Ok tşşk! Hyr deilim..

4 Ağustos 2018

Evde konuşmuyoruz, konuşma programı (talk show) izliyoruz. Oyun oynamıyoruz, oyun programı (game show) izliyoruz.Yemek yapmaktan, gezip tozmaya, ikili ilişkilere her şey erkanda hazır paketlenmiş olarak belirli bir mesafeden izlenmek üzere gönderiliyor. Böylece siz güzel koltuklarınızdan hiç kalkmayın, güzel evinizden hiç çıkmayın, birbirinizle hiç buluşmayın, gerçek hayata bir nebze katılmayın diye... Bir bağımlılık doğdu farkında değiliz. Ekran bağımlılığı... Geçenlerde bir arkadaşımın oğlu ile WhatsApp’laşıyoruz, başlıktaki mesajı yolladı. Hemen “Ne diyo lan bu hergele” ye bağladım. Sonradan anladım ki, benim anladığım manada değilmiş o ifadeler, “Teşekkür” etmiş, “Hayır değilim” demiş. Babasını aradım gülmek için. O da bana evde yaşanan başka bir hadiseyi nakletti. Şöyle ki;Evde kurulmuş dünya kupasını izliyormuş. Futbolculardan biri rövaşata atmış. Bizim aradaş da “Vay be ne rövaşata” diye ayağa fırlamış. Yanında oturan oğlu (bana WhatsApp çeken) bilgisayardan kafayı kaldırıp “Baba ne var ki bunda ben de atıyorum?” demiş fütursuzca. Şaşıran babası “Nerede atıyorsun evladım sen futbol oynamazsın ki” deyince delikanlı cevaplamış “Olur mu baba, FIFA’da rövaşata ile defalarca gol attım.” Anlayacağınız, hergele oyun dünyasını öyle içselleştirmiş ki, gerçekte kendisinin revaşata attığını sanıyor. İleride de Süperman gibi uçtuğunu düşünebilir ya da Hitman gibi iyi silah kullandığını farz edebilir, artık bilemiyorum.Fazlası neden zararlı?Sosyal medya ve video oyunları, bakıyorum gençlerin tek kaçışı... Zaten vahşi şehirleşme nedeniyle parkların bahçelerin günden güne azaldığı, sokak kültürünün, arkadaşlığının kaybolduğu bir dönemde doğan, laboratuvar gençliği bunlar... Dünyada her gün 1.45 milyar kişi Facebook kullanıyor. Türkiye ise her ay 36 milyon kişi Instagram’a girip çıkıyor. Nüfusun yarısı... Teknolojinin aşırı dozda kullanımı modern zamanların hastalığı olarak çoktan kendini gösterdi. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bile oyun bağımlılığını, zihinsel bir sağlık problemi olarak tanıdı. Ama bir ebeveyn olarak itiraf edebilirim ki sorun bundan çok daha öte. Sosyal medya gençlerin fiziksel gelişimini, sosyal becerilerini durdurmakla kalmıyor, mental rahatsızlıkları perdeleyerek, onları dış dünyadan da giderek soyutluyor.Geçen yıl, oğlanı Fethiye’ye kampa yolladım. Kampta cep telefonu ile konuşmak yasak. Kamp eğitmenleriyle sonradan konuşurken söyledikleri ilk şey neydi biliyor musunuz? Gençlerin teknolojiye olan bağımlılıkları... Kızlar sosyal medyaya, erkeklerse video oyunlarına aşırı bağımlıymış. Kampta uzun süre (1 hafta) telefonları ellerinden alınınca önce endişeli/kaygılı bir hava kaplıyormuş gençleri, daha sonra bu endişelilik hali, hırçınlığa ve son kertede küskünlüğe kadar varıyormuş. Tüm bunlar bana “Bugün bilgisayar oynamak yasak” dediğimde oğlumda meydana gelen ani tavır değişikliklerine çok benziyor. “Sosyal medya, sosyal gelişimi engelliyor” derken ABD’li bir eğitimcinin şu sözlerini hatırladım; “Ders verdiğim çocuklar 15 yaşında ama 12 yaşındaymış gibi davranıyor.” Gençleri niye çekiyor?Peki gençler neden yüz yüze etkileşime girmek yerine, ekranların arkasına gömülerek, birbirleriyle online konuşmayı tercih ediyor?Çünkü, sanal dünyada herkes mutlu, karizmatik, ilginç, başarılı da ondan. Gençler, gerçek hayatla yüzleşmek yerine, burada saklanıyorlar. Sanal alem onlara yeni bir kimlik veriyor, video oyunları sayesinde hayatta başarılı olma duygularını tatmin edebiliyor, anlık beğenilme ve taktir toplayabiliyorlar. İstedikleri an oyundan çıkabilme, yeniden başlama lüksleri de var. Gerçek hayattaki sorunlarla yüzleşmelerine gerek yok. Oturuyorlar işte sıcacık koltuklarında, korunaklı evlerinde...Sadece gençler değil, bizler de sosyal medya bağımlısıyız. Gelen “dink” (mesaj) sesine kaç dakika kayıtsız kalabiliyoruz ki.. Araştırmalara göre günde 2 saat 51 dakikayı cep telefonumuzun ekranına bakarak geçiriyoruz. Yeni günde ortalama 100 kez sosyal medyaya giriyoruz. Kalan 7 saati de bilgisayar ekranı ya da TV izleyerek harcıyoruz. Hem kendimiz, hem de çocuklarımızın sağlığı için sosyal medyayı ve bilgisayar oyunlarının aşırı kullanımına bir ket vurmamızın zamanı gelmedi mi? Bence bunu bir düşünün...

