Bu aşk burada biterve ben çekip giderimYüreğimde bir çocukcebimde bir revolverBu aşk burada biteriyi günler sevgilimVe ben çekip giderimbir nehir akıp giderPera Palas Oteli’nin ihtişamlı lobisindeyiz. Art-nouveau, neo-klasik ve oryantalist tarzın harikulade karışımı salonda, kadife divanlardan birindeyiz, meslektaşım Burak Kara ve fotoğrafçımız Barış Acarlı ile... Etrafta kimsecikler yok. Ne Avrupalı turistler, ne Arap zenginler, ne de Türk elitler. Sadece karşımdaki berjerde bir adam var. 75 yaşında ama 60’larında gösteriyor, dinç ve sağlam yapıda. Dünyayı okuyan siyah kemik gözlükleri, kalın kara kaşlarının altından bakan duygulu gözleriyle çelişiyor. O, Türkiye’nin yaşayan en önemli şairi Ataol Behramoğlu... Ünü, Türkiye’nin sınırlarının çok ötesinde. Rus diline ve edebiyatına, Fransızca’ya, İngilizce’ye hakimiyeti ile şiirlerini her ülkeden kitlelere sevdirebilmiş bir kişi... Kibir yok, tevazu hakim, şu dizeleri aklımdan geçiyor;İsim nedir ki, bulutlara yazılır geçerYüzüm nedir ki, akarsuya çizilir geçerÖmür nedir ki, kurulur bozulur geçerSevda nedir ki, dokunursun süzülür geçerŞiir nedir ki, sezilir geçer İnsan nedir ki, bir şeylere sevinir üzülür geçer. Usta şair ile yeni kitabı Ne Çok Hain’i konuşmak için buluştuk. Konuştukça yolculuğumuz Anadolu’dan Avrupa’ya, Rus edebiyatından halk edebiyatına, aşka ve topluma uzandı.Mutluyken iyi yazarımŞair ruhlu adam derler ya, tam da öyle biri Behramoğlu; “Aşk beni besler, şiirime ilham verir, âşık da olurum, insan âşık olmadan şiir yazabilir mi hiç? Mutluluk mu, keder mi derseniz, mutluyken daha verimliyim, daha ağır basar mutlu olduğumda yazdıklarım...” “Aşk iki kişiliktir” şiirini okuyorum. Kahvesini, sigaradan derin bir nefes çekermiş gibi keyifle yudumluyor. Daha ilk dizede sözümü kesiyor, “Bu şiiri internetten almışsınız kelimelerin yeri değiştirilmiş, müziğini yitirmiş şiir, doğrusu şöyle” deyiveriyor ve tane tane, kelimelere vura vura, dura dura okumaya başlıyor. O sakin adamdan yükselen davudi ses içimi ürpertiyor.Değişir yönü rüzgarınSolar ansızın yapraklar;Şaşırır yolunu denizde gemiBoşuna bir liman arar;Gülüşü bir yabancınınÇalmıştır senden sevdiğini;İçinde biriken zehirSadece kendini öldürecektir;Ölümdür yaşanan tek başına,Aşk iki kişiliktir.“Şair olmak, yazar olmak gibi bir derdim yoktu benim” diye devam ediyor, “Hukuk da yazdım, tıp da... Ankara Hukuk’a girdim ama benden uzak olduğunu kısa sürede anladım. İngilizcem yeterli olsaydı İngiliz filolojisine girerdim. Dil öğreneyim istedim ve Rus Dili Edebiyatı okudum. Rus filolojisine girmem ne edebidir, ne siyasi. O yıllarda Türkçe’deki kitaplar genelde bilim ve felsefeden bahsediyordu, eskimişti, yeterli değildi. Dedim ki kendime Rus eserlerini Türkçe’ye kazandırayım.” İşte yolculuğu böyle başladı Behramoğlu’nun. Rus dilinden Türkçe’ye Puşkin, Çehov, Gorki, Turgenyev, Lermontov, Babayev’in eserlerini çevirdi. Türk, Bulgar, Rus şiiri antolojileri hazırladı. Rusya tarafından sadece 11 kişiye verilen, Uluslararası Puşkin Liyakat Madalyası ile ödüllendirildi.Ataol Behramoğlu basit, duru yazan biri. “Hayatın hızıyla yaşadık o aşkı / Her şey bir anda başladı, yaşandı ve bitti/ Yan yana gidip de bir süre / Ayrı yönlerde / İki tren gibi...” Bu yalınlık, özenle seçilmiş kelimelerin melodisiyle birleştiğinde vuruyor okuyucuyu. “Toplumcu yazar” olarak tanınıyor. Yıllarca sürgünde yazılar yazmış, dergiler çıkarmış, sevda ile kavga arasında gidip gelmiş, şiirlerine bunlar yansımış. Aragon, Lorca, Neruda’yla tanışmış, Nazım’dan etkilenmiş. “Büyük şairler birbirine benzer. Şiirlerinde birbirlerinden izler taşımalarının bir mahsuru yoktur” diyor.Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyiSevgilin bitkin kalmalı öpülmektenSen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasınaÇünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.Ne kadar ihtişamlı dizeler... Okurken Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair’ini aklıma getiriyor. Behramoğlu belli ki bunu daha önce de duymuş; “Nazım’la ikimizin dokusu çok farklı. Benim bu şiirimin yapısı heyecanlıdır. Yüksek sesle okunmalıdır. Nazım’ınki ise didaktiktir. Alçak sesle okunur. Şiir de esas olan okuma sesidir. Yoksa bir elin on parmağını geçmez temalar, aşk, ölüm, ayrılık, vs. Her şairin kendi sesi vardır, o ses yoksa şair de olmaz zaten. Mesela 1970’li yıllarda bir sabah Paris’te uyandım, ‘Ben Ölürsem Akşamüstü Ölürüm’ şiirini yazdım.Ben ölürsem akşamüstü ölürümŞehre simsiyah bir kar yağarYollar kalbimle örtülürParmaklarımın arasındanGecenin geldiğini görürüm Ben ölürsem akşamüstü ölürümÇocuklar sinemaya giderYüzümü bir çiçeğe gömüpAğlamak gibi isterimDerinden bir tren geçer Çocukluğumun geçtiği Orta Anadolu kasabasındaki bir duyguyu yazdım. Ölen bir adamın, yüzünü çiçeğe gömüp ağlamasından bahsederim, kasaba sıkıntısını anlatırım. Bir metafor vardır, bana ait bir şeydir, kısmen İkinci Yeni ile alakalı...”Çocuklar! diyorum şaire. Çocuklara ne okumalı?Yerinde doğruluyor, söyleyeceklerini dikkatle düşünüyor; - Çocuklara şiir okumanın, öğretmenin önemi büyük. Anadil bilinci, anadil duygusu şiirle kazanılır. ‘İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı’ gibi gösterişsiz bir dizede ‘gözleri kapalı bir şey dinlemek’ kavramı, çocuğun zihnine işler ve o çocuk ana dilini keşfedip sever. İyi şairleri çocuklarımıza okutmak ve sevdirmek lazım (Rusça bir şeyler mırıldanıyor, sonra yüksek sesle Türkçe’ye çeviriyor); Seviyorum sizi ve bu aşk belki /İçimde sönmedi bütünüyle; / Fakat üzmesin sizi artık bu sevgi;/İstemem üzülmenizi hiçbir şeyle. / Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi, / Kâh ürkeklikle, kâh kıskançlıkla üzgün; / Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki,/ Dilerim bir başkasınca da böyle sevilin. -Rusya’da bu dizeleri sokaktan geçen birine mırıldanın ‘Puşkin’ der ve anında devamını getirir. -Evet, gençler şiir okuyor bizde. Sait Faik’i, Cemal Süreya’yı, Özdemir Asaf’ı, Turgut Uyar’ı biliyorlar, Can Yücel’i başkalarıyla karıştırsalar da okuyorlar ama bir Karacaoğlan’ı bilmiyorlar. Üniversite söyleşilerine gidiyorum ‘Karacaoğlan’ diyorum, yüzüme bakıyor gençler...