bir sevgili, sadece yüzdüm...Emeklilik Phelps için tam bir özgürlük ortamıydı. Parası da vardı, şöhreti de... Partiler, kızlar gece hayatı derken, iyice koptu Phelps. Var olan, ancak yoğun antrenman programı nedeniyle pek ortaya çıkmayan alkol problemi baş gösterdi. Gazetelerin ön sayfalarını başarıları yerine, Phelps'in içki şişelerini ardı sıra fondiplerken çekilmiş fotoğrafları süsler oldu. Bir efsane iken; içki, kumar ve kadınlar arasında batağa süreklenen kayan bir yıldıza dönmeye başladı.2014'ün Eylül ayında bir gece yine kafayı çekip kumarhaneye gitti. Baltimore'da casino çıkışı sarhoş kafa, otobanda zigzag çizerek hız yaparken polise yakalandı (Hız dediğim saatte 135 kilometre, ama yasal hız sınırının iki katı!). Alkol/uyuşturucu etkisi altında araç kullanmak, aşırı sürat ve hatalı sollamadan 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Kefaletle bırakıldı. 18 ay kontrollü gözetim altında tutulmasına karar verildi. Çünkü Phelps 2004 yılında da alkollü araba kullanmaktan tutuklanmış ve tedavi görmek şartıyla yine kefaletle bırakılmıştı. Polise verdiği ifadede "Ölmek istiyorum, hayatın bir anlamı kalmadı" sözleri basına yansıdı.Olay sonrası gazetelerin ve televizyonların manşetlerinden inmeyen Phelp'in dünyası daha da karardı. "Evet alkol bağımlısıydı" ya da "Düşkünüydü" bunu kendine itiraf edemiyordu. 5 gün eve kapandı yataktan çıkmadı. Aldığı ceza nedeniyle 6 ay tüm müsabakalardan men edildi. Rusya'daki 2015 FINA Dünya Yüzme Şampiyonası'na katılması da yasaklandı.Rio’da sahne alana kadar geçen dört yılda resmi bir müsabakada yarışmadı.helps’in uğradığı bu derin dibe vurmuşluk hissi karşısında yapabileceği tek şey tedavi olmaktı. Arizona'da bir Davranış Bozukluğu Rehabilitasyon Merkezi'ne yattı. 45 gün kimseyle görüştürülmedi. Orada arkadaşının verdiği bir kitapla hayata döndü. Adı "The Purpose of Driven Life" (Sürüklenen Yaşamın Amacı). Yazarı Rick Farren idi. Rugby oyuncusu olan arkadaşına içeriden yazdığı bir mektupta "Bu kitabı okudukça hayatım değişti. İçimdeki beni keşfettim, neden dünyaya geldiğimi bir kez daha anladım" diyordu. Ve Phelps ilk geri dönüş sinyallerini işte o hastenede kaldığı günlerde bahçedeki 15 metre uzunluğundaki havuzda verdi. Onun için süs havuzu gibi olan rehabilitasyon havuzunda yeniden kulaç atmaya başladı. Hastaneden "Bir daha içki ağzıma koymayacağım" diyerek ayrıldı. Yıllar sonra babasını görmeye gitti. Onu kendince affetti. Sonra, ona gerçek babalık yapan koçu Bob Bowman'ın yolunu tuttu. Ona "Rio’da yarışmak istiyorum, beni hazırla" dediğinde koç "Saçmalama oğlum, emekli oldun, kilo aldın, antrenmansızsın, önümüzde 1 yıl var mümkün değil" dedi. Ama Phelps'in geri adım atmaya niyeti yoktu. 2015 yılının ikinci yarısını ve 2016'yı ABD içinde küçük yarışlarda gözlerden uzak hazırlık yaparak geçirdi Phelps."