“ABD Başkanı eşcinsel çıktı!” Evet, House of Cards’ın yıldızı Kevin Spacey’den (58) söz ediyorum. Ünlü aktörün, soğuk duş etkisi yapan “eşcinselim” sözlerinden hareketle size yanlış bilinen bazı doğruları anlatayım.Hepimiz biliyoruz ki, erkek çocuklar daha aktif, yaramaz, araba, tren gibi oyuncuklarla oynamaya daha hevesli iken, kız çocuklar bebeğe meraklıdır. Siz bunu çevre etkisi sanabilirsiniz ama hayır.Daha önce oyuncak görmemiş iki bebeğin önüne bir oyuncak sepeti koyarsanız, erkeğin içinden yine arabayı, tabancayı; kız çocuğun ise bebekleri seçeceğini fark edeceksiniz. Bu tercih, toplum şartlamasıyla değil, doğuştan, çocuk daha ana rahmindeyken beyinde programlanır. Ana rahminde testosteronun yüksek olması erkek çocukta kıza göre davranış farkına neden olur.Biraz daha açalım. Resim çizen çocuklara bakın. Kız çocukları, insan figürleri (özellikle kız, kadın), çiçek, böcek çizer. Kırmızı, portakal, sarı gibi parlak renkler kullanır, kompozisyonları barışçıldır figürleri yan yana ve karşıdandır. Erkek çocukları ise tam tersi, silah, tren, araba, uçak çizmeyi sever. Resimleri kaotiktir, kuş bakışı yukarıdan çizimlerdir, koyu soğuk renkler özellikle de laciverti seçerler.Göz temasının gizli anlamıDemem o ki, cinsiyetler arası davranış farklılıkları toplumda değil, ana rahminde belirlenir. Örneğin birkaç haftalık kız bebekler, insan yüzlerine bakıp gülümsemeyi tercih ederken, erkek bebeklerin dikkati yüze değil, hareket eden mekanik cisimlere odaklıdır. Bir yaşına geldiklerinde kızlar, erkeklere göre karşısındaki ile çok daha fazla göz teması kurar.Günlük yaşamda da, göz temasının kadın - erkek için anlamı farklıdır. Kadınlar göz temasını karşısındaki kadını daha iyi anlayabilmek için kurarken, ki bu onları mutlu eder; erkekler ise göz temasını hiyerarşik konumlarını test etmek için kurar. Dağa çıkanlar bilir, “Ayı görürseniz, göz temasından kaçının” derler. Nedeni ayının, aksi halde kimin patron olduğunu ispatlamaya çalışacağıdır. Özetle iş hayatında, kadınların göz teması yaratıcı sonuçlar doğururken, erkeklerin birbirlerinin gözünün içine bakıp konuşması tehditkardır, sonucu parlak değildir. Kulağınıza küpe olsun.Kortizol hormonu artıncaEşcinselliğe gelince... Ana rahmindeki hormonların bebek beyniyle etkileşimi eşcinselliği belirler. Örneğin rahimde testosterona maruz kalan kız bebekleri büyüyünce biseksüel, lezbiyen olabilir. Aynı şekilde hamilelikte nikotin ya da amfetamin kullanan annelerin, kız çocuklarının lezbiyen olma ihtimali de yüksektir. ABD’de 1939-1960 arasında 2 milyon kadına düşük önleyici sentetik östrojen hapı verildi. Sonuç? Tedaviyi gören annelerin kız bebekleri arasında eşcinsellikte büyük artış görüldü.Erkek cephesinde ise; ailede bir çocuğun ne kadar çok ağabeyi varsa, o çocuğun eşcinsel olma ihtimali de o kadar artar. Çünkü annenin bağışıklık sistemi doğan her erkek çocukta daha da güçlenir ve gebe kaldığı son oğlan çocuğun hücrelerine saldırır. Yine hamilelikte aşırı strese maruz kalan (kortizol hormonu) annelerin erkek çocuklarının homoseksüel olma ihtimali yükselir.Tercih değil biyolojik bir olguEşcinsellerde; beynin sağ ve sol loblarını birbirine bağlayan hipotalamusun doğuştan, iki kat daha büyük olduğu görülüyor. Bu da onların niye hayat dolu, şakacı ama yaratıcı, sıra dışı, sanat ve müziğe düşkün olduklarını açıklan biyolojik bir durum.Eşcinselleri “doğru yola getirmek” amacıyla Batı’da her şey denendi: ilaç, hormon tedavileri, sünnet, iğdiş etme, libidoyu etkileyen psikolojik terapiler, elektroşok, testis nakilleri ve hapis cezası. Ama bu “tedavilerin” hiçbiri, kişinin içinde yatanı değiştiremedi. Eşcinseller arasında büyüyen, ya da evcilik oynayıp, eline oyuncak bebek verilen erkek çocukları büyüyüp eşcinsel olmadı. Ya da tam tersi maço bir kültürle yetiştirilen çocuk, içinde varsa yine de eşcinselliğe döndü.Yaygın kanının aksine eşcinsellik bir “yaşam tercihi” değildir, kişi daha ana karnındayken beynin kendini programladığı biyolojik bir olgudur. Bu doğuştan gelen tercihin sonradan değiştirilmesi, hele hele yetişkin olduktan değişmesi ise mümkün değildir.
