Dikkatinizi mutlaka çekmiştir. Her çağdakinden fazla sayıda bilim insanının bulunduğu günümüzde, örneğin 150 yıl öncesine kıyasla çok daha az sayıda kültürlü insan var. Eskiden insanları bilgeler ve cahiller olarak ayırabilirdik. Şimdi ise “okumuş” diye nitelediğimiz bir akademisyenin, kendi alanı dışında hiçbir şeyden haberi olmadığını gözlemleyebiliyoruz. 100 yıl önce bilim insanları eğitim görürken, matematikten felsefeye, mantıktan müziğe her alana el atmak zorundaydı. Ancak çağdaş dünyanın koşulları, ihtisaslaşmayı beraberinde getirdi. Ve bilim insanlarının çalışmalarının yörüngesi her kuşakta daraldı. Günümüzün birçok uzmanı ne bilge ne de cahil. Bilge değil, çünkü uzmanlık alanına girmeyen her şeyden habersiz, ama cahil de değil çünkü yaptığı işi çok iyi yapıyor. Kendi mini minnacık dünyasını pek iyi tanıyor. Ama günümüzde birçok “bilim insanlarının”, doktorların, mühendislerin, öğretmenlerin politikada olsun, sanatta edebiyatta olsun, dünyanın genel sorunlarına yönelik olsun ne kadar cahilce davrandıklarını gözlemleyerek şaşırıyoruz. Bu, onların suçu değil, sistem bir konuda uzmanlaşmayı zorunlu kılarken, bizi de kültürel açıdan sığlaştırıyor.IQ’muz düştüHalbuki dünyayı değiştiren insanlara baktığınızda onların her zaman kendi yaratıcılıklarını genel kültürle beslediklerini görebilirsiniz. Atatürk örneğin... Savaşırken bile dinlenmek için çadırına çekildiğinde sabaha kadar kitap okurdu. Ayrıca ilk Türkçe geometri ve Medeni Kanun kitabının da yazarıydı. Kurmay albayken Almanca’dan savaş taktikleri kitapları çevirmişti. İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça biliyordu. Çevrenizde şu an kaç kişi de buna yakın meziyetler var söyleyin.. Ya da Einstein... Dahiyane teorisine ulaşabilmek için Kant‘ın ve Mach‘ın felsefi düşüncelerini olduğu gibi özümsemesi gerekti. Sürekli çalışan beynini ise keman çalarak boşaltıyordu. Bunları neden anlattım. IQ’muz, 1974’lerden beri her 10 yıldır düşüyormuş da ondan. IQ demek, zeka demek. Şu an 150 yıl önceki Batı medeniyetlerinden birinde yaşayan ortalama bir insanın zekasından 10 puan daha azmış IQ’muz. Ne var yani bunda? diyorsanız şöyle izah edeyim.Kelimeler azaldıSıradan bir insanın (IQ’su 90-109) zekasındaki 1 puanlık düşüş, o ülkenin gayri safi milli hasılasında 229 dolarlık azalmaya neden oluyor. IQ’su 120‘lerde dolaşan entelektüel bir insanın, zekasındaki 1 puan artış ise tek başına ülke zenginliğine 468 dolar ekliyor. Az mı?Üstelik yüzyıl önceki bir insanın günlük hayatında kullandığından çok daha az kelime haznemiz varmış. Az kelime darağacıyla konuşmak düşük IQ’nun bir başka göstergesi. Teknoloji artmış ama zekamız düşmüş anlayacağınız.Şaşırdınızsa elinizden düşürmediğiniz o cep telefonunuzu, whatsapp, tweet ve face dışında bilgi edinmek için ne kadar sık kullandığınızı kendinize bir sorun. Ayaklı bir kütüphane taşıyoruz ama “bilgi edinmek” umurumuzda değil. Tek yaptığımız, beynimizi işe yaramaz ve ertesi gün unutacağımız fast food haberlerle doldurmak. Kendi telefon numaramızı bile zor hatırlar hale geldik. O yüzden beyin yerinde sayıyor hatta geriliyor. Türk, Rus ya da Fransız edebiyatından herhangi bir klasik eseri okuduğumuzda “200 yıl önce bu adam bu kitabı nasıl yazmış” diye hayıflanmamız da bundan.Yaşam şartları geliştikçe, teknoloji ve gıdaya kolay eriştikçe rahatlıyoruz, gevşiyoruz ve zeka genlerini bir üst seviyeye taşıyacak evrimsel baskı, beyin jimnastiği de ortadan kalkıyor. Doğan yeni kuşaklar sıradanlaşıyor. Medeniyete level atlatacak Einsteinler, Teslalar, Steve Jobslar zor dünyaya geliyor. Bir fıkrayla son verelim.Kayserili adam, oğluna matematik çalıştırıyormuş;“İki kere iki kaç eder?” diye sormuş.Oğlan ‘Yedi’ deyince baba delirmiş, sinirle tokadı patlatmış hergeleye...-Yedi ne lan yedi ne!.. İki kere iki en çok beş, hadi bilemedin altı eder, yediyi nerenden uydurdun!