Şu an vücudum kesinlikle 18 yaşındaki gibi hissetmiyor."Ve "Şampiyon" Rio'da ilk kez sahneye çıktı. Geçen dört yılda doğru dürüst resmi bir müsabakada boy göstermemişti. Girdiği erkekler 200 metre kelebekte 1 dakika 53 saniye 73 salise ile birinci oldu. Bu dereceyle onu 2012 'de Londra'da emekli eden Güney Afrikalı rakibi Chad Le Clos'tan da intikamını alıyordu. Onu eze eze geçerek birinciliği kazandı. Bu yıl Haziran'da 31 yaşına basan Phelps, muhteşem geri dönüşünü, rehabilitasyon sonrası evlenmeye karar verdiği eşi Nicole ve henüz üç aylık olan oğlu Robert ile kutladı. Phelps halen 100 m. kelebekte (49.82 sn.), 200 m. kelebekte (1:51.51), 400 m. karışık stilde (4:03.84), 4x100 m. (3:08.24) ve 4X200 m. serbestte (6:58.55) dünya rekorlarını elinde tutuyor. Phelps'in emeklilik öncesi bu son yarışları. Amerika ulusal marşı çalınırken kürsüde göz yaşlarına boğulan şampiyon atlet, "Şu an vücudum kesinlikle 18 yaşındaki gibi hissetmiyor. Her tarafım yanıyor ağrıyor. Acılar içindeyim. Ama en azından o yıllardaki heyecanımı geri kazanarak veda ediyorum, bu Olimpiyatı hiç unutmayacağım" diye konuşuyor. Teşekkürler Phelps, bize yaşama tutunmayı ve kazanmayı öğrettiğin için.
Audi yeni mini SUV modeli ile, Q ailesini genişletiyor. Kasım'da Türkiye'de satışa sunulacak Q2'ler, kompakt ve alışılmışın dışına çıkan dizaynı ile bu kez gençlerin de dikkatini çekecek.Crossover arabalara olan talebin artmasıyla dev SUV'lar, küçülerek şehir şartlarına daha iyi adapte olan ama kaslı görünümünü yine de koruyan country araçlara dönüşüverdi. Audi'nin hafızalarımıza kazınan diğer üç Q modelinden farklı olarak yeni ürettiği Q2'ler, Alman firmasının o alışılmış muhafazakar çizgisinden hayli uzak. Yenilikçi hatta devrimci diyebileceğimiz dizayna sahipler.Sanal kokpit ve ek bilgi paneliStandart deri direksiyonla uyum içindeki ve tercihe göre satın alınabilen Audi sanal kokpit analog göstergelere bir alternatif olarak sunuluyor. 12.3 inç'lik ekranı, çok ayrıntılı ve parlak grafiklere sahip. Biri takometre ve hız göstergesine diğeri de bilgi eğlence veya navigasyon verilerine odaklanan iki farklı ekran modu bulunuyor. Ayrıca sürücünün görüş alanı içerisindeki cam panele yansıyan ek bilgilendirme alanı da Q2'yi farklı kılan başka bir teknolojik özellik. Aracın hızını, navigasyon verilerini, uyarı mesajlarını camın üzerinden okuyabiliyorsunuz.Araba kompakt, iç hacim büyükKabin alanı şaşırtıcı şekilde geniş, ferah. Aracın yerden yüksekliği 1.51 metre. genişliği ise 1.79 metre. Aynı şekilde dışarıdan kompakt görünen aracın bağaj hacmi de averajın üzerinde. 405 metreye kadar yük alabiliyor. Kapasite arka koltuklar kapatıldığında 1.050 litre oluyor. Bang&Olufsen müzik sistemiAudi, Q2 dış tasarımında radikal değişime giderken, iç tasarımında ise tipik Audi diyebileceğimiz özelliklerini korumuş. Minimalist tasarım ve yüksek teknolojiye sahip fonksiyonel bir kokpit. Ve birkaç dokunuşla kişiselleştirebileceğiniz dizayn seçenekleri. 