İncecikten bir kar yağarTozar Elif Elif diye Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif diye ...İliklemiş düğmelerin Çözer Elif Elif diye -Karacaoğlan okuyan çocuktan bir zarar gelmez insanlığa. Örneğin çocuklarımız; Gün olur, alır başımı giderim / Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda / Şu ada senin, bu ada benim / Yelkovan kuşlarının peşi sıra.. okusalar Orhan Veli’den ya da yine aynı şairin; Uyandım baktım ki bir sabah, / Güneş vurmuş içime / Kuşlara yapraklara dönmüşüm / Pır pır eder durur, bahar rüzgarında dizelerine, oradan Nazım’ın Davet şiirine geçseler; Dörtnala gelip Uzak Asya’dan /Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / Bu memleket, bizim. / Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / Ve ipek bir halıya benzeyen toprak, / Bu cehennem, bu cennet bizim. İşte bunları 5 yaşındaki çocuklar bile anlar, dil güzelliğini sezer. Büyüklere üç yabancı şair tavsiye edin desem kimi seçersiniz? -(Pablo) Neruda’yı mutlaka okumalıdırlar. Lorca’yı da (İspanyol) okuyun lirik bir şair ve bir de Brecht’i (Alman) okumalarını öneririm özelikle de gençlerin. Brecht ayrı bir ufuktur. Türk şairlerin ise hepsi birbirinden güzeldir. Peki ya edebiyatta? -19’uncu yüzyıl Rus edebiyatı hepsine fark atar. Kendine özgü bir fenomendir. Fransız edebiyatı tabii büyük. Ancak Rus edebiyatındaki heyecan, hümanizm ve toplumsal adaletsizliğe karşı arayışlar çok daha güçlü. 1917 Devrimi’nin Rusya’da olması da bu edebiyatın eseridir. Üstad bir de ‘Şiir bitti’ tartışması var. 50’lerin 60’ların romantik kadını kalmadı mı? -Güneycim sen kadınları hiç tanımıyorsun herhalde. Olmaz mı, daniskası var şimdi. Şiirin gücü yerinde. 5 okurdan dördü kadın, ikisi muhafazakar kesim. Gençler şiiri sosyal medyada keşfediyor.Kimi şiiri tercüme eder, kimi yeniden yazar, ne düşünüyorsunuz? -Şiir çevirisi, sadece uygun kelimeleri tercüme etmek değil, bir yapının çevrilmesidir. Nedir o yapı? Müziği de içeren bir yapının çevrilmesidir. ‘Değişir rüzgarın yönü’ ya da ‘Değişir yönü rüzgarın...’ İşte burada özneyi sona alınca akış birden farklılaşıyor. Bir şiiri çeviren kişi hem çevirdiği dili, hem de kendi dilini iyi bilmelidir. İster istemez bir uyarlama vardır, dillerin sesleri farklıdır. Benim tek bir dörtlüğü çevirmek için 4-5 gün harcadığım olur. Bence şiiri çeviren kişinin içinden kattığı bir şeyler de olmalı. Örneğin Sabahattin Eyüboğlu’nun Charles Baudelaire’den çevirdiği İçe Kapanış şiirinin çevirisi; orijinalinden iyidir;Derdim; yeter, sakin ol, dinlen biraz artık; / Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam; / Siyah örtülere sardı şehri karanlık; / Kimine huzur iner gökten, kimine gam Türkçe’de sözcük sayısı maalesef İngilizce’ye göre daha az. Zaman zaman folklörden sözcükler kullanıyoruz zenginleştirmek için ama İngilizce’de her zaman daha fazla sözcük kullanılıyor. Uyak tutturmada Türkçe sıkıntı yapıyor, biz de çevirilerde, sesli harflerin tekrarına başvuruyoruz.”Ve sözü Ne Çok Hain kitabına getiriyorum. -Lorca’yı da gördüm Aragon’u da. Şiirle kitleleri uyandırmak istedim ve bunu yaptım. Şairliğimle kişisel hayatım, düşüncelerim arasında bir çelişki olmadı. Yazdıklarım, yaşadığım ve düşündüklerimdi. Ben, toplumsal konulu şiirlerimi ‘Toplumsal konulu şiirler yazmalıyım’ diyerek yazmadım. ‘Yıkılma Sakın’ı Malazgirt’te cezaevinde yazdım. ‘Bir Gün Mutlaka’ şiirimde ‘Bugün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra” derken bir saf söz, aşk var, devrim var bu dizede... Yaşadığım şeyler bunlar.-Yazı yazmaya oturdum bir gün. Yazıyorum bir işe yaramıyor aynı şeyleri tekrar edip duruyorum, içinden geleni yaz, dedim, kendi kendime ve köşe yazımı şiire döktüm. Aynı Tevfik Fikret gibi, aynı Namık Kemal gibi. Bugün öyle dörtlükleri var ki onların şimşek gibi. Yüz tane makale yazsalar, hiçbir etkisi olmazdı şiirleri kadar.Zâlim olsa ne rütbe bî-perva, Yine bünyâd-ı zulmü biz yıkarız; Merkez-i hâke atsalar bizi Küre-i arzı patlatır çıkarız! (Zâlim ne kadar pervasız olursa olsun / Yine zulmün temelini biz yıkarız; / Yerin dibine de atsalar bizi, / Yer küresini patlatır çıkarız!) Namık Kemal -2012’nin 12 Ocak günüydü... Ortaya “Kara bir rüzgardı” şiiri çıktı. Ve karar verdim siyasi köşe yazılarımdan bir şiir kitabı yapmayı. Daha önce yazdığım şiirler kendiliğinden dökülüveriyordu kalemimden, hepsi lirik, organikti. Yeni kitabım Türkiye’de bir ilk. Epik ve toplumcu şiirler var burada, yazıyla yüzlerce sayfa yazdığım siyasi düşüncelerimi şiirle anlattım. Hepsinin ayrı bir estetiği var.”Kara bir rüzgardı üstünde bir yurdunKara bir vicdan, kapkara. Esip durdu hışım gibi, taun gibi; Akla düşman, aydınlığa. Bu yaşa geldiniz “Hayatta elimden geleni yaptım” diyebiliyor musunuz?Ellerini çenesinde kavuşturuyor, kafasını öne eğip uzun bir düşünüşten sonra, “Evet yaptım, içim rahat. Bu kitap da (Ne Çok Hain) ülkemde yaşananlara sessiz kalmadığımın kanıtı” diyerek imzalıyor. Sonra saatine bakıp ayağa fırlıyor, “Piyano dersime geç kalıyorum çocuklar!” Piyano mu? “Evet 75’inde piyanoya başladım. Salonun köşesini işgal eden koca bir aygıtın yanından, bir ömür çalmadan göçüp gitmeyi kendime yakıştıramadım.” Elini saygıyla sıkıyorum. O an koltuğunun altında ince bir kitap dikkatimi çekiyor, “Fizik Üzerine Yedi Kısa Ders” yazılı, İtalyan bilim adamı Carlo Rovelli’ye ait. Işık ve zamanın uzayda nasıl eğilip büküldüğünü anlatan benim de severek okuduğum bir kitap. Nedir o? gibilerinden başımla işaret ediyorum. “Aa o mu, vapur metro kitabım... Mutlu olmak için sadece şiir felsefe değil, bilimsel metinler de okuyacaksın ki, duygusal kimliğin de aklın da gelişsin. Görüşmek üzere…” Kasketiyle kibarca selam vererek çıkıp gidiyor.