İyi bir eğitiminiz, parlak fikirleriniz olabilir. Ancak sadece duruş, ses ve sunumuz iyiyse, gerçek bir lider olursunuz.Harvard Business Review’ın bir makalesi geçti elime. CEO’ların yaptığı sunumları incelemiş. Yönetim kurulundakilerin, konuşan kişi ile ilgili kanaatini (yeterlilik ve güvenirlilik) 30 saniyede edindiklerini söylüyor. Yani ağzınızı açtığınız andan itibaren karşınızdakileri etkilemek için 30 saniyeniz var. Bu durumda işte size 5 tavsiye. Kulağınıza küpe olsun.- Diğerlerinden yüzde 25 şık giyinin. Öğrenciyken babamın iş yerine gittiğimde, daha görür görmez “Git tıraş ol öyle gel” derdi, şık ve temiz görünmem için. Aynı şeyi çalışma hayatımda bir patrondan da işitmiştim: “İş görüşmesine gelenlerin ilk ayağına bakarım. Ayakkabıları boyalı ise o gencin işe saygısı vardır.” İster kızın ister kızmayın, kişinin kılık kıyafeti ilk izlenimde önemlidir. John Hopkins Üniversitesi’ne göre, bir görüşme odasında bulunanlardan birazcık da olsa iyi giyinmek, sizi diğerlerinin önüne geçiriyor. Üniversite “birazcık” ifadesini, yüzde 25 olarak belirlemiş. 150 yıl öncesinin İngilteresi’nde bir değiş vardır, “No brown in town” diye.. Nereden çıktığını söyleyeyim. Makamında purosunu tüttüren dönemin İngiliz başbakanına “Efendim sizi dışarıda bir saattir bekleyen kahverengi takım elbiseli bir beyefendi var” der sekreteri. Başbakan kadına dönerek “Beklesin şekerim! Kahverengi takım giyiyorsa zaten bir beyefendi değildir” diye cevap verir. O yıllarda resmi görüşmelerde sadece siyah ve lacivert takım uygundu.- Konuşma hızınızı ayarlayın. Hitap tabii ki önemli. TED konuşmalarının tanıdık siması, insan hakları savunucusu Bryan Stevenson, kalabalığa yüz yüze hitap ederken, “Dakikada 190 kelimeyi geçmeyin” diyor. Bu ne demek derseniz? “Bir akşam yemeğinde arkadaşlarınıza bir şey anlatırkenki konuşma hızı” diye açıklıyor ABD’li ünlü avukat. Ancak video konferans yapıyorsanız ya da seyirci sadece sesinizi duyup, el kol hareketlerinizi görmeyecekse o zaman, daha yavaş konuşmanız gerekiyor. Birçok sesli kitapta olduğu gibi, dakikada 120 kelimeyi geçmeyir. Hele ki dakikada 220 kelime konuşan biriyseniz, kimsenin karşısına çıkmayın.- Kısa cümleler kurun. Bu, gazeteciliğe başlayan hemen herkeste eksik olan, bize de saç baş yolduran, üzerinde çalışılması gereken ve zaman alan bir yetenek. Demek ki, liderlik için de gerekliymiş. Zaten oldum olası ağdalı cümleler kuramadığım gibi, entelektüellik adına hiçbir şey anlaşılmayan köşe yazılarını çözmeye çalışmaktan da nefret etmişimdir. Nobel ödüllü psikiyatr Daniel Kahneman diyor ki: Eğer size değer verilsin, güvenilir ve zeki olduğunuza hükmedilsin istiyorsanız, karmaşık cümleler kurmayın, basit ifadeler saygınlık kazandırır. Nobelli bilim adamına göre, ağdalı ve karmaşık dil kullanmak sahnede kişiyi ahmak gösteriyor. Hatta, “Üçüncü sınıf öğrencileri-nin okuyup anlayacağı düzeyde konuşun” diye de eklemiş.- Birileriyle önceden çalışın. Olimpik atletler üzerinde çalışan nöro fizyoloji uzmanları, stres altında idman yapmanın başarıyı getirdiğini fark etmiş. Başka bir deyişle, yapacağınız sunumdan önce evde tek başına çalışmak yerine, birkaç kişiyi, eşinizi, çalışma arkadaşlarını önünüze oturtup, konuşmanızı onlara da okuyun. Bu bile sizde stres hormonunu tetikleyerek, gerçek sunum anında, baskı altında başarılı bir konuşma yapmanızı sağlayacak. - Açık el hareketleriniz olmalı. Muhattabınıza itici gelen vücut hareketleri sizi başarısız kılar. Derin düşünürlerin, karmaşık vücut dili vardır. Örneğin kollarınızı önde kavuşturmayın, ellerinizi kenetlemeyin, konuşurken cebinize sokmayın ya da hareketsiz yanlarda tutmayın. Vücut dili uzmanlarının söylediği tek bir şey var: “Açık duruş” yapın. Yukarıdakilerin hepsi kapalı duruş örnekleriydi. Açık duruş; konuşurken her iki elin avuçlarının havaya bakacak şekilde, dirsekten yukarıda olmasıdır. Kürsüden konuşmayın. Kürsü, seyirci ile aranıza bir mesafe koyuyorsunuz anlamı taşır. Mümkünse notlarınızdan uzaklaşarak, sahnenin tamamını kullanarak konuşun. İşe yeni başlayanlara anlattığım bir hikayeyle bitireyim:Şirketin emektar müdürü, patronun odasındaymış. Gençlere daha fazla imkan verilmesinden yakınıyormuş. Derken, caddeden bir patlama sesi yükselmiş. Patron telaşla müdüre “Bir bak, ne olmuş” demiş. Müdür hızla çıkıp dönmüş, bir kamyonun lastiğinin patladığını söylemiş. Patron “Ne kamyonuymuş” diye sormuş. Müdür tekrar çıkıp geri gelerek, “Çimento taşıyormuş.” Patron tatmin olmamış “Peki ne zaman tamir olacakmış?” Müdür yine koşturup “Yedek lastiği yokmuş, söküp tamirciye götürüyor” diye geri gelmiş. Tam o sırada genç müdür yardımcısı, evrak imzalatmak için odaya girmiş. Patron ona da biraz önceki gürültünün sebebini sormuş. Genç müdür yardımcısı hızla çıkıp, birkaç dakikaya kapıda belirmiş; “Efendim; çimento kamyonu, Eskişehir’e gidiyor, lastiği patlamış, yedeği yok, tamirciye götürmüş. Yarım saate kadar yola çıkabileceklermiş. Şoför tecrübeli, adı Ali Rıza...Patron, emektar müdüre dönerek: Gördün mü, işte fark bu!
Seçimler öncesi neredeyse her hafta kamuoyu anketleri yapılıyor. Peki bunlar seçmen üzerinde ne kadar etkili? Anketlerin etkisini bahis sitelerine benzetebiliriz. İki takım arasında oynanacak maçta bahis şirketi hangi takımı favori gösteriyorsa, bahis oynayan kişi parayı büyük olasılıkla kazanacak tarafa yatırıyor, risk almayı sevmiyor. Psikolojik açıklaması bu. Biraz açalım.Örneğin bir parti açık ara önde gidiyorsa ya da tam tersi, gözle görülür şekilde aşağı yuvalanıyorsa, oy kaybediyorsa, seçmen sandıkta kazanacak olana oy veriyor. Kitleler, anketlerde sürekli eriyen partiyi terk etmeye meyilli oluyor ya da oyunu artırıyor görünen liderin/partinin yanında saf tutuyor. Buna İngilizce “bandwagon” etkisi (Trene atlama) deniyor. Bandwagon ilginç. Başka bir örnek daha... Diyelim ki, bir parti ya da lider açık ara önde. Seçime girse rahatlıkla kazanacak yani. Ama anketler, durumunu rakibi ile başa baş gösterirse, bu kez rakip partinin seçmeni, kazanma ihtimali olduğunu düşünerek sandığa akın ediyor ve normalde hiç olmayacakken, ortaya az farkla kazananın belirlendiği bir sonuç çıkıyor. Seçmenler ikiye ayrılıyor. “Stratejik oy verenler” ve “Etkilenerek oy verenler...” Diyelim ki, A kişisi stratejik, B kişisi ise etkilenerek oy kullanan biri. Ve ortada her ikisinin de beğenisini alan ama seçilme şansı az olan bir politikacı var. (Anketler öyle diyor) Bu durumda A seçmeni ile B seçmeni, her ikisi de seçimi kazanma ihtimali olan ikinci tercih ettikleri adaya oylarını veriyor. Bu aday, başa baş geçecek bir seçimde, geriden gelip ipi kıl payıyla göğüsleyecek bir siyasetçi de olabilir.Ama seçmen, vereceği oyun önemsiz, sonuca etki etmeyeceğini düşünürse; yani adaylardan biri açık ara rakiplerinin önündeyse ya da şansı yok denecek kadar düşükse, işte böyle durumda stratejik oy kullanan A seçmeni, desteklediği adayın kazanma şansı olmasa bile, yine de ona oy vermekten çekinmiyor. B seçmeni ise, bakıyor ki desteklediği aday kesin kaybedecek ve ona oy vermesi sonucu değiştirmeyecek, bu kez galip gelmesi beklenen adaya gidip mührü basıyor. Anketlerin “mağduriyet etkisi” (kamçılama) olarak da bilinen bir etkisi daha var. O da, seçmenlerin seçileceği anlaşılan adaya /partiye sırt çevirip, şansı az olan adaya destek vermesi. Çünkü seçmenler, sonucu açıkça belli olan bir seçimde bir tarafın ezici bir çoğunlukla kazanırken, diğerinin temsil edilmemesini istemiyor. Bir kısmı mağdura da destek vererek, hatırı sayılır oy almasını sağlıyor. Araştırmalar, kararsız seçmeni ikna etmede, sandığa gitmesini sağlamada en etkili yolun, eş, dost, akraba çevresinin fikirleri olduğunu gösteriyor. Televizyondu gazeteydi, kapı kapı dolaşmaydı hepsinin etkisi az. Seçmenin fikrini değiştirecek asıl şey, yakın çevresinin görüşü. Bu; ev, iş sohbetleri de olabilir sosyal medya, özellikle Facebook da olabilir. Çünkü arkadaş gruplarımızın like’lamasıyla ekranımıza düşen notlar ve videolar başta da söylediğim gibi kişide genele uyma dürtüsü, çevremizle ters düşmeme etkisi yaratıyor. Düşüncelerimizin değişmesinde etkili oluyor. Son ABD seçimlerinde bu yolla Trump’un kazandığı sanılıyor. Facebook’un sahibi Zuckenberg işte tam da bu yüzden sorgulanıyor.