Ben “kitle insanı” mıyım, “azınlık” mıyım? Azınlık, derken dini ve etnik azınlıklardan değil, nitelikli bireyden söz ediyorumVe ardından şu sorularla devam edin. Kendimi kalabalıklardan soyutluyor muyum? Kalabalıkların ideallerini, fikirlerini dışlıyor muyum? Kendi bölgeme yabancılaşmış hissediyor muyum? Cevabınız “evet” ise siz “azınlık insanı” olabilirsiniz. Çünkü zaten siz kitlelerin fikirlerini dışladığınız için azınlık kalmışsınız. Hatta azınlığı oluşturan diğerleriyle fikren örtüşmeniz bile önemli değildir sizin için.Ya da.. Kendinizi herkes gibi mi hissediyorsunuz? Yine de bundan gocunmuyor musunuz? Hatta başkalarıyla aynı hissetmekten zevk mi alıyorsunuz? Kendinizi bir takım özel yeteneklerle tanımlamayı denediğinizde -özel bir uğraş, hobi vs, herhangi bir konuda başkalarından daha başarılı mıyım diye kendinize sorduğunuzda- hiçbir sıradışı niteliğinizin bulunmadığını mı fark ediyorsunuz? O zaman siz “kitle insanı” olabilirsiniz.Bu “tek düze” insanın yalnız hevesleri vardır, yalnız kendi hakları olduğunu sanır, ama görevleri olduğuna inanmaz. İnsanı zorlayan soyluluktan yoksun, kendi vasatlığından kuşkulanmayı bile aklına getirmez. Kendine güveni Hz. Adem’inki gibi, cennetten çıkmadır. Azınlıklarla da sorunları vardır. “Siz elitler” diye başlayan cümlelerle itham ederler karşısındakileri. Şunu bilmezden gelirler ki, seçkin insan aslında kendini başka insandan üstün sanan bir ukala değildir. Dilediği hedeflere ulaşamasa da başkalarından beklediğinin fazlasını kendinden bekleyen insandır.Ve bugün toplumda şahit olduğumuz gerçek şu ki; bir yerde kendisinden çok şey bekleyerek güçlükleri ve görevleri sırtlayanlar, öbür yanda kendisinden özel hiçbir şey beklemeyenler. Kitle insanları yaşamayı “her an nasılsa öyle olmak” diye anlıyor, kendi kendini mükemmelleştirmek için zora koşmaksızın, gününü boş geçiriyor öylece savrulup gidiyor.Sanılanın aksine aslında köle gibi yaşayan kitle insanı değil, azınlık insanıdır. Çünkü seçkin kişi, yaşamını eğer bir şeylerin hizmetine adamamışsa bir anlam veremez ona. Bu yüzden hizmet etme gereksinimini bir baskı olarak algılamaz. Herhangi bir nedenle o gereksiniminden yoksun kalırsa tedirgin olur ve kendisine baskı yapacak daha çetin daha çok çaba isteyen kurallar icat eder. Disiplin olarak yaşamdır bu. Goethe şöyle diyor: Keyfince yaşamak halk adamına göredir. Soylu kişi düzen ve yasa arayışı emeller.Bugün seçkin dediğimiz insan tipinin sahip olduğu özel hak ve ayrıcılıklar o kişinin büyük oranda kendi yeteneğinin, eğitiminin, çabasının sonucudur. Bu kişilerin çoğunun hayat hikayesine bakın, hep olağanüstü çabayla isimsiz kalabalıkların arasından sıyrılıp kendine yer açabilen, üstünlük sağlayan kişiler olduğunu fark edeceksiniz. Halbuki diğer bahsettiğimiz kitle insanlarının hakları ise, salt yararlanma ve onlara verilmiş armağandır. Hiçbir özel çabayı içermez.Ve bu büyük kitlelerin fikir sahibi olması, onların kültürlü olduğu anlamına gelmediğinden, tartışma kültürü de ortadan kalkar, nezaket yerini küfüre, doğrudan eyleme ve barbarlığa bırakır. Çünkü fikir gerçeğe meydan okumadır. Fikir edinmek isteyen kimse, önce kendini gerçeği aramaya adamalı, fikirlerinin değişebileceğini kabul ederek masaya oturmalıdır. Demokratik tartışmanın özü budur.Günümüzün vasat kitle insanlarının tartışmalarını bir gözlemleyin. Hemen yüksek ses tonundan saldırganlaştıklarını, hak vermeyi ya da kendisine hak verilmesini istemekten çok, düpedüz kendi görüşlerini dayatmaya kararlı görünen bir insan profili çizdiklerini görürsünüz. “Haklı olmama hakkı, haksızlığın hakkı..” gibi bir şey bu.150 yıl önce, Endüstri Devrimi sonrası Avrupa nüfusu 3.5 kat arttı. Sonuçta tarihin üzerine kümelenen bu kitle yığınları, iki dünya savaşının çıkmasında rol oynadı. İspanyol yazar Jose Ortega y Gasset’nin “Kitlelerin Ayaklanması” kitabı tam da bunu; üstünkörü eğitimden geçen, son teknolojiyle donatılan, kendini fakirlikten bir nebze kurtaran ama kültürsüz insan yığınlarını anlatıyor. Siz kimsiniz? “Kitle insanı mı, Azınlık insanı” mı? Cevabı İş Bankası Yayınları’nın bu kitabında.
Dünyanın ilk crossover’ı Nissan Qashqai, sıra dışı yenilikleriyle sınıfında liderliğe devam ediyor. Nissan Türkiye Genel Müdürü Sinan Özkök, sportif ve sofistike tasarımıyla dikkatleri üzerine çeken yeni Qashqai’yi anlattı. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kompakt yani C sınıfında SUV (crossover) satışları hızla büyürken, rekabette aynı ölçüde artıyor. Dünyanın ilk crossover’ı Nissan Qashqai, otomotiv sektöründe yeni bir çığır açtı, öyle ki 2007’de bu sınıfta 3 bin adedi bile bulmayan SUV satışları 2016’da 65 bin adede ulaşırken, model sayısı ise 20’yi aştı.C-SUV sınıfını yaratan ve 10 yıldır lider olan Nissan Türkiye Genel Müdürü Sinan Özkök ile Göcek’teki Rixos Premium’da yeni Nissan Qashqai’nin basın lansmanında buluştuk. Yeni Qashqai’nin büyük heyecan uyandırdığını kaydeden Özkök, “2007’de satışa çıkan Qashqai ilk SUV özelliğini taşıyor. Türkiye’de yılda 18 bin adet satış ile pazar lideri” diyor. Piyasaya çıktığı 2007’den bu yana 2.3 milyon adet satan Qashqai, yenilenen yüzü, eklenen donanımları ve yeni premium iç mekânı ile pazardaki gücünü pekiştirmeye hazırlanıyor. Qashqai, tamamen yenilenen ön yüzüyle daha dinamik ve sportif bir görüntüye kavuşurken iç tasarımda yapılan geliştirmeler ile de premium bir kimlik kazanmış.Premium kimlik kazandıQashqai’nin yeni ön yüzünde daha dinamik ve sportif bir görüntü hakim. Bir önceki versiyonlara göre ise en belirgin değişim V motion ızgarada. Biraz daha kaslanan ızgara, aşağıya doğru inen sis farları ve ‘bumerang’ tipi LED farları ile Qashqai’deki değişimin en net göstergesi. Sportif jantları ve köpekbalığı tipi anteni de yenilenen Qashqai’ye çok yakışmış. Ama asıl değişim iç tasarımda. Nissan Qashqai’yi rakiplerinden ayıran da içeride yapılan geliştirmeler ki bu araca premium bir kimlik kazandırmış.Artırılmış teknolojiGünümüz teknolojileri güvenli sürüş algısını da güçlendiriyor. Nissan’ın yeni Qashqai’ye de eklediği ‘Nissan Intelligent Mobility’ sistemi, otomobillerini sürüş güvenliği ve konforu açısından daha çekici kılan teknolojilerin tümünü içeriyor. Park esnasında çarpmaları önleyen akıllı arka çapraz trafik uyarı sisteminin de adapte edildiği Qashqai’deki ‘kör nokta’ sorunu da ortadan kalkmış oluyor. Sistem, kör noktalardan veya köşelerden yaklaşan araçlara karşı ya da araç hareket halindeyken park etmiş başka bir araca yaklaşırsa sürücüyü sesli ve görüntülü olarak uyarma özelliğini taşıyor. 2014’ten beri akıllı çarpışma önleme sistemine sahip olan Qashqai, yaya algılayan sistemi de hanesine eklemiş. Yayaya duyarlı çarpışma önleme sistemi, radar ve kamera kombinasyonu ile çarpışmaları önlemeye ve çarpışmaların şiddetini hafifletmeye yardımcı oluyor. Öte yandan geliştirilen kör nokta uyarıları artık kamera görüntülerinden ziyade radar verilerine dayandırılarak daha geniş bir alanda, daha doğru algılama sağlıyor.Kuralları baştan yazacakQashqai’nin yalnızca sahip olduğu teknolojilerle değil iç ve dış tasarımıyla da 10 yıldır sınıfının öncüsü konumunda olduğunun altını çizen Özkök, “Türkiye ve Avrupa’da yıllarca en çok satan SUV modeli olması, Qashqai’ye bir lider duruşu kazandırdı. Şimdi yapılan premium yenilikler ve değişiklikler ile kuralları baştan yazacak. Yeni Qashqai, Nissan’ın Intelligent Mobility vizyonunun güçlü bir yansıması olan akıllı güvenlik özelliklerini, tasarımı ve konforu birleştirerek yeni dönemde şehrin hâkimi iddiasını sürdürecek, lider duruşuyla artık çok daha güçlü” diye konuştu.Özkök’ün bahsettiği “gücün” arkasında ise dünya otomotiv sektörünü domine eden üç dev marka, Nissan, Renault ve Mitsubishi Motors’un birleşerek satın alma, ortak araç platformu, teknoloji, ortak tesis kullanımı ve büyüyen pazarlar olmak üzere birçok alanda yaptıkları işbirliği yatıyor. Sinan bey Nissan-Renault ve Mitsubishi markalarının satışları birlikte bu yılın ilk 8 ayında dünyada toplam 7 milyon satış gerçekleştirdiğini, bu 7 milyon satışın 4 milyonunu ise Nissan’a ait olduğunu söylüyor. Stratejik hedeflerini 2022 yılına odaklayan üç dev şirket dört yıl sonra toplamda 14 milyon araç satışını hedefliyor. Nissan iki yılda “global markalar sıralaması”nda da 49’uncu sıradan 39’uncu sıraya yükseldiğine dikkat çeken Özkök, bu yılın ilk dokuz ayında Türkiye’de 20 bin 695 adet araç satışı yaptıklarını ve otomotiv pazarı yüzde 5 gerilerken Nissan’ın pazar payını yüzde 25 artırdığını da sözlerine ekliyor.Lider doğulur...Türkiye’nin en çok satan SUV’u Qashqai, sloganı ise “Lider doğulur”. Qashqai orta segmente hitap ederken iç mekanlardaki premium algısı rakiplerinden aracı ayıran en belirgin özelliği ve Nissan bu algıyı geliştirmeye odaklanmış durumda. Özkök, “Neden Qashqai” sorusuna da şöyle yanıt veriyor, “Qashqai güvenli, konforlu ve geniş olduğu için çok tercih ediliyor. Türkiye’de 104 bin kişi Qashqai kullanırken her dört SUV’dan biri de Qashqai” diyor.Aracın premium iç tasarımına gelince; deri koltuklar, Bose müzik sistemi, dört köşeli spor direksiyon, ergonomik vites topuzu, akıllı sürüş sistemi premium algısını pekiştiren özellikler. Türkiye’de en çok satan Tekna 144 bin TL, Sky Pack modeli ise 154 bin TL’den başlayan fiyatlarla satışa çıktı. Sinan Özkök Sky Pack’lerin üstüne bir kat daha donanım koyduklarını buna rağmen fiyatın 4 bin TL artıp donanımın ise ikiye katlandığını belirtiyor.