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, lüzumsuz olan her ne varsa; o bizim için elzem oluyor. (Oscar Wilde) Yılbaşı demek hediye demek. En çok arzu edilen nesneyse cep telefonları. Eş dost bana soruyor, yurtdışına giden var mı, sipariş versek getirirler mi?Oğlumun elinde bir telefon, gözü hep orada. Televizyonda güzel bir sahne... “Bu aktör kim biliyor musun” diye izaha girişiyorum ki, beyefendi YouTube’ta, kafasını bile kaldırmadan “ya baba ya” diye tepki koyuyor. Evde bir film açıyorsun, ailece keyif yapalım istiyorsun. Bir bakıyorsun yan gözle eşin, cep’e dalmış çoktan sosyal medyada. Televizyon, kahvaltı, akşam yemeği fark etmiyor, ailenizle cismen birliktesiniz, ruhen değil, bir eliniz cepte.Bacanakla yelken öğreniyoruz Kalamış’ta. Hafta sonları erkenden gelip evden alıyor, zırt diye E-5’e bağlanıyoruz. Bakıyorum cep telefonu cama monte edilmiş navigasyon açık. Yani öyle “trafik var mı, yok mu” maksadıyla değil bizimkisi. Bildiğiniz Fenerbahçe Stadı’na 1’inci köprü üzerinden navigasyonla gidiyoruz birader. Sağa dön, sola dön komutlarıyla. Dönüşümüz de aynı, eve kadar komutla. “Ya Halil” diyorum “kapa şunu”, vallahi de kapatırken eli zor gidiyor sanki kaybolacağız E-5’te! Yelken dersindeyiz. Bir arkadaşımız, 15 yaşındaki genç kızını da getirmiş, “Merakı var görsün, havasını koklasın” hesabı. Ne merakı kardeşim yok merak falan. Denizde 3 saat boyunca kızcağız gözünü telefondan ayırmıyor ki! Ne Boğaz, ne yelken, ne deniz... Güvertede olup bitenle alakası yok.Upgrade değil, downgrade edin!İşte yılın bu son günü, sizler telefonlarınızı “upgrade” edip, bellekte yer açmakla uğraşırken, günün yarısını fotoları iCloud’da mı saklayayım, hafızada mı diye geçirirken, ben de tüm bunlar gerekli mi? diye sormak istedim.Diyorum ki bari yılın ilk haftası, bir kez olsun telefonunuzdan uzaklaşın da çevrenize şöyle bir bakının. Sabah ‘şu saatte kalkacağım’ deyin, cepten alarm kurmayın, kalkın, kalkarsınız. “Hava yağmurlu mu? diye AccuWeather’a değil, pencereden dışarı bakın, yüzünüz aydınlansın. Gideceğiniz adresi, güzergahı kafanıza not edin, merak etmeyin kaybolmazsınız. ‘Siri’ uyarmadı diye toplantı kaçırmazsınız, kendinize güvenin. Küçük bir ajanda, bir kalem edinin benim yaptığım gibi. Göreceksiniz daha planlı, organize, mutlu bir kişi haline geleceksiniz.Her anınızı fotoğraflamak size güzel hatıralar mı kazandırıyor yoksa anılarınızı mahv mı ediyor, hiç düşündünüz mü? Geçen hafta bir konserdeydim. Sanatçı en güzel şarkısına başladığında, ben dahil herkes cep’ten kayda başladı. Salon stadyum gibi ışıl ışıl oldu. Kamera ile kadını sahnede takip etmekte bir hayli zorlandım, ileri geri zoom yaparak, pür dikkat ekrana kilitlendim. Şarkı bitti, başarıyla kayıt yaptım. Ee noldu? Önümde canlı performans varken, konserin en güzel şarkısını mavi ekrandaki kötü görüntüye bakarak takip etmiş oldum. Halbuki sanatçı sahnede o an döktürüyordu sesiyle, hareketleriyle, mimikleriyle. Bense bu en romantik anları hafızama değil, cep’e kaydettim.Sizce de öyle değil mi? Hayvanat bahçesinde çocuğunuz zürafayı beslerken çekmek isteyip “yok yan baktın, yok güldün yok gözün kapalı çıktı” derken hem sinir olup, hem de o güzel anı kaçırdığınız olmuyor mu? Ya da Boğaz’da dalıp çıkan yunusları izlemek yerine, kameranıza sarılıp onları yalap şap kaydetmeyi niye tercih ediyorsunuz ki?Cep’ten çekilen hangi kare, hafızama babaannemin Yedikule’deki evi, çökük avurtları, damar damar elleri kadar yer edebilir ki. Dedemin fötr şapkasıyla Sultanhamam’da esnafı selamlarkenki halini, anneannemin Edirne’de parizyen şapkası kürk yakalı mantosuyla arnavut kaldırımını çıkışını, 5 yaşındaki kardeşimin Kumburgaz’da ıslak kırmızı bikinisi, badem göbeği, su dolu kovasıyla ayacıkları yanarak kumdaki koşusunu bana hangi fotoğraf verebilir ki? Bunları hafızama fotoğrafladım ben.Anılarınızı arşivlemek isterken, durup o anın keyfini çıkarmayı unutmayın. Bir ajanda edinin, o anları, o sözleri, o şiirleri, gördüklerinizi not alın. Göreceksiniz cep telefonundan daha iyi olacak. Şili’li şair Pablo Neruda ‘nın dizeleriyle sizi baş başa bırakıyorum. İyi seneler!Ağır ağır ölürler, seyahat etmeyenler,Ağır ağır ölürler, okumayanlar,müzik dinlemeyenlerVicdanında hoş görü barındırmayanlar...Ağır ağır ölürler, alışkanlıklarına esir olanlar,Her gün aynı yolları yürüyenler,Ufuklarını genişletmeyen, değiştirmeyenler...Ağır ağır ölürler, aşkta bedbaht olup yön değiştirmeyenler.Rüyalarını gerçekleştirmek içinrisk almayanlar,Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmayanlar. Ağır ağır ölürler.