Devamını Oku

Bozcaada’da sanat tasarıma karıştı

3 Ağustos 2018

Henüz ikincisi düzenlenen Bozcaada Caz festivali, şimdiden uluslararası olma yönünde...Ege’nin bu bohem adasının ruhuyla birebir örtüşen festivalin göz alıcı konuğu ise tasarımla teknolojiyi bir üst seviyeye taşıyan Volkswagen’in Arteon modeliydiKırmış olsak da yontularını,Kovmuş olsak da tapınaklardanTanrılar hiç de ölmüş değil bu yüzden.Ey İonya tapınağı, sensin hala sevdikleri,Işıyınca ovalarda ağustos sabahları,Bir dirilik kımıldar havanda hayatlarından;Ele geçmez bir delikanlı gölgesi,belirsiz koşar adım,dolanır dağların doruklarında...KavafisDenizin ruhunun adanın rüzgarıyla birleştiği Ayazma manastırının yıkık duvarlarının dibine, kekik kokularının arasına serilmişim. Önümde batan güneşin kızıla boyadığı Ege... Arkamda serin bir meltem, yıldızlarla dolu bir entariyi her saniye üzerime çekiyor. Caz müziğinin kelebek misali havada uçuşan kadife notaları, bana kondukça yaprak gibi titriyorum. Etrafım oturan, uzanan, uyuyan gençlerle dolu. Havada caz, havada tuz, havada aşk kokusu...Bozcaada’da bu yıl 2’ncisi düzenlenen caz festivali, adanın ruhuyla ancak bu kadar örtüşebilir. Zaten caz müziği bana hep sıcak yaz akşamlarındaki bir trompet tınısını hatırlatır. Bağları, turkuvaz koyları, şarapları, yemekleri, daracık sokakları, taş evleri ile ada kültürünün hala yaşandığı nadir yerlerden olan Bozcaada’da bu yılki açık hava caz festivalini işte bu yüzden kaçıramazdım.Geçen hafta sonu gerçekleşen ve farklı jenerasyonlardan müzisyenleri izleyici ile buluşturan festival, biraz cazın etrafından dolanıp, funk, pop, füzyon, özgün caza kaymış olsa da iyi yapmış, kitleyi yakalamış. Henüz 2’ncisi olmasına rağmen, bana yıllardır yapılıyormuş hissi verdi. Biletler haftalar öncesinden tükenmiş. Üç günlük festivalde birçok gurup sahne aldı. Hafızama en çok yer edenlerse şüphesiz Çağrı Sertel (Klavye), Volkan Öktem (davul), tabii ki Alp Ersönmez (bas), Fransız trompetçi Erik Truffaz ve Elif Çağlar’ın performanslarıydı. Kendi adıma Elif Çağlar ile ilk kez tanıştım ve büyülendim. Ceylan Ertem’in sahne enerjisi, muzur halleri şarkılarında da vücut bulmuştu. Festivalin kısa sürede uluslararası bir hal alacağını öngörmek için falcı olmaya gerek yok.Volkswagen’in sponsorluğunda gerçekleşen Bozcaada Caz Festival’inde, otomotiv devinin yeni fastback modeli Arteon’u da tanıma fırsatı buldum. Her ne kadar benzerlikler taşısa da Arteon’u, Passat CC’nin yerine konumlandırmak kesinlikle yanlış olur. Arteon daha çok, Volkswagen’i yeni zirvelere taşıyacak baş aktör gibi görünüyor.ARTEON ADINI SANATTAN ALIYOR Adını İngilizce art kelimesinden ve Volkwagen’in Çin pazarına sunulan modeli Phideon’dan alan Arteon yeni bir yaşam tarzı vaat ediyor.Otomobile ilk bakışta “Vaow” oluyorsunuz, sokakta herkesin başı çevriliyor. Volkswagen’ın hiçbir aracında daha önce bu kadar şık ve ekstravagan bir tasarım görmemiştim doğrusu. Aslen bir sedan ama spor otomobillerinin keskin tasarımı, uzun aks mesafesi, çerçevesiz yan camları, 20 inç’lik alüminyum jantları, geniş açılan cam bagaj kapağı ile safkan bir coupe görüntüsünde...Ön taraftaki ince kromlar, uzayan LED farlar, radyatör ızgarasından başlayarak ön tekerlek ve çamurluklara yayılan geniş kaput, üzerindeki V şeklindeki karakteristik hatlar, araca hem geniş, hem agresif, hem de şık bir hava katıyor. Arteon, dizaynı ve teknolojisiyle kendini çok daha yükseğe Audi A5 Sportback ve BMW 4 serisinin olduğu yere konumlandırmış...Otomobil sadece dışarıdan kapladığı alanla değil, iç hacmiyle de sizi çarpıyor. Özellikle arkaya oturanları şaşırtacak cinsten. Ayakları ve bacakları koyacak o kadar geniş alan var ki, 4 hatta 5 kişi rahat rahat uzun yola gider. Bagaj hacmi ile de sınıfının en büyük hacmine sahip diyebiliriz. Yere oturan, sarsmayan, stabil giden tam bir uzun yol arabası Arteon...Yüksek kalitede malzeme ve işçiliğin öne çıktığı iç kısım ise, zengin krom detaylar, sportif direksiyon, ısıtmalı masaj yapan koltuklar (opsiyonel), şık dijital kokpit, kontrol düğmeleri, 3 renkli ambiyans aydınlatmasıyla karşılıyor sizi... 12.3 inçlik dijital gösterge paneli kolay kullanımlı. Ekranı geniş bir haritayı ya da anlık hızınızı görmek için kolayca ayarlayabiliyorsunuz. Eğer bir iPhone ya da Android kullanıcıysanız orta konsolda 8 inç’lik dokunmatik ekran sizi Apps uygulamasına yönlendiriyor ve telefonunuzun tüm ekranını buraya yansıtıyor. 8 hoparlörlü Dynaudio kristal saflıktaki ses sistemi ise müzik zevkinin doruğuna çıkarıyor.Yeni Arteon iki farklı donanım seviyesi ile Türkiye’de satışta... Elegance ve R-line. Elegance, premium sınıfa has bir donanım sunarken; R-Line sportif görünüm ve sürüş arayanlara hitap ediyor.Konser sorası adanın virajlı yollarından otele dönerken, Arteon’un sürücü asistanından gelen “Yorgunluk algılandı, bir kahve molası veriniz” uyarısıyla karanlıkta sağa çekiyorum. Dışarıda rüzgar yüzümü yalıyor. Gecenin yıldızlı perdesi birkaç saat sonra aralanacak. Birden, aklıma biraz önce yanlarında olduğum o güler yüzlü, kibar, şarkı söyleyip gülüp dans eden pırıl pırıl gençler geliyor. İçimdeki karamsarlığa son veren gençler... Kıyıya vuran deli dalgalar, kafamdaki caz melodilerine karışıyor.Ben üzgünüm, kalbim artık yorulduYok şimdi, eskiden çoktu sabrım, zamanım“Ay yeter ki sen mutlu ol canım” hallerimAaahh benim o hallerim...Sen ne sanmıştın? Ben hep burdaydım.Elif Çağlar (Şarkı sözleri)Bozcaada notlarıGidin: Naciye butik. İğdeli Sokakta, Hale Gültekin’in hem oturduğu hem işlettiği butik ev; stil sahibi kadınların ve moda bloggerlarının adadaki tek adresi. Özel dikim kıyafetler sunuyor. Köy kumaşları ve kaneviçelerden harikalar yaratılmış. Çukurcuma’nın ünlü vintageçısı Pied de Poule’ün tasarımlarını da, Naciye Butik’te bulmak mümkün.Girin: Deniz için önerim merkeze 5 dakika uzaklıktaki Tuzburnu koyundeki Neco Beach... Zeytin ve iğde ağaçlarını altındaki yeşil çimenlerin üzerinde kaliteli hizmet veriyor. Ama rezervasyon şart. Yiyin: Çanakkale’nin meşhur Yalova lokantası Bozcaada’da da açılmış. Meze ve balıkların dışında servis, sunum, zarafet de harika. Tabii başında Didem (Sürgit) Hanım her masayla tek tek ilgileniyor. Yine adanın en konuşulan yeri Maya restoran. Bağların ortasında bir saklı bahçe... Sahibi Boşnak asıllı şef Selçuk (Aykan) Bey sadece gurme olanlar gelsin istiyor. Masaya gelenlerin hepsini kendi çiftliğinde organik yetiştiriyor. 25 çeşit peynir yapıyor. Ana yemekte antrekotu tercih edin. Kahvaltı için Rengigül Konuk Evi. Özcan Hanım adanın yerlisi. Sanat galericiliği ve kahvaltılarıyla meşhur. Evinin bahçesinde kendi elinden, Monet’nin natürmortlarını anımsatan sunumuyla hazırladığı kahvaltılar dillere destan. Ama tabağınıza yiyeceğiniz kadar alın yoksa Özcan Hanım kızar.

