Birkaç yıl içerisinde mutfaklar akıllanacak. Evdeki cihazlara dışarıdan sesli ya da yazılı komutlar verebileceğiz. Mykie, Alexa gibi robot mutfak asistanlarının evi çekip çevirdiğine şahit olacağız.Dünyanın en büyük tüketici elektroniği fuarı IFA için, Bosch Siemens’in (BSH) davetlisi olarak Berlin’deydim. Ev aletlerinde tüketicileri bekleyen yeniliklerin sergilendiği fuar, her yıl şirketlerin gövde gösterisi yaptıkları bir arena. Bu yıl da ihtişamından bir şey kaybetmemişti.Farkında mısınız? Mutfaklarımız uzun süredir değişiyor. Eskiden salon ve yemek odasından duvarlarla soyutlanan mutfaklar artık açılıp, salonun birer parçası haline geldiler. Mutfak duvarları yıkılmıyor aynı zamanda genişliyor da. Eskiden ufak olan mutfaklar giderek ailenin yemek için buluştuğu masaları yani yemek odasını da kapsayacak şekilde büyüyor.Mutfaklar artık eğlenceli bir mekanBSH Ev Aletleri CEO’su Karlsten Ottenberg, değişen durumu en güzel şu sözlerle açıklıyor: “Kimi müzeye, kimi sinamaya, galeriye eğlenmeye gider. Ben eğlenmek için mutfağa girerim. Hatta bize gelen dostlarımızla bile bazen birlikte yemek yaparak vakit geçiririz” Çünkü Ottenberg’e göre mutfak aktiviteleri eskisi gibi kirli, pis işler olarak algılanmıyor, aksine eğlenceli bulunuyor. O yüzden hepimizin çevresinde bu kadar çok yemek dersi alan var. Bu yüzden bu kadar çok yemek kanalı var. Yemek yapmak hiç bu kadar eğlenceli olmamıştı.Bosch / Siemens CEO’su; globalizasyonun sonucu olarak halkların kendi değerlerine daha çok sarıldığını ve bu alışkanlıklara uygun dijital çözümler talep ettiğini belirterek “Kişi; sabah 9’da içtiği kahve ile öğleden sonra 2’de içtiği kahvenin farklı olmasını istiyor” diyerek kendilerinden bekleneni tarif ediyor.Tüketiciler bizden servis hizmeti alacakTürkiye’de geçen yıl satışına başlanan home connect mutfak cihazları giderek hayatımızın birer parçası olacak. BSH’nın Türkiye CEO’su Norbert Klein hedeflenen noktayı şöyle anlatıyor: “5-10 yıl sonrası için amacımız makine satmak değil, platform sağlayıcısı olarak hizmet vermek. Makineler zaten standart donanımla evlerinize girecek. Tüketiciler bizden servis hizmeti satın alacaklar. İş buraya gidiyor” diye konuştu.Buzdolabınızı içini kamerayla izleyinBuzdolaplarının içerisi kameralarla donatılıyor. Akıllı dolaplar, ürünlerin bar kodunu okuyarak son kullanma tarihlerini biliyor. Modern çağda en büyük sıkıntı çöpe giden yemekler. Eve alınan yemeklerin 3’te 1’i çöpe atılıyor, israf ediliyor. Modern dolaplar bunu engelleyebilecek donanıma sahip. Hem yiyecekler daha iyi koşullarda saklanabiliyor, hem de son kullanma tarihleri geldikçe sizi uyarıyor. Meyvelerin olgunluğu, yumurtaların tazeliği hakkında bilgi verebiliyor. Sadece Bosch/Simens’te olan X-Spect tarayıcı sistemi dolaptaki gıdanın şeker, yağ oranları protein gibi besin değerlerini söyleyebiliyor. Dolapta ne var ne yok arabanızın ekranından bile görebiliyorsunuz. Alışveriş emri veriyorsunuz.Hayatımıza ne tür ürünler girecek?Peki 2-3 yıl içinde mutfağımızda meydana gelecek değişimler ve trendler neler olacak, gelin göz atalımBütün ev aletleri birbiriyle konuşacak. Home Connect sistemi ile siz evden, iş yerinden, arabanızdan ya da tatilde evinizdeki herhangi bir cihaza komut verebileceksiniz. “Çocuk okuldan gelecek ocaktaki yemeği saat 5’te ısıt”, “Fırında balık var pişirmeye başla”, “Makinedeki bulaşıkları yıka”, “Klimayı aç, kapa”, “Dolapta yumurta bitmiş hemen sipariş ver” gibi komutlarla evi cep telefonunuzdan ya da tablet bilgisayardan idare edebileceksiniz. Home Connect’le çalışan ürünler geçen yılki fuarda bütün cihazların 3’te 1’ini oluştururken bu yıl neredeyse tamamı bu sistemle çalışıyor.Robotik elektrikli süpürge iş başındaYine en büyük yenilik robotik elektrikli süpürgelerde. Hemen her firma bu işe el atmış. Bosch’un Roxxter robot süpürgesi, bulunduğu odayı tarayarak interaktif haritasını oluşturuyor ve süpürmeye başlıyor. Engellerin, oyuncakların arasından geçiyor. Onları bozmadan köşe bucak temizliyor.X-Spect tarayıcı kiri analiz ediyorÇamaşır makineleri artık kumaşı ve etiketi okuyacak scanner sistemleriyle donatılmış. X-Spect tarayıcı kumaşın üzerindeki lekenin, kirin ne ve kaç günlük olduğunu anlayabiliyor. Ona göre uygun yıkama programını kendi seçiyor. Ya da bir kaç saat giydiğiniz tişörtünüzdeki ter ya da duman kokusundan kurtulmak istiyorsanız; oksijen ile kuru yıkama yaparak su harcamadan tişörtü temizliyor. Mykie robotu sizi iyi tanıyorAğ Bağlantılı Home Connect cihazlarının yönetecek mutfak asistanı robotun adı ise Mykie. Mykie robotu, sizi tanıyor, sesli komutlarınıza cevap veriyor ve mutfak tariflerinde yardımcı oluyor. Yapay zekası sayesinde, evdeki mevcut malzemelerle yeni tarifler önerebiliyor. Mykie, hangi yemekle hangi sosun ya da baharatın iyi gideceğini sizden iyi biliyor. Mykie’nin yanısıra Bosch/Siemens ev aletleriyle, Amazon’un Alexa robotu da uyumlu çalışabiliyor. Alexa’yı kullanarak sesli komutlar vermek mümkün. Örneğin “Alexa, home connect robotuna oturma odasını süpürmesini söyle” diyebiliyorsunuz. Alexa ile dünyanın ilk sesle çalışan ocağını Bosch üretmiş.