Nobel ödülüne aday gösterilen ve kazananların hikayeleri her zaman ilgimi çekmiştir. Kimi acı, kimi hüsranla perçinlenen, yarı delilik yarı dahilik arasında gidip bilim insanlarının, yazarların cep delik cepten delik yıllarının çabalarının sonucunda gelen başarı öyküleridir her biri. Bu yılki Nobel Fizik ödülünü üç bilimadamı ortak çalışmasıyla kazandı. Ödül parasının yarısı 1.1 milyon dolar Dr. Rainer Weiss’e gitti. Kendisi MIT Üniversitesi’nde profesör. 85 yaşında. Hitler döneminde henüz küçük bir çocukken doğup büyüdüğü ülkeyi, ailesinin kanatları altında terk etmiş, Çekoslovakya üzerinden Amerika’ya kaçmış. Para ödülünün diğer yarısını ise California Teknoloji Üniversitesi’nden (CALTEC) Dr. Kip Thorne (75) ile Dr. Barry Barish (81) birlikte paylaştılar. 100 yıllık teoriydiPeki ne yapmış bu bilim insanları? Einstein’in 100 yıl önceki teorisini ispatlamışlar. Einstein nasıl bir dehaysa artık taa 1916’da demiş ki; “Bu uzayın boşluktan oluşması imkansız. Gezegenler nasıl boşlukta asılı duruyor? Yaptığım hesaplara göre, uzay boşluğu diye bir şey yok. Uzay çekim dalgalarından oluşuyor. Gezegenler ve yıldızlar bu dalgaların üzerinde dalgalanıyor.” Einstein, madde ve enerjinin (gezegenler, yıldızlar, ışık vs.) uzayın geometrisini bozduğunu öne sürmüştü. Bu durumu, yatağa uzandığınızda içine gömülmek gibi düşünün. Uzay ve zaman esniyorBiraz daha açayım. Einstein’in hes apları uzay ve zamanın çekip uzatılabildiğini, sıkıştırılabildiğini, yırtılıp kara deliklere dönüşebileceğini gösteriyordu. Bu nasıl olabiliyordu? Çünkü tüm gezegenler, yıldızlar ve ışık, dalgalı bir denizin (ya da jölenin) içinde gibiydi. Uzay aslında boş değildi. Gezegenler ve yıldızlar aynı, denizin üzerinde batıp çıkan şamandıralar gibi, çekim dalgalarının üzerinde yüzüyordu. Dolayısıyla ağırlıkları ölçüsünde ne kadar çekim dalgasına battılarsa yakınlarında bulunan cisimleri de o kadar kendilerine doğru çekiyorlardı. Bunu gergin bir çarşafın ortasına koyduğunuz ağır bir kütleye doğru çekilen demir bilyeler gibi düşünebilirsiniz. Zaman, uzay boşluğundaki bu dalgalanmanın etkisiyle esneyip kısalabiliyordu.“Siz manyak mısınız?”Bu üç bilimadamı, ilk kez 1975’te Einstein’ın bu teorisini doğrulamak için kolları sıvadı. Uzaydaki çekim dalgalarının ve bunların yarattığı dalgalanmanın karşı karşıya konulan iki ayna arasındaki mesafeyi değiştireceğini öne sürdüler. Lazerle ince ölçümler yapıldı ve sonuçta iki aynanın uzay dalgalarının etkisiyle birbirlerine bir proton atomu kadar yaklaştıklarını belirlediler. Koşa koşa devlete gittiler. Amerika’nın TÜBİTAK’ı olan Ulasal Bilim Vakfı, Dr. Weiss’in kendi ifadesiyle “Kardeşim siz manyak mısınız?” dedikten sonra, 40 yıl boyunca bu bilim adamlarının çalışmalarını desteklemek amacıyla projeye 1 milyar dolar ayırdı. CERN fikri onlardanDahi bilimadamları bugün İsviçre’nin CERN kasabasında kurulu dairesel Hadron partikül hızlandırıcısının yapımını çok daha önceden, taa 1993’te Kongre’ye “Gelin böyle bir makineyi ABD topraklarında biz inşa edelim” diye teklif etti. ABD Kongresi bütçeyi fazla bulup reddetti. Ardından bu kez CERN’dekinin daha ufak, doğrusal bir versiyonu olan LIGO’yu geliştirdiler, Kongre onayladı. Parçacık deneylerinde kullanılmak üzere 1994 yılında LIGO’dan iki tane inşa edildi, çalışmalar başladı.İki kara delik çarpıştıYıllarca süren çabalar, 2015 Eylül’ünde sonuç verdi. İki kara deliğin çarpışmasını izleyen bilim adamları, bu doğa olayı sırasında uzaydaki “Çekim dalgalarını” açıkça tespit etti. İki ay boyunca, verileri kontrol edip, gerçekten doğru olduğuna ikna olduktan sonra dünyaya bu buluşu duyurdular.Hollywood’a film olduDahi üçlünün çalışmaları Hollywood’un da dikkatini çekti. Dr. Thorne’un kara deliklere olan ihtirası onu küçük çaplı şöhrete kavuşturdu. Thorne, 2014’te çekilen Matthew McConaughey başrol oynadığı Interstellar (Yıldızlararası) filminin hem fikir babalığını hem de yapımcılığını üstlendi. Filmde uzaydaki bir solucan deliğinden geçerek birkaç saatliğine devasa bir kara deliğe gidip geri gelen ve döndüğünde kızını 100 yaşında bulan bir astronotun macerası anlatılıyordu. Sonuçta, şu an uzaydaki cisimlerin, dalgaların üzerinde inip çıkan toplar misali durduğunu biliyoruz. Dalgaların yüksekliği ve hızı artırılırsa, çok kısa zamanda cisimlerin bir yerden bir yere gitmesi de mümkün. Aynı; şiddetli dalgada karaya kısa zamanda vuran bir topu düşünün. Dalgalar durulduğunda top da karaya ulaşmakta güçlük çekiyor. Uzay bükülebildiğinden zamanda yolculuğu da mümkün kılıyor. Medeniyetimizin önünde yeni bir ufuk açılıyor.
Starbucks Türkiye, Türk kahvesini standartlaşmak ve yaygınlaştırmak için kolları sıvadı. Türk Kahve Kültürü ve Araştırmaları Derneği (TKKAD) ve 50’nci yılını dolduran küçük ev aletleri üreticisi Arzum ile birlikte önemli bir işbirliğini hayata geçiriyor.Starbucks Türkiye, 17 Ekim’den itibaren Türk kahvesini, TKKAD tarafından onaylanan içimi yumuşak az kavrulmuş Latin Amerika çekirdek harmanı Veranda ile hazırlayacak ve yeni özel sunumuyla misafirleriyle buluşturacak. Arzum ise bu işbirliğinde her fincanda ideal kıvam sunan kahve makinesi Arzum OKKA ile yer alacak. Starbucks’un misafirlerine servis edeceği üzerinde “3 vakte kadar” yazılı özel fincanlar ünlü tasarımcı Gamze Güven imzasını taşıyor.Starbucks, Türk kahvesini yaymayı misyon edindiStarbucks Türkiye Başkan Yardımcısı Tunç Tunaveli, “İlk kez misyonu ve yapısı farklı; ancak Türk kahvesine gönül vermiş üç kurumun Türk kahvesi için işbirliği yaptığını söyleyerek sözlerine başladı. Tunaveli; “Türkiye’de 400 şubemiz var, her gün 200 bin misafir ağırlıyoruz. Bunu da Türk