Devamını Oku

Fazıl’ın 20 yıldır çalıştığı müzisyen: Chopin

28 Temmuz 2018

Polonyalı piyanist Chopin’e ilgi çok büyük dünyada. Bizde de Fazıl Say’ın yeni albümü Chopin’in Noktürnleri adını taşıyor... Kağıt üzerinde çalması basit ama yoruma hayli açık olan Chopin’in albümünü çıkarmak için neden bu kadar bekledi Say?Westworld’un ikinci sezonunu beğenmedim. Ama müzikleri olağanüstü. Arkasında Games of Trones’unkileri de yapan Ramin Djawadi’nin sihirli parmakları var. İran asıllı Alman besteci, dizide The Rolling Stones, Soundgarden, The Animals, The Cure, Nirvana, Radiohead’in eserlerini de yorumluyor. Ama en çok Chopin’i...Bu Chopin takıntısı, özellikle Anthony Hopkins’in rol aldığı sahnelerde dikkatimi çekiyor. Hatta ikinci sezonda bir yerde Hopkins çıkıp şöyle diyor “Mozart, Beethoven, Chopin onlar asla ölmedi. Sadece müziğe karıştılar.”İlginçtir, ölümünün üzerinden 170 yıl geçtikten sonra, 19’uncu yüzyılın Romantik döneminin bu Polonyalı piyanistine büyük bir ilgi var dünyada. Sonatları, valsleri sadece Westworld’de değil, bir başka Amerikan dizisi Mozart in Jungle’da da baş tacı. Hayatı yeniden iki ayrı kitap oluyor.Bizde de Fazıl Say’ın yeni albümü Chopin’in Noktürnleri adını taşıyor. Noktürn “gece müziği” demek. Say’ın ifadesiyle “Güzel yaz gecelerinin sakin müziği sizi bir meltem gibi ferahlatacak.” Kağıt üzerinde çalması basit ama yoruma hayli açık olan Chopin’in albümünü çıkarmak için neden bu kadar bekledi Say? Bakın ne demiş:“30 yaşıma kadar Chopin çaldım ben. 12 yıl ara verdim. Bu sene, yeni parçalarla tekrar başlıyorum. Uzun yıllar Chopin çalmamamın sebebi, diğer bestecileri çok içselleştirmiş olduğumdandı. Ayrıca istediğim seviyede Chopin çalamayacağımı düşünüyordum. Yani istediğim derinlikte. Mükemmel çalmak kolaydır ama derin çalmak zordur. Bir yorumcu olarak, besteciyi anlamanız ve onun ruh haline girmeniz lazım. Şimdi o kıvama geldiğimi hissediyorum ve tekrar büyük bir Chopin atağı yapacağımı düşünüyorum.”Bunu söylediği tarih 2011. Yani 7 yıl önce... Demek ki Chopin’e 20 yılını adamış. Belki, yüzlerce kez eserlerini tekrar tekrar çalmış. Bestecinin ruhuna büründüğünü düşündüğünde ise, bunu bir albümle taçlandırmış.Kendi adıma Chopin’i, Pianist filmindeki o meşhur sahne ile (yarısı yıkılmış evde kış soğuğunda Adrian Brody’nin Nazi subayına titreye titreye çaldığı şarkı) Sol Minör 1’inci Baladı ile keşfetmiştim. Yıllardır dinlemiyordum. Son dönemde birçok yerde işitince kulağımın adeta pası silindi. Say’ın albümü de bu heyecanıma ortak oldu. Şimdi kayıp bir hazineyi bulmuş kadar mutluyum.Bozuk kol saati modasıThe Wall Street Journal’a göre, New York’lu erkekler arasında bozuk kol saati takma modası başlamış. Evet yanlış duymadınız. Bozuk kol saati.. Ama markalı bozuk kol saati... Koleksiyonerler piyasadan ucuza markaların ikinci el bozuk kol saatlerini topladığından fiyatlar artmış. “Bozuk kol saatine para mı vereceksiniz” demeyin amaç zaten zamanı öğrenmek değil, tarz yaratmak. İşin felsefesi ise pop-art akımının yaratıcısı Andy Warhol’a, 1973 yılına dayanıyor. Warhol o yıllarda kolunda bozuk bir Cartier Tank saatiyle dolaşırmış. “Saatiniz bozuk” diyenlere, “Cartier’i zamanı göstermesi için değil, giyilecek bir saat olduğu için takıyorum” diye cevap verirmiş büyük usta. İşin doğrusu ben de kol saatini erkeğin olmazsa olmazı olarak görürüm. Milenyum gençliğine de tavsiyem (oğlum da dahil) “Babaa, cep telefonumda saat var zaten, kol saatine gerek yok” diyerek iş görüşmelerine gitmemeleri... Bu insanın stiliyle, tarzıyla, dünya görüşüyle ilgili, birini diğerinden hemen farklılaştıran bir ayrıntı... Andy Warhol zaten 50 yıl önce fark etmiş, daha ne diyeyim?Fransa’da Nüdizmin dönüşü“Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” kavramının, Nüdistlerin (Çıplaklar) 4 yılda yüzde 50 arttığı Fransa’da bundan daha güzel bir anlam ifade ettiği dönem olamazdı. Natüralist Federasyonu verilerine göre ülkede kayıtlı 2.7 milyon Nüdist var. Geçen yıl Paris’in en büyük parkı Bois de Vincennes ‘te “elbise opsiyonel zone” yani çıplakların güneşlenebileceği bir bölüm ayrıldı. Yine geçen yıl haberlere konu oldu, ülkenin ilk nüdist restorantı O’Naturel Kasım ayında kapılarını açtı. Çiftler, giyinip geldikleri restoranda çırılçıplak soyunup karşılıklı yemek yiyebiliyorlar. Mayıs ayında ise Palais de Tokyo Müzesi , çıplaklar için, akşam kapılar kapanınca özel bir müze turu düzenleyeceğini duyurmuş ve bu tura tam 30 bin kişi başvurmuştu. Müze yönetimi gelen talebe çok şaşırmıştı zira sadece 161 bilet satışa çıkarmıştı. Nüdizm bir nevi doğaya dönüş, natürellik ve ruhun özgürlüğü hareketi olarak gençler arasında rağbet görüyor. 80 merkez, 180 kulüp çıplakları kabul ediyor. Hatta dünyanın her yerinde turistlere oda ve daire kiralayan Airbnb şirketi gibi NaturistBnB bile kurulmuş. Nüdistler için Avrupa çapında 200’ü aşkın lokasyonda kalacak ev rezervasyonu alıyor. Fransa’da nüdizm yakında bir siyasi akıma dönüşürse hiç şaşırmam.