8.3 inç'lik MMI ekranı standart olarak gösterge panelinin üzerinde. Boyutu, sipariş edilen bilgi-eğlence sistemine göre değişiyor. IOS ve Apple CAr Play için Audi akıllı telefon arayüzü, ayrıca kablosuz şarja sahip telefon kutusu mevcut. Audi Q2'nin müzik sistemi müzik tutkunlarına hitap edecek. Bang&Olufsen Sound System'e sahip otomobilde 14 hoparlör yer alıyor. LED ışıklı yol göstericiler, karanlıkta beyaz renkte parlıyor. Yuvarlak hatlar traşlanmışAudi Q2'ye ilk bakışta, tipik oktagonal ızgaranın değiştiğini, yerini daha keskin jilet gibi hatlara, geniş hava girişleri olan büyük peteklere bıraktığını görüyorsunuz. Yüksek tavan arkaya doğru dikkat çekici şekilde alçalarak C sütunlarıyla birleşiyor. C sütunlarının yanlarındaki metal plakalar araca ağır çelik gibi bir hava katıyor. Otomobilin kapılarının yüzeyinin kesimi de sıra dışı. Sanki biri eline rendeyi alıp arabanın yanlarını traşlamış, düzleştirmiş gibi. Oktagonal keşimlerle dış bükey yuvarlak hatlar alınmış, çok genli, iç bükey köşelere dönüştürülmüş. Bu da otomobile son derece genç, dinamik, coupe benzeri bir hava kazandırmış. Özellikle canlı renklerin (kırmızı, sarı, yeşil vs.) araçta daha güzel durmasına yol açıyor.Rugby oyuncusu gibiYanlardaki yüksek shoulder line, kapıları yukarı doğru yükseliyor gösterirken, bu görüntü otomobilin alçalan tavanı ve dar yan camları ile birleştiğinde Audi Q2, çömelmiş ileri fırlamaya hazırlanan bir Amerikan futbol oyuncusu gibi duruyor. Çıkıntıların kısa tutulmasıyla yeni Audi Q2'nin uzunluğu 4.19 metre. Bu da abisi Q3'ten 20 santim, akrabası olan A3'ten de 13 santim kısa olduğu anlamına geliyor. Yani park etmeyi daha da kolaylaştırıyor.Motorda devrimci yenilik- Motor Q2 serisinin en küçük benzinli motoru olan 1.0 TFSI, 3 silindirli. 999 cc'lik motor hacmiyle, 116 beygir gücünde, 200 Nm (147.5 lb-ft) tork üretiyor.- Bunun bir üzerinde ise yavaş hızlarda ya da düşük torkta iki silindiri devreden çıkaran ve bu sayede yüzde 8'lik bir yakıt tasarrufu sağlayan COD sistemine sahip 1.4 TFSI motoru bulunuyor. 148 beygir gücüne sahip. S tronic ile bu motor yaklaşık 5.2 litre yakıt tüketiyor ve 100 kilometre de 119 gram CO2 emisyonu yapıyor.- Dizel motorların giriş modeli olan 1.6 litre hacme sahip dört silindirli Q2 modelleri ise 116 beygir gücü üretiyor. - TDI motor seçeneklerinde ve 2.0 TFSI'da standart olarak quattro dört çeker sürüş sistemi yer alıyor. Ayrıca 150 beygir gücüne sahip 2.0 TDI motor ile de quattro sürüş sistemi alınabiliyor.SonuçAudi'nin süper mini SUV segmentine girişi uzun yılları alan piyasa araştırmalarının ardından gerçekleşti. Q2 görsel olarak hepsinden daha cezbedici bir tasarım ortaya koyuyor. Daha pratik, konforlu, (ne çok yumuşak ne de çok sert sürüşüyle) tam da dengeli bir sürüş yaşatıyor. Motoru ileri düzeyde. Güvenlik standartları ise çok geniş etkileyici bir spektruma yayılmış. Rakipleriyle kıyaslandığında premium denilebilecek bir konuma sahip ve aralarından açık ara sıyrılıyor. Türkiye'de çok ilgi göreceğine eminim. Türkiye'deki satış fiyatı konusunda Audi firmasıyla görüşmeler devam ediyor o yüzden kensinleşmiş bir bilgi yok.