kahvesinin gelişmesi adına kullanacağız, sorumluluğumuzu kabul ediyoruz. Türk kahvesi standartlarını yeniden keşfediyoruz. Ve en uygun kahve çekirdeklerini bulmak için Türk baristalarıyla çalışıyor, harmanlarımızı sürekli geliştiriyoruz. Sunum ritüelini değiştirip yeniden Starbucks mağazalarımıza uyarladık” dedi.Türk kahvesini standart hale getirme çabalarıTKKAD Yönetim Kurulu Üyesi Osman Serim de, kahve kültürüyle ilgili keyifli bilgiler vererek söze başladı. Anadolu insanının kahve ile ilk kez Kanuni döneminde tanıştığını, kahvenin 1700’lerden itibaren Türkler sayesinde bir dünya içeceği haline geldiğini belirten Serim; “Ne yazık ki, Türk kahvesinin kavrulması, çekimi ocak başında yapılış biçimi emek, zaman ve personel aldığından ve biz de Türkiye olarak hala kahve lezzetini standartlaştıramadığımızdan bu özel tat global pazarda yaygınlaşmadı. Ve 2000’li yılların başından itibaren giderek gözden düştü” ifadesini kullandı.UNESCO’nun dünya mirası listesine girdiÇok ilginçtir ki, ne Fransız şarabı, ne İskoç viskisi, ne de İtalyan espressosu ama bizim Türk kahvesi, UNESCO’nun koruma listesine alınan dünyadaki ilk “kültür sıvısı” oldu. 2013 yılında Kültür Bakanlığı’nın ve TKKAD’ın çabaları sonucu, UNESCO, Türk kahvesini tabiri yerindeyse korumaya aldı. Yani özetle kimse Türk kahvesine artık “yok Grek (Yunan) kahve yok Makedon kahvesi” diyemeyecek.Osman Serim işte tam bu noktada “Türk kahvesini Türk kahve makineleri kurtardı diyebiliriz” diyerek topu bir anlamda Arzum Yönetim Kurulu Başkanı Murat Kolbaşı’na attı.Kahve makineleri sayesinde tüketim arttıArzum’un en tepedeki ismi Murat Kolbaşı ise, Türk kahvesi makinelerinin piyasaya çıkışıyla, gerek bizde gerekse dünyada Türk kahvesine olan ilginin bir anda arttığını ifade etti. “Biz ürettiğimiz teknoloji ile Türk kahvesini günlük yaşam alanı içerisine soktuk. Bu sayede artık gençler de Türk kahvesini sevmeye ve içmeye başladı. Anadolu’da da Türk kahvesi makinesi kullanımı artıyor. Dünyada yılda 30 milyondan fazla ev tipi kahve makinesi satılıyor. Bunların 2 milyonu Türk kahvesi” diyerek gelinen noktayı özetledi.Türk kahvesi rakamı espressonun 40’ta 1’iKolbaşı “Dünyada her gün 2.2 milyon fincan kahve içiliyor. Bunun içinde Türk kahvesinin payı espressonun 40’ta 1’i. Biz bile az kahve içilen bir ülkeyiz. Türkiye’de kişi başına yılda 1 kilo kahve tüketiliyor. Bunun yüzde 60’ı Türk kahvesi. Oysa Balkan ülkelerinde 6 kilo” diyerek “Gidilecek daha uzun bir yolumuz var” şeklinde konuştu.Üçlü işbirliğiyle Türk kahvesi atağa kalkıyorBu açıklamaları değerli buluyorum ve bu işbirliğini çok önemsiyorum. Zira bir dünya markası olan dev bir perakende firması, innovasyon ve geleneksel bilgiyi biraraya getirerek değerli bir ürünü hak ettiği şekilde piyasaya sunuyor. Bu ürünün standartlaşması için çabalıyor. Bu açıdan bakıldığında Starbucks’ın, Arzum ve Türk Kahve Kültürü Derneği’ni de arkasına alarak başlattığı “Türk kahvesi” hamlesinin sınırlarımızı da aşarak kısa sürede bölgeye ve hatta New York, Londra, Paris gibi dünya kentlerine de yayılacağından hiç kuşkum yok.
ABD’deki Milli Marş protestosu büyük kutuplaşmayı su yüzüne çıkardı. Başkan Trump, destekçileri, gazi ve ölen asker ailelerinden oluşan bir kesim bu tarz protestoyu bölücülük diye nitelendi-rirken, karşı tarafsa polisin siyahilere şiddetine dikkat çekecek daha iyi bir yöntem olmadığı görüşünde.Amerika’da milli marş ülkeyi böldü. Polis şiddetine, beyaz ırkın üstünlüğüne ve siyahilere yapılan ayrımcılığı protesto için Amerikan Futbol Ligi’nde (NFL) başlayan milli marş protestosuna, Başkan Trump “Vatan hainleri bunlar, hepsi kovulmalı” diye katılınca, iş, polis şiddetini protestodan, bölücülüğe doğru yön değiştirdi.Milli marş okunurken ayakta eli kalbinde selam durmak yerine yere diz çökerek, ki bu diz çöküş bana biraz dua ve Allah’a yakarışı hatırlattı, protesto eden onlarca Amerikan futbolcusuna, NBA ligi basketbolcuları da eşlik ediyor. Ünlü NBA oyuncusu Lebron James “Bu ülkeyi tek bir kişi değil, halk yönetiyor, iyi ki de öyle” diyerek protestoları Trump destekçiliği ile karşıtlığı noktasına getirdi. Tribünler de bölündü. Kimi taraftar protestocu oyuncuları yuhalarken, kimileri alkışlarla ya da kendileri de diz çökerek destek veriyor.Kaos ve tartışma büyüyor. Ülke genelinde bir çok eğlence kulübü ve pub haftasonu Futbol Ligi’ni protesto etmek iş yerlerindeki televizyonları kapalı tutacağını açıkladı. Maçları yayınlayan özel TV kanalı ise oyuncuların bu davranışını “Milli Hakaret” olarak gördüğünden, 300 dolarlık yıllık abonelik ücretlerini isteyen abonelere geri vererek, şifreli kanalı iptal edebileceklerini duyurdu.Milli Marş protestolarına destek verenler “Bunun vatana millete ihanetle ilgili değil, özgürlükle ilgili olduğunu” söylüyor. TV’lere konuşan birçok kişi “Milli Marş’ın bağımsızlık, birliktelik anlamına geldiğini, ancak ABD’de özgürlüklerin beyazlar eliyle toplumun bir kesimi üzerinde şiddete dönüştüğü için bu eyleme destek verdiğini, bunun marşa saygısızlık