Devamını Oku

Tam zamanında yaşamak!

21 Temmuz 2018

Can Yücel’le başlayalım...Tam zamanında öpmelisin güzel gözlünü/ Tam zamanında söylemelisin sevdiğini, gözlerinin içine baka baka/ Tam zamanında koymalısın elini omzuna, en sevdiğin dostunun babası öldüğünde/ Tam zamanında affetmelisin kardeşini biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını/Tam zamanında açmalısın kapını hayatına girmek isteyenlere.Ya Ahmet Hamdi Tanpınar?! Ona da “zaman şairi” desek yerinde olur. Bir baş yapıt olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında Tanpınar, “Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır” der. Bu söz üzerine bile neşriyat çıkarılabilir. Çünkü zaman ve mekan sadece insanla mevcuttur. “Ayar, saniyenin peşinden koşmaktır.” Yani dakik ve senkronize toplumlar ilerleyebilir. “Bir umuttur zaman. Bir müphemdir zaman. İlerledikçe gerileyen. Hep yeniden başlayan. Etmezseniz saatlerinizi ayar, sizin de hayatınız kayar.” Tanpınar’ın Rumeli Hisarı’ndaki mezar taşında “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” diye yazdığını biliyor muydunuz? Erkeğin zamanı hızlı akarGelelim aşktaki zamana... Bir kadınla, bir erkeğin zamanları da farklıdır sanki... Aynı anda, aynı yerde, aynı mekandadırlar ama zaman ikisi için de ayrı işler.Şair ve yazar ağabeyim Ataol Behramoğlu bunu o kadar güzel ifade etmiş ki...Aşkı doğuran şey nedir;O yakınlığı, iki can arasında?Ve kopuş ne zaman başlar?Ne zaman biter bir sevda?Bir kurt gibi içten içeGelişip büyür çürümeBir an gelir ki aynı mekandasınızdırAyrı duygusal zamanlarda...“Kadına göre zaman”, “Erkeğe göre zaman” var bence. Ve erkekler için zaman çok daha hızlı akıyor. Einstein bile ünlü Görelilik Teorisi’ni açıklarken “Elini bir dakika sıcak ocağın üzerinde tut, bir saat gibi gelir. Elini şehvetli bir kadının boynuna bir saat dola; bir dakika gibi gelir. İşte izafiyet budur beyler” ifadesini kullanmış. Demem o ki, yolladığınız “Seni seviyorum”, “Naber” mesajına sevdiğiniz adam ancak iki haftada dönüyorsa bir dahaki sefere ona kızmayın. Sizi umursamadığından değil, sadece zaman onun için farklı aktığındandır.Eriyip giden saatler...Salvador Dali’nin eriyen saatleri resmettiği tablosundaki gibi, zaman avucumuzdan akıp gidiyor. Geçmişimize, çocukluğumuza dair anılar her gün biraz daha soluyor. Yaşımızı aldıkça üzerinde dura dura anın tadını çıkarmaya çalışmamız da bundan. Dali’nin tablosu zamanın düz bir çizgide ilerlemediğini, aksine eğilip büküldüğünü anlatıyor. Günümüz bilimsel deneyleri de bize, şu an yaptıklarımızın sadece geleceği değil geçmişi de değiştirdiğini; geçmiş değişince geleceğimizin de otomatik olarak değişebildiğini gösteriyor. (Yanlış okumadınız, bu tamamen kuantum fiziği ile ilgili ve başka bir yazı konusu.)Zamanı satın alamazsınDünya Kupası’nın futboluyla gönüllere taht kuran fakir ama gururlu ülkesi Uruguay’ın filozof Devlet Başkanı Mujica, makam aracı olarak 87 model bir “Vosvos” kullanmasıyla ünlüydü. “Neden bu külüstüre biniyorsunuz” diye sorduklarında kır saçlı düşünür; “Az harcarsam sevdiğim şeyleri yapmak için daha fazla zamanım olur” demiş ve bilgece devam etmişti: “Bir şey satın aldığınızda bunu aslında parayla yapmıyorsunuz. Zamanınızla satın alıyorsunuz. Bu parayı kazanabilmek için yaşamınızdan bir zaman ayırıyor ve bu zamanla almak istediklerinizi alıyorsunuz. Eğer şansınız varsa bu zamana sahipseniz asıl zenginlik budur. Bazı eşyaları alırsınız, ama yaşamdaki zamanı satın alamazsınız. Süpermarkete gidip ‘Bana beş yılımı verir misiniz?’ diyemezsiniz...”Bir salise bile önemliYine en sevdiğim sözlerden biridir; “Bir yılın değerini, finali geçememiş bir öğrenciye sor. Bir ayın değerini, erken doğum yapan anneye; bir haftanın değerini, haftalık bir gazetenin editörüne sor. Bir saatin değerini, buluşmak için bekleyen aşıklara; bir dakikanın değerini, otobüsü ya da uçağı kaçıran birine sor. Bir saniyenin değerini, kazadan sağ çıkan birine sor. Bir salisenin değerini ise, 100 metrede gümüş kazanan atlete sor” derler.Biri edebiyat dehası Oscar Wilde, diğeri inovasyon dehası Steve Jobs’un sözleriyle son vereyim. Her ikisi de aşağı yukarı aynı şeyi 100 yıl arayla söylemiş...Zamanınız çok kısıtlı, başkaları için bir hayat yaşamayın. Henüz gençken gençliğinizin değerini bilin. Can sıkıcı insanları dinleyerek, çaresi olmayan aksaklıkları düzeltmeye çalışarak ya da çağımızın kendine hedef edindiği şeyler uğruna, yalancı ülkülerle hayatınızı cahil, sıradan, basit insanlar için feda ederek altın yıllarınızı heder etmeyin. Yaşayın! İçinizde gizlediğiniz olağanüstü hayatı yaşayın. Her zaman yeni duyumlar peşinde koşun. Hiçbir şeyden korkmayın!

