Uçak yemekleri neden tatsız tuzsuzdur?

24 Şubat 2018

Uçak yolcuları genelde yemeklerden memnun değildir. 30 bin feet’i aştıktan sonra, damak tadı ve koku duygusu bozuluyor. Yediklerinizdeki lezzetsizlik uçak firmasının suçu değil, insan metabolizmasının gereği! En iyi uçak yemeği bile restoranda pişen gibi olmaz, yeriz yemesine de, “Nasıl oluyor da tutturamıyorlar şunun lezzetini” diye de iç geçiririz. Halbuki gerçek şudur; damak tadımız da, sevenlerimiz gibi uçağa adım attığımız anda departure gate’in kapısında kalır. Welcome on board’u duyduğunuz andan başlayıp, binlerce feet yükseklikte geçecek saatler boyunca da ne yediğiniz makarna köfte, ne de içtiğiniz içecek size aynı lezzeti verecektir.Tat alma ve koku duyusu 30 bin feette ilk yitirilen hislerimizdir. Lezzet, tam da bu iki duyunun etkileşiminin sonucudur ve kabin basıncıyla birlikte tatlı-tuzlu algımız da hızla düşecektir. Oxford Üniversitesi uzmanları, “Bunun birçok nedeni var, kabindeki nem (rutubet) oranının azlığı, hava basıncının düşmesi ve arka plandaki sesler” diye açıklıyor.Kuruluk ve düşük basınçUçağa adım atar atmaz, kabindeki hava basıncı önce koku duyumuzu etkiler. Ardından yükseldikçe hava basıncı düşer, kabindeki nem miktarı ise buna bağlı dibe vurur, öyle ki 30 bin feette, nem oranı yüzde 12’nin altındadır. Çöldekinden bile daha kuru bir ortam! İşte bu, kuru ve düşük basınçlı ortam, dilimizdeki tatlı ve tuzluyu algılayan hücrelerimizi yüzde 30 duyarsızlaştırır. İlginç olanı, tatlı ve tuzlu hissiyatımızı yitirmemize karşılık; ekşi, acı, baharatlı duyularımızın hemen hemen etkilenmemesidir.Sadece dildeki tat hücreleri olayı değildir bu. Yolcuların yüzde 80’i sorunun tat alma ile ilgili olduğunu sanır, ama aslında kokudur. Koku almak için, nemli burun salgısına (mukus) ihtiyaç vardır. Ama kavrulmuş kabin ortamında koku reseptörlerimiz de pek iyi çalışmaz. Bu da yediğimiz yemeğin tadının iki kat bozulmasına yol açıverir. British Airways bir dönem, deneme amaçlı, yolcularına daha iyi tat alacakları beklentisiyle, yemek öncesi burun açıcı spreyler dağıtmış. Ancak görülmüş ki, burun spreyleri yemeğin tadını hepten yok etmiş. Ve uygulamadan hemen vazgeçilmiş.Bu yüzden birçok havayolu, kabin içi yemekleri ekstra dokunuşla restoranda yediklerimizden daha tuzlu ya da daha baharatlı hazırlamaya başladı. Soslar damakta iyi rayiha bırakması adına daha güçlü, keskin, canlı tatlardan oluşuyor.Gürültü bile tadı etkiliyorDamak lezzetinin sadece tat ve koku duyularımızdan etkilendiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, zira psikiyatristler kulaklarınızın da yemeğin lezzetinde rol oynadığını keşfetti. Arka planda çok ses olan bir ortamda yemek yiyen kişiler, sessiz sakin bir atmosferde yemek yiyenlere göre, yemeği çok daha tuzsuz ve şekersiz buluyor. Daha da ilginci, gürültülü ortamda yiyenler yemeği daha gevrek, çıtır çıtır algılıyor. Yani patates kızartması daha bir güzel, fırında tavuklar daha bir çıtır geliyor yolcuya…Yine de uçağın 85 desibellik motor ve arka plan gürültüsü bütün tatları aynı oranda etkilemiyor. Kakule, limon ve köri sosları havada tuz ve şekere kıyasla daha yoğun/keskin hissediliyor. Tabii ki yemeğin lezzetini sadece kabin koşulları belirliyor demek doğru olmaz. Birkaç yüz yolcuya enfes yemekler hazırlayıp servis etmek kolay bir iş değil. Güvenlik standartları gereği, tüm yemekler yerde pişiriliyor, paketleniyor, soğutuluyor ve sonunda havada ısıtılınca da (sıcak kuru hava üfleyen fırından bahsediyoruz burada, mikrodalga ve her türlü açık alev yasak) çözülmeleri ve aynı lezzette olmaları bekleniyor. Bırakın havayı. Bu işlemi yerde bile yapsanız yemeğin tadı ilk andaki gibi olmaz. Havayollarına catering hizmeti veren firmaların gurme şefleri de, yemeğin lezzetini korumak için her yolu deniyor. Vakumda pişirme (sous-vide) de bu yöntemlerden biri. Yiyeceklerin vakumlama yoluyla havası tamamen alınmış kapalı plastik torbalar içinde düşük sıcaklıkta uzun süre pişirmekle açıklanabilecek bu yöntemin işe yaradığı fark edilmiş. Yemek, lezzetinden daha az kaybediyor.5’inci tat duyusu UmamiBir tat duyumuz var ki, yüksek irtifadan hiç etkilenmiyor, o da 5’inci tat olarak geçen umami. Tatlı, tuzlu, ekşi, acı olmayan ama yine de hoşa giden lezzetli bir tat umami. Yeşil çay, sardalya, soya sosu, mantar, domates gibi gıdalarda bolca mevcut. Ve arka plan sesi artıkça yani mekan giderek gürültülü bir hal aldıkça umaminin etkisi de o denli artıyor. Hayatımda ne evde ne kulüpte domates suyu ya da bloody mary içerim, aklımdan sipariş etmek dahi gelmez. Ama gel gelelim uçakta, sanki domates suyuna aş eriyorum. Bol buz ve karabiberi de basarak kokteyl kıvamında iki üç bardak götürüveriyorum. Domatese umami açısından zengin cherry domatesi, ıspanağı, havuçu, dana eti suyunu, tavuğu, tatlı patatesi, kabuklu deniz ürünlerini ve tabii ki suşiyi de eklersek first ve business class mutfağının lezzet sırlarına daha vakıf oluruz. Birçok havayolu, artık yolcularına umami ile zenginleştirilmiş mönüler sunuyor. Daha neler var neler. Mesela bir duyunun (işitmek) ya da nesnenin, başka bir duyuyu (tat alma) tetiklemesi gibi. Tıpta buna sinestezi deniliyor. Kabinde arka plan sesini kesen kaliteli kulaklıkların dağıtılması, yemekten alınan hazzı artırıyor örneğin. Ya da metal çatal bıçakların kullanılması. Bu da bir sinestezi. Metallerin yerini plastik hafif çatal bıçaklar aldığında yemeğin tadı da, ondan alınan keyif de bozuluyor. Bu durum ucuz plastik bardaklar için de geçerli. İçeceklerde durum nasıl?Şarap ve varyasyonları için konuşursak yerde mükemmel lezzeti olanlar havada maalesef o keyfi vermiyor. Karada meyveli, dengeli tada sahip şaraplar; kabin ortamında birden ağızda inceliyor, tanenli ve asitli bir hal alıyor. Yani şarap yoğun olmaktan uzak, akışkan su gibi bir inceliğe bürünürken, meyveli tadından yoksun keskin bir içime doğru lezzet kaybı yaşıyor. İçimi zorlaşıyor. Sıvılar, atmosfer basıncına göre akışkanlaşıyor ya da büzüşüyor. Belki de şaraba olan budur. Damaktaki dokusu basınca bağlı olarak az meyveli gelebilir. Bu yüzden havayolları, uçuşlarda meyveli ama düşük asitli ve tanenli şaraplar tercih etmeli. Tabii ki bu seçimi yapmak da kolay olmasa gerek. Örneğin şampanya asit oranı yüksek bir içkidir ama pek çok kişi kabinde şampanya içmek ister. Tattan çok statü göstergesi olduğu için. Aynı şekilde Bordeaux şarapları… Görünce atlamadan önce şunu bilin; Bordeaux şarapları tanenli ve bazen asitlidir. Havada damak tadınıza uymayabilir. Ve kabinde giderek düşen nem oranının damak tadımızı değiştireceğini varsayarsak, sanırım uçakta şarap içmenin en uygun zamanı daha yolculuk başlarken olmalı, ortamın iyiden iyiye kuruduğu tat duyularımızın kaybolduğu yolculuğun ortası ya da sonu değil… Hadi afiyet olsun!