değil, tam aksine ülkeye ve bayrağa sahip çıkmak, ortak yaşamı vurgulamak için” yapıldığını ifade ediyor. Karşıt görüşte olanlarsa ellerinde gazilerin ve ölen askerlerin fotoğraflarıyla “Bunu yapanları vatana ihanet ve bölücülükle” suçluyor.Ulusal Marşlar üzerinden yapılan protestolar her zaman konuşulmuş, en etkili ve tepki çeken protesto yöntemleri olmuştur. Örneklemek gerekirse;- Kimse ABD’li atlet John Carlos’un ismini hatırlamaz ama o ve takım arkadaşı Peter Norman’ın 1968’de Mexico City’deki olimpiyatlarda şampiyonluk kürsüsüne çıkıp Amerikan milli marşı çalınırken, başları öne eğik, tek ellerinde siyah deri eldivenle yumruklarını havaya kaldırdığı sessiz protestoyu herkes hatırlar. Onlar “Siyah Panter”di. Ve ABD’de siyahilere karşı yapılan ayrımcılığı Olimpiyat kürsüsünden dünyaya haykırdılar.- Fransa milli takımı oyuncularından Real Madrid’li iki efsane yıldız, biri Zidane diğeri Benzema, ikisi de Fransız milli marşını söylemiyor. Çünkü Cezayir asıllı her iki futbolcu da Fransız milli marşının ırkçı ifadeler taşıdığı önü sürüyor. Daha birkaç yıl önce Benzema’nın Şampiyon Kulüpler maçlarında ülkesinin marşını söylememesi Fransız Milliyetçi Cephe Partisi tarafından ağır dille eleştirilmiş, oyuncunun kulübünden atılması, vatandaşlıktan çıkarılması tartışması ülke gündemine taşınmıştı. Aynı şekilde Fransız oyuncu Eric Cantona da, Milli Marş’ın (La Marseillaise) söylenmesi üzerinden vatandaşlık tanımı yapılmasını “aptalca” bulduğundan maçlarda söylemeyi reddettiğini açıklamıştı.- Japonya’da Kimiko Nezu adlı öğretmenin başlattığı protesto, ülke genelinde birçok okulda destek görünce öğretmenlere çok sert cezalar getirilmişti. Aynı Fransa da olduğu gibi Japon milli Marşı da (Kimigayo) İmparator’a övgüler düzen bir marş. Ancak bazıları, Japonya’nın Çin ve Kore işgali sırasında işlediği savaş suçları, kıyım ve insan hakları ihlalleri nedeniyle bu Marşı okumaktan imtina ediyor. Birçok öğretmen, eğitim yılının açılışında bu marşı okutmadıkları ya da ayakta okumadıkları için cezalandırılıyor. Nezu dahil öğretmenlere meslekten ihraç ya da 6 ay maaş kesintisi veriliyor sonrasında da “terbiye edilmek” üzere devletin ahlaki kurslarına zorunlu gönderiliyorlar.- Alman milli takımı Euro 2012’de İtalya’ya 2-1 yenilmesinin ardından (İki golü de Balotelli atmıştı) günlerce topa tutuldu. Alman politikacılar “Yenileceğimiz daha milli marşlar okunurken belliydi. Takımda kimse Alman marşını söylemedi” diyerek, takımdaki göçmen asıllı futbolcuları açıkça suçladı. Bild Gazetesi ertesi gün “Yeterince vatansever miyiz” diye başlık atıp futbolcuları hedef gösterdi. Türk asıllı Alman futbolcu Mesut Özil de dahil birçok göçmen oyuncu Alman milli marşını söylememesi her yenilgide gündeme getiriliyor.- 2012 yılında İsrail’de de benzer bir tartışma yaşandı. Anayasa Mahkemesi üyesi hakim Salim Joubran, kendi yemin töreninde İsrail ulusal marşını söylemedi. Tabii olay oldu. Tabir yerindeyse İsrail siyaseti ve basını adamı doğradı. Halbuki Salim, hem Müslüman hem de Hıristiyan kökenli Arap bir aileden geliyordu. Evet İsrail vatandaşıydı ama, milli marş içerisinde geçen “Yahudi ruhuna hasret duyuyorum”, “Sion ülkesi toprakları” gibi ifadeler karşısında kendi inancı gereği bu marşı söyleyemeyeceğini beyan etti.- Bugün Hindistan’da sinemalarda film seansları başlamadan milli marş okunuyor. Milli Marş’ın neden sinemalarda filmden önce okunmasının zorunluluk olduğu tartışması bir kenara, “Jana Gana Mana” marşı Hindu dinini ve milliyetçiliğini öven ifadelerle dolu. Bu marşı söylemek istemeyen, ya da salonda ayağa kalkmayan birçok kişi hala sinemalarda dövüyor. Özellikle Mumbai ve Kerala’da..Sonuçta Milli Marşlar, birlik bütünlüğü ifade eden, ulusu birleştiren anlamlı marşlar olmalı. Irkçılığı, ayrılıkçılığı, kan revanı öven vahşeti savunan dizeler içeren her marş, tartışmayı da beraberinde getiriyor. Ben bu şekilde bakıldığında Türkiye’de bizim marşımız üzerinden benzer protestolar yapılmamasına şaşırmıyorum. Çünkü bizim marşımız birleştirici bir marş. Diğer marşların aksine başka bir ulusa, etnik gruba kin nefret duyguları içermiyor. Marşımız şanlı bayrağımıza adanmış ve bir davaya inanan ulusun önünde hiçbir engel duramayacağını anlatan destansı bir yapıt. Onbinlerin sembolü Irak savaşında iki ayağını birden kaybeden Denizci John Jones “Ayağa kalkıp milli marşı söylemek için neler vermezdim” sözleri, ‘milli marşa saygı gösterilmeli’ tezini savunanların sembolü oldu. Donald Trump, savaş gazisi askerin bu sözlerini Twitter’da paylaştı. Bu fotoğraf eylem karşıtı savaş gazisi onbinlerce Amerikalı’nın sembolü oldu.Aralık 2015 Paris saldırısından 20 dakika önce Fransa milli takımın verdiği poz ırkçı Fransızlar tarafından çok tartışılmıştı. Karede sadece dört oyuncu “Fransız Fransızlar”dan; geri kalanlar ise göçmenlerden oluşuyor.Fransa’daki marş okumama tartışması Almanya’da da yıllardır her yenilgide alevleniyor. Alman milli marşını okumayan Mesut, Boateng, Khadira ve Mustafi’nin ‘Almanlığı’ sorgulanıyor.