Ben gülüşüne öldüm;O ölüşüme güldü.Farklıydık işte...(Özdemir Asaf)İnsana gülmek yakışır, doğrudur da... Çünkü doğada sadece insana özgüdür gülmek. Sadece insan, gülerek, güldürerek onlarca, binlerce kişinin kalbini fethedebilir. İnsan gülebildiği kadar insandır (Moliere). Espri yeteneği olanlara bir bakın. Çevresinde sevilen, onay gören popüler kişiler olduğunu fark edeceksiniz. Liderler, patronlar; fıkra anlatan, güldüren, esprili kimselerdir. Çünkü espri, karşındaki ile empati kurma, onun neye gülüp gülmeyeceğini anlamaktır. Ben ne zaman matrak birine rastlasam, onun zeki olduğunu kavrarım. Gülmek en çok kadına yakışır. Ruhumuza işler. O gülüşü, tek bir fotoğrafı, ta uzaklardan içimizi ısıtır ya da ayrıysak, bıçak gibi saplanır, her gün öldürür. Usta şair Ümit Yaşar Oğuzcan haksız mı şu dizilerinde;“Ben senin en çokgülüşünü sevdimSevindiren, içindeumut çiçekleri açtıranUnutturur bana birdenacıları, güçlükleriDünyam aydınlanırsen güldüğün zaman”Erkeğe sorsanız “Eğlenceli, komik bir kadına aşık olmak isterim” der. Aslında yalandır. Erkek için bir lükstür bu, gereklilik değil. Erkek kendisini güldüren bir kadın aramaz ki. Anlattıklarına gülen bir kadını arzular. Çünkü o zaman kadının kalbine giden kapıyı aralamıştır. Ve kahkaha, iki insan arasındaki en yakın mesafedir. Ahh biz erkekler! Daha o dakika tanıştığımız birine ya da ortamdaki tüm dişileri etkilemek uğruna sabaha kadar komiklik yapıp, erotik fıkralar anlatabiliriz.Halbuki kadınlar öyle mi? Kahkahalar atan kadının masadakileri etkilemeye çalıştığı düşünülür. Bu doğru değildir. Kadın, bu şekilde erkekleri etkilemeyi hiç düşünmez. O, birkaç hamle ilerisini hesaplar. Evrimsel dürtüleri ona; çocuklarına kaliteli genler aktarabilecek, ailesine şefkat gösterecek, eve bakacak, ‘akıllı’ bir eşle birlikte olmasını söyler. Bu yüzden, gülücük saçma konusunda seçici davranır. Ancak güvende hissettiği bir erkeğin karşısında esprili rahat havasına bürünür, kahkahasını ondan esirgemez. Cundalı kadın şairimiz Pelin Onay ne de güzel ifade etmiş;Bir nefeslik sigaraysa gülüşlerimiz,İçine çek, söndüğünde yakmaya geldim.Erkeklerin en komik olduğu zaman, ortamda kadınların olduğu zamanlarken; kadınların en güldüğü, en açık saçık konuştuğu anlarsa kız kıza oldukları, erkeklerin etrafta olmadığı anlardır.Ama en nihayetinde kadınlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanır. Hiç şüphesiz, yeni tanışan bir çiftin birbiriyle uyuşup uyuşmayacağını, kadının gülüşünden anlayabiliriz. Erkeğin kahkahalar atmasının hiçbir anlamı yoktur, hatta salak gibi görünür, ama kadın masada ne kadar sık gülüyor, kahkaha atıyorsa o ilişkinin şansı o kadar fazladır. Kadınlar için “komik erkek”, aranan özellikler listesinin ilk sırasında gelir. Erkek için bu, listede üçüncü sıradadır. (İlk ikisi bende kalsın)Bilinçaltımızdaki kadın“Gülüşleri dolunay, öpüşleri sarmaşık” (Nihat Behram). Erkek milleti, sevdiği kadını güldürmeyi sever, kahkahaları ona ilham, hayat verir. Ama nedense çok esprili, çok eğlenceli kadınlar erkeğe diğerlerinden daha çekici gelmez. Hatta ters bile tepebilir. (Piyasada neden hiç kadın standup’çı yok sanıyorsunuz.) Onun yerine komik olmayan güzel bir kadını tercih etme eğilimindedir. Yarım akıllı (ortalama) bir erkek; espritüel kadınları kendinden üstün bulur, onlara karşı mesafelidir. Sanırım bilinç altımızda “Bu kadın beni parmağında oynatır, zekamı zekasıyla alt eder” korkusu var. O yüzden biz erkekler, genelde entelektüel olarak bizi aşan eğlenceli kadınlardan uzak dururuz.Ve son bir şey, kadınların nefret ettikleri kişiler karşısında gülücük saçarak duygularını gizleyebiliyor gerçeğidir. “Acıya kahkaha atabilmek bir sanatsa eğer, ben çok pahalı bir tabloyum” demiş ABD’li yazar Charles Bukowski.Herhalde bu sözü kadınlar için söylemiş. Çünkü sadece kadınlar; patrondu, sevgiliydi, kayınvalideydi, işlerine gelecek ortamlara girebilme, kendilerini sevdirebilme, stratejik ortaklıklara sahte gülücüklerle yelken açabilme kabiliyetine sahipken, erkek milleti bu tür tiyatroyu oldum olası beceremez, yüzüne gözüne bulaştırır.Geçmişe sünger çekip, yeni umutlarla, gülerek yılın bu son günlerine girelim. Unutmayalım ki, ağlamak köleliğin, gülmek özgürlüğün ifadesidir. Gülmeyen, gülemeyen insanlardan oluşan bir toplum cenneti kaybetmiştir.
Bedri Rahmi’nin Cücüklü Soğan şiirini bilirsiniz: “Mudurnu’nun Alagöz nahiyesinden Durmuş’a büyük ikramiye vurmuş. Paranı nideceksin? demişler. Bundan böyle, her Allah’ın günü soğanın cücüğünü yicem, cücüğünü!” demiş.Fakir, zengine göre çok daha mutludur. Çünkü bir insan, istemeyi aklından bile geçirmediği malların yokluğunu hissedebilir mi? Onlar olmadan da pek ala hoşnuttur. Soğanın cücüğü dünyanın en şımarık isteğidir. Ama ondan yüzlerce kat şeye sahip olan bir başkası, istediği şeyden yoksun kalınca kendini nasıl da mutsuz hisseder. Bu açıdan, herkesin ulaşılması olanaklı bir ufku vardır. Bu ufkun içindeki bir nesneye ulaşabileceğini düşünüyorsa o kişi mutlu olur, ama ortaya çıkan zorluklar bu nesneye gölge düşürüyorsa kişi mutsuzdur. Ufkunun dışında kalanların ise, kişi üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Bu yüzden zenginlerin mülkleri, pahalı oyuncakları, servetlerini ne şekilde kazandıkları, milyarlık yolsuzlukları, fakiri huzursuz etmez. Çünkü onun dünyasında yoktur bunlar.Fakirin cesaretiAlman düşünür Schopenhauer, “Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar” (İş Bankası Yayınları) kitabında tam da buna değiniyor. Doğuştan zengin olmayan ama yetenekleri sayesinde çok para kazanabilen insanlar, çoğu zaman yeteneklerinin kalıcı sermaye, kazandıklarının ise bunun faizi olduğu düşüncesine kapılırlar. Bu yüzden kazançlarının bir bölümünü, kalıcı bir sermaye oluşturmak amacıyla bir kenara ayırmak yerine, harcama yoluna giderler, sonuçta yoksulluğa düşerler. Çünkü yetenekleri, değişen piyasa koşulları ya da siyasi konjektürde bir süre sonra işlevini yitirir. Ancak dikkat edin bu insanlarda olağanüstü bir girişimcilik ruhu vardır. Kısmen yazgıya, kısmen de kendilerini açlık ve yoksulluktan kurtaran o yeteneklerine duydukları özgüven sayesinde, dibe vurduklarında yeniden yükseleceklerini düşünürler.Buna karşılık miras yoluyla rahat geçinebilenler, en azından neyin sermaye neyin faiz olduğunu doğru bilirler. Sermayeden yemez, tıkanmalarla başa çıkabilmek için kârın bir kısmını kenara ayırırlar. Bu yüzden de refahlarını korurlar. Ama tüccarlar için aynısını söyleyemeyiz. Çünkü para, onların gelecekteki kazancının aracıdır, adeta iş aletidir, bu yüzden tüm kazançlarını, daha çok borca girmeyi göze alarak yeni mecralara yatırırlar.Ya tüketim? Genelde açlık ve yoksullukla boğuşmuş dar gelirli kesim, bunları kulaktan dolma bilen orta ve üst gelirli kesime göre tüketime çok daha meyillidir. Şaşırdıysanız, evden işe her gün tıklım tıkış otobüsle seyahat ederken; cebinden son model telefonu eksik etmeyen insanlara bir bakın. Yoksulluktan refaha hızla ulaşan dar gelirli birinin, parayı ilk bulduğunda neler aldığını gözlemleyin. Futbolcuları mesela. Villalar, gösterişli arabalar, 4x4’ler, araziler, altın takılar. Yoksulun hayali; tüm aileyi tek çatıda toplayan, ataerkil, hizmetçili, gürültü patırtının eksik olmadığı ‘Asmalı Konak’ versiyonu hayatlardır.Yoksul bir ailede doğan bir kişi için, yaşadığı yoksulluk doğal bir durum, daha sonra ulaştığı zenginlik ise tadını çıkarmaya, saçıp savurmaya yarayan bir şey olarak görünür. Zenginlik yok olduğunda, yine eskisi gibi onsuz yaşanır ve bir dertten kurtulmuş olunur.Zenginin korkusuBuna karşılık orta halli ya da aileden varlıklı doğmuş biri istisnasız biçimde ekonomik davranır. Bunun gerçek nedeni, bu zenginliğin solunan hava kadar değerli bir şey olarak görünmesidir. Bu yüzden o kişi, zenginliğe de yaşamına gösterdiği özeni gösterir, zenginliği kaybetme lüksü yoktur, düzeni sever, dikkatli, tutumlu hatta cimri davranır. Basit, kavgasız, sade bir hayatı arzular. O kişi için zengin bir hayatın anlamı evler arabalar değil; bir şort bir tişörtle dünyayı gezmek, yeni lezzetler keşfetmek, evden işe ezilmeden bisikletle gidebilmek, hobileriyle haşır neşir olabilmek, parklarda koşup oynayabilmektir.Aynı şekilde; evlenirken zengin bir çeyiz getiren ya da aileden görmüş bir kadının, parayı daha sağduyulu bir biçimde harcadığına tanık oluruz. O kadın, birikimin korunmasına yönelik büyük bir gayreti, kalıtımsal bir dürtüyü de beraberinde getirir. Buna karşılık ancak evlendikten sonra eline büyük paralar geçen bir kadın ise harcamayı öyle sever ki, onu büyük bir savurganlıkla tüketir.Belki doğru, belki yanlış, belki katılmıyorsunuz, bilemiyorum. Özdemir Asaf’ın dediği gibi “Günümüzde zengin az var, ama paralı çok çok var.” Siz hangisisiniz?