Harvard, Princeton, Yale, Columbia, Cornell, Pennsylvania, Brown üniversitelerinin yer aldığı dünyanın en prestijli Ivy Lig’inin (Sarmaşık Ligi) yanı sıra; Cambridge, Oxford (İngiliz), McGill (Kanada) gibi öğrenim kurumlarına giren çocuklara hangi kitaplar okutuluyor? Washington Post merak etmiş, “Sarmaşık Ligi’ndeki öğrenciler, bizimkilerin okumadığı neleri okuyor?” diye. Ve bu üniversitelere giriş bileti için okunması gereken kitapları sıralamış.1) İlk sırada yazar William Strunk’ın Stil Unsurları (The Elements of Style -1918) kitabı var. İngilizce makale, deneme yazmak isteyenlerin başvuru kaynağı. Türkçe çevirisi yok. Ama toplumlara lider yetiştiren üniversitelerin önem verdiği kitap. Özetle kişinin yazıyla kendini ifade edebilmesini, öğrenciye gücünü, cesaretini ortaya koymayı, meydan okumayı öğreten bir kitap.2) Platon’un Devleti. Bizde Eflatun diye de bilinir. MÖ. 428-348 arasında yaşamış ünlü antik Yunan düşünür. Sokrates’in öğrencisi. Devlet’te etik ve politika ilişkisi sorgulanır. Bu ahlaki bir sorundur, sorunun çözümü de adalettir, adaleti sağlayan da devlettir. Felsefe okuyan insanların yönettiği devlet, bireyleri mutlu edecektir.3) Komünist Manifesto (1848). Büyük düşünür Karl Marks’ın baş yapıtı. Dünyanın değişmesinde, milyonlarca insanın yaşamında belirleyici rol oynadı. İşçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki çalışma şartlarının nasıl düzenleneceğii konusunda rehber olan kitap, yeni bir yönetim fikri de doğurdu.4) Biyoloji, Neil Campbell. 1200 sayfalık dünyanın en çok okutulan, çalışılan biyoloji kitabı. Sade ve anlaşılır dili nedeniyle tercih ediliyor.5) Frankeştayn. İngiliz yazar Mary Shelly’nin 1818’de henüz 20 yaşındayken yayınladığı kitap, ilk bilimkurgu romanıdır. Bir canavar yaratan ve yarattığı şey yüzünden dehşete düşmüş bir bilim insanının tasavvur edildiği kitap, okuyana önce ölümü ardından yaşamı sorgulatır.6) Gene Antik Yunan’a uzanıyoruz. Aristoteles’in (Aristo) yazdığı Etik kitabı, temel ahlak kitabıdır. Ahlaklı ve erdemli olmak için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini sorgular.7) Thomas Hobbes’un Leviathan’ı. Siyaset felsefesi ve modern siyasal düşüncenin rasyonel açıklamasını yapar. Devlet ya da başka bir değişle Leviathan’a benzetilen egemenler anlatılır kitapta. Bir din ve dünya devletinin içeriği, biçimi ve kudreti diye özetlenebilir.8) İtalyan Machiavelli; Prens’i 1513’te, kaleme aldığında acaba Napolyon’dan Hitler’e, nice iktidar sahiplerinin güçlerini korumak için onun kitabına başvuracağını tahmin eder miydi! Siyasetçiler ve din adamları arasında rüşvet, şantaj, şiddet ve onursuzluğun olduğu bir çağda yaşayan Machiavelli’nin Prens’i,”iktidar için her şey mübahtır” diyen popülizmin temel taşıdır.9) Sırada Sofokles’in Kral Oedipus’u var. Bir Yunan tragedyasıdır. Sahnelendiği zamansa MÖ. 428 yılıdır. Kral Oedipus, Apollo tarafından lanetlenen bir kraldır. Babasını öldürüp annesiyle evlenmek gibi oldukça enteresan bir durum onun kaderidir.10) Ve son olarak Shakespeare’in Hamlet’i... 1601 yılında kaleme alınan eserde Hamlet yaşamını, yaşamın amacını, ölümü ve ölümün ötesindekileri sorgulamakta ve bu dünyada akıllı, soylu ve iffetli olmanın zorluklarını yansıtmaktadır. “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” tiradıyla bilinir.Almanya’da liselerde çocuklara Anne Frank’ın Hatıra Defteri (1947) okutuluyor. Nazi işgali sırasında ailesiyle Amsterdam’a saklanan bir Yahudi kız çocuğunun yazdığı bir kitap. “Dar görüşlü insanlar ne tür dehşetler yaşatıyor” diye anlaşılsın diye. Amerika’da liselerde ise Bülbülü Öldürmek (Harper Lee) tavsiye ediliyor. Irkçılık ve önyargılarla toplumun nasıl felç edildiğini anlamak adına.Çok düşündüm ülkemizde lise çağındaki çocuklara neler okutmalıyız diye... Aklıma şunlar geldi.İlk sıraya mutlaka Nutuk’u almalı. Ömer Seyfettin’den Pembe İncili Kaftan, Yaşar Kemal’in Üç Anadolu Efsanesi (Karacaoğlan, Köroğlu, Alageyik), Orhan Veli şiirleri, Aziz Nesin’in öyküleri mutlaka okutulmalı. Araya bir de Montaigne’in Denemeleri alınsa fena olmaz.