Bugün sizi; son dönemin en iyi polisiye suç yazarıyla tanıştırmak istiyorum, Philip Kerr ile... 60 yaşında Edinburgh doğumlu İngiliz yazarın, Dedektif Bernie Günther‘in kahramanı olduğu 2’nci Dünya Savaşı ve Hitler dönemi Almanyası‘nda geçen romanları büyük yankı yaratıyor. Modern zamanlarda geçen polise romanların aksine yazar Kerr, zor yolu seçerek okuyucuyu tarihin belli bir dönemine götürüyor.Hikayeler 1930’ların Berlin’inden başlıyor. Yazar, Nazi dönemindeki yaşantıyı, giderek artan baskıları, entirakaları bir solukta okutan müthiş bir beceriye, anlatım diline sahip. Tarihsel kişi ve gerçek olayların ardında kurguladığı polisiye öykü sizi hemen içine çekiyor. Her kitapta önce küçük basit bir cinayetle başlıyor ama arkası Nazi partisinin kodomanlarına, Göring, Himmler, Heydrich gibi üst düzey isimlerin karıştığı bir suç ağına dönüşüyor. Polisiye romanlarının tüm şartlarını alıp, arka plana tarihi giydirmek kolay iş değildir. Tarihi polisiye romanları arasında Umberto Eco‘nun Gülün Adı‘nın hakkını verip zirveye yerleştirirsem, Philip Kerr’in “noir” dedektifi Güntherli maceralarını da ona yakın bir yere, John Le Carré‘nin bir çıta altına koyabilirsiniz. Ortalama bir polisiye, Kerr’in tarihsel betimlemesine ve Dedektif Günther’in zeki esprilerinin yanına bile yaklaşamaz.Aslında Nazi dönemini anlatıyorYazarın Nazi dönemini mükemmel tasvir eden anlatımı, her romanında suç ve polisiyenin önüne geçiyor. Bunun için Philip Kerr’in Berlin’de filozofi okuduğunu ve Londra’da İngiliz İstihbarat Servisi’nin savaş sırasında Alman iç politikasıyla ilgili bilgileri topladığı üs konumundaki, ülkenin en büyük Holokost arşivini de içeren Weiner Kütüphanesi‘nde “yatıp kalktığı“ belirtmeliyim. Bu kütüphane gizli istihbaratın yanısıra, Nazi rejiminden kaçan kişilerin biri bir anlatımlarını ve şahit oldukları olayları arşivliyor. Philip Kerr’in kendisi de dedektif Bernie Günter’in hikayelerinin polisiye romanlar değil, polisiye ile maskelenen siyasi romanlar olduğunu savunuyor. Romanlarda ne tür bir suç işlenirse işlensin, aslında en büyük katil “devlet” olarak karşımıza çıkıyor. O ise bu durumu şöyle açıklıyor: “Aslında Avrupa siyaseti ve ahlaki değerleri üzerine yazıyorum. Ama romanlarım polisiye alanına girmiyor desem de saçma olur. Sadece biraz daha fazlasını amaçlıyorum. Arkada büyük planlı kitlesel bir katliam yapılırken, önde cereyan eden sıkıcı küçük bir cinayeti çözmenin büyüleyici olduğunu düşünüyorum. Bana göre Nazi Devrimi, Protestan Reform hareketinden sonraki yaşanmış en önemli tarihi olaydır. Reform Hareketi de Almanya’da başladı. Hitler ve Luther’in birçok ortak özelliği de var. Örneğin ikisi de şiddet içeren Anti-semitizmin hızlı savunucuları.”ALFA Yayınları‘ndan