Bu yılın teknoloji Oscar’ı, insanlığın geleceğini sonsuza kadar değiştirecek bir genetik mühendislik yöntemine ait. Genlerle oynamayı çocuk oyuncağı haline getiren yeni yöntemle, hastalıkların, yaşlılığın ortadan kalktığı, süper insanların dolaştığı geleceğe hazır olun.Hadi 1980’lerin başına ışınlanalım. Çok değil 20 yıl sonra bilgisayarın, televizyonun, telefonun katlanıp cebe gireceğini, borsa, alışveriş, bankacılık, TV, telefon konuşmaları dahil her işlemin avuç içi kadar süper bilgisayardan yapılacağını, tek tuşla sevdiklerimize mesaj yollanabileceğini söylesem inanır mıydınız? Milyarlarca insanın İnternet denen bir ağ üzerinden birbirine bağlanacağını öne sürsem, ne derdiniz? Bunların hepsi bilim kurguydu ama gerçek oldu.Şimdi de genetik mühendisliğinde benzer bir devrimin başındayız. Normal algısını sonsuza dek değiştirecek yeni bir buluştan söz etmek istiyorum, “2017’ye damga vuran teknolojileri” aradığımda en yukarıda çıkan, okudukça başımı döndüren bir teknolojiden... Bunun adı Crispr (Krispi) yöntemi.DNA molekülü, insanın“kullanma kılavuzu”Konuyu biraz geriden alarak anlatayım. Şöyle ki;- Dünyadaki her canlının hücresinde DNA adı verdiğimiz bir molekül var. Bu DNA molekülü her insanda farklı ve her insana farklı fiziksel/ruhsal özellikler veren genleri taşıyor.- Anne babadan gelen farklı iki DNA’nın, çocukta birleşip kaynaşmasıyla oluşan yeni DNA’yı basitçe insanın “kullanma kılavuzu” gibi düşünebilirsiniz. Ne kadar uzun, ne kadar akıllı, ne renk gözlü vs. olacağımız hep bu “kullanma kılavuzunda” yazılı. Orada yazanlara göre büyüyüp şekilleniyoruz. “Kullanma kılavuzunda” hatalı, atlanmış, silinmiş yerler varsa, bu hatalar doğum sonrası bizde de baş gösteriyor. Kiminde alerji, renk körlüğü gibi basit şekilde; kimindeyse kalp kas yetmezliği gibi ölümcül hastalıklar şeklinde görülebiliyor.- DNA’mız hayat boyu çevresel koşullar nedeniyle yıpranabiliyor, yiyip içtiklerimiz, hava kirliliği, mikropların istilası, yaşlılık gibi faktörler nedeniyle değişikliğe, kırılmaya, bozulmaya uğrayabiliyor. Bu da “kullanma kılavuzunda” değişiklik anlamına geliyor ki, o değiştikçe bizde de sorunlar, ölümcül hastalıklar peyda oluyor.Çevremiz bize faydalı genetik ürünlerle doluGenetik bilimi onlarca yıldır, DNA’yı anlamaya, hangi bölümünün canlılarda ne tür fiziksel ya da metabolizmal faaliyete yol açtığını bulmaya çalışıyor. Bunun içinse canlı DNA’sını keserek, ekleme çıkarma, düzeltmeler yaparak deneme-yanılmayla genetik müdahalelerde bulunuyor. 1974’te doğan ilk genetiği değiştirilmiş fareden bugüne, küçük adımlarla da olsa, bugün hayat kurtaran onlarca ticari ürünü, genetik mühendisliğe borçluyuz. Pıhtılaşma serumları, büyüme hormonları, insülin, GDO’lu dediğimiz ama özünde milyonlarca insanı ucuza doyuran gıdalar, tüysüz tavuklar, süper kaslı inekler, çok hızlı büyüyen somon balıkları, petrol atığını yiyebilen mikroplar ya da salt keyif için bugün akvaryumlarımızı 20-30 liraya süsleyen gece floransan saçan balıklar genetik ürünlerden bazıları..Ancak DNA’ya müdahale etmek, hem pahalı, hem karmaşık, hem de çok uzun zaman alan bir süreçti. Ayrıca canlı insan DNA’sındaki çalışmalar da çok sınırlıydı. Ta ki Crispr yöntemi bulunana kadar.Yıllarca süren testler bir gecede biter olduDNA makası diyebileceğimiz Crispr ile, laboratuvarlarda yıllar alan zorlu çalışma süreçleri birkaç haftaya indi. İnsanlar evinde bile DNA kesip, yapıştırır oldu. Maliyetler tek gecede yüzde 99 düştü. Crispr ile DNA’lar, insanınki de dahil, istenildiği yerden kesiliyor, hatalar düzeltilebiliyor, DNA’ya yeni genetik özellikler kolayca eklenebiliyor. Bu, şu demek: Her türlü hastalığın yok olması, sipariş bebekler ve sonsuz gençlik! İnsanlığı sonsuza kadar değiştirebilecek potansiyele artık sahibiz..Genetik mühendisliğin eski tekniği ‘harita’ ile yol bulmak gibiyse, crispr tekniği “GPS” kullanmak gibi. Genetik mühendisliğin eski tekniği DNA’daki yanlışları “silgi ile silmek” gibiyse, crispr yöntemi “tipeks” ile düzeltmek gibi. Kusursuz, ucuz ve kolay olmasının yanı sıra crispr, yaşayan (mikrop, bitki, hayvan, insan) her türlü hücreyi düzenleme imkanı sunuyor. Crispr yöntemi ilk 2016’da denenmeye başlandı ama yol açtığı devrim bu yıl çok daha iyi anlaşıldı. Amerikan FDA onayladı ve ilk kanser aşısı çıktı- Örneğin insan DNA’sının içerisine saklanarak, bizi öldüren tüm virüsler bu yöntemle yok edilebiliyor. 