Göbeklitepe son yılların en heyecanlı keşfi. İnanç tarihinin gelmiş geçmiş en etkileyici, en eski buluşu. Şimdi dünya standartlarında bir sergi ve ziyaretçi merkezine kavuştu. Gidin, görün ve büyülenin!Urfa; efsaneye göre Hz. Adem ile Havva’nın cennetten indiği yer. Hz. İbrahim’in doğduğu ve ateşe atıldığı, Hz. Eyüp’ün hastalığına sabır gösterdiği, Hz. Şuayyip’in biraz ötesinde Şuayp şehrini kurduğu, Hz. Musa’nın Sogmatar’da yaşadığı bir peygamberler şehri. Hanları, hamamları, camileri, kiliseleri ile Roma’dan Osmanlı’ya manevi haz, görsel şölen sunan mistik bir atmosfer.Ama dünyanın dikkatinin Urfa’ya çevrilmesine neden olan şey, biz Türkler’in yıllar yılı pek de farkında olmadığı kutsal bir abideden kaynaklanıyor. Adı: Göbeklitepe... Bu yapıt, Urfa’nın insanlık tarihine armağan ettiği bir sürpriz.Şanlıurfa’nın 20 kilometre kuzeydoğusunda, Mardin karayolu (tarihi İpek Yolu) üzerinde, hiçliğin ortasında, Hititlerin “Çöl” diye nitelediği bir bölgede, 800 metrelik bir tepede, toprağı kazdıkça ibadethane, toplanma, tapınak alanı fışkırıyor. Yaşı bugünden geriye 12 bin yılı zorluyor. Göbeklitepe, İngilizlerin Hedgestone’undan 7 bin yıl, piramitlerden 8 bin yıl, Machu Picchu’dan 11 bin yıl daha eski. Tarihin sıfır noktası, medeniyetin göbek deliği (ki şekliyle de andırıyor), insanlığın Kabesi, Kudüs’ü, Vatikan’ı, bir inanç merkezi... Ve ahlakın ve düzenin ve şehirleşmenin ve toplumun icat noktası ve dünyaya yayılışı... İşte tüm bunların temsil edildiği yer Göbeklitepe...Bu kıraç tepede 1960’lı yıllarda bir yüzey araştırması yapılmış ama 1985’te tarlasını süren Şavak Yıldız amcanın sabanına takılan buluntulara kadar kimse ilgilenmemiş Göbeklitepe ile. 1995’te Alman Arkeoloji Müzesi’nden Prof. Klaus Schmidt bilimsel kazılara başlamış.Uygarlık tarihinin ilk tapınaklarında insanoğlu ölümle hesaplaşmış. Ters L biçimindeki kireçtaşı bloklar 20-30 metre çaplı çemberler oluşturacak şekilde dizilmiş. Üzerlerine dünyayı temsil eden akrep, leopar, akbaba, tilki, yılan kabartmaları yapılmış. Çemberin merkezine ise elleri göbeğinde birleşmiş, insan benzeri ama yüzü olmayan daha yüksek T şeklinde iki sütun yerleştirilmiş. Bu iki sütun, dünyevi olmayan, evrendeki tüm canlıların üzerinde yüce bir gücü simgeliyor.Asıl önemli gelişmelerse 2007 yılından sonra yaşanmış. Bulunan tapınakların yaşının M.Ö. 9600 yıllarına ait olduğunun duyulmasıyla arkeoloji dünyası dikkatini bir anda Şanlıurfa’ya çevirmiş.Göbeklitepe, henüz Taş Devri’nden buzul çağından yeni çıkmış avcı insan topluluklarının bir araya gelerek inşa ettiği ilk dinsel, törensel, toplanma, adak sunum merkezi. Yeryüzünde bir ilk. Mezopotamya’nın Bereketli Hilal adı verilen kesiminde, Harran Ovası’na yukarıdan bakan bir mevkide, 12 hektarlık (50 futbol sahası) bir araziye yayılmış iri ufaklı 20 mağbetten söz eriyorum. Bunlardan sadece 8’i gün ışığına çıkartılabildi. Göbeklitepe bulunana kadar dünyanın en eski tarihi anıtının Malta’daki kalıntılar (M.Ö. 5000) olduğu sanılıyordu. İnsanlığın önce tarım toplumuna şehirleşmeye geçtiğine sonradan dini ananeler geliştirdiğine inanılıyordu.Göbeklitepe’nin son halini gittim, gördüm. Yıllar boyu dağ başında tek kulübe, bir keçi yolundan oluşan kazı alanı, adeta Ay Üssü Alfa’ya dönüşmüş. Doğuş, 15 milyon dolar harcayarak, kazılara destek vermekle kalmamış, kazı alanının dışına dünya standartlarında bir ziyaretçi merkezi inşa etmiş, üstyapıya altyapıya da el atmış. Doğuş Grubu Kurumsal Müdürü Bahar Erbengi ve Göbeklitepe kazı heyetinden Dr. Moritz Kinsel’in katılımıyla gerçekleşen basın gezisinde, kendimi tarihin sıfır noktasına ışınlanmış hissettim. İki bölümden oluşan ziyaretçi merkezi, bölgenin taşı toprağı sıkıştırılıp tuğla haline getirilerek sil baştan inşa edilmiş. İçerisindeki video enstalasyonlar bir Alman firmasına ve National Geographic’e hazırlatılmış. Müzikler, mekanın ruhuna uygun olması için Mercan Dede’ye besteletilmiş. Kazı alanına gidecek turistler için shuttle’lar bile düşünülmüş.Kazı alanının üzeri ise Kültür Bakanlığı’nca, AB’den alınan destek fonuyla kaplanmış. Estetiği tartışılır ama, koca bir arkeolojik alana iki ayakla desteklenen dev bir çatı oturtmak da kolay değil. Rüzgarı kısmen kesiyor ve eserleri yağışa karşı koruyor. Ancak ziyaretçiler alanı yukarıdan gezebildiği için, sütunların ihtişamını yanında oldukları kadar idrak edemiyorlar.Kendi adıma, Göbeklitepe’de yapılanlar karşısında hem etkilendim, hem de gurur duydum. Bugüne kadar sosyal sorumluluk projelerine 400 milyon dolar harcayan Doğuş Grubu’nun, Göbeklitepe için adeta seferber olduğunu, sahiplendiğe şahit oldum. Dünyanın sayılı gazetelerinden yabancı meslektaşlarımızı da oraya davet edip ağırladılar, yapılanları tek tek sıraladılar.