Devamını Oku

Beğenmediğiniz göçmenler...

14 Temmuz 2018

Farkında mısınız, Dünya Kupası’nda başarı gösteren ülkelerin futbolu, Afrikalı-Arap göçmen çocuklarının sırtında yükseliyor. Avrupa’da bir tarafta onları istemeyen bir siyasi konjektür, diğer tarafta ise onlarla sevinip ağlayan milyonlar var. Onların futbol başarısı bize neyi anlatıyor?Lukaku yerde yatıyor, faul bekliyor. Hakem ‘devam’ dedi. Şimdi bir kontratak. Umtiti’den Kimpembe’ye... Orta sahada topu Pogba’ya kazandırdılar. Pogba bir çalımla Fellaini’yi geçti; arkadaşı Matuidi’yi gördü. Mbappe defansın arkasına sarktı. Matuidi’den Mbappe’ye.. Ceza sahasına Dembele hareketlendi. Ortaaa, Dembele’yi aştı, Umtiti yükseldi kafaaa ve gooool. Fransa öne geçti.TV’nin sesine kulak verirseniz Kamerun-Nijerya maçı oynanıyor sanabilirsiniz. Halbuki Fransa ve Belçika, finale kalmak için ter döküyor.Futbolun efsane ismi Pele “21’inci yüzyılda mutlaka bir Afrika takımı Dünya Kupası’nı kazanacak” kehanetinde bulunmuştu. Ülke olarak değil ama, takım olarak sanırım kehaneti tutacak. Çünkü Arap ve Afrikalı oyuncular hiç olmadıkları kadar kupaya yakın.Mülteci sorununun Avrupa’nın gündemi olduğu şu günlerde, Dünya Kupası’nda Fransa ve Belçika’nın ya da İngiltere İsviçre’nin başarısı bize neyi anlatıyor? Fransa’da 23 kişilik milli takım kadrosunun 17’si Afrika kökenli. Belçika ve İngiltere’de ise bu sayı yarı yarıya...Hepsi de Kongo, Brundi, Cezayir, Kamerun, Mali gibi ülkelerden göç edip, AB ülkelerinde iş aş bulan çalışkan anne babaların birinci jenerasyon çocukları... Hepsi de giydikleri formayı hak ediyor ve dünya arenasında ülkelerini zirveye taşıyor. Hem de ırkçılığın prim yaptığı şu anki Avrupa siyasi arenasında...Fransa’da aşırı sağcı Marine Le Pen, cumhurbaşkanlığı yarışında boy gösteriyor, Macron karşısında seçmenin üçte birinin oyunu (yüzde 34) alıyor. Almanya’da Merkel ve koalisyon ortağı solcu SPD tarihi oy kaybına uğruyor. Irkçı AfD partisi yüzde 13 oy ile üçüncü geliyor. İsviçre’de mülteci karşıtı parti, parlamentoyu ve iktidarı ele geçirmiş, müslümanlara dünyayı dar ediyor. İtalya’da popülist aşırı sağcı Ligi (Kuzey Ligi), kampanyasını mültecileri ülkeden sınır dışı etmek üzerine kurmuş. Irkçılığın kol gezdiği (siyahi oyuncuları maymuna benzetilip, sahaya muz atıldığı bir ülkeden bahsediyoruz) İtalya’nın “ari” milli takımının bu yıl Dünya Kupası’na katılamadığına da dikkatinizi çekerim.Fransa’da son üç yıl içinde terör saldırılarında 250 kişi ölmüş, 1000 kişi yaralanmış. Belçika’da da keza sadece havaalanına yapılan bombalı saldırılarda 32 kişi ölmüş, 340 kişi yaralanmış. Hepsinin de arkasında bu ülkelere göç edip, yerleşen radikal teröristler var. İşte böyle bir tablodan bahsediyorum.Ve şimdi bu ortamda çoğu Müslüman mültecilerin evlatlarından oluşan takımlar, ülkelerinin gururu oluyor. Milyonlar onlarla kucaklaşıyor, toplumdaki nefreti, sevgiye dönüştürüyorlar.Fransa nüfusunun yüzde 6.8’i, Belçika nüfusunun ise yüzde 12.1’i göçmenlerden oluşuyor. Göçmen sorunu, nüfusu 12 milyon kadar olan Belçika için çok daha önemli. Bakın ne yapmış Belçika bugün sahadaki Altın Jenerasyon’u yetiştirmek için...- 2000’lerin başıydı. Belçika’nın sporda kuruyan altyapısını kuvvetlendirmek için yetkililer var olan insan gücünü maksimize etmeyi hedefledi. Ülke çok fazla mülteci alıyordu. Proje-2000 kapsamında devlet, yetenekli göçmenleri futbola davet etti.- Her futbol kulübüne, amatör kulüpler de dahil, haftada üç gün en az 10 mülteci genci antrenmanda ağırlama ve yatılı yer verme zorunluluğu getirdiler.- Yükü en çok Belçika’nın önde gelen 8 futbol kulübü çekti. Kulüpler, yetenekli göçmen gençlerin her türlü ihtiyacını karşıladı, onları takımla antrenmanlara çıkardı, fiziksel ve ruhsal gelişimini sağladı. UEFA ve FiFA da bu programı madden destekledi.- Kulüplerde ağırlandıkları sürece mülteci gençlere geceleri Fransızca dersleri verilmesi zorunlu tutuldu. Eğitim projesinin mali yükü ise AB Komisyonunca fonlandı.- Birinci Lig’teki 16 futbol takımının profesyonel oyuncuları, her yıl lise ve ortaokullardan seçilen yetenekli mülteci çocuklarla, okul kupasında biraraya getirildi. Turnuvayı Play For Change (PFC) adlı göçmen çocukları destekleyen yardım kuruluşu ile Belçika Futbol Federasyonu birlikte üstlendi. Takımların teknik heyetleri ve antrenörleri davet edildi.- Her yıl Dünya Mülteciler Günü nedeniyle, Haziran ayında Antwerp’te turnuva yapılıyor. Mülteci gençlerden kurulu 40 takım kıyasıya dostluk mücadelesi veriyor. Turnuvanın sloganı “Herkes sahaya!”Bu saydıklarım, üç aşağı beş yukarı İngiltere’de de böyle. “Neden İngiliz futbolu, yıllar sonra ilk kez bu kadar başarılı” diye soranlara “Şanstan daha fazlası var” diyebilirim. Şu anki İngiliz milli takımının yüzde 47.8’i göçmen çoçukları. Bu istatistik bile kendi başına ülke tarihinin şu ana kadarki en etnik takımınıifade ediyor.Tüm Premier Lig takımları ve amatör kulüpler el ele vermiş. Arsenal başı çekiyor. Kızıl Haç da işin içinde... Suriyeli çocuklar, antrenmanlara davet edilerek, spora yönlendirilmeye çalışılıyor. Kulüp, kütüphanelerde göçmen çocukların İngilizce derslerini üstleniyor, özel karşılaşmalarla yoluyla topladığı paraları mültecilerin turnuvalarına aktarıyor.Özetle Belçika, Fransa, İngiltere, bu şekilde hem ülke futbolunu üst seviyeye taşıyor; hem de göçmenlerin toplumda kabul görmelerini sağlıyor. Bir taşlaiki kuş...Türkiye olarak biz de sokaktaki binlerce Suriyeli ya da Afrikalı’dan birer Altın Jenerasyon oluşturabiliriz. Bu, Türkiye’nin kendi göçmenleri ile kaynaşması için vesile olabilir.