Nedir Audi A5 Sportback’ı özel kılan? Bence sıradışı tasarımı... İtalyan Walter de Silva A5 için, “Şu ana kadar dizayn ettiğim en güzel araba” diyor. Yokuş başına geldiğinde,Bodrum’u göreceksin.Sanma ki sen,Geldiğin gibi gideceksin,Senden öncekiler de,Böyleydiler...Akıllarını hep Bodrum’daHalikarnas BalıkçısıBırakıp gittiler....Karşımda Fazıl, arkamda deniz, havada meltem ve tuz kokusu... Notalar parmaklarından dökülüyor, Fazıl Say çalıyor, Rus Devlet Senfoni Orkestrası eşlik ediyor. Fazıl çalıyor kendinden geçmiş, notalar uçuşuyor, seyirciye ok gibi saplanıyor. Yalınlığın şahaneliği içinde piyanoya vuruyor. Eric Satie’nin akıntıya kapılmış küçük bir sandalda gidiliyormuş hissi uyandıran Gnossienne No: 1 ile başlıyor finale.. Büyük alkış tufanı sonrası, beş kez bis yapıp Elle Fitzgerald - Louis Armstrong’un Summertime’ını, ardından da Kara Toprak’ı dinletiyor bize. Havada deniz, havada müzik, havada aşk kokusu.Havada festival çoşkusu...Klasik miziğin destekçisi AudiBodrum Klasik Müzik Festivali; Audi’nin sponsorluğunda bu yıl 13’üncü kez müzikseverlerle buluştu. Audi’nin genç ve dinamik Genel Müdürü Gino Bottaro; D-Marin Turgutreis Klasik Müzik Festivali adı ile başlayan ve 13 yılda Bodrum geneline yayılan Müzik Festivali’ne kurum olarak başından beri destek verme nedenlerini şu güzel sözlerle anlatıyor: “Audi, başta Almanya olmak üzere küresel çapta klasik müziğe değer veriyor; Salzburg, Bayreuth gibi dünyaca ünlü festivallere 20 yılı aşkın süredir sponsor olmayı önemsiyor. Bodrum Müzik Festivali’nin gelmiş olduğu noktada Doğuş Otomotiv Ailesi olarak ülkemizdeki klasik müzik tutkunlarına ve sanatçılarına ufak bir katkımız olduysa bundan keyif ve onur duyarız.”Tasarım ödüllü kült otomobilBodrum Yarımadası’nın eşsiz doğasında düzenlenen etkinlikte Audi, müzik keyfini otomobil tutkusuyla bir araya getirdi. Festivale katılan müzikseverlere yeni A5 Sportback modelini de tanıttı.Nedir A5 Sportback’ı özel kılan? Bence sıradışı tasarımı... Audi, A5 Sportback ile klasik, kafımızda yer edinmiş, kalıplaşmış, hatta bir parça kendini tekrar eden ‘küt’ tasarımın dışına çıkmış, “Stil ikonu” bir model yaratmış. Tabii arabayı dünya otomobil tasarımcılığının bir numaralı trendsetteri çizerse böyle olur. İtalyan guru Walter de Silva, A5 için “Şu ana kadar dizayn ettiğim en güzel araba” demekten kendini alamıyor.Spor bir aile arabası konseptiA5 Sportback; “Lüks bir spor aracım olsun, ama aile arabası gibi de iş görsün” diyen biz iflah olmaz otomotiv tutkunları için bulunmaz bir Hint kumaşı. Araç sedan, station wagon ve spor araba kavramlarını bünyesinde harmanlamayı başarmış. Sedan kadar konforlu, coupe kadar zarif, station wagon kadar da kullanışlı. A4’ten daha uzun, daha alçak, geniş, dingil mesafesi daha fazla ve hatcback bir kuyruğa sahip. Bagajı ise bütün bir IKEA kutularınızı alacak büyüklükte, beklediğimden çok fazla, tam 480 litre!Yüz metreden fark edilen dizaynGörünüm olarak A7’lerin küçültülmüş versiyonu gibi, mekanik olaraksa A4’lere eş. Kaslı kaput çizgisinden sonra ilk dikkati çeken LED farları. Arka bagaj kapağında spoyler etkisi yaratan çıkıntı ve yine LED destekli stop grubu A5 Sportback’i spor dinamik gösteriyor ve yüzlerce metre uzaklıktan diğer arabalardan ayırt edilmesini sağlıyor.İç tasarımı şık, ses sistemi özelİç tasarıma gelince... Kullanılan malzemeler her zamanki gibi kalite açısından en üst seviyede. Alçak oturma pozisyonu nedeniyle kendinizi coupe araç kullanıyormuş gibi hissediyorsunuz. Otonom sürüşe destek veren yapay zeka teknolojisi de bu araçla kullanılmaya başlanmış. ‘Ses sistemi ne’ derseniz, Bose ya da Bang & Olufsen arasından seçim yapabiliyorsunuz.Yüksek hızda güvenli ve rahat Araç yere yakın olduğundan, sürüş sırasında yüksek hızla ile bile virajları çok kolay alıyor, direksiyonda sizi yatırmıyor, yol tutuşu gayet iyi. Ayrıca yüksek sürate çıktığınızı da pek algılamıyorsunuz. Sarsıntısız, sessiz, stabil ilerliyor, yol sesini ve gürültüsünü kokpite vermiyor, sadece tatlı motor homurtusu uzaktan duyuluyor. Bu da sizi psikolojik olarak koltuğunuzda rahatlatıyor, son derece rahat bir sürüş keyfi yaşıyorsunuz. Dinamik modda amortisörler darbeleri sert şekilde iç mekana yansıtırken, comfort mod çukurları hissedilir şekilde yumuşatıyor.Fiyatı bu yıl yarı yarıya düştüAudi, bu yıl yeni A5 Sportback’lerin Türkiye’de satış patlaması yapmasını bekliyor. Çünkü ilk kez bu yıl araçlara 1,4 TFSI benzinli motor seçeneği eklenmiş. Bu da 2,0 motorlu olanlara göre satış fiyatının neredeyse yarı yarıya düşmesi anlamına geliyor. 1,4 motorlar tassaruflu, 100 kilometrede 5.4 litre yakıt tüketiyor. Bu fiyat avantajıyla A5 Sportback’ler, kısa sürede başta A4’lere rakip olmak üzere, büyük sükse yaparsa hiç şaşırmam. Çünkü sürücüsünü şımartacak her özelliğe sahip...Ve saatler gece yarısını vurmuş, Fazıl’ın resitalinden “sihirli bal kabağı” arabamla uzaklaşan Sindrella misali virajlı yollardan dönüş yolundayım. Bu büyülü gece birkaç dakika sonra otelde son bulacak ve ben sabah gerçek hayata döneceğim. Havada deniz, havada meltem, havada tuz kokusu. Radyodan bir tını yükseliyor;“Nasıl anlatsam, nereden başlasam; Biraz deniz, biraz müzik, biraz uyku, Tüm isteğim buydu... Bodrum Bodrum... Bodrum Bodrum...”