Devamını Oku

Mağara adamı ile yarışsak kim yener?

17 Şubat 2018

Kış olimpiyatlarını izliyorum. Bir yanda Kuzey-Güney Kore 70 yıllık husumetine ara vermiş, Birleşik Kore diye yarışıyor. Diğer yanda Rus sporcular, kendi ülkelerini temsilen değil, Olimpiyat bayrağı altında birer birey olarak ter döküyor. Senin milletler, devletler, ırklar, Asyalı, Avrupalı diye gördüğün yerde ben; daha ileri koşmaya, uzağa sıçramaya, daha uzun atlamaya çalışan, sınırlarını zorlayan bir insan ırkı görüyorum. Ve diyorum ki, Olimpiyatlar bize tek bir şey söylüyor, o da; saçından, derisinden göz renginden bağımsız tek bir ırk olduğunu, onun da insan ırkı olduğunu, ve bu ırkın evrene hükmetme azmini görüyorum.Her olimpiyat aslında bir evrimYarış 1 milyon yıl önce başladı. İlk atalarımızın ateşi kontrol etmesiyle -ki olimpiyat ateşi de bunu sembolize ediyor- ağaçlardan inip, otlaklara açılmasıyla... Evet mağara adamı uzun kolları, kısa bacakları kaslı, kıllı gövdesiyle, ağırlık kaldırma, ağaçlara tırmanma, dövüş ya da kısa mesafe koşusunda (avı yakalama) avantajlıydı. Bugün olsa bizi, 100 m. koşusu, gülle atma, güreş, dalma, uzun atlama gibi güç sporlarında yenebilirdi. Ama biz de basketbol, voleybol, futbol, maraton, kayak, yüzme, okçuluk gibi dallarda onu geçerdik. Çünkü biz dayanıklıyız, tekniğiz. İnsanın, iki ayağının üzerine kalkması, onun uzun mesafe (maraton) koşmasına olanak verdi. Avını bir aslan gibi sprint atarak yakalayamazdı, ama peşinden yorulana kadar takip etmesini iyi bilirdi. Bunu da terleyerek vücudun serinlemesini sağlayan (radyatör gibi) ter bezlerine ve postsuz vücuduna borçluydu. İki ayağının üzerine kalkmak; eskiden vuran, boğan, pençeleyen elleri boşa çıkardı. Eller alet edevat yapmaya yöneldi (mızrak, ok, yay, bıçak), şekil değiştirdi (uzadı inceldi), yetenekleri (kavrama, tutma) arttı. Avı izlemek, gruplar halinde çalışmayı, dili kullanmayı ses ve işaretlerle anlaşmayı ve konuşmayı doğurdu. Takım sporları da işte böyle başladı. Ateş yakmak; yemekleri pişerek yemeyi, daha çok protein almamıza olanak verdi. Ve beyin giderek gelişti. (1 kilo ıspanağı, havucu çiğ yiyemezsiniz ama pişirince kolayca yersiniz.) Her olimpiyat, birer müsabaka olmasının dışında, bize evrimde gelinen noktayı da özetliyor adeta. Dikkat edin olimpiyatlarda en çok madalya alan ülkelerin toplumları gelişmişlik yarışında, teknolojide hep lider. Bu tesadüf değil. Yıllar yılı sporla yoğrulmuş nesillerin bir sonraki kuşağa aktardığı kaliteli genlerin sonucu bu. “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözü doğru yani.1000 yıl sonraki insan nasıl olacak?Peki insanoğlunun evrimi nereye varacak? 1000 yıl sonra nasıl bir Olimpiyat bekliyor bizi? Şu an bile rekorlar sınıra dayandı. Yakın gelecekte Homo Sapiens’in yerini Robo Sapiens ırkı alacak. Doğuştan eli kolu bacağı olmayan, kör ya da sağır kişiler biyonik implantlar sayesinde, sıradan insandan kat be kat güçlü olabilecek. Gözleri ve kulakları hem duyacak, hem kaydedecek. İnsan beyni (bilincimiz), bilgisayarlara yüklenebilecek, öldükten sonra bile bilgisayarda yaşıyor olacağız. Beynimizle en güçlü makinelere bağlanıp hareket ettirebileceğiz. (Metal bacak ve kollar vs.)Ayrıca yeni gen mühendisliği (Crispr) ile DNA kesme, yapıştırma, tamiri de artık kolay ve ucuz. Bebeklere ana rahminde genetik müdahale yapılabiliyor. Pek yakında renkli gözlü, dolgun saçlı, uzun boylu, kaslı ve zeki evlatlar seçebileceğiz. Kanser, Alzheimer, kalp, şeker, obezite gibi hastalıklardan arınmış nesiller doğmakla kalmayıp, astronot kadar fit hatta daha da ileri, birer süper insan ırkı var olacak. Yaşam, önce 150 yıla, ardından ölümsüzlüğün sınırına dayanacak.Astronot demişken.. Başka gezegenlere kolonileşme de, farklı bir açıdan evrimi tetikleyecek, yeni tür bir insan ırkı yaratacak. Mars, Dünyamıza göre yüzde 66 az Güneş ışığı alıyor. Bu da Mars’taki insan ırkının zamanla iki kat daha büyük göz bebeklerine (ışığı emmek için) sahip olması anlamına geliyor. Ve Mars’ın yer çekimi Dünya’nın yüzde 38’i olduğundan, Kızıl Gezegen’de doğanlar yeryüzüne göre uzun boylu olacaklar. (Uzay istasyonlarındaki astronotların, omurgalarından çekim yükü kalkınca boyları birkaç santim uzuyor.) Gelecekte biyoloji ile biyonik arasındaki farkın çok az indiği bir ortamda, olimpiyatların hala el değmemiş orijinal insan ırkı ile yapılacağını düşünmek saflık olur.Bugünün insan ırkı, ki buna hepimiz tanıklık edeceğiz, önümüzdeki yıllarda yerini doğuştan biyonik ırka devrediyor olacak.