Ülkemize gelen yabancı devlet adamı ve heyetlerin programına mutlaka Göbeklitepe dahil edilmeli. Bu bir devlet politikası olmalı. Göbeklitepe kazı alanının yanına ayrıca antik tarzda bir tiyatro inşası çok iyi olur. Ambiyansa uygun konser ve festivaller Göbeklitepe’nin tanıtımına katkı yapar. Şanlıurfa turizmin yeni çekim merkezi olur.Gözümü kapıyorum. İleride Harran Ovası, ötede Mezopotamya, arkamda Nemrut Dağı... Ilık rüzgar, çimen kokusunu yüzüme taşıyor. Ceylan sürülerinin gezdiği, sulak ovalarda fıstık ağaçları, meşe ormanları yükselen bir çayırın ortasındayım. Yeşil zeminde çıplak ayaklı yanık tenli yüzlerce mağara adamı taş blokları çekerken sicim gibi gerilen terli kasları güneşte parlıyor. Çayırın ortasında yükselen tepedeki yıkıntılar gözüme ilişiyor. Makaranın başa sarması gibi düşen taş bloklar yerden havalanıp gerisin geri koptukları noktadan birleşiyor. Bir anda çevresinde binlerce insanın diz çöküp el pençe durduğu tapınaklar, binlerce yıllık uykudan uyanırcasına önümde yükseliyor.Halbuki Göbeklitepe bunun böyle olmadığını, insanların önce dini kaideler, tapınaklar inşa ettikleri ardından buralarda yaptıkları toplantılar, adak törenleri, inisiye ayinleri ile tarım, hayvancılık, çömlekçilik, yerleşik ve hiyerarşik toplum düzenine geçtikleri belirlendi. Yani inanç her şeyden önce başlamıştı. İyi de henüz avcılık aşamasındaki metalleri keşfetmemiş taş devri insanı, sadece sert taşları kullanarak 6 metre yüksekliğinde 40 ton ağırlığındaki yekpare kayaları kesip, biçimlendirip, üzerine mükemmel hayvan rölyefleri işleyip tapınak alanına nasıl getirip dikti? Bu bir muamma. Üç yaşındaki bir çocuğun elindeki oyuncak aletlerle köprü yapmaya girişmesi gibi bir şey bu.Ne var ki, kazı çalışmaları 20 yılı aşkın süredir sürmesine karşılık, alanda ne yeterli düzenleme, ne bir gezi rotası, ne çevre düzeni, ne de doğru dürüst bir güvenlik tedbiri vardı. Gelen ziyaretçiler, kazı alanının üzerinde dolaşıyor, yağmur ve rüzgar taşları aşındırıyordu. Turistler için Göbeklitepe’nin özgünlüğüne yaraşır bir seyir ve sunumu modeli geliştirilemiyordu.Bu aşamada Doğuş Grubu devreye girdi. Ve tüm dünyaya örnek olacak bir proje ortaya attı. 2015 yılında Turizm Bakanlığı ile 20 yıllık bir anlaşma imzalayan Doğuş Grubu, 2035 yılına kadar Göbeklitepe’deki kazı çalışmalarına 20 milyon dolar vereceğini açıklamakla kalmıyor, kazı bölgesinin dünya standartlarında bir müze ve sergi alanına dönüşümü için yapılacak projeyi de bizzat üzerine alıyordu. Elini taşın altına sokuyordu açıkçası.Amaç Türk kültürünü dünyaya tanıtmak, Göbeklitepe’yi inanç turizminin yeni bir halkası yaparak, global bir ikon haline getirmekti. Kamu-özel sektör arasında arkeolojide benzeri olmayan bu sıra dışı işbirliği UNESCO tarafından bile heyecanla karşılandı. Hatta UNESCO yetkilileri bu modeli global sponsorlar toplantısına katılan yabancılara önerdi. Yapılanlar sayesinde Göbeklitepe’nin Temmuz ayında UNESCO Dünya Kültür Mirası’nın aday listesinden gerçek listeye alınması oylanacak.Göbeklitepe, yapımı tamamlanan çatı koruması sayesinde yeni yüzüyle ziyaretçi akınına uğruyor. UNESCO Dünya Kültür Mirası aday adaylığı için son hazırlıkların yapıldığı alanın, uzun yıllar daha iyi korunması ve sağlıklı kullanılması için yürütülen çalışmalar kapsamında yapılan 4 bin metrekarelik çatı tamamlandı. Geçen ay tekrar ziyarete açılan alanda, turistler, artık kazı alanını daha rahat gezebiliyor.
25yıllık gazeteciyim. Elim, kolum haberdir. Son dakikaları, n’olup bittiğini en çok takip etmesi gereken kişi benken, çoğu zaman karşımdakinin cep telefonu ile benden çok daha fazla haşır neşir olduğunu fark ederim. Buna kibarca telefon bağımlılığı, kabaca saygısızlık diyeceğim, başka izahı yok.Yeni tanıştığın biri olsun ya da olmasın konuşma; göz temasına, ses tonuna, vücut diline dayalı bir anlaşma yöntemidir. Dikkat ve konsantrasyon gerektirir. Mesleğim gereği onlarca kişiyle söyleşi yaptım. Açıkça ifade edebilirim ki, konuşma sırasında sürekli cep telefonuyla meşgul olmak, mesaj alıp, mesaj atmak, ‘özür dileyerek’ kısa görüşmeler yapmak masada konuşulan konunun ciddiyetini azaltmakla kalmıyor (demek ki bölünebilir, sıradan bir görüşmedesin), iki insan arasındaki yakınlaşmayı da bozuyor.“Amma abarttın” der gibisiniz. Hatta daha da ileri gideyim. Bırakın cep’ten yazışıp konuşmayı; masanın üzerine, tabağınızın yanına daha ilk anda telefonunuzu koymak bile, konuşulacak mevzuyu değersizleştiriyor, karşıdakini incitiyor.Peki neden böyleyiz? Çünkü cep telefonları bize hiç bir zaman yalnız kalmayacağımızı, sıkılmayacağımızı, her an dikkatimizi başka bir yere verebileceğimizi ve en önemlisi aynı anda pek çok iş (multitask) görebileceğimizi taahhüt ediyor da ondan. Son dediğim en baştan çıkartıcı olanı... Aslında gururluyuz, çünkü kendi bir takım değerlerimizin üstün olduğu kanısındayız. Ve kibirliyiz, karşımızdakinde de bu kanıyı uyandırmaya çalışıyoruz. O küçük cihaz, gurur ve kibirimizi okşuyor, yolladığı mail, tweet, Instagram uyarılarıyla “önemli “ biriymişiz gibi hissettiriyor.Maalesef bir resim atıp, beş dakikada bir acaba kaç kişi “like etti” diye bakanlardan olamadım. Milenyum kuşağı değilim. Ama derste cep telefonu yasaklanan gençlerin sınav başarılarının yüzde 7 arttığını gösteren araştırmaları