Hafta sonu hem ucuza yemek yiyelim, gezelim eğlenelim hem de en iyisinden olsun diyorsanız, Balkanlar’ın tarihi kenti Belgrad size göre.THY ile 80 dakika ve her gün uçak varSırbistan’ın başkenti Belgrad vizesiz seyahat etmek isteyen Türkler için Avrupa’nın en cazip destinasyonlarından. THY’nin her gün sabah-akşam Atatürk Havalimanı’ndan iki seferi var. Ayrıca Pegasus ve Air Serbia Havayolları da Sabiha Gökçen’den hafta içi her gün seferler yapıyor. Biletler kişi başı gidiş-dönüş gün ve saatine göre 250-300 dolar arasında. Yolculuksa İstanbul - Bodrum seferinden farksız, 1 saat 20 dakika sürüyor. Nikola Tesla Havaalanı’na indiğinizde, şehir merkezine 15 dakikada gidebiliyorsunuz. Taksiye ise 20-25 euro ödüyorsunuz. İsteyenler A1 shuttle’a da binebilir, 2 euro’ya havaalanından ekspres otobüsle şehre gidiş 20 dakika.Gün içi kale turu, alışveriş akşam müzikli meyhaneler1 milyon 700 bin nüfuslu Belgrad’ın en önemli yeri kuşkusuz yüzyıllar boyunca Osmanlı istihkamlarının bulunduğu Sava Nehri ile Tuna Nehri’nin birleştiği yer olan Kalesi’dir.Kalemeydan Parkı içerisindeki bu yapıda Bizans döneminden başlayarak, Osmanlı’ya, oradan Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na ve Sırp Krallığı’na dair anıtlar, müzeler, galeri ve heykelleri bulabilirsiniz. Şehrin en güzel manzarasına sahip açık hava müzesi, Belgrad’ı ziyaret edenlerin ilk gitmesi gereken yerdir şüphesiz.Belgrad’ı yürüyerek tanımak isterseniz bir sonraki uğrak yeriniz, bizdeki Beyoğlu İstiklal Caddesi’ni anımsatan alışverişin kalbi Knez Mihailova Caddesi olmalıdır. Burası şehrin iş ve finans merkezidir aynı zamanda. Buradan kendinizi Belgrad’ın sembolü olan Aziz Sava Kilisesi’ne atın derim. Ayasofya’dan esinlenerek yapımına başlanan kilisenin inşaası 90 yıldır sürüyor. Kaba inşaat bitmiş. Süslemelere geçilmiş. İçerisinin mozaiklerinin tamamlanmasına bir 10 yılı daha var.Yazın sıcaklığın 30 derecenin üzerinde seyrettiği kentte, kavurucu sıcaktan kendinizi serin sulara atmak isterseniz, Ada sizi bekliyor. Ada veya diğer adıyla Belgrad Denizi yaz eğlencelerinin merkezi.Sava Nehri’nin bir kolundan suni olarak ayrıştırılarak oluşturulan ada ve suni gölet çevresindeki Beach Cluplar, Bodrum’u aratmayacak ihtişam ve lükse sahip. 250 bin kişiyi aynı anda ağırlayabilen Ada, Belgradlılar’ın denize girebildiği suni plajlara sahip.Burada su kayağı dahil her türlü su sporu yapılıyor.Yeme içme ucuz giyim pahalıAlmanya’da gece 09:00 dedin mi, hayat biter. Belgrad’da 7/24 eğlence var. Sava ve Tuna kıyısını birbirinden şık gece kulüpleri ve kafanalar (Sırp müziği çalan tavernalar) süslüyor. Baştan söyleyeyim; Sırbistan henüz GDO’lu ürünlerle tanışmadığından (daha doğrusu yasak olduğundan), domatesinden yumurtasına, etinden tavuğuna her şey çok lezzetli. Burada, sadece Sırp mutfağı değil, Türk, Macar, Avusturya mutfaklarının da en iyi örneklerini bulabilirsiniz.Sırbistan’ın para birimi Dinar’ı 120’ye böldüğünüzde, aşağı yukarı euro’ya çevirebiliyorsunuz. Örneğin 3000 Dinar’lık bir hesabın karşılığı 25 euro. Aylık ücretlerin ortalama 400-550 euro olduğu ülkede, İstanbul’daki kadar lüks bir restoranda yemek yiyip, yüzde 35-40 daha ucuzunu ödüyorsunuz diyebilirim. Gidilmesi ve tadına bakılması gerekenlerBelgrad’da sanatçıların hayattan zevk almasının ruhu Skadarlija sokağı meyhanelerinde yatıyor. Bizdeki Nevizade Asmalımescit tadındaki sokak, Arnavut kaldırımı üzerine kurulu sağlı sollu meyhanelerden oluşuyor.“Tri şeşira”, “İma Dana”, Velika Skadarlija”, “Zlatni Bokal” meyhanelerinde Sırp mutfağının tatlarına, canlı Balkan müziği çalgıcıları eşliğinde bakabilirsiniz. Tadına bakılması gerekenler ise, Ajvar (kırmızıbiberden hazırlanan salata), Burek (ince hamurlu börek), Karadorde bifteği (içi kaymakla doldurulup sarılan kuzu), kaymak (etlerin yanında getiriliyor, tadı tuzlu, tereyağ gibi), Cevapi (kebaplar gibi, yanında kıyılmış soğanla getiriliyor), Proja (mısır ekmeği türü), Sarma (yumru şeklindeki dolma).Türkler’in tercihi Grand CasinoBelgrad; son dört yıldır Kuzey Kıbrıs’a gidenler için ciddi bir alternatif oldu. Tuna’nın bir kolu olan Sava’nın kıyısına kurulu Grand Casino ülkenin en iyi eğlence kompleksi. Her türlü canlı ve makine oyunları birarada. İçerisi Türk misafirlerle dolup taşıyor. Grand Casino’nun içindeki dört restoran da ayrı ayrı Belgrad’ın en gözde mekanlarından. Mekan Türkler sayesinde dönüyor desem abartmış olmam.Kuzey şarap bağlarıyla doluSırbistan şarabı muhtemelen kısa süre sonra adından bahsettirecektir. Fiyat performans olarak dengeli, güzel yerli üzümleri var. Fransız üzümleri de işlemeyi öğrenmişler. Belgrad’a 2 saat mesafede Oplenac’ta kralın şarap evi ve Krnjevo’daki Radovanoviç ailesi şarap mahzenlerini ziyaret edebilirsiniz. Dönüşte, Sırbistan’ın kurucusu Osmanlı’ya baş kaldıran Kara George Kilisesi’ni gezin, 3 milyarın üzerindeki taş mozaiklerle yapılmış freskler harika.
Avrupa’nın önde gelen denizcilik firmalarından Celestyal Cruises’un yeni gemisi Nefeli ile 4 gecelik tur için İzmir limanından Ege’nin mavi sularına açıldık. Gemideki yaşam tatil köyünü aratmıyor. Açık büfeler, barlar, havuz, A la carte restoranlar ve her akşam sahne şovlarıyla, insanın kamarasına girmeye vakti kalmıyor. Gece geç saatlerine kadar eğlence ve müziğin eksik olmadığı gemi, her sabah farklı bir limana demirliyor.Naflion: İlk durağımız Mora Yarımdası‘ndaki Naflion kentiydi. Naflion, Yunanistan’ın ilk başkenti. 1820’lere kadar Osmanlı hükümdarlığında olan Naflion’un Anayasa (Syntagma) Meydanı’na çıkan ferah sokaklarda tasarım dükkanlar ve konsept cafe’ler dikkat çekiyor. Sokrates sandaleti diye bilinen el yapımı sandaletleri ve balıyla ünlü. Naflion’da; Karathona, Plaka, Psili Amos ve Iria plajlarını tavsiye ederim. Kişi başı 40-50 euro olan kara turlarına katılırsanız, Korint Kanalı‘nı gezip, gezi teknesi ile geçme imkanını yakalarsınız. Korint kanalı Ege Denizi ile İon Denizi’ni birbirine bağlayan 6.5 kilometrelik bir kanal. Eni o kadar dar ki, hiçbir gemi buradan geçemez sanıyorsunuz. Ama öyle değil, cruise gemileri bile geçebiliyor. Eğer Korint’e giderseniz yol üzerinde Agamemnon’un (M.