Can Yayınları’ndan elime güzel bir kitap geçti “Fizik Üzerine Yedi Kısa Ders.” Carlo Rovelli adlı İtalyan bilimadamı, uzay, kuantum, zaman gibi fizik kuramlarını basitçe okuyucuya anlatmaya çalışmış ve başarmış. Bir öğleden sonra kahvemi yudumlayıp çok satan kitabı okurken, aklıma geçtiğimiz haftalarda sosyal medya gürültü koparan “Dünya yuvarlak değildir, düzdür” diyen bizim genç Türk dimağı geldi.Sezgilerimiz!.. Bunlara sadık kalsaydık hala dünyanın düz olduğunu, güneşin de onun etrafında döndüğünü düşünür olurdu. Sezgilerimiz sınırlı deneyimlerimizin temelinde gelişiyor. Biraz daha uzağa baktığımızda dünyanın bize göründüğü gibi olmadığını keşfederiz. Dünya yuvarlaktır ve Güney Afrika’da ayaklar yukarıda, başlar aşağıdadır. Sezgilerimize güvenmek bilgelik değildir. Köyünün dışındaki koca dünyanın hep bildiği dünyadan farklı olabileceğini reddeden bir ihtiyarın varsayımıdır.Ne zaman evreni konu alan bir film izlesem, içimi heyecan kaplar. Galaksilerin ve yıldızların uçsuz bucaksız denizinde minicik ücra bir köşede olduğumuzu görmek, bende Tanrı’yı reddetme ya da ona karşı bir ilgisizlik değil, tam tersi ilgi ve hayranlık uyandırır. Olağanüstü muazzam bu sistem karşısında kendimi Allah’a biraz daha yakın hissederim. Dünyanın evrenin merkezinde olmadığını ispatlayan Kopernik ve Galileo birer rahipti, aynı, genetik bilmini bulan rahip Mendel gibi. Kepler, Vatikan’ın Katolik okulunda ders veren inançlı bir Protestan; Newton ise İncil’i yol gösterici kabul eden hatta bence zaman zaman bağnazlığa düşen bir teolog. “Düşünüyorum öyleyse varım” diyen Descartes’tan, elektromanyetizmi bulan Faraday’a, Robert Boyle’e, Max Planc’a kadar hepsi koyu birer dindardı. Bugünkü uzaktan kumandaların, wireless’ın ve alternatif akımın mucidi Nikola Tesla, Sırbistan’da Ortadoks bir papazın oğlu olarak dünyaya geldi, papaz olmak üzere yetiştirdi. İşte bu ve benzeri din adamları ve Tanrı’ya gönülden inananlar değiştirdi dünyamızı.Newton nesnelerin neden düştüğünü ve gezegenlerin neden döndüğünü açıklamaya çalışmıştı. Tüm nesneleri birbirine çeken bir kuvvet hayal etmişti. Buna çekim kuvveti adını vermişti. Bu kuvvetin aralarında hiçbir şey olmayan, birbirinden uzaktaki nesneleri nasıl çektiği bilinmiyordu. Ama bugün biliyoruz. Başka birçok şey de biliyoruz. Siz “Nasıl oluyor ya” deseniz de, bunlar kanıtlanmış gerçekler, boşluktan oluşmuyor.- Dalgalanan, eğilen, kıvrılan bir madde uzay. Kaskatı ve görünmez bir yapı içerisinde bulunmuyoruz, esnek bir yumuşakçanın (jölenin) içine gömülüyüz. Güneş, etrafındaki uzayı büküyor ve dünya da onun etrafında, gizemli bir güç tarafından çekildiği için değil, eğilen bir uzayda bir doğru üzerinde hızla yol aldığı için dönüyor. Tıpkı huni izinde dönen bir bilye gibi. Huninin merkezinden kaynaklanan gizemli kuvvetler yoktur, huninin çeperinin eğik olması bilyenin dönmesini sağlar. Uzay da eğildiği için gezegenler güneş etrafında dönüyor, cisimler yere düşüyor. Bu kadar basit.- Uzay maddenin olduğu yerde eğiliyor. Gezegenleri gerili bir çarşafın üzerine bırakılan ağır bilyeler gibi düşünün. Bir yıldızın etrafındaki uzayın eğilmesi sonucu sadece gezegenler yıldız etrafında dönmekle kalmıyor, ışık da doğrusal hareket etmek yerine bükülüyor. Einstein güneşin ışığı büktüğünü öngörmüştü. Bu eğrilik, 1919’da ölçüldü ve kanıtlandı. Ama bükülen yalnızca uzay değildir, zaman da bükülür. Einstein’a göre yüksekteki bir konumda zaman, dünyaya yakın alçak bir durumdan daha hızlı akıyordu. Bu da ölçülmüş ve kanıtlanmıştır. Fark çok küçüktür ama deniz kıyısında yaşayan biri, dağ tepesinde yaşayan ikiz kardeşinden biyolojik olarak biraz daha yaşlıdır. Bir gezegene inildikçe zaman yavaşlıyor.- Büyük bir yıldız tüm yakıtını (hidrojeni) tükettiğinde sönmeye başlar. Geriye kalanlar, yanmadan kaynaklanan ısıyla ayakta kalamaz, kendi ağırlığıyla çöker, uzayı (yani içinde bulunduğumuz jöleyi) o kadar güçlü bir biçimde eğer ki gerçek bir deliğe düşer. Bunlar da ünlü kara deliklerdir.Bulunduğumuz Milky Way galaksisinin dıştan görüntüsü fotoğraftaki gibi. Sadece bizim galaksimizde Güneş gibi 200 milyar yıldız var. Yani evrende Dünya’ya benzeyen en kötü ihtimalle binlerce milyar kere gezegen var.2 trilyon galaksiYanda parlayan her nokta bizimkine benzeyen yüz milyar Güneş barından galaksilerdir. Galaksi sayısının düşünülenin 20 katı olduğu saptandı. 2 trilyon galaksiden bahsediliyor. Şu an sadece uzayın yüzde 10’unu görebildiğimiz düşünülüyor. Dalgalı bir deniz gibiYıldız ve gezegenler çalkantılı bir denizin üzerindeki şamandıralar gibidir. Işık bu deniz dalgalarının üzerinden bata çıkarak bize ulaşır. Zaman da aynı hareketi izler. Kimi yerde hızlanır, kimi yerde yavaşlar.Uzay durağan değildir, genişleyip esnemektedir. Bu genişleme 14 milyar yıldır sürmektedir. Çünkü taa en başta büyük bir patlama olmuş, uzay “jölesi” her yöne dağılmıştır. Bunun adı da Big Bang’dir. Dahası, aşağıdaki resimdeki görüldüğü gibi uzay, deniz yüzeyi gibi hafifçe dalgalanmaktadır. Bu dalgalanma gökyüzündeki ikiz yıldızlar üzerinde gözlemleniyor.