okuyabiliyorum. En azından şu tavsiyeyi verebilirim, cep telefonuyla ne kadar az meşgul olursanız söyleneni o kadar iyi anlarsınız. İyi ilişkiler kurarsınız, işiniz de görülür. Hatta “Bir işin; olmasını istemiyorsan telefon et, olsun istiyorsan yüz yüze görüş” derler. Bunu kendi çocuğuma da öğütlüyorum ama pek dinlediğini söyleyemem.Sağlık sektöründe çalışanlar dediklerimi daha iyi anlayacaktır. Şöyle ki; kendine bakmayan, içki, sigara tüketen, obez, ve neredeyse hiç egzersiz yapmayan kişiler; sağlıklı beslenip, spor yapan ama asosyal kişiliği olanlara göre (evde oturan, TV, bilgisayar izleyen, sosyal medya bağımlılarını kastediyorum) sıkı durun daha uzun yaşıyorlar. Hem sağlıklı beslenip hem sosyal ilişkileri güçlü, eş dost canlısı, gezip tozanlar tabii ki bu durumda en çok yaşayanlar...İkinci itirazım da olur olmaz her yerde cep telefonu kullananlara, daha doğrusu adap bilmeyenlere... Otobüste, metroda, kuyrukta “Gelinine akşam evde ne piştiğini” soranları, “Ofiste o gün ne halt ettiğini”, “Görümcesiyle arasındaki kavgayı” ahaliye avaz avaz ilan eden güzide vatandaşlarımızı geçiniz, daha seçkin mekanlardaki saygısızlıktan bahsetmek istiyorum.Mesela oğlumla beraber Anıtkabir’e gittiğimiz bir günde, Ata’nın mozolesi önünde onu saygıyla anarken, arkamdan birisinin yüksek tondan gülerek “Oğlum akşam maçı nerede izliyoruz, çakacak mıyız bu kez” diye geçmesine deliriyorum. Çanakkale’de koca dağın üzerine “Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver bu sessiz yığın bir vatan kalbinin attığı yerdir” diye kazınmasına rağmen; rüzgarın esintisi, dalgaların sesi altında huşu içinde yatan binlerce şehitin önünde car car car sessizliği bozan, mezarların üzerinde poz veren kişilere kızıyorum.Türkiye ya da Avrupa’da girmek için kapısında saatlerce beklediğimiz müzelerdeki, değerli ressamların eşsiz tablolarının önüne doluşup arkasındakileri umursamadan selfie, video çeken ya da toplu fotoğraf karesi alanlara da tilt oluyorum. Onlar “Bak ben müzeye gittim” yayını yapıp kendini like’latacak diye, gerçek sanatseverler arkalarda duman oluyor. Ve son olarak tiyatro ve konserlerde zifiri karanlıkta telefonlarının mavi beyaz ışığını açıp, Periscope yayını yapanları da, gördüğümde bizzat sert dille uyarıyorum. Bu tipler bulundukları anı kaçırmakla kalmıyor, benim keyfimin de içine ediyorlar.Evet taktım. Bu pazar fena halde cep telefonlarına taktım.
Genellersek yüz yüze konuşan iki kişi arasındaki iletişimin yüzde 35’e yakını ses ile, yüzde 65’i vücut diliyle gerçekleşiyor. Yeni tanıştığımız bir kişi hakkındaki izlenimimizin yüzde 80’ini ilk 4 dakikada görünüşüne bakarak ediniyoruz.‘Çok da değil’ diyen şu istatistiğe baksın. Siyasetçi konuşurken verdiği mesaj fikrimizi değiştirmede yüzde 7 etkiliyken; bu mesajı verirken seçtiği kelimeler, ses tonu ve vurgusu yüzde 38; vücut dili ise yüzde 55 etkili oluyor.Bir fıkrayla başlayalım...At yarışları... Günün en iddialı koşusu... Aynı ata oynamış iki kişi yan yana izliyor. Biri koca göbekli kalantor görünüşlü işadamı, belli ki büyük servet yatırmış. Sağ eli pantolonunun cebinde, sol elindeyse koca bir puro, sakince tüttürüyor. Diğeri küçük esnaf, ufak bir meblağ oynamış ama sanki tüm servetini yatırmışçasına heyecanlı; “Hadi yavrum, hadi aslanım” diye yırtınıyor. Atlar son düzlüğe giriyor. Yarış bitmek üzere... “Hadi oğlum, yürü be oğlum, yürrü be koçum!”, inletiyor küçük esnaf. İşadamında en ufak bir heyecan yok, purosunu tüttürüyor tek kelime etmeden. Geriden atağa kalkan başka bir at son anda bizimkilerin para yatırdığı atı burun farkıyla geçip birinci oluyor. Esnaf perişan, yıkılıyor, kuponu yere atmalar, sinir krizleri falan. Sonra birden gözü, yanındaki kalantora takılıyor. Onun istifini bozmadığını görünce, şaşırıyor:-Beyefendi affedersiniz. Benim yatırdığım para herhalde sizinkinin yanında devede kulak ama ben babamı kaybetmiş, gibiyim sizse kılınızı kıpırdatmadınız.Adam bizimkine dönüyor, yüzü kıpkırmızı... Elini cebinden çıkarıp, sinirden sıkıp koparttığı uzvunu gösteriyor: Peki bu ne ulan, bu ne!İngilizlerin “Güç duruşu”Ya işte böyle. Siyasilerin o özgüvenli, serinkanlı duruşu sizi yanıltmasın aslında içlerinde ne fırtınalar kopuyor. Siyasette dışarıya karşı duruş önemlidir. Duruş derken, ideolojik değil, fiziki duruşu kastediyorum. Seçmeni etkiler. Örneğin İngilizler bugünlerde Muhafazakar Parti liderlerinin duruşuna takmış. Ada ülkesinin, Avrupa’dan kopuşunun bayrağını taşıyan Muhafazakarlar, Brexit’i bacakları açık, vücudun yarısı ileride yarısı geride, kollar mukavemete hazır bir duruşla karşılıyor. “Güç Duruşu” adını verdikleri bu poz, güveni, istikrarı, yere sağlam basmayı temsil ediyor, amiyane tabirle çevresine “kodum mu oturturum” imajı veriyor. Tabii alaya alanı da var. Kimine göre Beyonce’tan çalıntı, kimine göreyse Marvel’in çizgi kahramanları gibi duruyorlar. Hatta İçişleri Bakanı bacaklarını kalçadan fazla açınca komik duruma bile düşebiliyor.Siyasetçinin vücut dili şüphesiz seçim kazandırıyor