Devamını Oku

Üstü öcü altı cici!

10 Şubat 2018

1970’li yıllar... O dönem, İstanbul’un gözde semtlerinden Moda’nın sahillerinde denize girilirdi. Plajlar vardı. Kadın erkek karışık olanı, bir de sadece kadınların girdiği... Kadınlar plajının gelenekselleşen Güzel Bacak Yarışması Temmuz ayında yapılırdı. Katılanlar, sadece gözlerini ve bacaklarını açık bırakan Ku Klux Klanı andıran kıyafetlerle jürinin önünde sıralanırlardı.İşte öyle bir yarışmanın fotoğrafı, dönemin çok satan gazetesi Günaydın’da yazıişleri masasına geldi. Beğenildi, resme uygun başlık aranıyordu. Toplantı masasında Aziz Nesin de vardı. Gözler ona çevrildi; Haydi Aziz abi, patlat bir başlık!..Usta, resme bakıp kısa bir süre düşündü; “Üstü öcü, altı cici” dedi. Ve mizah dehası Aziz Nesin’in bulduğu başlıkla haber, Günaydın’ın birinci sayfasında kocaman yer buldu.Üstü öcü, altı cici!.. Bana hep, erkeklerin kadınlara bakışını hatırlatmıştır. Erkek önce ürkek, korkak ve şüpheli yaklaşır. Çünkü kadın benzin gibidir, çabuk parlar ve en olmadık nedenlerle tartışma çıkarabilir. Adamı bezdirir. Ama özünde temiz, affedici ve iyi kalplidir, değil mi?“Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya… En az erkekler kadar yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş.” (Aziz Nezin)Gerçek hikaye...Madem ki, Sevgililer Günü haftası bir hikaye daha anlatayım. Ortaokul yılları... İsmi bende kalsın sınıf arkadaşlarımdan biri, bizden bir sınıf üstteki bir kıza tutulmuş. O devirde cep telefonu yok. Mesajlaşma mektupla yapılıyor. Edebiyatla arası iyi olmayan arkadaşımın aşk mektuplarını da birlikte yazıyoruz, daha doğrusu ben yazıyorum. Arkadaşım ateşli, bodoslama asılma niyetinde. Bense tecrübeli, bilir kişi olarak “Oğlum romantik dizelerle kızı etkilemek” lazım diyorum ve Cyrano de Bergerac olarak alıyorum kalemi elime; “Kalbimi çalmışsınız, sizinkine muhtacım...” diye başlayıp “Boğaz’da el ele yürüyoruz, gözlerinin içine bakıyorum..” gibi yarım akıllı laflar ediyorum. Ya da “Kırlarda seninle dolaşırken kalbim davul gibi çarpmaya başlıyor, ayaklarım birbirine dolanıyor...” Tabi tam olarak bu cümlelerle değil ama genel olarak bu mealde, beyne kan gitmeyen ergen çocuk ifadeleriyle.Kızdan uzun süre ses çıkmıyor. Sadece teneffüslerde hafif hoşça tebessümler o kadar. Biz de hem merak ediyor, hem de harıl harıl yazmaya devam ediyoruz. Sonunda beklediğimiz cevabı elden gelen bir not ile alıyoruz. Yanıt sade ve kısa: “Sen deniz kıyısında oturmaktan, yağmurda, kırda dolaşmaktan başka bir şey bilmez misin?”Haydaaa!Bir kitap tavsiyesi...“Genç erkekler sadık olmak ister ama olamazlar, yaşlı erkekler ise sadakatsiz olmak ister ama beceremezler. Erkekler yoruldukları için evlenir, kadınlarsa merak ettikleri için. Her iki taraf da hayal kırıklığına uğrar.”Bu hafta özellikle kadın okuyucularımız, kendiniz için bir kitap arıyorsanız, Oscar Wilde’in Dorian Gray’in Portresi’ni tavsiye ederim. Oscar Wilde, 1900’de Fransa’da sürgünde bir otel odasının duvarına “Birimiz gitmeli” yazarak sefil bir şekilde intihar ettiğinde, birkaç yıl önce İngiltere’nin en sevilen yazarıydı. Dorian Gray, onun tek romanı ve suçunun itirafıydı. Suçuysa eşcinsel olmaktı. Wilde öldü, eseri yasaklandı ama, tüm bunlar sansürcü Viktoria Dönemi’nin de sonunu getirdi. Wilde’ın; genç erkekler, sadakatsizlik, aşk, evlilik hakkında dahiyane aforizmalarıyla dolu bu kitabı, kurgusal açıdan sonu çarpıcı biten bir cinayet romanı aynı zamanda. Örneğin ayrılırkenki vicdan azabı için şöyle demiş yazar: “Vicdan azabının da kendine özgü bir lüksü var. Kendimizi suçladığımızda, başka kimse bizi suçlayamazmış gibi hissederiz.”İyi pazarlar...