2016’da HIV vürüsü üzerinde ilk kez denendi. Üç farklı hayvan türünde yapılan deneylerde, Crispr yöntemi ile enfekte genler düzeltilerek yerine konuldu. HIV’li hücreler, yüzde 99 oranında enfeksiyondan arındı. - Crispr, kanseri de yendi. Bağışıklık sistemi hücrelerini değiştirerek onları daha iyi birer kanser avcısı haline getirdi. Amerikan İlaç ve Gıda Dairesi (FDA) tarihinde ilk kez bir kanser aşısını onayladı. Bu aşı sayesinde ABD eski Başkanı Jimmy Carter iyileşti. Aşının özelliği, tümör hücrelerini, yerleştiği organa bakmaksızın bulup yok etmesi...- Çinliler de crispr yöntemini kanser hastalarında denemekte gecikmedi. Laboratuvar testleri akciğer kanseri vakalarının tedavi edilebileceğini gösterdi.Bugün doğuştan gelen 3 binin üzerinde kalıtsal hastalık var. Ve bunlar, insan DNA’sındaki sadece bir molekülün (bir harfin) yanlış yerde bulunmasından kaynaklanıyor. Crispr, bu molekülü tek bir çizik ile düzelterek, hastalığa ilelebet son verebiliyor. Bu demektir ki, 10-20 yıla binlerce hastalık tedavi edilebilecek. Crispr yöntemi, anne karnında henüz doğmamış bebeklere rahatça uygulanabiliyor. O zaman ısmarlama bebeklere, süper insanlara kademeli geçişe de hazır olun. İnsan embriyosuna müdahale şu an zaten var. Hamilelikte birçok testten geçiliyor. Bebeğin sağlıklı doğmayacağı, örneğin Down Sendromlu olduğu anlaşılırsa, gebeliğe son veriliyor. Crispr, önceleri aile içinde ölümcül olabilecek kalıtsal bir hastalığı yok etmek için kullanılacak. - Geçtiğimiz aylarda, ABD’li doktorlar, crispr ile anne karnındaki bir bebeğin DNA’sında başarılı bir gen silme operasyonuna imza attı. Her 500 kişi de 1 görülen ve yetişkinlerde ani kalp durmasına yol açan genetik hastalık, daha anne karnındayken bebekten silindi.Artık süper insanırkının önü açıldıSonraları ise keyfi kullanım artacak. Eğer çocuğuna Alzheimer’a karşı bağışıklık kazandıran bir gen aşılayabiliyorsan, neden bunu doğuştan yapmayasın? Bir de buna harika bir görüş yeteneği, renkli gözler ekleyebiliyorsan? Peki boy pos, güçlü kas koyma imkanın da varsa? Gür saçlar ve sıra dışı bir zekaya kim hayır diyebilir! Göreceksiniz 10 yıla kadar tüm bunlar olacak. Hatta klinikler, “1 alana yanında 2 bedava” türünden kampanyalarla dalacak bu işe. Çünkü crispr ile tüm bunların önü açıldı. Süper genlerle doğacak çocuğun özellikleri, ikinci, üçüncü kuşaklara da geçecek. Böylece insan ırkı değişecek. Süper insanların önü açılacak. Örneğin gen nakliyle obeziteye hiç yakalanmayan (metabolizması yağlı yiyecekleri yakıp eriten) bireylerin yanı sıra Mars yolculuğuna dayanıklı ya da başka gezegenlerin koşullarına ayak uydurabilen insanlar da oluşturulabilecek. Bunlar fantezi değil, hepimizin 20-30 yıla ziyadesiyle göreceği gelişmeler. Yaşlanma, yüzlerce yıla yayılan bir süreç olacakCrispr yönteminin bir ucu da “sonsuz gençliği” ilgilendiriyor. Yaşlanmayı durduracağı kesin. Her gün dünya genelinde ölen 150 bin kişinin üçte ikisi yaşlılıktan yaşama veda ediyor. DNA’nın içindeki telomer aşınmaları ve direkt yaşlanmaya yol açan genler bundan sorumlu. Yaşlanmayı durdurabilir hatta tersine çevirebiliriz. Yaşlanmaya bağışıklığı olan hayvanlar var. Istakoz, bazı ağaç türleri, midyeler, hydra bitkisi, deniz anası gibi. Bunların genlerini ödünç alabiliriz ve crispr ile bizdeki yaşlılık genlerini çıkarıp, bunlarla değiştirebiliriz. Bugün yaşayan insanlar gerçek manada anti-aging tedavisinden faydalanan ilk insanoğlu olacak. Şimdiden uyarayım, dönüşüm başladı, son sürat geliyor!Bilgi depolayan bakteriler yapıldıCrispr’nin alanı sadece tıpla sınırlı değil. Bilimadamları bu yıl bir bakterinin içerisinde, fotoğraf ve video saklamayı başardı. Harvard Medical School araştırmacıları, piste koşan bir yarış atının görüntülerini, bakterinin DNA’sına gizlediler. Bakteri çoğalıp, bölünürken bu görüntüler DNA’sında aynen bozulmadan durdu. Daha sonra videoyu, bakterinin diğer nesillerinden geri çıkarıp oynattılar. Böylece, bakteriler ve canlılar içerisinde bizim adımıza bilgi depolanabildiği kanıtlandı. İleride; yağan yağmuru, topraktaki kirlilik ve ilaç miktarını kaydeden, veri depolayan bakteriler üretilebilecek. Aynı şekilde crispr ile iki kat fazla bio yakıt üretebilen deniz yosunları da yapıldı.