ama bu ülkeden ülkeye de fark gösteriyor. Örneğin Amerikan seçmenleri başkanlarının rahat tavırlarına alışıktır. ABD’li siyasetçilerin bir restoranda fast food kuyruğuna girmesi tv şovunda saksafon çalması, kendini ti’ye alması prim yapar.Obama rahat, Merkel katıABD eski Başkanı Obama’yı Berlin’de Branderburg Kapısı önünde Merkel’le birlikte hatırlıyorum. Yazın hava muhtemelen 30 derecenin üzerindeydi, Obama ceket kravatı atmış kalabalığa rahatça nutuk çekerken, yanındaki Merkel’in bırakın döpiyesinin düğmesini gevşetmesi, tek damla terlemesi bile yasaktı. Trump insanların önünde şarkı söyleyip dans edebilir, ancak Merkel sadece Wagner konserinde görüntülenebilir. Alman siyasetinde ağırbaşlılık prim yapıyor. Ciddiyet, kontrollü yüz ifadesi (sululuğa yer yok) ve ellerin “elmas” duruşu kamuoyuna güç, istikrar, güvenlik mesajı veriyor.İtalya’da ise seçmenin önüne, mayo, bornoz, banyo havlusu, terlikle çıkmak, eksi değil artı yazıyor. Seçim kazanma şampiyonu Berlusconi’nin bunga bunga adlı bikinili kızlardan oluşan partilerini hatırlayın. Yaş 70, iş bitmemiş imajı...Fransızlar, karısını aldatmayanı adam yerine koymuyor. En taze örneği bir önceki Cumhurbaşkanı Hollande’ın motosiklet ve kaskıyla Elysee Sarayı’ndan gizlice oyuncu sevgilisine kaçarkenki görüntüleri...Latin Amerika’da duygular ön planda. Özellikle kameralar önünde ağlamak seçmeni etkiliyor. Arjantin eski Devlet Başkanı Cristina Kirchner, daha eskilerden Eva Peron da bunu en iyi bilen, kampanyalarında ya da düşen popülaritelerini artırmak için en iyi kullananlardan. Don’t Cry For Me Argentina (Benim İçin Ağlama Arjantin) şarkısının adı tesadüf olmasa gerek.Rusya’ya dönelim. Putin’in karate yaparken, üzeri çıplak ata binerkenki görüntülerini bir düşünün. Güçlü lider, güçlü Rusya imajı.. İş yapıyor mu? Seçimlerin adil ve tarafsızlığı tartışılsa da evet iş yapıyor.Türkiye’de de kitleleri peşinden sürükleyen tüm liderlerin, onlarla özleşen birer imajı var. Zaten aksi halde siyasette başarılı olunamıyor. Atatürk’ün herhalde ülkemizin ve hatta kendi döneminin en iyi imaj makerı olduğunu kabul etmeliyiz. Demirel’in fötr şapkasını, Ecevit’in kasketini mavi gömleğini, Çiller’in beyaz kıyafetini, Özal’ın başının üzerinde kenetlediği selamını, Erdoğan’ın sağ elini kalbine götürüşünü... Bu işaretlerin hepsinin kitlelerde bir karşılığı var.Ülkeler bazından çıkıp, genel seçmen psikolojisine girersek orada da Stanford Üniversitesi’nin yaptığı güzel bir araştırma var. Üniversite şu faktörlerin oy tercihimizi etkilediğini ortaya koymuş;- Adayın etnik ve dini kökeni. Siyah, Beyaz, Alevi, Sünni, Kürt, Müslüman, Hıristiyan vs. Ne dersek diyelim ne kadar yalanlarsak yalanlayalım seçmenlerin adaylar arasında dikkat ettiği unsurlardan biri bu. Bunu her zaman bilinçli yapmıyoruz çoğu zaman istem dışı, bilinç altında, yetiştirilme şeklimizin belirlediği ön yargılarla yapıyoruz.- Kapalı çevrede, köyde, uzak bir kasabada yetişen insanlar daha muhafazakar oluyor. Ve muhafazakarlar, liberallere göre farklı olan (tanımadıkları, bilmedikleri, kendilerinden olmayan) her şeye “Onu yapma, ondan uzak dur, bana zararı olabilir” gözüyle bakıyor. Mevcudu değiştirmek, denemek istemiyor.- Adayın çekici, yakışıklı, boylu poslu olması seçmenin tercihini etkiliyor. Özellikle de kendinden yakışıklı ve güzelse...- Seçmeni korkutmak işe yarıyor. ABD Nebraska’da yapılan bir araştırma, özellikle muhafazakar seçmenin korku dürtüsüne hassasiyet gösterdiğini, güçlü bir ters tepki koyduğunu kanıtladı. Terör tehdidi, ekonomik istikrarsızlık gibi siyasi söylemlerin, bir taraftan diğer tarafa oy kaydırmada ciddi etkisi var gibi görünüyor.- Negatif söylem etkili oluyor. Seçmen (beynimiz) pozitif bilgi yerine negatif bilgiyi hatırlama eğiliminde. Yani oy kullanırken, siyasilerin negatif yönlerini düşünerek karar veriyoruz. Ortada iki aday olabilir ve seçmen her ikisine de pozitif bakıyor olabilir. Bu durum, seçmenin sandığa gideceği anlamını taşımıyor. Seçmeni motive etmiyor. Halbuki, bu adayların birinden nefret etmesi sandığa gitmek için iyi bir neden, motivasyon oluşturuyor.- Hiç alakası olmayan olumsuz olayların faturasını halk dönüp siyasetçiye kesebiliyor. Bunun bir benzeri, 2000 yılında Bush-Al Gore arasında yaşandı. Seçimden önce ABD genelinde inanılmaz sel ve kuraklık felaketi oldu. Doğal felaketin sorumlusu olarak Demokratlar görüldü ve Al Gore sırf bu nedenle 54 eyalette 2.8 milyon oy kaybetti.- Futbol, siyaseten seçim kazandırıyor. ABD’de 44 yıllık istatistikler kolej (ABD futbolu) oyunlarının, seçimlerin hemen 10 gün öncesine rast geldiği dönemlerde, hali hazırda görev yapan yerel ve ulusal siyasetçilerin yeniden kazandığını gösteriyor. 2004’teki Bush (Cumhuriyetçi) ve Kerry (Demokrat) arasındaki başkanlık yarışında futbol fanatiği seçmenlere sormuşlar “Kime oy vereceksiniz?” diye.. “Kerry ile televizyon karşısında hamburger yiyip maç izlediğimi hayal edemiyorum, ama Bush’la yaparım” cevabı almışlar. Türk siyasetçiler bunu da bir düşünsün...