Devamını Oku

Hayatımız tiyatro!

3 Şubat 2018

1960’lı yıllar, bir yaz gecesi.... Geleneksel Türk tiyatrosunun son temsilcisi, orta oyuncu ve tuluat sanatçısı İsmail Dümbüllü Çengelköy’de tıklım tıklım dolu bir bahçe sineması sahnesinde... Ön sıralarda aileler var. Ama arka sıralarda içkili gürültücü bir grup dikkati dağıtıyor. Derken o gruptan biri sahneye Çengelköy’ün meşhur salatalığını fırlatıyor. Sinema bahçesini dolduranlar buz kesiyor, öfke içinde arkalara bakınırken; Dümbüllü bir şey olmamış gibi eğilip hıyarı yerden alıyor. Arka taraflardaki o gürültücülere bakarak sesleniyor: Birisi kartvizitini düşürdü, gelip alsın!Ve Cibali Karakolu’nu sahneye koyan Muammer Karaca... Adını verdiği Galatasaray’ın o efsane tiyatrosu (şimdi virane), her oyununda dolup taşar, günler sonrasına zor yer bulunurdu. 1960 darbesi yıllarında bile siyasi oyunlardan vazgeçmemişti Karaca. Bir oyunun ismi de çeşitli manalara çekilebilecek “Uyandırma Bakanı” idi.Bir gün İstanbul’da yaşayan yaşlıca bir Ermeni kadın seyirci oyuna geç kalır. Işıklar söner, perde açılır, Muammer Karaca sahnede oyuna başlar. Ama gel gör ki, kadıncağız oturacağı yeri bir türlü bulamaz, ön sıralarda kah oraya, kah buraya yerini arar. Aramaktan usanıp, sahnenin önüne kadar gelir, Muammer Karaca’ya telaşla seslenir: Aman Muammer Bey, aman Muammer Bey, ben yerimi bulamooorum, şimdi nereee oturacağım! Karaca hiç istifini bozmadan, oyununa devam eder gibi şu yanıtı verir: Madamcııım siz de buyrun kucağıma oturun. (Ve salon gülmekten kırılır)Seyirci tiyatro salonuna döndüTiyatroda 1960’ların o altın çağı maalesef kapandı. Ama şu an gözle görünür ilgi olduğu da gerçek. 10 yıl öncesinde sadece iki özel tiyatronun olduğu Kadıköy’de bugün 31 sahnede 70’in üzerinde oyun sahneleniyor. Yıllar sonra ilk kez sinema seyircisi yüzde 3 düşerken, tiyatro seyircisi yüzde 3 artmış.Televizyonların teknolojik evrimi, evde sinema keyfi bunun nedenlerinden biri. Ben küçükken, yetişkinler film için sinemaya gider, çocuklarsa evde ekran başına geçerdi. Şimdi tersi oldu. Çocuklar sinemada; yetişkinlerse evde film izliyor. Hollywood fantastiğe, animasyona, 3D’ye bağladı. Görsel, ses efektleriyle salonlarda harikalar yaratıldı. Seyirci olarak ergen gençleri yakaladı. Politik, romantik, dram, biyografi filmleri, müzikallerse evde bize kaldı. Hal böyleyken dışarı çıkınca tiyatroya gitmek, sinemadan cazip hale geldi.Bir şey daha! Karı-koca çalışıyorsanız, akşam eve kendinizi atıp, çocuğu uyuttuktan sonra, oturup iki saat film izlemeye vakit kalıyor mu? Bence hayır! Herkes 45-60 dakikalık dizileri tercih ediyor. Üstelik diziler Hollywood yıldızlarıyla dolu. 3D furyasında yer bulamayan birçok Hollywood yıldızı, dizi sektöründe adeta küllerinden doğdu. Türkiye de aynı. İşler dizi sektöründen dönüyor.Oyuncuya dokunmakSes ve görsel efektler insanı öyle yoruyor ki, sinema salonları eskisi gibi dolmuyor, yerini cep tiyatrolarına bırakıyor. Ekranda devleşen dizi oyuncularının çoğu tiyatroda. Taa Eskişehir’den, Ankara’dan, Bursa’dan seyirci; Kadıköy’ün ara sokaklarına akıyor, dizi yıldızlarına sahnede laf atabiliyor, kuliste birlikte selfie çekebiliyor. Ayrıca tiyatroda; setteki gibi “Kes olmadı baştan” yok, sufle yok, oyuncu tüm hünerini sergilemek zorunda. Yalan dünyadan, gerçek dünyaya geçmek gibi. Hem seyirci, hem aktör açısından bir meydan okuma...Televizyonların tekdüzeleştiği, tartışmaların sığlaştığı, düzeyin dibe vurduğu, politik hicvin yapılamadığı ülkemizde, tiyatrolar hala bu açıdan özerkliğini koruyor. İnsanlar, ekranda dillendirilmeyen fikirleri, gösterilmeyen hayatları, yazıldığı dönemlerin muhalif eserlerini sahnede izleyebiliyor. Brecht’i, Shakespeare’i, Çehov’u, Samuel Beckett’i, Arthur Miller’i, Nazım’ı, Aziz Nesin’i ekrandan izlemekle (ki ben hiç rastlamadım) bir Genco’dan dinlemek arasında dağlar kadarfark var.Bunlar geçiyor aklımdan, koltukta yerimi alır almaz. Moliere’in Kibarlık Budalası’ndayım. Birazdan Haldun Dormen sahne alacak. Salona; kışın karanlığı, gecenin soğuğunda, mesafeler kat ederek gelenlerin, yorgun ama güleç, telaşlı ama kibar ruhu hakim. Işıklar sönüp müzik tınladığında, zaman duruyor sanki. Sahnenin büyüsüne kapılıyorum. Orada oynanan benim, senin hayatın. Acının, kederin, çaresizliğin, aptallığın bir gün senin de başına gelebileceğini tiyatrodan başka ne bu denli güçlü hissetirebilir? Bazen şükrediyorum o kahramanınki gibi bir hayatım olmadığı için, bazense gözlerim doluyor aynı cehennemde yaşadığım için. İşte tiyatro böyle bir şey.