Devamını Oku

Dikkat drone var!

7 Temmuz 2018

Rusya’dan Finlandiya’ya drone’larla sigara sevkiyatı! 75 paket sigara kaçıran hava taşıtları düşürüldü. (Aralık 2017)- Hong Kong’tan Çin’e drone’lar ile 80 milyon dolarlık iPhone sokan çete çökertildi. (Mart 2018)- İnsansız hava araçları, Meksika-ABD sınırı uyuşturucu kaçakçılarının yeni gözdesi... San Diego’ya havadan 5.9 kilo uyuşturucu sokan kişi yakalandı. Piyasa değeri 46 bin dolar. (Ağustos 2017)- İran’dan Irak’a evden eve drone ile uyuşturucu teslimi. (Mart 2018)Her ay 1 milyon drone’nun global ölçekte hava sahasına giriş yaptığını düşünürsek, bu işin çok yakında çığrından çıkacağını ön görmek hiç de zor değil.Ama bunlar en masumları... Asıl endişelenmemiz gerekenler şunlar;Drone’lar, casusluk amaçlı uçurulabilir, stratejik altyapı ve üstyapı bilgilerimizi çalabilir ya da kamuya açık alanlara saldırı amaçlı kullanılabilir.Sadece suç örgütleri değil, terörist gruplar da hava araçlarına hafif silahlar yerleştirebilir, (makineli tüfek, lav silahı, elektrikli testere) ateş açabilir, radyoaktif, kimyasal saldırı gerçekleştirebilirler. En basitinden su havzalarını zehirleyebilirler. Kimin yaptığını bile belirleyemeyiz.Örneğin tam da Dünya kupası final maçı oynanırken, stadyum üzerinde uçan bir drone’dan beyaz bir pudranın rüzgarın esintiyle döküldüğünü hayal edin. Ne büyük bir felaket yaşanır siz düşünün. Amerikalı yetkililer, son Süper Bowl (Amerikan futbolu) kupasında ilk kez stadyum çevresinde 60 kilometrelik uçuşa yasak bir bölge ilan ettiler. Ama yasak pratikte anlamsız. Çükü ne drone’u görmek ne de yönetenin sinyalini tespit etmek kolay. Radarlar bir işe yaramıyor. Seyir halindeki bir kamyonetin içinden bile drone’u kolayca kontrol edebilirsiniz.Çok değil iki yıl önce Atatürk Havalimanı üzerinde drone uçuran bir kişi, uçakların inişini tehlikeye atmıştı. Benzer olaylar Londra ve New York’ta da defalarca yaşandı, yaşanıyor. Uçak kaçırmaya gerek kalmadı artık! Terörist eylem için tek yapılması gereken, havaalanına bile girmeden pist hizasına uçağın iniş ya da kalkış rotasına bir tane drone göndermek.Casusluk derken de sadece bir askeri üssün üzerinde drone uçurmaktan bahsetmiyorum. Şirketler arası teknoloji casusluğu da yaygınlaşır artık. Piyasaya yeni çıkacak otomobil prototiplerini önceden görüntülemek, Game of Thrones dizisinin setini gizlice çekmek, Apple’ın yeni uzay mekiği kampüsüne girmek çok kolay. Silikon Vadisi’nde Microsoft’un AR-GE merkezinin dördüncü katındaki toplantı odasında bir tahtaya çizilen diyagramları birkaç yüz metre öteden drone ile çekip bulunduğunuz yere anında wireless olarak yollayabilirsiniz. İşte size hırsızlık.Amerika çapında onlarca cezaevinin de başı drone’larla dertte. Yetkililer, cezaevine ilaçtan, uyuşturucuya, pornografiden akıllı telefonlara, sigaraya kadar her şeyin havadan sokulduğunu, bunu engellemekte çaresiz kaldıklarını söylüyor. Hatta geçen yıl Ohio‘da bir hapishanenin avlusuna düşen eroin poşeti nedeniyle, içerideki karteller arasında büyük çatışma yaşanmış.Hacker’lar için de drone’lar bulunmaz birer fırsat. Bir parkta 40-50 metre yükseklikte drone gezdirip, wifi sinyali yayınlayarak, aşağıda bu kablosuz internet ağına bağlananların tüm kişisel verilerini çalmak mümkün.Drone sektörü inanılmaz bir potansiyel taşıyor. Tarımdan, taşımacılığa, savunma sanayinden, ticari havacılığa, eğlence sektörüne kadar her yerde insansız hava araçlarının kullanımı artıyor. İnsanlığın faydasına olabilecek her teknolojinin arkasındayım. Ama, bunların yol açabileceği felaketlere karşı da uyanık olmalıyız. Özellikle de Yapay Zeka’nın (AI), bu drone’ları ele geçirme ihtimali varsa.