İkinci sezonu başlayan Westworld dizisi, daha ilk bölümde, insanoğlunu yani bizi, pek de uzak olmayan gelecekte bekleyen bu etik soruyla baş başa bırakıyor. Orijinalini 1973’te Yul Brynner’ın oynadığı Westworld, personeli tamamen insan görünümlü robotlardan oluşan (kovboyları, bar kızları, şerifleri, çeteleri, kızılderilileri vs.) Vahşi Batı temalı bir eğlence parkına giden zengin müşterilerin başına gelenleri konu alıyor. İzleyici çok sık kim robot, kim insan şüpheye düşüyor.Westworld başlattıZiyaretçiler, bu eğlence parkında robotlara diledikleri gibi davranabiliyor. Kimi kahramanlığa soyunuyor kötüleri (robot haydutları) vuruyor, kimiyse en derin hedonik isteklerini tatmin ediyor, fahişeleri dövüyor, işkence, tecavüz ediyor. Hatta çocukları (insan görünümlü robot çocuklar bunlar) zevk için öldürüyor. Parkın robot personeli ise tüm bu yapılanlara karşılık veremeyecek şekilde programlanmış. Yani parayı bastıran müşteriler istediği sadizmi, ceza görmeksizin Westworld dünyasında yapabiliyor.Yapay Zeka; insanlığın en büyük endişesi. Pek yakında evimizdeki mutfak robotu kıvamından çok farklı, dış görünüşüyle bize hayli yakın robotlar piyasaya çıkacak. Ve her yeni sürümde bu robotlar daha da akıllanacak. Aynı insan beyninin bilgiyi işleyip kendine her olaydan yeni deneyimler yeni kazanımlar çıkarması gibi, yapay zekalı robotlar da bu tür donanıma (hardware) sahip olacak. Bahsettiğim şey, robotun makine olmaktan çıkıp bireye dönüşmesi.. Yani kendi kendinin farkına varması, boş zamanında kitap okuması, çocukları büyütmesi, spor yapması, evi temizlemesi, sinemaya gitmesi gibi şeylerden bahsediyorum. Birey olarak diğer robotlardan farklılaşmasından söz ediyorum. “Olsa ne olacak, gene de özünde bir makine!” diyebilirsiniz. Şöyle anlatayım...Karşınızda sağından solundan kablolar fışkıran gözleri plastikle kaplı bir makine yerine; yumuşacık tenli, etten “gerçek” bir kadın oturduğunu, dolgun dudaklarından Siri ses tonuyla konuştuğunu hayal edin. Bu yeni tanıştığınız büyüleyici güzellikteki kadının, sizinle entelektüel düzeyde politika, sanat, cinsellik tartıştığını; hatta nişanlınızdan ve en iyi arkadaşınızdan bile sizi daha iyi anladığını farz edin. Birkaç hafta sonra biri çıkıp bu kadının robot olduğunu söylese, siz onu bir anda vitrin mankeni olarak mı görmeye başlarsınız? Bence hayır. İnancınız, dünya görüşünüz ya da hukuk ne derse desin o robot artık sizin için bir bireydir, sevdiğiniz hatta aşık olduğunuz kişidir. Temelde iki etik tartışma varSorun da işte tam bu noktada başlıyor. Aynı Westworld’te olduğu gibi o gün geldiğinde birileri de robotlara, kötü davranmaya, köle gibi çalıştırmaya, tekme atmaya, işkence yapmaya, tecavüz etmeye hatta öldürmeye kalkışacak. Peki sonra ne olacak?Bizi ileride bekleyen bu sorunu, ceza hukukunda genç kuşağın parlayan isimlerinden Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Dr. Barış Erman’a sordum. Erman’ın derslerinde öğrencileriyle bu tür zihin açıcı tartışmalar yaptırdığını çok iyi biliyorum. Şöyle diyor;“Yapay zekalı robotlar insan hayatına girince ne olacak? Bahsettiğiniz konu şu iki başlıkta tartışma doğuracak. Birincisi, bizime aynı haklara sahip olabilecekler mi? Robotun zihni ve bilinci varsa, kendisini bir birey olarak çevresinden, diğerlerinden ayırt edebiliyorsa, kanunen insanlara benzer haklara sahip olmaları savunulabilir.”Aslında Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varım” sözünün bir açılımı gibi Barış Erman’ın bu ifadesi. Eğer karşımızdaki şey, kendinin farkındaysa, çevresini idrak edip deneyimlerinden çıkarımlar yapıyorsa, eylemlerinin sonuçlarını biliyor ona göre davranıyorsa, makine olması neyi değiştir? İnsan beyni de sonuçta sinirlerin birbirine elektrik akımı yolladığı biyolojik bir bilgisayar devresi değil mi?“Tartışılır” diyor Barış Erman ve ardından ekliyor, “Ama ilk tartışma konusu işin daha kolay çözüme kavuşturulabilir yönü. Daha derinde bir başka mesele var ki o kadar kolay çözülecek gibi değil.”Nedir?“İkincisi, etik davranış, kişinin kendine karşı olan bir yükümlülüğü müdür, yoksa başkasına karşı olan yükümlülükleri midir? Yani kişi, hukuken suç olmasa bile, ileride bir robota rızası dışında kötü davranmalı mı, işkence ya da tecavüz edebilmeli mi? Bu davranışını ahlaken nereye koymalıyız? Hayvanlara kötü muamele edenlerle aynı yere mi, daha farklı bir yere mi, yoksa bizimle eşit seviyeye mi? İnsana benzeyen, acı çektiği anlaşılabilen bir varlığa karşı zulüm gösteren kişi, kendi insanlığından kaybetmiş olmaz mı?”Bunlar çok doğru tespitler. Eğer bir robotun canının yandığını, acı çektiğini biliyorsak ve yaptığımız işkencenin ona ve onu tanıyan insanlara üzüntü vereceğini de tahmin ediyorsak, o zaman yaptığımız -hukuken olmasa da etik açıdan- bir suçtur.Toplum tepki koyacakBahsettiğim şey, günümüz bilgisayar oyunlarında zevk alarak işlediğimiz şiddetten çok farklı bir deneyim. Karşımızda yapay da olsa kanlı canlı biri var. Üzerinde fanteziler gerçekleştirmenin, gerek bizde psikolojik, gerekse sosyal ilişkilerimizde (eşimiz, arkadaşımız vs.) ne tür sorunlara yol açacağını kestiremiyorum.Konuyu salt sadizme indirgeyerek hafifleştirdiğimi düşünmeyin. Makineler esasen insanoğlunun yaşam kalitesini yükseltmek için bize hizmet etmesi gereken gereçler. Yapay zekanın inşa edilmesinin altında da robot partnerler, hizmetkarlar, şoförler yattığı bir gerçek. Bunları kanıksıyorum, yadırgamıyorum.Söylemek istediğim Yapay Zeka ilerledikçe, karşımıza bu tür ahlaki tartışmaların da çıkacağıdır. En son raddede, düşünen, konuşan, çözüm üreten, ağlayıp gülebilen, hayat arkadaşı olacak, akıllı, zeki makineler ortaya çıkacaksa, bu makineler “bize hizmet etmeye programlanmış olsa bile” onlara “köle gibi” muamele edemeyeceğimiz aşikar. Ya kanunen olacak bu, ya da toplumlara sirayet edecek yeni ahlaki kaideler, makinelere kötü muameleyi hoş karşılamayacak.