Ö. 13. yy ) mezarının bulunduğu Miken kasabasındaki Kolizera restoranında kuzu eti yemeği ihmal etmeyin.Hanya: Foça’yı andıran Hanya, Akdeniz’in 5’inci büyük adası Girit’in ikinci büyük kenti. Gemimiz Celestyal Nefeli ile Souda Limanı‘ndan giriş yaptık. Osmanlı döneminde Konya’dan (Hanya-Konya değişi buradan geliyor) getirtilen Bektaşi aileleri sayesinde yerel halktan hatırı sayılır kişi Müslümanlığı benimsemiş. Bir dönem adadaki Müslüman nüfusu yüzde 35-40’lara kadar ulaşmış. Osmanlı döneminde kiliseden camiye çevrilen eserler, bugün yine kilise olarak hizmet veriyor. Bunlardan Aziz Nikolaos Kilisesi Hünkar Camii çok ilginç. Hem kilise çanı hem de minare birlikte göğe yükseliyor. Liman koyu, restoran ve alışveriş merkezleriyle dolu. Hanya’ya gidip, adanın meşhur zeytinyağını satın almadan dönmeyin. Bunun için en uygun yer kapalı çarşısı. Bizdeki Mısır Çarşısı‘nın benzeri. Peynir, kalamata zeytini, ada çayı satın almak için ideal. Zira unutmayın Giritliler Akdeniz’in en uzun yaşayan halkı.Rodos: Marmaris’ ten hızlı feribotla 45 dakikada da geçebileceğiniz Rodos adası, Avrupa’nın en iyi korunmuş Ortaçağ kentlerinden biri. UNESCO tarafından Dünya Koruma Mirası Listesi’ne alınmış. Haksız da değil. Rodos, Kudüs’ü Müslümanlara karşı savunan Hospitalye Şövalyeleri’nce Bizans’tan 1309’da satın alınmış. Daha sonra Tapınak Şövalyeleri unvanını kazanacak olan bu şövalyeler, Ada’yı olası saldırılara karşı öyle bir tahkim etmişler ki, Kanuni Sultan Süleyman 1522’de bir haftada almayı planladığı adayı altı aylık kuşatma sonrası güçlükle ele geçirebilmiş. Büyük Üstadlar Sarayı görülmeye değer. Daha sonra Avrupa’ya yayılacak Ortaçağ mimarisinin başlangıç örneklerinin verildiği kentte Muhteşem Süleyman Camii, Türk Hamamları, medreseler ve ünlü Türk şair Namık Kemal’in kaldığı evin bulunduğu çarşı içini sıkılmadan gezebilirsiniz. Vaktiniz varsa, Lindos antik kentine tur almanızı tavsiye ederim. Öğle yemeği için uğrak noktanız ise çarşıdaki Vasilis balık restoranı olmalı.Bu yıl kapıda vize alınabiliyor!32 bin Türk yolcu: Celestyal Cruises’un Ege adaları gezileri, 3,4,7 gecelik tur paketlerini kapsıyor. Vizeniz olmasa bile bu yıl kapıdan vize alabiliyorsunuz. Fiyatlar her şey dahil 229 euro’dan başlıyor. Geçen yıl 32 bin Türk’ü Ege sularına vizesiz taşıyan şirketin sloganı “İlk keşfeden siz olun!” Şirketin Türkiye Direktörü Özgü Alnıtemiz “2015’te 25 bin, geçen yıl 32 bin Türk yolcuyu Ege’de gezdirdik. Gemileri Türkiye limanlarına en çok uğrayan cruise şirketiyiz. Hedefimiz birkaç yıl içinde 80 bin Türk yolcuya ulaşmak” diyor. Alnıtemiz, turlara katılanların yüzde 72.6’sının ilk kez bir cruise tecrübesi deneyimlediğini ve mumnun kaldığını öğrenmekten büyük bir gurur duyduğunu da ifade ediyor.Balayı paketleri: Şirketin 3 gemisi var. Olimpia, Crystal ve Nefeli. Bizim seyahat ettiğimiz 401 kamaralı Nefeli’nin; Spa’sı, fittnes centeri, 2 restoranı, 3 farklı barı, casinosu bulunuyor. Gece şovları, gün içi dans dersleri, animasyonlar eksik olmuyor.
Amerikan Politico siyasi düşünce gazetesiyle geç tanışanlardım. Ne zaman ki gazete, Başkan Trump'un Beyaz Saray'a giriş yasağı koyduğu yayın kuruluşları listesindeki yerini aldı, o zamandır takip ediyorum. Aşağıda anlatacaklarım da Politico'dan bir alıntı."CIA casusluk sanatını nasıl unuttu? İlk ağızdan..." Yukarıdaki başlığı görünce insan ister istemez meraklanıyor. Makaleyi Alex Finley müstear isimli eski bir CIA ajanı (undercover agent) kaleme almış. Ajan Finley, terörle savaş sırasında CIA'nın istihbarat toplamak için daha militarist bir görüntü aldığını, ancak şu an ihtiyaç olanın yeniden eski klasik Soğuk Savaş tipi ajanlar olduğunu söylüyor. Ama işin kötüsü CIA'nın elinde bu ajanlardan neredeyse hiç kalmamış.11 Eylül saldırılarından dört yıl sonra, 2005'te, henüz Bin Ladin yakalanmamışken, CIA içindeki hemen tüm ajanlar Ortadoğu ya da Asya'daki Savaş Bölgeleri'ne gitmek için kuyruğa girmişlerdi. Hepsi de Doğu Avrupa'nın tarihi sokaklarında, kafelerinde şnaps yudumlayarak çalışmak yerine; ailelerinden uzakta, beton duvarlar ve tel örgülerle çevrili, teröristlerin her gün roket attığı yağdırdığı konteynır kalelere gitme derdindeydi. Niye? Çünkü 20 yıl sonra geriye dönüp baktıklarında 2000'li yılların savaş bölgelerinde hizmet etmek, 1980'lerin Soğuk Savaş ülkelerinde hizmet etmekle eşdeğer sayılacaktı. Ve onlar tam da bu aksiyonun ortasında olmak zorundaydı.Aslına bakarsanız, CIA kurulduğu 1947'den beri hep Soğuk Savaş gördü, Rusya'ya karşı mücadele etti. Ama 1996'ya gelindiğinde bünyesinde o bildiğimiz 007 James Bond tipi ajanlardan sadece 25 kişi teşkilatta eğitim görüyordu. 1998'de CIA, 1000 deneyimli ajanını kaybetti, çoğu ya emekli oldu ya da özel sektöre geçti.Ta ki 11 Eylül'e kadar. İkiz Kuleler'e saldırı sonrası CIA, yeni, tanımadığı asimetrik bir savaşla tanıştı ve buna kendini hızla adapte etti. Bu yeni savaşta artık eski James Bond'lara, kokteyllerde boy gösteren, üst düzey partilerde ya da kumar masalarında VIP silah tüccarlarıyla buluşup, dirsek temasıyla bilgi toplayan takım elbiseli ajanlara yer yoktu. Yeni ajanlar, birer Jason Bourne olmalıydı. Tepelerde, arazide yatıp kalkan, askeri üslerde barınan ya da beline sadece Glock takıp, olağanüstü güvenlik altında (Humvee jeeplerle) şehir merkezlerine inip baskınlara katılan tiplerden bahsediyorum. Artık Soğuk Savaş'ın o tebeşirle işaretlenen sokak lambaları, gazetelere verilen şifreli ilanları, çöp kutularına ölü paket bırakma vs. taktikleri kalmamıştı. Hatta Langley'deki CIA karargahında bile ajanlar artık takım elbise yerine, çöl desenli kargo pantolonlar, Under Armor tişörtlerle boy göstermeye başlamıştı.Peki bu sırada Rusya ne yaptı? Rusya, beyler, ironik ama