Devamını Oku

Düşünüyorsan varsın!

30 Haziran 2018

Bugün “Biz kimiz?” sorusuna cevap arıyorum.Hepimiz kimlikler üzerinden aidiyet yaşıyoruz. Çünkü bundan az ya da çok menfaat sağlıyoruz. Halbuki bunların hiç önemli olmadığı Amazon ormanları ya da Togo gibi bir yere zorunlu olarak gönderilsek, gerçek kişiliğimizi bulacağız. Şaka yapmıyorum. Şöyle ki;Yaşadığımız çevre bizi; küçük yaşlardan itibaren adımıza, boyumuza, kılık kıyafetimize, dinimize, mezhebimize, ırkımıza göre tarif etmeye başlıyor. Büyüdükçe, bunlara kolejli oluşumuz, üniversitemiz, hobilerimiz, mesleğimiz ekleniyor. Ve bizim kim olduğumuzla ilgili bir kimlik oluşturuluyor. Bu kimliğin etrafında bizden beklentiler, hırslar, şartlanmalar yaratılıyor. Ve bu egoyla, kibirle hayata atılıyoruz. Ama biz, bu imajla tarif edilen kişilik değiliz.Aksini söyleseniz de; toplumsal statümüz, yeteneklerimiz, mesleğimiz, ırkımız bizim gerçek kişiliğimizi oluşturmaz. O zaman kendimizi değer yargılarımıza, ideolojilerimize, isteklerimize göre de tanımlayabiliriz, “Ben buyum” diyebiliriz. Ama duygular da, düşünceler de gelip geçicidir, değişebilir, bu yüzden tam olarak bizi biz yapamazlar. Tanıdığımız ilkeli birinin geçen on yılın ardından popülist bir siyasetçiye, solcunun sağcıya, sağcının solcuya dönüştüğüne şahit olabiliriz. Aldığı alkolün, ilaçların etkisiyle ayrı bir şahsiyete dönüşen ya da geçirdiği kalp, beyin ameliyatı sonrası bambaşka bir kişi olan çok sayıda insan vardır. Bunlara ne diyeceğiz, zayıf karakterli mi, kişilik bölünmesi mi?Gerçek biziz...O zaman bizi biz yapan nedir? Tüm hayatımızı gözden geçirirsek, sadece tek şey, yıllar geçse de sabit kalır. O da farkındalığımızdır. Farkındalık yani bilinç; çocukluk anılarımızı yaşadığımız bu güne bağlar. Farkındalığımız; hayatımızdaki her olayı hatırlar, algılar, deneyimler.. İşte bu, gerçek bizizdir.Ben neyim’in bir başka cevabı da “Deneyimlerim neyse ben oyum” olabilir. Deneyimlerimiz izlenimlere, izlenimlerimiz düşüncelere yol açar. Tabii az önce “düşünceler değişebilir, o yüzden bizi biz yapmaz” demiştim. Aslında kastettiğim şuydu: Bizi biz yapan düşünceler değil, düşünüyor olmamızdır. Düşünceler bir düşünen olmadan var olabilir mi? Senin düşüncelerini, benim düşüncelerimden ayırt eden şey nedir? Düşünmektir. Öyleyse bizim kim olduğumuz 1) Geçmiş deneyimlerimizin hatırasına sıkı sıkıya bağlıdır. 2) Benliğimiz farkındalık sayesinde hayatı deneyimler. 3) Deneyimler izlenimlere, izlenimler düşünmeye sevk eder. Bu da, düşüncelerimizi, duygularımızı ve hareketlerimizi yönetir. Kapıdan çıkıp gelen bir kişinin Kanuni Sultan Süleyman’ın reenkarnasyonu olduğunu iddia ettiğini düşünelim. Dış görünüşü Kanuni’ye benzemiyorsa onun iddiasını yargılayabileceğimiz tek ölçüt hafızasıdır. Kanuni’nin en sevdiği yemek neydi? Viyana Kuşatması’nda kendisini nasıl hissediyordu? İddiasını ciddiye almadan önce ondan Kanuni hakkında belli bazı bilgileri aktarmasını beklersiniz. Peki diyelim ki, adam eski hayatına ilişkin tüm hafızasını kaybetmiş olduğunu ama kendisinin şu anda Kanuni olduğunu açıkladı. Bu durumda onun “Ben Sultan Süleymanım” demesi ne ifade eder?Ruh aynı ruh mu?Bir kişinin zihnini başkasından ayırt etmek için onun kişiliği veya hafızasının dışında neye sahibiz?Daha akla yatkın bir örnek vereceğim. Diyelim ki çok yakın bir arkadaşınız feci bir kaza geçirdi. Hafızasını yitirdi, ses telleri zarar gördü. Çok büyük ameliyatlar ve estetik operasyonlar sonrası yaşama döndürüldü. Fiziki olarak da değişti yani. Onun aynı kişi olduğunu nereden bileceksiniz? Ne sizi tanıyacaktır, ne de siz onu tanıyabilirsiniz? Karşınızdaki adamın arkadaşınız olduğunu söylemenin bir temeli yoktur. Benliği gitmiş, kişiliği değişmiştir. Ruh aynı ruh değildir. Ya da hiç hafızası olmayan birinin bir birey olarak düşünülüp düşünemeyeceği de pek açık değildir (Alzheimer hastaları). O zaman o adamın ruhu yok mudur. Doğuştan ruhsuz mudur? Ruhu ömrünün yarısında uçmuş mudur?Demek istediğim şu ki, ruh belleğin depolanması için beyne bağlı durumdaysa, o halde ruh bedenin ölümünden sonra olan şeyleri nasıl hatırlayabilir? Bir şey hatırlamıyorsa o zaman ona kişisel bir kimlik atfetmeye ne hakkımız var? Yoksa ruhun beyne paralel işleyen ama kendi başının da çaresine bakabilen bir çeşit maddi olmayan yedekleme hafıza sistemi olduğunu mu varsaymamız gerekiyor?Pazar pazar aklınızı kaçırtmayayım. Sonuç olarak insan bilinci yalnızca farkındalıktan (anılar, deneyimlerden) de ibaret değildir, kendinin farkındalığını da içerir. Yani Bildiğimizi biliriz.Bilmeyenler düşünsün.