çıktıTürk cephesinde savaşmış madalyalı bir asker olan Dedektif Bernie Günther’in ilk macerası 1989 yılında Mart Menekşeleri adıyla çıktı. Bunları serinin diğer iki kitabı Solgun Suçlu (1990) ve Alman Usulu Bir Ağıt (1991) izledi. Philip Kerr, ilk üçlemeden sonra devam etmeme kararı almış. “Evrak ve belge inceleye inceleye kendimi o kadar Nazi işbirlikçisi gibi hissediyordum ki, her akşam yazı masasından kalktığımda duşa girip o histen arınıyordum” diyor. Ancak Bernie Günther karakteri o kadar beğenildi ki Kerr, 15 yıl sonra gelen olağanüstü talepler üzerine serinin yeni kitaplarını kaleme aldı. Peşi sıra Biri ve Öteki, Sessiz Alev, Ölüler Dirilmezse, Sahra Grisi, Ölümcül Prag, Katyn Katliamı çıktı. Philip Kerr’in her biri 400-500 sayfa olan ve bir macera romanından çok öte olan bu öykülerini Türk okuyucusuyla buluşturan ALFA Yayınevi son olarak serinin 10’uncu kitabı Zagrepli Kadın‘ı da Mayıs ayında yayınladı. İnsan ilişkileri, felsefe, tarih, ihanet ve aşk üzerine çarpıcı, baş döndürücü ve yol gösterici olan dedektif Günther’in hikayelerine en iyisi siz birinci romanından başlayın ve kararınızı kendiniz verin.Bereket Zagrepli Kadın imdadıma yetişti. Çünkü ben de serinin tiryakileri gibi, 9’uncu kitap bittiğinde “Peki şimdi bin Bernie’siz ne yapacağım” diye hayıflanıyordum. Ne diyelim; iyi ki varsın Philip Kerr, iyi ki varsın Dedektif Bernie Günther...
Doğuş Grubu’nun başlattığı “Oyunda Kal” projesi, çocuklara basketbolu sevdirmekle kalmıyor, onları spora yönlendirerek zararlı alışkanlıklardan koruyor, mücadele ve takım ruhu aşılayarak hayata hazırlıyor. Gençler böylece oyunda kalıyor.Berlin’deki Final Four’da herkes bu minikleri konuşuyordu. Devre aralarında boy gösteren 9-12 yaşlarındaki küçük amigo kızlar dansları ve şovlarıyla yerli yabancı tüm taraftarların beğenisini kazandı, ablalarına şapka çıkarttı.Euroleague Final Four karşılaşmalarını izlemek üzere geçen hafta sonu gittiğim Berlin’de, tam bir şölen yaşadım. Fenerbahçe finalde şampiyonluğu kıl payı kaçırmasına rağmen, muhteşem “geri dönüşü“, mücadelesi ve Mercedes Benz Arena’nın dörtte üçünü dolduran centilmen taraftarıyla izleyen herkesin gönlüne taht kurdu. Zaten bir Türk şehri olan Berlin’de sokaklar, Fenerbahçe taraftarları sayesinde şenlendi, Almanlar’ın da katıldığı çoşkulu bir karnaval yaşandı.Doğuş‘un basketbola katkısı büyükŞampiyonanın, F.Bahçe kadar dikkat çeken diğer iki Türk şirketi ise Türk Hava Yolları (THY) ve Doğuş Holding’ti. THY ve Doğuş Holding’in sponsorluğu sayesinde Euroleague’i Berlin’de evimizde gibi yaşadık. Do&Co’lu THY, Mercedes Benz Arena’da baklavası, sarması, kuzu etiyle yabancıların damağına hükmederken, taraftarın toplanma merkezi olan Alexanderplatz’daki organizasyonları ile de ilgi çekti.Platformun yolculuğu Derbent Mahallesi’nde başladı ve Türkiye’nin diğer mahalle ve şehirlerinde gelişerek büyümeye devam ediyor.Avrupa’nın bu en büyük basketbol etkinliği olan Euroleague’in ana sponsoru Doğuş Holding’in ise turnuvada ayrı bir misyonu var. Bunu anlatmaya değer buluyorum. Çünkü Doğuş Grubu basketbolun daha geniş kitlelere ulaşması için uzun yıllardır çabalıyor ve kat ettiği mesafeyi anlatmakta da bence oldukça “mütevazı“ davranıyor.