Devamını Oku

Sen nasıl bir lidersin?

27 Ocak 2018

Uzak yoldan gelen meraklı dervişler, Mevlana’yı bulup sormuş: “Ey Mevlana, herkes sana ‘Alim’ diyor. Bu kadar okuyup yazarsın da ne bilirsin? Mevlana dönüp “Haddimi bilirim” demiş.Bir kişinin liderliğe soyunmadan önce bilmesi gereken ilk şey “Okur mu, yoksa dinleyici mi” olduğudur. Çok ilginç değil mi? Çok az insan kendisinin bunlardan hangisi olduğunu bilir. Örneğin ABD eski Başkanı Eisenhower, dinleyerek değil de okuyarak anladığını asla bilememiş. Orduda generalken, basın toplantılarında kendisine sorulan sorulara gösterişli cümlelerle yanıtlar vererek kitleleri hayran bırakan Eisenhower; Başkan olduğunda basının alay konusu olmuş. Nedeni ise, generalken basın toplantısından önce askeri raporları, birliklerin durumunu vs. gibi şeyleri önceden çalışıp okuyarak hazırlanması, Başkanken ise bu imkanı bulamayışı imiş. Başkan olduğunda, danışmanlarının bilgilendirmelerini ya da kendisine yöneltilen soruları dinlemeden, sabırsızca karsısındakinin sözünü kesip, soru ile alakasız bildiğini söylemeye başlarmış Eisenhower... Eisenhower’in düştüğü bu durum aslında kendisinin, görevine okuyup da hazırlanan; dinlemekten zevk almayan bir insan tipi oluşundan ve bunun farkına varamamasından kaynaklanıyor.Winston Churchill ise okulda son derece başarısız bir talebeymiş. Çünkü ne okuyucu, ne de dinleyici imiş. O, yazarak öğrenirmiş.2’nci adamlık da iyidir aslındaGelelim ikinci konuya. Kimi, kaymakamken başarılıdır, vali yaparsın başarılıdır, milletvekili bakan olur çok başarılıdır ama aynı kişiyi başbakan yaparsın o başarıdan eser kalmaz. Şirket yönetiminde de bu geçerlidir. Adam çalıştığı departmanı uçurur ama CEO olunca pasif kalır. Cevabı aslında, Sen ikinci adam mısın, yoksa birinci adam mı? sorusunda saklıdır.Bazı insanların ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar en iyi, emir altındayken çalıştıkları gerçeğini unutmayın. Kendinizle ilgili, varsa bu gerçeği mutlaka bilin. Böyle bir yapınız olduğunuzu bilmek sizi gücendirmemeli. Aksine güçlü kılmalı.Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nın Amerikalı askeri kahramanı General Patton... Patton Amerika’nın en iyi birlik komutanıydı. Ancak bağımsız bir komuta görevi için önerildiğinde, Amerikan Genelkurmay Başkanı -ve muhtemelen Amerikan tarihinin en başarılı insan sarrafı- General George Marshall, “Patton Amerikan ordusunun şimdiye kadar yetiştirdiği en iyi emir subayıdır, fakat en kötü komutanı olacaktır” demişti.Bazı insanlar, bir ekibin üyesi olduklarında işlerini en iyi şekilde yaparlar, bazılarıysa yalnızken bunu başarırlar. İkinci adam olarak, birinci adamın aklına gelmeyen, pek çok yaratıcı fikir üretebilirsiniz. Gazetecilikte de öyle değil midir? Evet masada genel yayın yönetmeninden daha iyi başlık atan çok zeki gazeteciler olabilir. Ama unutmayın ki, genel yayın yönetmeni o başlıklardan en uygun olanı seçerek, sorumluluğu taşıyacak kişidir.Bir liderin kendisine sorması gereken önemli sorulardan biri “Bir karar alıcı olarak mı, yoksa bir ikinci adam olarak mı sonuçlar üretiyorum” sorusudur. Çünkü insanların büyük çoğunluğu, işlerini en iyi şekilde danışman olarak yerine getirir ama karar alma sorumluğunu ve baskısını üstlenemezler.Ölümü hak etmek Geçenlerde yazar bir ağabeyim “Ölümü hak etmek” üzerine konuştu. “Mezarlığın kapısına ‘Her canlı ölümü tadacaktır’, yerine keşke ‘Her canlı yaşamı tadacaktır’ yazsalar daha iyi olurdu” dedi. “Ölmeyi hak etti” bizde halk arasında kötü manada kullanılır. Halbuki üzerinde biraz düşününce tam zıttı çıkıyor. İnsan yaşamayı hak etmek kadar, ölümü de hak etmelidir. Çünkü ölüm, yaşamın en önemli olayıdır. Hayatta bir şeyler başarmış, iz bırakmış, varlık göstermiş olarak dünyadan göçüp gitmeli..Yaşayan ölü olarak değil.“Ölümü hak etmek... Ölen insanların pek çoğunun ölümü hak ederek ölmüş olduklarına inanmıyorum. Ölüm, insanın ulaşabileceği en üst düzey, en yüce, en ulu yer bence... Çünkü yaşamın en olgunluğunda ölüyoruz. Bu yüce, bu ulu, bu en üst düzeydeki yere layık olarak, ölümü hak ederek mi ölüyoruz? Hak edilmesi en zor şey ölümdür. Bence ölünce, ölümü hak etmiş olmayı isterim. Kaç ölü, ölümü hak etmiştir? Ölümü hak etmemiş olanlar, yaşamışlardır ama, yaşadıkları yaşamı da hak etmemişlerdir. Ölümlerini hak etmiş olanlar ancak yaşamlarını da hakketmiş, hatta yaşamdan alacaklı kalmış olurlar” diyor Aziz Nesin...Ve Montaigne ile veda edeyim: Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.