CIA'nın tersini yaptı. Onların başında zaten böyle bir terör problemi olmadığından Putin, rakibinin dikkati başka yöne çevrilmişken, sessizce geleneksel casusluk sanatına davam etme, güçlendirme yoluna gitti. Ne zaman Amerikan kurumları Rus istihbarat servislerinin siber saldırılarına hedef olmaya başladı, o zaman CIA başını terörle savaştan kaldırıp "N'oluyor lan" demeye başladı. Son seçimlerde Demokratların Ulusal Komitesi server'ları ile Hillary Clinton'ın kampanya başkanının hacklenmesi de tüm bunların üzerine tuz biber ekti. Ancak saldırıların kim tarafından, neden, hangi mali kaynaklarla finanse edildiği gibi bilgileri toplamak tamamen ‘old school’ diye tabir edilen eski tarz istihbarati çalışma gerektiyordu, yani dirsek teması denilen çalışmayı... CIA Başkanı James Clapper, hacklemenin ardında Rus istihbaratının olduğunu sandıklarını halka açıklarken, bunu sınırlı insan kaynağı bilgisine dayandırıyordu. Açıkçası CIA'nın elinde yeterli eski tarz istihbarat elemanı kalmadığının itirafı gibiydi bu... Şu an Rusya'nın organize, iyi eğitim görmüş ve mali açıdan iyi bir istihbarat ağı varken, Amerika tüm gücünü, sıçan deliklerinde üçüncü ülkelerin verdiği doğruluğu tartışılacak istihbarati bilgilere dayanarak yaptığı terörist avında tüketiyor. Suriye'de de açıkçası çuvallıyor.CIA bugünkü yapılanmasıyla eski Soğuk Savaş yıllarından çok uzak bir görüntü veriyor. İhtiyacı olan şeyse James Bond'un bir tık üzeri, Jason Bourne'un ise bir tık aşağısı olan yeniden gölgelerde çalışacak bir ajan tipi.Politico gazetesinde yer alan bilgiye göre, Başkan Trump'ın Putin'e olan "yakınlığı", "beğenisi" hatta "övgüsü", gerek CIA'yı gerekse çift taraflı çalışan ajanları bilgi paylaşımı konusunda tereddüte düşürüyor. Hatta müttefikleri bile... Bir İngiliz MI6 yetkilisi, The Times gazetesine çıkıp "Trump ve ekibinin güvenilir olduğu netleşene kadar bilgi paylaşımı yapmayacağız. Ruslar'dan bilgi toplayan kaynak ve metotlarımızın deşifre olmasını istemeyiz" diye demeç verebiliyor. Ya da İsrail'in saygın gazetesi Yediot Ahronot, Trump'un seçilmesinin ardından "İsrail istihbarat yetkilileri, top-secret istihbarat bilgilerinin Amerika ile paylaşılması durumunda bunların Rusya'ya sızacağını, Rusya üzerinden de İran'ın haberdar olmasından korkuyorlar" haberi yapabiliyor.Özetlemek gerekirse, Rusya uluslararası espiyonajda yine Amerikalılar’ın bir adım ötesinde. ABD ise geleneksel yöntemlere hızla dönüşün peşinde. Ancak ABD'deki yeni yönetimin başta NATO, Türkiye ve daha birçok ülkeyi kızdıran siyasi açıklamaları ve tavrı; CIA'nın gereksinim duyduğu ülkeler arası eski usul bilgi paylaşımını da bir taraftan zora sokuyor. Yani CIA hem içeriden, hem dışarıdan bilgi toplamakta zorlanıyor. Rus hackerlar, Alman seçimlerine müdahale edebilir mi?CIA cephesinde bunlar yaşanırken, Rus cephesi de çalkantılı. KGB içinde ya da yeni ismiyle Federal Güvenlik Serivisi'nde (FSB) ilginç bir olay cereyan etti. Ocak ayının son haftasında, FSB'nin siber güvenlik bölümü başkanı Sergei Mikhailov, başına siyah bir çuval geçirilmiş halde, bir toplantı salonundan alınıp götürüldü. Mikhailov'un daçasında (sayfiye evi) 12 milyon dolar nakit para ele geçirildi. Çok geçmeden Mikhailov ile birlikte ülkenin en iyi hackeri olan Dmitry Dokuchaev'in de tutuklandığı öğrenildi. Dokuchaev aslında siber suç makinesiydi, kod adı "Forb"tu ve FSB tarafından işe alınmasaydı hapis yatacaktı. Bu iki adam şu an Başkan Putin'i devirmek ve Kremlin yöneticileri ile onların kişisel hesaplarını CIA'ya sızdırmakla suçlanıyor. Bu ikilinin dışında ülkenin en önemli siber güvenlik şirketi Kaspersky'nin üst düzey yöneticisi ve kıdemli bir Rus istihbarat subayı Ruslan Stoyanov da vatana ihanetten tutuklandı. Tutuklamaların tam da FBI ve CIA'nın başlattığı ABD seçiminde Rus parmağı olup olmadığını anlamaya yönelik araştırma sırasında yaşanması çok ilginç. Açıkçası Rusya'nın Trump'un seçim kazanmasında gerçekten etkisi olup olmadığı henüz netlik kazanmamışken, Batı basınına konuşan istihbarat uzmanları, Rus hackerların Almanya'da Eylül yapılacak genel seçimlerde de aşırı sağa zafer kazandırabilecek şekilde server'larda oynama yapabileceği görüşünde birleşiyor.
Finlandiya Lapland bölgesinin ilginç bir turizm geliri var. Burası her yıl buz üzerinde araç kullanmak isteyen binlerce otomobil meraklısının akınına uğruyor. Audi de en önemli markası Quattro'yu buz üzerinde yaşattığı kişiye özel deneyimlerle bir adım öteye taşıyor.Gaza bas, bas!... Viraj geliyor fren, fren, frennn!... Şimdi çek ayağını bırak kaysın, kaysııınnnn... Gaz ver, gaaazzz!’ Donmuş göl üzerinde saatte 70 kilometre hızla ellerim direksiyona kilitlenmiş, bacaklarım titreyerek bir virajdan ötekine savrulurken yanımda oturan eğitmen Jan Becker'ın ağzından, kutup buzulundan daha soğuk Alman aksanıyla işte bu sözcükler dökülüyor.Her virajda aynı replik kulağımı tırmalarken, altımdaki otomobilin önce arka tekerlekleri sonra da tamamı kar bariyerine doğru kaymaya başlıyor. "Bindirdik" dediğim anda gaza basmamla birlikte, kuzeyin tanrısı "Thor'un çekici" değmişçesine 354 beygirlik bir gök gürültüsü zembereğinden boşalıyor. Quattro'nun çivili tekerlekleri bir kaplan pençesi gibi buzu tırmalıyor, sayısız patinajın ardından yola tutunup, roketleyerek virajdan çıkıyor. Ben, "Mucize, nasıl oldu da çarpmadık" diyemeden saniyeler içinde başka bir viraja aynı çılgınlıkla giriyoruz. Markanın sağlamlığı buz üstünde test ediliyorEvet, Audi'nin her yıl düzenlediği Buz Sürüş Deneyimi (Audi Ice Driving Experience) için Finlandiya'nın Lapland bölgesindeyiz. Burası Kuzey Kutup Dairesi içerisindeki Muonio kasabası... Quattro markasını kişiye özel deneyimlerle bir adım öteye taşımak isteyen Audi, 24 yıldır bu etkinliği düzenliyor. Audi kullanıcısı olsun olmasın dileyen herkes, profesyonel öğretmenler denetiminde donmuş göller üzerinde hem sürüş keyfi yaşıyor, hem de yeni yerler yeni maceralar deneyimliyor. 