İmkanı olmayan çocuklarımız yepyeni sahalara kavuşuyorDoğuş Grubu 60 takımın mücadele ettiği dünyanın iki büyük basketbol ligi, Euroleague ve Eurocup’ın en büyük destekçisi. 2013 yılından bu yana Darüşşafaka Doğuş Basketbol Takımı aracılığıyla Türkiye’de basketin gelişmesine ve Darüşşafakalı öğrencilerin eğitim giderlerine katkıda bulunmasını bir yana koyarsak, en büyük faaliyeti yine Türkiye genelinde yürütüyor. Gençlere basketbol sahaları yaparak bu yolla basketbolu sevdiriyor, yeni yetenekler yetişmesine ön ayak oluyor. Daha net anlatmak gerekirse, Euroleague’in sosyal sorumluluk projesi “One Team” programı ve “Oyunda Kal” platformu işbirliğiyle Doğuş Grubu, Türkiye ve Avrupa’da eğitim-spor prejeleri gerçekleştiriyor. Basketbola ilgi duyan ancak imkanı olmayan çocuklara yepyeni sahalara kavuşturuyor.‘Şahenk İnsiyatifi’ 50 saha yenilendi, 30 bin çocuğa ulaştıBu amaç doğrultusunda Doğuş, sadece son iki yılda Türkiye’de 47 basketbol sahası yeniledi, Nisan ayında Atina’da 2, Mayıs’ta Berlin’de ve Hırvatistan’da 1’er adet olmak üzere yurt dışında da 4 saha açıldı. Projenin elçisi de ünlü milli basketbolcumuz ve Darüşşafaka Kulübü yöneticisi İbrahim Kutluay. Şu an 30 bin çocuğa ulaşan platformun amacı 2016 yılı içinde her ay bir saha açılışı gerçekleştirmek.‘Şahenk İnsiyatifi’ çatısı altında yürütülen “Oyunda Kal” platformu, sadece basketbola genç yetenekler yetiştirilmesine katkı sağlamıyor, bu yolla; doğruluk dürüstlük, takım ruhu, gibi erdemler küçük yaşta çocuklara aşılanıyor. Hem fiziksel olarak güçlü, hem de insani olarak vasıflı kendine güvenen genç nesiller yetişiyor. İmkanı olmayan çocukların spor yapmalarını da bu sayede onları kötü alışkanlıklardan (aşırı alkol tüketimi, uyuşturucu madde kullanımı, kumar, asosyallik, aşırı bilgisayarla, TV ile, teknolojiyle meşgul olmak… gibi) uzak tutmak platformun en önemli hedefi.Rakamlarla Oyunda Kal!- Oyunda Kal hareketi 21 Nisan 2014’da başladı.*İki ay boyunca dokuz kentte on binlerce genç sporcuyu keşfetmek adına tarama aktiviteleri gerçekleştirildi. 15 bin çocuğa ulaşıldı.- Darüşşafaka Doğuş Basketbol Spor Okulu’nda tarama aktiviteleri sonrası seçilen 18 çocuk ile eğitim kampı yapıldı.- Türkiye’nin 25 şehrinde 47 yeni basketbol sahası inşa edildi, 33 bin 200 çocuğa ulaşıldı.- İstanbul’un her ilçesinde 37 devlet okuluna ziyaretler gerçekleştirildi ve 10 bin öğrenci Oyunda Kal ile buluşturuldu.- Türkiye’deki Euroleague maçlarında ve Berlin’deki Final Four’da Oyunda Kal Dansçı Çocukları ile dans showları gerçekleştirildi.- Yenilenen saha: 47 yurtiçi ve 4 yurt dışı (2 Atina, 1 Berlin, 1 Hırvatistan)