- Kuantum mekaniği ve parçacık deneyleri; bize evrenin ve nesnelerin sürekli kıpır kıpır olduğunu bunların bir var, bir yok olan anlık varlıklar olduğunu gösteriyor. Anlamadınız biliyorum. Demek isteğim, galaksiler, yıldızlar, güneş ışınları, ormanlar, buğday tarlaları, partilerdeki gençlerin yüzündeki gülümseme, ben, sen, o dünyadaki her canlı, garip bir şekilde, gözün algılayamayacağı şekilde yok olup yeniden ortaya çıkıyor. Atom altı parçalar varlıkla yokluk arasında sürekli gidip gelerek dalgalanıyorlar. Yok olduklarında nereye gittikleri bilinmiyor. Belki geçmişe, belki geleceğe gidip geliyorlar kim bilir. Şu an madde ile ilgili sadece bunu biliyoruz. Problemi henüz çözemedik.- Kafanızın fazla karışmaması adına zaman ile ilgili bir gerçeği söyleyerek noktalıyorum. Sıkı durun. Aslında zaman diye bir şey yok. Zamanın akışı diye de bir şey yok. Geçmiş ve gelecek de yok. Bunları insanoğlu kendi bilinciyle yaratıyor. Bir ilkokul duvarına asılı “Tarih Öncesi Çağlar” takvimine uzaktan baktığınızı düşünün. İlk Çağ, Ortaçağ, Yakın Çağ ve Gelecek Çağlar’daki önemli olay, buluş ve savaşların resmedildiği ya da video filmlerinin oynatıldığı bir takvime baktığınızı ve “geçmişi, şimdiyi, geleceği” aynı anda izleyebildiğinizi hayal edin. Her şeyi görebilen varsayımsal bir göz için “akan” bir zaman olmayacak, evren de geçmiş, şimdi ve gelecekten oluşan bir bütün olacaktır. Zaman aslında şöyle bir şey.Deha; tereddüt eder. Ama cahil insanlarda tereddüte asla mahal yoktur. Onlar her şeyi bilir ve kesin doğrudur. Einstein’ın ışığın foton denilen parçacıklardan oluştuğunu ve dolayısıyla kuantum kuramını keşfettiği denklemini not defterine karaladığı zamanki satırları şöyle başlar: “Bana öyle geliyor ki...” Şu zarafete bakın. Aynı, Darwin’in türlerin evrimi gibi büyük bir düşünceyi sunarken defterinde kullandığı “Sanırım” ifadesi gibi...Big Bang’ten ya da uzayın yapısından söz ettiğimizde yaptığımız şey, insanların yüzbinlerce yıldır geceleri ateş etrafında anlattığı dayanaksız ve hayal ürünü öykülerin devamı değildir. Bir başka şeyin devamıdır. Şafağın ilk ışıklarında savanada, tozlar arasında bir antilobun izlerini ararken etrafa göz gezdiren insanlarınkidir -gerçekliğin ayrıntılarını incelemek, sonra da doğrudan göremediğiniz ama izlerini sürebileceğimiz şeyleri çıkarsamaktır. Her zaman yanılabileceğimizin bilincinde olarak dolayısıyla yeni bir iz ortaya çıktığında her an fikir değiştirmeye hazır biçimde ama yeterince ustalaşmamız durumunda dünyayı doğru anlayacağımızı ve aradığımızı bulacağımızı bilerek... Bilim işte budur.
New York Fashion Week’in kapanış defilesini yapan ünlü modacı Marc Jacobs, herkesi şaşırttı. 2018 İlkbahar koleksiyonu tropikal ve Arabik izler taşıyor.New York Fashion Week’in kapanış defilesini yapan ünlü modacı Marc Jacobs, herkesi şaşırttı. Amerikalı modacı, 2018 İlkbaharı için hazırladığı kıyafetleri; alışılmış New Yorker sokak moda tarzının oldukça ötesinde, tropikal ve Arabik izler taşıyordu. Canlı çiçek desenleri ve parıltılı kumaşlarını, türban, hicab ve egzotik baş bağlama ile kombine eden Jacobs, alışılmış “hot city chics” (Seksi şehir hatunları) bekleyenleri tam anlamıyla ters köşeye yatırdı.Markenler; Park Avenue Armory’de fonda hiçbir müzik olmadan podyuma çıktılar. Ne ışıklar karartıldı, ne de renkli spotlarla mankenlerin üzerine özel aydınlatma yapıldı. Önceki günlerin sahnedeki ışık oyunları ve gösterilerinden yorulan seyincinin gözleri bir bakıma o sadelik içerisinde dinginleşmişken, birden egzotik kıyafetli türbanlı mankenler podyumda belirince, insanlar afalladı.Kültürel bir saldırganlık mı?Sopfia Cappola’nın meşhur filmi “Somewhere”den esinlenircesine koleksiyon “Bir Yerlerde” (Somewhere) adını taşıyordu. Bu yer, ne New York ne Londra, ne de Paris’ti. Bu yer çölün ortasına bırakılmış cesur bir bedevi kadının kızgın kumları savurarak kararlı adımlarla bata çıka özgürlüğe yürüyüşü kadar sade ve güzeldi. Şifon benzeri uçuşan entari giyinmiş kadınlar, başlarını örten türban ve benzeri örtülerle süzülerek, rüya gibi geçiş yaptılar. Eleştiri okları derhal yükseldi. Bu tarz baş örtünmeyi moda değil kültürel bir saldırganlık olarak görenler ve bunu Jacobs’un bilerek yaptığını öne sürenler oldu. ABD’li modacı ise defilesindeki türban ve hicabın günümüz ideolojik türban kullanış biçiminden uzak, “60’lı yılların sonlarındaki moda akımına bir yorum katmak” olduğunu savundu.Yeni sezonda bunların dışında İskoç ekose kumaş parkalar, dökümlü erkek giyim kuşamı, balıkçı yakalar, püsküller ön plana çıktı. Koleksiyon aksesuar açısından oldukça zengindi. Küçük el çantalarından ipek ve kürk boalara (boyun atkısı), bel çantalarından opera eldivenlerine kadar her şey mevcuttu.Arap kadınlarını anımsattılarModa haftası ikonları Bella ve Gigi Hadid, Winnie Harlow, Taylor Hill ve Binx Walton, hepsi de Jacobs için podyumda siyah kedi göz (Arap kadınını anımsatan) makyajlarıyla yürüdü. Şarkıcı Nicki Minaj dahi, misafir manken olarak podyumda elbise tanıttı. Yine Jocobs’un favorisi Kendall Jenner ise başında siyah türban üzerinde içini gösteren transparan dik yakalı parlak sarı kazağı ile yarı çıplak göz kamaştırdı. Şov’un kapanışını ise efsanevi top model Cindy Crawford’un çok yakında büyük bir yıldıza dönüşecek 16 yaşındaki kızı Kaia Gerber yaptı.