Devamını Oku

Savaşı bitiren şarkı!

20 Ocak 2018

Kanla sulanan hikaye şöyle başlar. 1916 yılı Nisanı. İngiltere’nin, 1’inci Dünya Savaşı’nda olmasını fırsat bilen İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) Dublin’de ayaklanır. Amacı Kuzey İrlanda’daki İngiliz hakimiyetine son vermektir. Beş gün süren ayaklanmayı İngiltere demir yumrukla bastırır. Dublin’de taş üzerinde taş komaz. Tarihe Kanlı Paskalya olarak geçecektir. Geride yıkım, geride öfke, geride intikam kalır. Ayaklanma bitti sanılır halbuki yeni başlamıştır. Oluk oluk kan akar. Ta ki, 1993’te Warrington’da bir çöp kutusunda bomba patlayana kadar.Bizi zombiye dönüştürdülerSaldırıda annesiyle market alışverişine gelen biri 3, diğeri 12 yaşında iki İngiliz çocuk ölür, 54 kişi de yaralanır. O sırada K. İrlandalı rock grubu Cranberries İngiltere turnesindedir. IRA sempatizanı grubun solisti Dolores O’Riordan Londra’da TV’lerden izler olup biteni... İki güzel çocuğun paramparça oluşu, yapılan vahşet karşısında o kadar etkilinir ki, IRA’yı eleştiren, örgütün eylemlerinin kendi halkına zarar verdiğini, en nihayetinde her iki taraftan anne babaların ağladığına dikkat çeken bir rock şarkısı besteler. Bu şarkı IRA’dan bezmiş orta ve dar gelirli İrlandalıların sağduyusu olur, savaş karşıtlığının sembolü haline gelir. Adı da “Zombie”dir (Canavar, Cani).Bir baş daha öne eğildi, çocuk yavaşça koparıldı / Eğer şiddet böyle bir sessizliğe sebep oluyorsa / Kimiz biz, kandırılanlar mı?/ Ama görüyorsun bu ben değilim; bu ailem değil/ Bu, kafamızda...Kafamızda savaşıyorlar. / Tanklarıyla ve toplarıyla ve tüfekleriyle / Kafamızda ağlıyorlar. / Canavar, Canavar, Canavar / Var.. Var...Var...Başka bir anne daha yıkılıyor / Kırık kalbi onu ele geçiriyor / Şiddet sessizliğe teslim olduğunda / Kandırılmış olmalıyız / Hep aynı eski mevzu 1916’dan beri / Kafamızda..Kafamızda savaşıyorlar / Tanklarıyla ve toplarıyla ve tüfekleriyle / Kafamızda ölüyorlar./ Canavar, canavar, canavar / Var..Var.. VarDolores, IRA’nın ailelerinden koparttığı çocukların evden ayrılışı ve ölümleri sırasında ana-babaların başlarının nasıl öne eğik, üzgün, çaresiz olduklarıyla başlıyor şarkısına... Ve onca terör eylemine karşın K.İrlanda halkının sessiz kalışını eleştirerek “Biz kimiz? Yoksa kandırılıyor muyuz” diye sorguluyor. Bu şiddeti -Katolik IRA, Protestan Ulster ve İngiliz ordusunın yol açtığı- ne kendisinin, ne de ailelerin istediğini söyleyerek “Savaş baronları zihnimizde; kin, nefreti körükleyip; ızdırap ve intikam yaratarak bizi birer canavara; birbirimizi tank, top, tüfekle öldüren zombilere dönüştürüyor” diye isyan ediyor.Şarkının bir benzeri yokProtest şarkı 1994 Ağustos’unda çıktığında sadece sözleriyle değil, agresif ritmi ve klibiyle de dinleyenleri çarpar, bağımlılık yaratır. Yıllar sonra bile “Ben böyle bir şarkı dinlemedim” dedirtir. Pearl Jam, Nirvana gibi grunge akımının hakim olduğu o yıllarda, tamamen farklıdır, ne grunge, ne metaldir. Girişteki sert elektro distortion ve bateri afallatır, aniden susar, yerini sade bir gitar tınısına bırakır. Vokalistin yorumu taklit edilemez. Derinden başlar, yükselerek zirve yapar, karanlık bir tarafı vardır.Şarkının klibindeki görüntülerse gerçektir. Dublin’de yıkıntıların üzerinden atlayan, sokaklarda kaçışan eli sopalı, kısa pantolonlu yırtık pırtık İrlandalı çocuklar. Karşılarında ise tam teçhizatlı İngiliz askerleri. Ve Dolores, altın varaklı Meryem Ana heykeli olarak karşımızdadır. Ağıt yakan, çocukların ölümlerine üzülen bir Kutsal Bakire...Şarkı o kadar popüler olur ki, birkaç hafta içinde terör örgütü IRA’nın zaten dipte olan popülaritesi yerle bir olur. 1994 Eylül’ünde IRA, halkın baskısına daha fazla dayanamaz, ateşkes kararı alır. Barış müzakereleri 1998’te Belfast Anlaşması’yla sonuçlanır. 4 bin cana, 50 bin kişinin sakat kalmasına yol açan savaş nihayet biter, IRA silahı bırakır, Meclis’e girer, K.İrlanda ve İngiltere’ye huzur gelir.Dolores’in Zombie’si ise MTV müzik ödüllerinde Michael Jackson’ı açık ara geçmiş, Grammy dahil sayısız ödül almış, albümü 17 milyondan fazla satmıştır. 1998’de Nobel Barış Ödülü K. İrlandalı liderlere verilirken, Dolares ve grubu sahnede “Zombie” şarkısını söyleyerek bir ilk imza atmıştır.Bu hafta Dolores’i 46 yaşında kaybettik. 80 yıllık savaşa ve acıya son veren notaları karalayan bu barış güvercini, IRA eylemlerinin zirve yaptığı yıllarda, o yıkık mahallelerde büyüdü. Kimseyle derdi yoktu onun, siyaset bilmezdi, sanatçıydı, müzik yapardı. Ve bir gün iki çocuk gördü televizyonda. Parçalanmış iki çocuk. Onların anısına bir şarkı besteledi, ‘olmaz’ denileni başardı. Ve uçup gitti...