Hani şu “Bi cisim yaklaşıyor, komutan Logar” gibi, bilim dünyası da 158 yıl önce tam da bugünlerde, yaklaşan fırtınayı görüyor, bekliyordu.Koyu Protestan doğa bilimcisi İngiliz Charles Darwin’in “Türlerin Kökeni” kitabı, piyasaya çıkmadan çok önce (24 Kasım 1859) konuşulur olmuştu. Yazımı 20 yıl alan eser, Kopernik ve Galileo’nun, kilise üzerindeki tahribatından fazlasını yapacaktı.Kitap “dakka bir gol bir”, Dünya’nın 7 günde yaratıldığını, 4000 yıllık bir geçmişi olduğunu savunan Kilise görüşünü bertaraf etti. Çünkü zaten o yıllara kadar bu konu din bilimi açısından savunulması zor hale gelmişti. Kiliseye göre; var olan tüm hayvanlar Nuh’un gemisine binenlerin soyundandı. Bugün soyu tükenmiş olanlar ise, Büyük Tufan’da yok olmuşlardı. Türlerde bir değişiklik olamazdı. Her tür, ayrı bir yaradılış eylemi sonucu meydana gelmişti.Her kıtada farklı tür nasıl olur!Ama Ağrı Dağı’ndan çok uzaktaki Amerika’da nasıl oluyor da, ara bölgelerin hiç birinde görülmeyen bir sürü hayvan yaşıyordu? Bu hayvanlar o kadar uzağa, üstelik yol üzerinde türlerinin izini (ölüsünü, fosilini) bırakmadan nasıl gidebilmişlerdi? Mesela, adından anlaşılacağı gibi yerinden binbir güçlükle kımıldayan tembel hayvan sloth, Ağrı Dağı’ndan yola çıkıp Güney Amerika’ya nasıl gidebilmişti? Ya kangurular! Neden bütün kangurular, o kadar mesafe kat ederken arkada tek bir çift bile bırakmadan Avustralya’ya göç etmişlerdi.Bir başka güçlük de yeni hayvan türlerinin ortaya çıkışıydı. Nuh’un gemisinde en çok 7 bin canlının barınabileceği hesaplanmıştı. Darwin, kitabını yayınladığında ise bilinen hayvan türü sayısı 1 milyona ulaşmıştı. Eğer her türden iki hayvanın Nuh’un gemisinde bulunduğu düşünülürse geminin oldukça kalabalık olduğuna hükmetmek gerekirdi. Darwin’in kitabı, türlerin Dünya’daki geçmişinin 4-6 bin yıl değil, milyonlarca yıl öncesine dayandığını söylüyordu. (Dünya’nın 4.54 milyar yaşında olduğunu hatırlatayım.)Ama Darwin’i asıl çarmıha geren “evrim” teorisiydi. Bu; hem büyük bir devrim, hem de büyük bir günahtı. Kilise, Galileo’dan beri böyle bir cüret görmemişti. Sıradan insanlar, hatta bilim çevreleri için bile hazmedilmesi zordu.Boynu, sürünün diğer üyelerinden 30-40 santim uzun bir geyik düşünün, (gülmeyin) ve o geyiğin, savananın (bozkır) tek tük ağaçlarının yüksek dallarındaki yapraklara ulaşmak için boynunu esnete esnete, on binlerce yılda zürafaya dönüştüğünü hayal edin. Zor di mi, inanmıyorsunuz.Canlıların, bulundukları yeni ortama uyum sağlamak için, “doğal seçim” yoluyla yeni bir türe dönüştüğü gerçeği, şu gün bile aklınıza yatmıyor. Ama nedense “yapay seçime” inanmakta zorlanmıyorsunuz. Suni döllenme ile oluşturulan yeni kedi köpek cinslerine, laboratuvar harikası bol süt veren ineklere, yün veren koyunlara, hızlı koşan damızlık yarış atlarına, haftalarca çürümeyen GDO’lu domates salatalıklara inanıyorsunuz. Çocuğunuz cinsiyetini seçebiliyorsunuz, isteğe göre ikiz üçüz doğurabiliyorsunuz, yasal olsa zeki, çalışkan, uzun boylu, atletik bebek de yapılabileceğinin gayet farkındasınız. Ama iş, doğanın da bunu taklit edebileceğine gelince kitleniyorsunuz. Kaldı ki fosil örnekleri, bu dönüşümü, ara türleri, açık ve net kanıtlıyor.Hem dindar, hem bilim adamı Darwin, doğada yeni ve karmaşık canlıların kendiliğinden ortaya çıkmadığını, önceki biçimlerden bir dizi değişime uğrayarak türediklerini söylüyor. Çevresini biraz gözlemleyen sıradan biri için bile fark edilebilecek bir tespit. Ama “İnsan maymundan mı geldi” lafı yok mu, işte o zaman ürperiyoruz. İnsanın, canlılar hiyerarşisinde kendinden alt basamaklardaki hayvanlardan türediğini söyleyerek acaba Tanrı’nın iyilikseverliğine hıyanet mi ediyoruz.Gençliğimde bir büyüğümün “İnsan hem Darwinci, hem müslüman olamaz” sözü aklıma geldi. Düşünürken de üniversite yıllarıma, öğrenim gördüğüm Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü laboratuvarlarına gittim. Genetik okuyan birçok arkadaşım hem Darwinci, hem de dindar insanlardı, hala da öyleler. Tesettürlü arkadaşlarımız da vardı. Hepsi Darwin’in delillerine gönülden inanmakla birlikte, dini vecibelerinden de vazgeçmeden, her ikisini maneviyatlarında birleştirmişlerdi.Darwin’in, İncil’deki Yaradılışa kanıt bulmak için başlattığı yolculuk, onu tam zıddı bulgulara getirdi. Ama O, inançlarını gerçeğin önüne koymadı. Kitabı, karanlık çağlardan aydınlığa bir kapı araladı. Bağnazları rahatsız etse de, türlerin değişerek değil, dönüşerek oluştuğunu söyledi. Dünya ona çok şey borçlu.
ABD’de hafta içinde “Uluslararası Dünya Düzdür” konferansı yapıldı. Kuzey Caroline’daki etkinliğe 400 kişi, adam başı 1000 TL ödeyerek katıldı. Örgütün 43 bin mensubu varmış, şaşırmadım az bile.Şimdi sokağa çıkıp “Dünya’nın yuvarlak olduğu NASA uydurmasıymış” desem, üç kişiden biri “Biliyordum zaten” der. Peki insanoğlu Uzay Çağı’nı yaşarken, niye bu boş inanışların peşinden koşuyor?Çünkü gerçek hayattaki felaketler öyle adaletsizce, öyle tutarsız ve kaba şiddetle incitiyor ki bizi, buna isyan ediyoruz. Bizi koruyan ve kollayan biri olmalı, olsun istiyoruz. Bir kurtarıcı çıksın, ruhumuzu beslesin, inanıyoruz. İnanç duvarımızı sarsan her şeye ise kızıyoruz, reddediyoruz. Şöyle ki;Kopernik ile başladıRahip bilim adamı Kopernik (1473-1543), gezegenlerin güneşin çevresinde döndüğünü söylediğinde, Ortaçağ Avrupa’sı ayağa kalktı, kilise tarafından suçlandı. Protestanlığın kurucusu Refwormcu Luther bile, Katolikler’den sert çıkıştı ona; “Halk, göklerin, evrenin, Güneş’in, Ay’ın değil de, Dünya’nın döndüğünü kanıtlamaya çalışan ne idüğü belirsiz bir yıldızcıya kulak veriyor. Bu budala, astronomi bilmini tepetaklak etmek istiyor, ama Kutsal Kitap bize, Jashua’nın Dünya’ya değil, Güneş’e olduğu yerde durmasını buyurduğunu söylüyor” dedi. (Not: Jashua’nın, İsrail-Amor savaşında Rab’bine seslenerek dönmekte olan Güneş’i gün boyu gökyüzünde asılı bırakmasını kast ediyor)Kopernik’in insanın kainatta daha az önemi olduğunu kanıtlamak gibi bir derdi yoktu, bir rahip olarak inanç problemi de yaşamıyordu. Ama gezegenimizin, evrenin merkezi olma durumunu yitirmesi, bu gezegende yaşayanların da önemlerini yitirdiklerini akla getiriyordu.Sonra koyu Protestan Kepler (1571-1630) çıkıverdi. Gezegenlerin Güneş çevresinde dairesel değil, eliptik döndüklerini, gece-gündüzün de Dünya’nın kendi çevresinde dönüşü ile oluştuğunu söyledi. ‘Koyu Protestan’ diyorum çünkü Güneş’in, Kutsal Ruh’un bedeni olduğuna yürekten inanıyordu Kepler.Galileo ve engizisyonBaşka bir rahip olan İtalyan Galileo (1564-1642) ise fizikte dinamik dediğimiz yerçekimi kanunlarını bulmakla kalmadı, teleskopu da ilk o kullandı. Ay yüzeyinde dağlar vardı, daha da korkuncu Güneş’in lekeleri vardı!.. Bu, Tanrı’nın yarattıklarının pürüzsüz ve lekesiz olmadığını göstermeye yönelik iğrenç bir girişimdi. Dünyamızın birçok gezegenden, onların da Güneş’ten daha küçük olduğu hatta Güneş Sistemimiz’in Samanyolu’nun engin sonsuzluğunda minicik bir yer kapladığı ve evrende sayısız Samanyolu olduğu ortaya çıkınca, her şey altüst oldu. Bizim, belki de evrenin amacı olmadığımız düşüncesini akla getirdi. Eğer biz evrenin amacı değilsek, başkası da olamaz, öyleyse evrenin belki de hiçbir amacı yok diye düşünüldü. Engizisyon yargıçları harekete geçti, Galileo’yu 1616 ve 1632’de iki kez yargılayıp müebbete, sonradan ev hapsine mahkum etti. Galileo bu “bilimsel saçmalıkları” reddederek, “bir daha yapmayacağım” diyerek paçayı kurtardı. İlk mahkeme görüldüğünde henüz Giordano Bruno’nun diri diri yakılmasının üzerinden 16 yıl geçtiğini unutmamak gerek. İtalyan gök bilimci Bruno, başka Güneşler ve o Güneşler’in çevresinde dönen başka gezegenler ve dünya dışı hayatlar olduğunu söylediği için kilise tarafından sekiz yıl işkence görmüş ve “kanı akıtılmaksızın eziyet edilerek” ölüm cezasına çarptırılmıştı.Başka gezegenlerde oturanların Nuh’un soyundan gelmeleri veya Kurtarıcı İsa’ca bağışlanabilmeleri söz konusu olabilir miydi? Tıpkı bizde bir hocanın “Mars’ta Kıble’yi nasıl tayin edeceğiz” sorusuna “Mars’a yerleşmek Müslümanlara caiz değil” demesi gibi.Sadece 1450-1550 arasında Almanya’da bilimle uğraştıkları için çoğu diri diri yakılan 100 bin “büyücü” öldürüldü. Fransa ve İngiltere’de de din adamlarının kışkırtmasıyla yapılan cadı avlarındaki ölüm sayısı bundan farksızdı. Son “cadı” İngiltere’de 1682’de, Fransa’da 1718’de yakıldı.1348’de Avrupa’da veba hortladığında, Tanrı’nın öfkesini yatıştırmak için kullanılan yollardan biri de Yahudi öldürmekti. Bavyera’da 12 bin, Erfurt’ta 3 bin, Strasburg’ta 2 bin Yahudi yakıldı. 1760’larda veba ve çiçek aşısı bulunduğu zaman da aynı kilise bu kez aşı yaptırmayı “Göklere, hatta Tanrı’nın sistemine başkaldırma” saydı. Hatta Anglikan kilisesi “Hazreti Eyüb’ün çıbanlarının şeytanın yaptığı aşıdan ileri geldiğine kuşku olmadığını” açıkladı. Fransız Sorbonne Üniversitesi bile dini gerekçelerle çiçek aşısının uygulanmasını yasakladı.Başa dönersek, tarih; Dünya’yı düz ilan edip mürit toplayan ya da benzer boş inançlarla “yolunu bulanlarla” dolu. Onların yolundan gidenlere, Roma’da yakılan Bruno’nun ağzından çıkan şu sözleri hatırlatmak isterim; “Ey ahali! Tanrı, iradesini kullanmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanır.”
Otomatik pilotlu TIR’ımız da piyasada. Yapay zekalı robotlar sanayide tüm hızıyla iş gücünün yerini alırken, endişelenmeli miyiz?ABD’li milyarder işadamı Elon Musk’ın Anıtkabir’den paylaştığı Atatürk’le ilgili sözleri çok konuşuldu. Dahi inovatör ülkesine döner dönmez bombayı patlattı. Tesla otomobillerin sahibi, bu kez elektrikli TIR yaptıklarını açıkladı. 40 dakikalık şarj ile 640 kilometre yol kat edebilen TIR’ların bir başka özelliği de oto pilotla, yani sürücüsüz gidebilmeleri.Bu da demektir ki, 5 yıla kalmaz şoförsüz TIR’ları otobanlarda görüyor olacağız. Zaten Amazon, Apple, Daimler, Tesla, Uber, Ford, Toyota gibi şirketler şoförsüz kamyonlara milyarlarca dolarlık yatırım yapıyor. Bir şeyden eminim; şoförsüz TIR’lar, şoförsüz otomobillerden önce pazarda olacak. Çünkü kolay para bu pazarda. Tedarik zincirinin son halkası olan şoförler, kapitalist dev şirketlerin para kazanmak için en agresif şekilde saldıracağı (kesinti yapacağı) meslekler olacak.Kaza yaparsa ne olacak?Tabii, yapay zekaya sahip robotlarca idare edilen araçların, trafikte gezinmesi etik tartışmaları da beraberinde getirecek. Örneğin robotun kullandığı TIR’ın önüne iki kişi atlarsa, bunlardan biri 5 yaşında çocuk, diğeri 60 yaşında bir kadınsa ve robotun bunlardan birini ezmesi kaçınılmazsa, yapay zeka hangisini tercih edecek? Kadını mı, çocuğu mu? Çoğunluk “Çocuk yaşasın, kadın kaza kurbanı olsun “ diyebilir. Ama bir başkası da çıkıp “Kadın eğitimli, onlarca yılın birikimi, iş deneyimi var, topluma faydası dokunuyor, çocuk kurban olsun” diyebilir. Sonuçta oto pilotun yazılımını yapacak mühendisin ahlaki/etik değerlerine göre kimin “gideceği” şekillenecek, iyi mi?Sanayide 4G’ye, yani yapay zekalı robotların insanların yerini almasına kim ne diyebilir. Zaten bu kaçınılmaz. Yapay zeka olsun mu olmasını mı tartışmalarına gülüyorum. Yapay zeka kaçınılmaz. Çünkü biz insanoğlu bir şeyin nasıl yapıldığını, ancak ve ancak yapıp işleterek öğrenebiliyoruz. Medeniyetin ilerlemesi bunun üzerine kurulu. O yüzden yapay zekayı yapmamız, denememiz, yararını zararını görmemiz şart.Peki bize ne olacak? Sakın beni İngiltere’de 19’uncu yüzyıl başlarında, dokuma tezgahları elektrikli hale gelince sokak isyanı başlatan “Teknoloji düşmanı” işçilerden sanmayın.Hangi meslekler kesin gidici?Japon asıllı fütürist, teorik fizikçi ve yazar Michio Kaku, Geleceğin Fiziği adlı kitabında, aracılık yapılan ve rutine bağlamış her mesleğin 15-20 yıla ortadan kalkacağını söylüyor, haklı da. Fabrika işçiliği ve servis sektörünü zaten komple robotlar ele geçirecek, onu geçtim. Mesela eczacılık. Robotlar tezgah arkasından ilacınızı verebilecek. Mesela aile hekimliği. Gece rahatsızlandınız, semptomları bilgisayara söyle, ateşini, öksürüğünü tansiyonunu robot otomatik ölçsün, reçeteni yazıp sevk etsin. Daha ileri aşamada uzman doktorluk. Şimdiden robot cerrahlar ameliyatlara girer oldu. Avukatlık, muhasebecilik, bankacılık, öğretmenlik, aşçılık hatta ve hatta resim, heykel gibi sanat kolları.Aynı soru, peki bize ne olacak? Ne kadar şikayet etsek de, her sabah işe gidip, para kazanmak ailemize bakmak istiyoruz. Veli toplantılarına koşturmak, çocuğu maça götürmek, yaşamak istiyoruz, çünkü vergimizi ödüyoruz. Sadece yaratıcı zekası olanlar, dizayn ve sanatla meşgul olanlar, mentorlar ayakta kalacaksa bize ne olacak? Tarım bile robotların eline geçerse bize ne olacak?Bu konu pimi çekilmiş bomba gibi önümüzde. Önümüzde ama ne teknoloji şirketleri, ne Walmart, Amazon gibi tedarik şirketleri, ne de hükümetlerin umrunda. Herkes bir robotlaşmadır, yapay zekadır tutturmuş gidiyor. Tamam da robotlar mesleklerin yerini almaya başlayınca, insanlar aç, işsiz, parasız kalınca teknolojinin getireceği toplumsal kaos ne olacak? Ekonomistlere soruyorum, var mı cevabınız!