Bu aşk burada biter
ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk
cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter
iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim
bir nehir akıp gider
Pera Palas Oteli’nin ihtişamlı lobisindeyiz. Art-nouveau, neo-klasik ve oryantalist tarzın harikulade karışımı salonda, kadife divanlardan birindeyiz, meslektaşım Burak Kara ve fotoğrafçımız Barış Acarlı ile... Etrafta kimsecikler yok. Ne Avrupalı turistler, ne Arap zenginler, ne de Türk elitler. Sadece karşımdaki berjerde bir adam var. 75 yaşında ama 60’larında gösteriyor, dinç ve sağlam yapıda. Dünyayı okuyan siyah kemik gözlükleri, kalın kara kaşlarının altından bakan duygulu gözleriyle çelişiyor. O, Türkiye’nin yaşayan en önemli şairi Ataol Behramoğlu... Ünü, Türkiye’nin sınırlarının çok ötesinde. Rus diline ve edebiyatına, Fransızca’ya, İngilizce’ye hakimiyeti ile şiirlerini her ülkeden kitlelere sevdirebilmiş bir kişi... Kibir yok, tevazu hakim, şu dizeleri aklımdan geçiyor;
İsim nedir ki,
bulutlara yazılır geçer
Yüzüm nedir ki,
akarsuya çizilir geçer
Ömür nedir ki,
kurulur bozulur geçer
Sevda nedir ki,
dokunursun süzülür geçer
Şiir nedir ki,
sezilir geçer
İnsan nedir ki, bir şeylere sevinir üzülür geçer.
Usta şair ile yeni kitabı Ne Çok Hain’i konuşmak için buluştuk. Konuştukça yolculuğumuz Anadolu’dan Avrupa’ya, Rus edebiyatından halk edebiyatına, aşka ve topluma uzandı.
Mutluyken iyi yazarım
Şair ruhlu adam derler ya, tam da öyle biri Behramoğlu; “Aşk beni besler, şiirime ilham verir, âşık da olurum, insan âşık olmadan şiir yazabilir mi hiç? Mutluluk mu, keder mi derseniz, mutluyken daha verimliyim, daha ağır basar mutlu olduğumda yazdıklarım...”
“Aşk iki kişiliktir” şiirini okuyorum. Kahvesini, sigaradan derin bir nefes çekermiş gibi keyifle yudumluyor. Daha ilk dizede sözümü kesiyor, “Bu şiiri internetten almışsınız kelimelerin yeri değiştirilmiş, müziğini yitirmiş şiir, doğrusu şöyle” deyiveriyor ve tane tane, kelimelere vura vura, dura dura okumaya başlıyor. O sakin adamdan yükselen davudi ses içimi ürpertiyor.
Değişir yönü rüzgarın
Solar ansızın yapraklar;
Şaşırır yolunu denizde gemi
Boşuna bir liman arar;
Gülüşü bir yabancının
Çalmıştır senden sevdiğini;
İçinde biriken zehir
Sadece kendini öldürecektir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.
“Şair olmak, yazar olmak gibi bir derdim yoktu benim” diye devam ediyor, “Hukuk da yazdım, tıp da... Ankara Hukuk’a girdim ama benden uzak olduğunu kısa sürede anladım. İngilizcem yeterli olsaydı İngiliz filolojisine girerdim. Dil öğreneyim istedim ve Rus Dili Edebiyatı okudum. Rus filolojisine girmem ne edebidir, ne siyasi. O yıllarda Türkçe’deki kitaplar genelde bilim ve felsefeden bahsediyordu, eskimişti, yeterli değildi. Dedim ki kendime Rus eserlerini Türkçe’ye kazandırayım.”
İşte yolculuğu böyle başladı Behramoğlu’nun. Rus dilinden Türkçe’ye Puşkin, Çehov, Gorki, Turgenyev, Lermontov, Babayev’in eserlerini çevirdi. Türk, Bulgar, Rus şiiri antolojileri hazırladı. Rusya tarafından sadece 11 kişiye verilen, Uluslararası Puşkin Liyakat Madalyası ile ödüllendirildi.