Devamını Oku

Herkese bir uygulama!

19 Ocak 2018

Masada beş erkeğiz. Pür dikkat onu dinliyoruz. Karşımda oturuyor. Siyah köşeli gözlüklerinin yanlarından düşen buklelerin arasından, gözlerimin içine bakıp, “hiç bilmeyen birine” anlattığının farkında olarak tane tane konuşuyor. Vintage yüzüklerle bezeli eli, bir orkestra şefinin batonu gibi havada ahenkle gezinip, virtüöz edasıyla kah sözlerini tasdik ediyor, kah masayı yönetiyor. Diğer eli ise, tadına biraz bakabildiği salata tabağının yanına iliştirdiği iPad’inde, Fazıl Say’ın piyanodaki parmakları gibi geziniyor. “İşte” diyor, her seferinde gözleri parlıyor, samanlıkta hazinesini bulmuş saf bir çocuk heyecanıyla... “Size anlattığım veriler, 7/24 takip ediyorum.” Ve döndürüp tabletini bana, az önce anlattıklarını grafiklerle teyid ediyor.Ayşem Ertopuz ‘u, Türkiye’nin öncü iş kadınları arasında sayabiliriz. ODTÜ Endüstri Mühendisliği’nin ardından önce Arçelik’te, sonra Arthur Andersen’da pişen Ertopuz, 2001’de ABD’nin en önemli teknoloji ağı şirketi Cisco’ya transfer oldu. Beş yıl Belçika’da görev yaptı. Cisco’nun strateji, planlama, operasyon, küresel müşteri yönetimi gibi hemen her departmanında çalıştı. 2006’da bu kez Cisco’nun New York merkezli Küresel Satış Stratejisi Grubu bünyesine geçti. Dijital stratejilerin yeni iş modellerinde kullanılmasında uzmanlaşarak Cisco’nun İş Zekası Grubu’nun yöneticiliğini üstlendi. Ve 2016’da Turkcell’in başarılı Genel Müdürü Kaan Terzioğlu’nun “uzak görüşlü” davetiyle Türkiye’ye transfer oldu. Şu an Turkcell’in Dijital Servisler ve Çözümlerden Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığını yürütüyor.Mağlum telefonlar süper bilgisayarlara dönüştü. Konuşmaktan çok; mesajlaşmak, müzik dinlemek, video/TV izlemek, bankacılık vs. için kullanılır oldu. Dergileri gazeteleri cep’ten okuyoruz, fotoğraflarımızı burada depoluyoruz. Neredeyse her işi cep’le yapıyoruz.İşte Ayşem Hanımlı Turkcell ekibi tam da bu noktada devreye giriyor. Hayatımıza cep operatörü olarak giren Turkcell’in dijital dönüşümü 2.5 yıldır sürüyor. Nedir yaptıkları? Cep telefonlarında kullandığımız, çoğuna bir dünya para verip, kişisel verilerimizi bonkörce saçtığımız aplikasyon ve hizmetlerin daha iyilerini Turkcell Dijital Servisi çatısı altında üretip, tüketiciyle buluşturuyorlar. Bunda da başarılı olmuşlar. Öyle ki Ertopuz’un ifadesiyle “Bugün ürün ve servislerimizle küresel çapta kullanılan bir dijital operatör haline gelmiş bulunuyoruz...”Hayatımızı kolaylaştıran dijital uygulamalardan bazıları şöyle:BİP: Sesli ve görüntülü görüşme uygulaması. Caps oluşturma, kaybolan mesaj, karşı tarafta uygulama olmamasına rağmen arama ve haberleşme ve 6 kişiyle aynı anda görüntülü görüşme özelliği var.FİZY: Türkiye’nin 81 ilinde de en çok dinlenen müzik platformu. Yerli-yabancı milyonlarca şarkıyı yüksek ses kalitesinde dinleme seçeneğinin yanı sıra binlerce video ve onlarca radyo kanalı sunuyor.UPCALL: Yeni nesil arama ve rehber uygulaması UpCall, ‘Bilinmeyen Numara’ dönemini geride bırakıyor. Telefon rehberinde kayıtlı olmasa bile arayanın kim olduğu telefon çalarken görünüyor. Rehberde kayıtlı olmayan numaralar aranabiliyor, en yakın nöbetçi eczane gibi ihtiyaçlara lokasyon bilgisiyle birlikte ulaşılabiliyor.DERGİLİK: Türkiye’nin ilk ve tek dijital yayın platformu Dergilik, 350’den fazla dergi ile yerel ve ulusal 30’a yakın gazeteyi tek bir platform üzerinden okuma imkanı sunuyor.LIFEBOX: Türkiye’nin en çok tercih edilen depolama servisi lifebox, fotoğraf, video ve görsellerin yanı sıra, telefon rehberinin de güvenle saklanmasını sağlıyor.TV+: Turkcell’in telefon, tablet, TV ve bilgisayardan izlenebilen televizyon platformu TV+, 150’ye yakın kanal ve yüzlerce filme erişim imkanı sunuyor.YAANİ: Türkiye’nin ilk ve tek yerli ve milli arama motoru. Türkçeyi çok iyi anlamasıyla öne çıkıyor.DİJİTAL AKADEMİ: Eğitim platformu Turkcell Dijital Akademi, 3 binden fazla eğitim içeriğini sunarak eğitimde fırsat eşitliğine katkı sağlıyor.HIZLI GİRİŞ: Turkcell’in hızlı giriş teknolojisi ne kullanıcılar şifre unutma derdi olmadan sadece telefon numaralarını girerek üye olabiliyor. Hızlı Giriş, güvenli e-ticaretin kapısını açıyor. Ayşem Ertopuz e-ticaret kullanıcılarının karşısındaki en önemli bariyerin üyelik, şifre hatırlama ve ödeme olduğuna dikkat çekerek “Hızlı Giriş ile tüm bu dertlerden kurtarıyoruz. Üstelik ödemeler Türkiye’nin en kapsayıcı ödeme platformu Paycell ile kredi kartı numarası girmeden yapılabiliyor” diyor.Cep telefonunun kullanıldığı dakikaları artırmak için işlenmiş datayı geliştirmeye odaklandıklarını belirten başarılı iş kadını Ertopuz; “BİP, TV+, fizy, lifbox, Dergilik ve UpCall gibi ürünlerimizle günün üçte birinde kullanıcılarımızla temas halindeyiz” diyerek sözlerini tamamlıyor.