85 santimetrelik buz tabakası üzerindeki eğitimi, biz basın mensupları 354 beygir gücündeki S4 Avant'lar ile gerçekleştirdik. Her biri Dünya Ralli Şampiyonası'nda derece elde etmiş eğitmenler, buzda yol tutuş, viraja girme, fren yapma tekniklerini öğretiyor. Yorucu günlerin geceleri ise fin saunaları, kuzey ışıkları (Aurora Borealis), haskilerle kızaklı orman turları, kar motosikletiyle sürüş keyifi gibi etkinliklere ayrılıyor. Üç günlük tur kişi başı, uçuş hariç 3 bin 500 euro'ya mal oluyor. Şaka değil, bugüne kadar yaklaşık 12 bin kişi Audi sürüş keyfi için Lapland - Finlandiya'nın yolunu tutmuş. Audi Ice Driving Finlandiya'nın yanısıra, Avusturya Seefeld ve Saalbach, İsveç Arvidsjaur olmak üzere dört farklı noktada düzenleniyor. Rezervasyonlarsa Audi'nin kendi sitesinden yapılıyor...O bir efsane1970'lerin sonlarında geliştirilen Quattro'yu, dört çekişli sürüş sistemi, test için, Audi S4 Avant'lar kullanıldı. Quattro sisteminin bir parçası olan ve tekerleklerdeki sensörlerden oluşan ESC sistemi devredeyken, bilgisayar buz piste bile sizi kaydırmadan rahatça götürüyor. Ama ESC'yi devreden çıkarınca... İşte o zaman arabayı sürmek her babayiğidin harcı değil.Peki niye Lapland? Finlandiya'nın Kuzey Kutup Dairesi içerisindeki Lapland'ın büyüklüğü bizim Karadeniz kadar (İç Anadolu'dan biraz ufak). Ama topu topu 180 bin kişi yaşıyor. Hatta bizim bulunduğumuz Muonio kasabasının nüfusu 5 bin miş. (Civardaki ren geyiği nüfusu ise 5 bin 500). Yani kilometrekareye 1.2 insan düşüyor. Hava sıcaklığı bu mevsimde gündüzleri eksi 5-15, geceleri ise eksi 30'larda seyrediyor. Bölgenin çok ilginç bir coğrafyası var. Hemen hemen hiç dağı olmayan yer yer karlı tepelerle kaplı Lapland, sık ormanları nedeniyle dünya kağıt ihracatında bir numara. Ama onu asıl önemli yapan şey düz ova boyunca uzanan ağaçların arasına yayılmış binlerce "evet binlerce" gölden oluşması. 50 binin üzerindeki irili ufaklı göl, her yıl Kasım ayından itibaren donmaya başlıyor. İşte bu ekstrem koşullar onu sadece Audi'nin değil, dünya otomativ devlerinin de doğal sürüş pisti haline getiriyor.Audi, BMW, Mercedes, Bentley, Porsche, Volvo gibi şirketlere 15-20 yıllığına göller kiralanıyor. Bu şirketler her yıl yeni modellerini test için Lapland'a geliyor. Ayrıca bizim gibi, sürüş deneyimi yaşamak isteyen turistler için de örneğin Bentley, üç günlüğüne 15 bin dolar olan test turları düzenliyor.Anlayacağınız, Kimi Raikkonen, Mika Hakkinen, Juha Kankkunen gibi birçok Formula 1 ve Ralli şampiyonunun Finlandiya'dan çıkması tesadüf değil. Bu Finli pilotların da kendilerine ait olan, tamamen profesyonel rallicilere hizmet veren buz/ off road pistleri var. Formula 1 pilotları konsantrasyon (aniden yaşanan kayma, yoldan çıkma toparlama egzersizleri) için bu buz göllere direksiyon sallıyor. Ayrıca lastik firmaları, kamyon, motosiklet firmaları da Lapland'da testlerini gerçekleşiyor. Londra polisine bile burada suçluyu araçla takip sırasında işine yaraması için buz üstü sürüş eğitimi verildiğini öğrendim. Açıkçası Lapland Ocak'tan itibaren Mart'a kadar hem yabancı otomotiv firmalarının teknisyen, ekip ve pilotların üssü haline geliyor hem de yoğunlukla sürüş meraklılarının akınına uğruyor. Yılda 2.6 milyon turist alan Lapland'ı ziyaret eden Türk turist sayısı da geçen yıl yüzde 28 artarak 5'inci sıraya yükselmiş. Bu da şaşırtıcı...Buzlar eriyince, kesilip kalıplar halinde satılıyorAudi'nin genç, dinamik ve bir o kadar espirili Türkiye Genel Müdürü Gino Bottaro, bize parkur hakkında inanılmaz bilgiler verdi. Göller, Aralık'tan itibaren parkur olarak hazırlanmaya başlanıyor. Buz kalınlığı 25 santim olunca önce hafif traktörler iş başı yapabiliyor. Kalınlık 45 santime ulaşınca büyük traktörler gölde GPS'ler eşliğinde belirlenen şekilde pistler oluşturmaya başlıyorlar. Koşullar bir gün içerisinde artı 5 dereceden eksi 27'ye kadar değişebildiği için araçların motor, fren, klima ve diğer elektronik aksamları için harika bir test platformu burası. Şubatta kar kalınlığı 1 metre 20 santime ulaşıyor. Mart sonu itibariyleyse erime başlıyor ve pistler kapatılıyor. Gino, ilginç bir detayı daha bizimle paylaştı. Örneğin test sürüşü yaptığımız gölün buzları, kalınlığı 1 metreyken kesilip, bölgedeki buz otellerinin inşaası için satıldığını öğrendim. Açıkçası adamlar donmuş gölü hem kiralıyorlar, hem de buzunu kalıp kalıp satarak yine para kazanıyorlar.Lapland'da Audi ile harika bir deneyim yaşadım. Otomobil manyağı olun ya da olmayın üç gün arabayla buz üzerinde profesyonel sürüş tekniği öğrenmek şehir trafiğinde ya da sıradan bir pistte hiç bir zaman yaşayamayacağız bir deneyim. Ama dönüşte şöyle bir yan etkisi oluyor. "Arabanın kralıyım", "Yıllarım efendisiyim" deyip, İstanbul trafiğine aracınızla dalarsanız üzülürsünüz, gereksiz masraf çıkar. O yüzden şimdiden uyarayım.THY'nin Helsinki'ye her gün karşılıklı seferleri var. Helsinki'ye ucuş 3 saat 30 dakika sürüyor. Buradan Finair ile kuzeye Kittila denilen kente 1 saat 15 dakikada uçabiliyorsunuz. Kittila tam bir kayak merkezi. Audi Ice Driving Experience'ın yapıldığı Muonio kasabası ise Kittila'ya 70 kilometre (1 saat) uzaklıkta.Ren geyiği eti döner gibiRen geyiği, dana etine göre vitaminler açısından daha zengin. B12, Omega 3, Omega 6 barındırıyor. Yerel dilde Poronkaristys olan ren geyiği eti bizdeki yaprak döner gibi sunuluyor. Yanında patates ile lezzeti harika.Somon, ne bulursanız yiyinZengin Olega 3'lü Finlandiya somonuyla yapılmış herhangi bir yemeği görürseniz (fümesi, çorbası, ızgarası) tadına bakın derim. En çok da Lohikeitto denilen kremalı somon çorbasını beğendim. İçinde sütte pişmiş patates ve pırasa var. Yemesi harika.Orman meyveleri oldukça lezzetliBöğürtlen, yaban mersini, çilek gibi orman meyvelerinin anavatanı diyebiliriz Finlandiya için. Mutlaka çaylarından tadın ve alın. Orman meyveli reçeller, krem brulee ve çikolotalar bir harika.