Devamını Oku

Sürücüsüz otomobiller ile yaşam nasıl olacak?

23 Haziran 2018

20yıl sonrasını hayal edin. Tamamen sürücüsüz otomobillere geçilmiş. Manuel sürüş yasaklanmış. Arabalarımızı artık otomatik pilotlar kullanıyor. Nasıl bir dünya olurdu? Biraz anlatayım.Örneğin trafik işaretleri kalkacak. Otomobillerimiz gidecekleri yeri ve sürüş hızını kendi ayarlayacağından yol kenarındaki trafik işaretlerine, otoban giriş çıkışlarını gösteren koca koca tabelalara gerek kalmayacak. Görüntü kirliliği yok olacak. Aracınız bir kavşağa yaklaşırken, 500 metre kala kavşaktaki bilgisayarla wireless bağlantı kuracak ve hangi istikamete (sol, sağa, direkt karşıya) devam etmek istediğini bildirecek. Kavşak bilgisayarı diğer yaklaşan otomobillerle de haberleştiğinden, aracınıza yavaşlama ya da hızlanma emri göndererek, olması gereken yaklaşma hızında sizi tutarak, aracınızı duraksatmadan kavşaktan geçirecek. Trafik polisine, trafik lambalarına gerek kalmayacağı gibi, duran araçların yol açtığı hava kirliliği de yüzde 30-50 oranında azalacak. Yayalar bile bir kavşağa yaklaşırken, cep telefonlarındaki bir apps’ten sinyal gönderip, kırmızıda beklemeden karşıya geçebilecekler.Aracınız oto pilota bağlı olduğundan, evin sitenin içinde garaja, park alanına ihtiyaç var mı? Onca park parasını kim öder? Arabanız sizi işe bırakınca, “Akşam 5’te gel beni al” diyebilirsiniz. Böylece sokaklar araçlar için park yerine değil sadece kısa süreli şarj istasyonlarına dönüşecek. Aracınız sizi, park yeri çok daha ucuz olan şehir dışındaki bir kasabanın açık arazisinde gün/gece boyu bekleyebilir. Kasabaların boş arazileri ya devasa park yerlerine dönüşecek ya da ayaklı depolara... Mesela bir pick-up türü bir otomobil satın alıp, evdeki fazla eşyaları yükleyip, doğruca şehirdışı park yerine yollayabilirsiniz, ihtiyacınız olduğunda da pick-up’ı evin kapısının önüne çağırıp, kasasından eşyanızı indir-bindir yapabilirsiniz..Hazır robot şoförünüz varken, evdeki koltuğunuzdan kalkmadan çocuğun okulu, hanımın alışverişi, çarşı pazara getir götür işlerini de halledebilirsiniz.Gelelim, seyahatlere... Örneğin Bodrum’a gidiyorsunuz. Yol boyu dağları güzel tepeleri kasabaları geçiyorsunuz. Arabanın ön camında muhteşem bir dağ ya da göl belirdi. Tek bir tuşa bastığınızda ön cam şeffaf bir ekrana dönüşerek Google aracılığıyla, o yerin adını, yüksekliğini, özelliklerini, bitki dokusunu, konaklama yerlerini ve restoranlarını gösterebilecek. Ya da tüm seyahatinizi ön camda ailece playstation oyanayarak, dev ekrandan film izleyerek, maillerinizi bakarak, yazışmalarınızı yaparak da geçirebilirsiniz,size kalmış.Tabii hal böyle olunca, arabalar gelecekte gençler için non-stop partileme ve sosyalleşme mekanlarına da dönüşüyor olacak. Ehliyetinin olmaması, alkollü yakalanman dert değil. Çağır arkadaşları, al içecekleri, aç müziği, ver rotayı, kapı kapı milleti topla bangır bangır şehri turla...Arabaların birer ofise dönüşmesi de söz konusu. Evden işe giderken tek yapman güne hazırlanmak... Mailleri, gazeteleri okumak, onlara cevap vermek... Hiç işin yoksa araya akşam yarım bıraktığın bir dizinin kalan bölümünü de sıkıştırabilirsin.Ya da basılı kağıt hala geçerliyse benim gibiler için tam da roman okuma zamanı...Bunlar geleceğin otomobillerinin artıları. Eksilerine gelirsek.. Tabii ki sürüş keyfi... Bir erkek ve arabası için en önemli şey... Aksiyon, gaza basma, motorun sesini duyma, altındaki çalik beygirin gücünü hissetme... Böyle bir zevkten mahrum kalacağız. Şu anda bile odtomobiller, yapay zeka ile donatılmış halde.. Şeritten çıkmak istesen seni yola sokan teknolojileri var. Eee ama ben ralli yapmak istiyorum altımdaki 100 bin dolarlık aletle.. Hayır, izin vermiyor.Tabii, park paraları, trafik sigortaları, kazalar neredeyse ortadan kalkacağından, polis artık vatandaşa “ehliyetsiz, alkollü kullandın” diye ceza kesemeyeceğinden devletin şu an topladığı milyarlarca para da hayliyle buhar olacak. Araçlar benzinsiz çalışacağından, bu kalemden de vergi alınamayacak. Trafik polisliği diye bir meslek kalsa da personel sayısı azalacak. İnsanlar evden işe, çevreden tamamen soyutlanmış birer buzdolabının içindeymiş gibi gidecek. Düşünsenize yanınızdan üzerine yorganı çekmiş sürücü koltuğunda uyuklayan birinin son sürat geçtiğini... Düşüncesi bile şu an ürpertiyor.Ama bunlar olacak, şimdidenkendinizi hazırlayın.

Devamını Oku