Devamını Oku

Trump’ın akıl sağlığı

13 Ocak 2018

“Bildiğim bir şey varsa, o da hiç bir şey bilmediğimdir”SokratesSokrates, dönemin en bilge geçinen alimlerinin yanına gidip, onlardan daha az bildiğini çevresine kanıtlamak istemiş. Gerisi meşhur Savunması’nda şöyle anlatılır: “Ben de, (yanına gittiğim) bu alim de; güzel ve iyi olanı hiç mi hiç bilmiyoruz. Fakat bu adam, hiçbir şey bilmediği halde bir şey bildiğini zannediyor. Tamam ben de bilmiyorum ama bildiğimi de zannetmiyorum. Bilmediğim şeyleri bilir sanmadığıma göre kendimi, o adamdan en azından küçük bir farkla da olsa bilge sayabilirim.” Diyalektik akıl yürütme... Ne kadar harika! Dönemin Atinası’nda bilgisizlik ikiye ayrılırdı. Biri salt bilgisizlik, diğeri çifte bilgisizlik, yani bir şey bilmediği halde bildiğini sanmak anlamındaki cehalet.Mindhunter diye bir dizi var Netflix’te. Kuzuların Sessizliği’ni sevenler izlemeli. 1970’lerde geçen dizide iki FBI ajanı, cinayet psikolojisini araştırmak veri toplamak üzere, cezaevlerindeki canilerle mülakat yapıp yakınlık kurar. Kurdukları bu ilişki, devlet içinde başlarına dert olur ama diğer taraftan seri katillerin zihinlerini okumada yeni bir ufuk açar. Birçok cinayet aydınlanır, failler yakalanır, daha da ilginci potansiyel akıl hastaları suç işlemeden tespit edilip, izole edilir. Hatta ilk bölümün bitiriş cümlesi bile hafızamda: Suç, toplumu çürütmez. Zaten çürük olan topluma tepki olarak çıkar! Şu an ABD’nin en çok satan kitabının yazarları da acaba bu diziden mi etkilendi? Zira başını Yale Üniversitesi Profesörü Bandy Lee’nin çektiği ABD’nin önde gelen 27 psikiyatristinin makalelerini içeren “Donald Trump’ın Tehlikeli Hali” (Dangerous Case of Donald Trump) adlı kitap aylardır listede ilk sırada... Kitap beraberinde Trump’ın akıl sağlığı tartışmasını ciddi biçimde gündeme getirdi.Trump’ın hareketlerini izleyen psikiyatristler, Başkan’ın ruh halinin ülkeyi felakete sürükleyebilecek ipuçları içerdiğini, kendisinin de farkında olmadığı görüşünde. Tespitleri şöyle;Sözlü saldırganlık, cinsel saldırıya övgü, başkalarına şiddet uygulama, silaha ilgisi, başka uluslarla sürekli alay etmesi. Fevri olması, pervasızlık, paranoya (zehirleyecekler korkusu), öfke patlamaları, eylemlerinin sonucunun kötü olacağını kavrama gerçekliğinden yoksunluğu, empati eksikliği, savaş naralı meydan okumaları, sürekli gücünü test etme ihtiyacı.Trump’ın Müslümanlar aleyhine yapılan şiddeti öven tweetler atması, kadınlarla ilgili küfürlü, aşağılayıcı ifadeler kullandığı bariz ses kaydını yalanlaması ve en son “nükleer bombanın düğmesi masamda” diyen K. Kore liderine, “Benim düğmem daha büyük ve güçlü” diye cevap vermesi, psikiyatristlerin bu endişelerini haklı çıkarıyor. Zira Küba krizinin en hararetli günlerinde bile Kennedy, ABD’li generallerin baskısına rağmen savaş çıkartmamakta direnmiş, nükleer facianın eşiğinden dönülmüştü.Bu hafta yayımlanan ve Trump’ın Beyaz Saray’daki marifetlerini içeriden bilgiye dayanarak anlatan Fire and Fury (Ateş ve Öfke) kitabı da tüm bu “zihinsel yetersizlik” tartışmalarını daha da alevlendirdi.20 yıllık saygın psikiyatrist Prof. Bandy Lee, geçtiğimiz haftayı ABD Kongre’sinde Meclis üyeleri ve senatörlere, Başkan’ın mevcut ruh halinin potansiyel tehlikelerini anlatarak geçirdi. Amerikan kamuoyu şu an ciddi ciddi Trump’a ruh sağlığı testi yapılmasını tartışıyor. Başkan’ın aynı zamanda orduyu yöneten Başkomutan olarak en az yılda bir kez akıl sağlığı kontrolünden geçmesi gerektiği vurgulanıyor. ABD’de polis teşkilatı, yüksek yargı mensupları ve ordu komuta kademesi düzenli olarak bu testlere tabi tutulurken, Başkan’ın neden tutulmadığı, herkesin dilinde.Alternatif yollar da devreye sokuldu. Anayasa’nın 25’inci maddesine dayandırılarak Başkan’ın zihnen görev yapamayacağının kabinede oylanması ya da Temsilciler Meclisi kararınca azledilmesi gibi iki yöntem üzerinde çalışmalar olgunlaşıyor. Tüm bunlara cevaben Trump’ın “Ben son derece dengeli bir dahiyim” diye tweet atması da Başkan’ın gerçekten “üşüttüğü” yolundaki endişeleri iyice körüklüyor.Behramoğlu’na bir düzeltme!“Hiç hata yapmamış adam, yeni bir şey denememiştir” demiş Albert Einstein. Ben de geçen hafta ünlü şair Ataol Behramoğlu ile yeni bir şey denedim. “Ne Çok Hain Kitabı” adlı kitabını konuşmak için oturup, şiir ve edebiyatın içerisine o kadar daldık ki, gözümden kaçmış, daha doğrusu gönlümden öyle kopmuş diyelim, Behramoğlu’nun İspanyol şair Lorca‘yı tanıdığını yazmışım. Halbuki 1936’da ölen Lorca ile yollarının kesişmesi mümkün değildi. Keşke kesişseymiş. Düzeltir, özür dilerim.

Devamını Oku