Türkiye'de müzeciliği uluslararası standartlara kavuşturan Sakıp Sabancı Müzesi, kuruluşunun 15'inci yılında muhteşem bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Ressam Feyhaman Duran'ın hayatı, 1000'i aşkın eserinin yanı sıra sanatçının Beyazıt'taki ev ve atölyesinin kopyası Sabancı Müzesi'nde sizi bekliyor.Sabancı Holding’in katkıları ve İstanbul Üniversitesi işbirliğiyle 1914 Kuşağı’nın önde gelen temsilcilerinden Feyhaman Duran’ın (1886-1970) hayatı ve eserlerinin yer aldığı “Feyhaman Duran, İki Dünya Arasında” sergisi, alışılagelmiş sergilerden çok farklı. Zira Duran'ın hayatının kesitlerle anlatılarak hikayeleştirildiği sergi; eşsiz video arşiv görüntüleri ve ressamın kişisel eşya ve mobilyasının yer aldığı Beyazıt’taki evinin odalarının replikaları da ziyaretçileri hayrete düşürüyor.3.5 yıl önce başlayan heyacan dolu bir maratonBu yaratıcı fikrin altındaki isimse; müzecilikte sadece Türkiye'de değil, dünya çapında da haklı ve saygın bir şöhreti bulunan Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer... Nazan Hanım, İstanbul Üniversitesi'nden özel izinle aldığı 1500 parçalık bu koleksiyon için 3.5 yıldır hazırlık yapıyor. İlk kez özel sanat eseri muamelesi gören resimlerin profesyonelce taşınmasından, sigortalanmasına, saklanmasına kadar hemen her detayla tek tek ilgilenmiş.Feyhaman Duran'ı anlamak için yaşantısına göz atmakta fayda var, ki SSM sergisi bunu çok iyi başarmış zaten. Duran'ın şair ve hattat olan babası Süleyman Hayri Duran, karısının isteğini yerine getirerek küçük Fayhaman'ı Mekteb-i Sultaniye'ye (Bugünkü Galatasaray Lisesi) yazdırıyor. Ancak Hayri Bey çocuğunun büyüdüğünü göremeden o henüz 6 yaşında iken hayata veda ediyor. Geride 141 beyitlik Pend-i Hayri (Hayri'den öğütler) diye oğluna hitaben kaleme aldığı bir şiir bırakıyor. Sabancı Müzesi babadan oğluna atfen yazılı bu şiiri çevirip sergiye koymuş. Son derece dokunaklı şiirde baba, minik Feyhaman'a ‘iyi ve ahlaklı bir adam’ olması için tavsiyeler veriyor. Ve o küçük çocuk hayatı boyunca babasının o sözlerinden dışarı çıkmıyor. Yaşamının sonuna kadar çalışıyor, çiziyor, çiziyor...İşte böyle bir şiirle başlıyor hikaye... Feyhaman, Galatasaray'da okurken çizim ve hattaki ustalığıyla hemen dikkat çekiyor. Hep Paris'te eğitim görme hayali kurarken bir gün talih kuşu omzuna konuveriyor. Ressam o günü şöyle anlatıyor:"Paşa'nın kızının portresini yaptı hayatı değişti""Galatasaray Lisesi’nde resim öğretmeniydim, bir gün tanıdığım bir hanımefendiye resmini yapmayı teklif ettim. Bana: ‘Ben yaşlıyım ne olacak resmimi yapıp da? Onun yerine şu küçük kız çocuğunun resmini yap!’ diyerek çantasından küçük bir kız çocuğunun resmini çıkarıp verdi. Bu resmi bir portre haline getirdim. Çocuğu tanımıyordum. Sonradan bunun zamanın ünlü kişilerinden Prens Abbas Halim Paşa’nın (Hidiv Kasrı'nın sahipleri) dördüncü kızları olduğunu öğrendim. Paşa, bu resim üzerine öteki beş kızının ve bazı tanıdıklarının daha resmini yaptırdı, takdirlerini kazandım, böylece kendileri tarafından ve bütün masraflarım karşılanarak Paris’e öğrenime gönderildim. Bu vesileyle hayatımda mutlu bir dönüm noktası olmuştur."1910'ların Türkiyesi ilk kez belgeselde1900'lerin başında savaş, sefalet ve göç dalgalarıyla kırılan otantik Doğulu İstanbul'u geride bırakarak modern, ışıl ışıl, sanat ve sanayinin merkezi konumundaki Paris'e giden Duran'ın "İki dünya arasındaki yaşamı" da bir anlamda başlamış oluyor.Tam bu noktada SSM Müzesi gene bir ilke imza atarak, Nazan Ölçer'in girişimleriyle, Amsterdam'daki Bilim Fotoğraf Müzesi'ne başvurmuş. Ve o yılların İstanbul'una ait saatlerce süren video çekimlerine rastlanmış. İnanabiliyor musunuz! Bu sergide ilk kez gün ışığına çıkan videolarda, Feyhaman Duran'ın doğup büyüdüğü ve resmettiği, İstanbul'un esnaf, sokak yaşantısını görmeniz mümkün.Dönelim Feyhaman'ın yaşantısına 1911 yılında Paris'te gittiği Paris'te Academie Julian ve École des Beaux-Arts’da eğitim alan Duran, aynı dönemde empresyonizm akımından etkileniyor. 3.5 yıl boyunca kaldığı Paris'te devlet bursuyla eğitim gören Namık İsmail, Hikmet Onat, İbrahim Çallı, Hüseyin Avni gibi isimlerle arkadaşlık yapıyor.Nü modele bakamadıSergide Paris’teki eğitimi sırasında ilk kez canlı modelden çalıştığı nü eserleri de yer alıyor. Ressam, hayatında ilk kez çıplak bir model görmüştür. O günü şöye anlatır: "Ecole des Beaux-Arts’a (Güzel Sanatlar Okulu) imtihana girdik. Ömrümde böyle çıplak adam görmemişim. İlk defa yapıyorum. Bu ilk çıplak resim enteresandır. Yapınca hoca geldi, baktı, kızdı. 'Ne kadar çabuk yapmışsın, acele ediyorsun’ dedi. Bana, 'Öyle olmaz, yavaş yapacaksın’ dedi, 'Pekâlâ' dedim amma, bir şey anlamadım. Ben de nasıl yapıyor diye merak ettim. Yanındaki çocuklara istirahat zamanı baktım, içerisinde mükemmel olanı da var. Benimki zayıf. Bunları görünce cesaretim kırıldı. Nazmi Ziya’ya baktım, o da zayıf. Önündekine bakıp yapıyor. Model dururken insan başkasınınkine bakar mı? Baktım ki zayıfım, öğrenemiyorum, dedim, gitmedim."Beyazıt’taki evi sergideBu eğitim 1'inci Dünya Savaşı patlayınca maalesef yarıda kesiliyor. Savaş nedeniyle tüm yabancılar sınırdışı edilince Türkiye'de 1914 kuşağı olarak adlandırılan ressamlar kuşağı doğuyor. Duran da kendisini 1933'te İstanbul Üniversitesi'nde akademisyen olarak buluyor. Feyhaman Duran'ın dünyasını aydınlatan sergide; sanatçının Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçiş döneminde hem Doğu hem de Batı sanatını içselleştirerek ortaya koyduğu bini aşkın eseri ve ressam eşi Güzin Duran’la beraber hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Beyazıt’taki evinden bazı bölümler; onun gündelik hayatını ve çalışma ortamını anlatan özel düzenlemeler eşliğinde sergileniyor. Resim malzemeleri, mobilya ve hat koleksiyonundan örneklerin bir araya getirildiği bu düzenlemeler, Türkiye sanat tarihinde öncü bir konuma sahip olan ressama ve dönemine ayrıntılı bir bakışı mümkün kılıyor. Sanatçının, CHP’nin Yurt Gezileri Projesi kapsamında Gaziantep’te yaptığı çalışmalar ise hem döneme dair belge niteliği taşıyor hem de İstanbul resimlerinden farklı üsluplarıyla Duran’ın sanatına yeni bir yaklaşım olanağı sunuyor.Türkiye'de müze gezme kültürü Picasso sergisiyle başlayıp, yerleştiSabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı ise, 15'inci yılını kutlayan Müze'nin (SSM) kuruluş öyküsünü anlattı. Rahmetli Sakıp Sabancı'nın eş dost çevresinden gelen "İnsan oturduğu evini müze yapar mı, ne gerek var boşver Sakıp Ağa..." laflarına aldırış etmeden müzenin kuruluşuna öncülük ettiğini söyleyen Güler Sabancı, ilk kez 1998'de Hilton Parksa Otel'de yapılan bir aile toplantısına o zamanın önde gelen yerli yabancı akademisyen ve yöneticilerini de davet ettiklerini, "Özel koleksiyonun, bir aile evinin nasıl müzeye dönüştürülebileceğine" dair herkesin fikrine başvurulduğunu ifade etti. Sakıp Sabancı'nın, "Bana Picasso'yu getirin" hedefiyle 2002'de kapılarını açan SSM'nin, bu İspanyol dehayı Türk halkıyla 2005 yılında buluşturduğunu; "Picasso İstanbul'da" sergisinin Türk müzeciliğinde çığır açtığını söyleyen Güler Sabancı; "O dönem yabancı basın mensuplarından biri, sanırım Le Figaro'ydu, 'Türk halkı Picasso'ya bu kadar aşina mı?' diyerek imalı sorular soruyordu. En iyi cevabı Türk halkı verdi. 3 ayda 254 bin 500 kişi sergiyi gezdi" diye konuştu.Sabancı "Picasso Sergisi Türkiye'de kırılma noktasıydı. Getirme, taşıma, nakletme, sigortalama, sergiye girerken audio kulaklık takma, palto bırakma, gruplar halinde dolaşma gibi, müze gezme kültürü bu sergi vesilesiyle beraberinde ülkemize giriş yapmış oldu" dedi.Şu ana kadar Monet, Rembrant, Miro, Rodin gibi dünya devlerinin eserlerini Türk halkıyla buluşturan SSM'nin "Sadece kıymetli eser sergilemek amacıyla değil, topluma ne veriyoruz" misyonuyla ilerlediğini vurgulayan Güler Sabancı, "Ne tortu bırakacağız, ne bilgi üreteceğiz, diye soruyoruz. Örneğin her kataloğumuz bir başvuru kitabı olarak hepsi de ulusal kütüphanelere giriyor. Bu bizim için çok önemli" ifadesini kullandı.
Almanya'nın kuzeyindeki Hamburg'u, romantik anlar yaşayabileceğiniz özel bir gezi rotası olarak defterinize kaydedin.Avrupa'nın ikinci büyük limanı olan Hamburg, Kuzey Denizi'ne dökülen Elbe Nehri kıyısındaki eşsiz coğrafi konumu itibariyle tabiat harikası olarak öne çıkarken, mimarisi ile hem klasik Gotik, hem de modern İskandinav tarzını yansıtıyor. 1.8 milyonluk şehir, açıkhava parkından farksız. Hamburg'ta Amsterdam ve Venedik'ten çok daha fazla var. Şehrin tam ortasında etrafı yeşil alanlar, yeme içme, müze ve sanat galeriyle çevrili iki göl bulunuyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Almanlar bu göllerde mumlar ve çevresinde ateşler yakarak, şehir merkezinin İngiliz uçaklarının ağır bombardımanından kurtulmasını sağlamış. O yüzden şehrin dış mahalleleri ağır hasar görürken, eski kent savaşı nispeten hafif atlatmış. Tüm binalar kısa sürede eskisi gibi inşa edilmiş. Yaprakların kırmızıdan sarıya, havanın yağmurdan kar kokusuna döndüğü bu aylarda Hamburg'u gezebilir, Alster Gölü çevresinde yürüyebilir, buharlı gemiyle turlayabilir, şehrin simgesi sayılan Rathaus'u (Belediye Binası) gezebilir, Mönckeberg'te alışveriş yapabilir, limanda balık ekmek bira takılabilirsiniz. Daha birçok neden sayabilirim. İşte bunlardan bazıları...Michelin Yıldızlı Türk şefHamburg'ta 11 tane Michelin yıldızlı restoran var. Bunlardan biri de Türk. Elbe nehri kıyısında Speicherstadt'taki Carls Brasserie'de, dünyanın tem Michelin yıldızlı Türk şefi Ali Güngörmüş' ün Le Canard Nouveau 'su limana kuşbakışı hakim bir tepeyde. Elazığlı mütevazı şefin spesialitesi kızarmış çıtır ördek . Yolu Hamburg'a düşenlerin mutlaka gitmesi gerek. Ördek öncesi ise şefin Türkiye'den özel olarak getirdiği malzemelerle hazırladığı kırık porçini mantarlı buğday rizottosu, çam fıstığı püresi-yer elması-keçi peynirli rezeneli tortellini eşliğinde kuzu budu denemeye değer. Tabii yanında Riesling şarabıyla.Avrupa'nın en köklü oteli Fairmont İstanbul'da açılıyorHamburg, Avrupa'nın en köklü otellerinden birine ev sahipliği yapıyor. Şehrin merkezindeki Alster Gölü kıyısındaki Fairmont Oteli, dünyanın sayılı otelleri arasında. 1897'de kurulan otel gelecek yıl 120. yaşgününü kutlayacak. Lüks ve geleneği biraraya getiren otelin mottosu "Anları, anılara dönüştürmek." İhtişamı ve servis kalitesiyle nam salan otelin 2 Michelin yıldızlı bir restoranı var. Otel, Hamburg'un sembolü. Servis ve güleryüzde sınır tanımayan Fairmont zincirlerinin son halkası Fairmont Quasar İstanbul 2017 başında ülkemizde de hizmete girecek. Fairmont İstanbul'un genç ve dinamik Genel Müdürü Kai Winkler için "hepimizden daha Türk olan bir Alman" desek yerinde olur. Daha önce Türkiye'de üst düzey otellerin müdürlüğünü yapmış Kai'nin katacağı enerji ile Fairmont Quasar İstanbul'un kısa sürede en gözde oteli olacaktır.Lüks ve geleneği biraraya getiren otelin mottosu "Anları, anılara dönüştürmek.""Red Light"in Alman versiyonuSt. Pauli semtindeki Reeperbahn Caddesi Almanya'nın gece hayatının kalbinin attığı yer (Bizdeki Beyoğlu gibi). Barlar ve gece klüpleri tıklım tıkış. Amsterdam'daki Red Light District'tekine benzer bir sokağı da var. Ama sadece erkekler girebiliyor. Kadınların girmesi yasak. Caddede olay çıkmaması için polis kaynıyor. Ayrıca burada cam şişeyle gezmek de yasak, olay esnasında yaralanmaları engellemek için plastik bardakla girilebiliyor.Burasının bir başka önemi de efsanevi Beatles grubunun ilk keşfedildiği yer olması. Grubun adının verildiği bir meydan ve anıt var.Balık pazarında kahvaltı keyfiHamburg'ta eskiden pazar sabahları limana yanaşan balıkçı teknelerini yerel halk çoşkuyla karşılar, hal tezgahları üzerine kurulan ızgaralarda sosisler, balıklar kızartılır, insanlar bira içip müzikler eşliğinde yiyip, içip eğlenirmiş. Artık balıkçı tekneleri limana kadar giremiyor, ama Fischmarkt'teki bu gelenek halen sürüyor. Pazarları 70 bin turist buraya akıyor. Sabah uykunuzdan feragat edip, saat 05.00-06.00’da kalkıp balık haline giderseniz, emin olun pişman olmazsınız. Sabahın o saatinde bölgenin kendine özgü acımtırak birası Jever'i içerek kahvaltı yapmak bize göre değilse de, taze balık ekmek, sosis ve her telden çalan canlı müzikle güne başlamak, onlarca turistin arasında gezinmek, yaşama sevinci, enerjisi her şeye değer.Dali, Magritte, Ernst, Miro sergisiAlter Gölü'nün kıyısındaki Hamburger Kunsthalle sanat sarayı şu an, birçoğu yurtdışına hiç çıkmamış, Surrealist ressamların 1920'lerden itibaren çizmeye başladığı 180 parçadan oluşan eserini ağırlıyor. Dünya çapında ikonik eserler olarak kabul edilen Dali'nin tasarladığı Mae West'in Dudak Koltuğu, yine İspanyol ressamın İstakoz Telefonu, 4 metrelik katlanan tablosu şu an sergileniyor. Bir benzeri şu an Paris'te de sergilenen Belçikalı Rene Magritte'in eserleri, İspanyol ressam Joan Miro, Pablo Picasso ve Max Ernst'in tabloları Ocak ayına kadar Hamburg'ta bu sergide gezilebilir.