Ataol Behramoğlu basit, duru yazan biri. “Hayatın hızıyla yaşadık o aşkı / Her şey bir anda başladı, yaşandı ve bitti/ Yan yana gidip de bir süre / Ayrı yönlerde / İki tren gibi...” Bu yalınlık, özenle seçilmiş kelimelerin melodisiyle birleştiğinde vuruyor okuyucuyu. “Toplumcu yazar” olarak tanınıyor. Yıllarca sürgünde yazılar yazmış, dergiler çıkarmış, sevda ile kavga arasında gidip gelmiş, şiirlerine bunlar yansımış. Aragon, Lorca, Neruda’yla tanışmış, Nazım’dan etkilenmiş. “Büyük şairler birbirine benzer. Şiirlerinde birbirlerinden izler taşımalarının bir mahsuru yoktur” diyor.
Yaşadıklarımdan
öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
Yaşadıklarımdan
öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.
Ne kadar ihtişamlı dizeler... Okurken Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair’ini aklıma getiriyor. Behramoğlu belli ki bunu daha önce de duymuş; “Nazım’la ikimizin dokusu çok farklı. Benim bu şiirimin yapısı heyecanlıdır. Yüksek sesle okunmalıdır. Nazım’ınki ise didaktiktir. Alçak sesle okunur. Şiir de esas olan okuma sesidir. Yoksa bir elin on parmağını geçmez temalar, aşk, ölüm, ayrılık, vs. Her şairin kendi sesi vardır, o ses yoksa şair de olmaz zaten. Mesela 1970’li yıllarda bir sabah Paris’te uyandım, ‘Ben Ölürsem Akşamüstü Ölürüm’ şiirini yazdım.
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Şehre simsiyah bir kar yağar
Yollar kalbimle örtülür
Parmaklarımın arasından
Gecenin geldiğini görürüm
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Çocuklar sinemaya gider
Yüzümü bir çiçeğe gömüp
Ağlamak gibi isterim
Derinden bir tren geçer
Çocukluğumun geçtiği Orta Anadolu kasabasındaki bir duyguyu yazdım. Ölen bir adamın, yüzünü çiçeğe gömüp ağlamasından bahsederim, kasaba sıkıntısını anlatırım. Bir metafor vardır, bana ait bir şeydir, kısmen İkinci Yeni ile alakalı...”
Çocuklar! diyorum şaire. Çocuklara ne okumalı?
Yerinde doğruluyor, söyleyeceklerini dikkatle düşünüyor;
- Çocuklara şiir okumanın, öğretmenin önemi büyük. Anadil bilinci, anadil duygusu şiirle kazanılır. ‘İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı’ gibi gösterişsiz bir dizede ‘gözleri kapalı bir şey dinlemek’ kavramı, çocuğun zihnine işler ve o çocuk ana dilini keşfedip sever. İyi şairleri çocuklarımıza okutmak ve sevdirmek lazım (Rusça bir şeyler mırıldanıyor, sonra yüksek sesle Türkçe’ye çeviriyor);
Seviyorum sizi ve bu aşk belki /
İçimde sönmedi bütünüyle; /
Fakat üzmesin sizi artık bu sevgi;/
İstemem üzülmenizi hiçbir şeyle. / Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi, / Kâh ürkeklikle, kâh kıskançlıkla üzgün; / Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki,/ Dilerim bir başkasınca da böyle sevilin.
-Rusya’da bu dizeleri sokaktan geçen birine mırıldanın ‘Puşkin’ der ve anında devamını getirir.
-Evet, gençler şiir okuyor bizde. Sait Faik’i, Cemal Süreya’yı, Özdemir Asaf’ı, Turgut Uyar’ı biliyorlar, Can Yücel’i başkalarıyla karıştırsalar da okuyorlar ama bir Karacaoğlan’ı bilmiyorlar. Üniversite söyleşilerine gidiyorum ‘Karacaoğlan’ diyorum, yüzüme bakıyor gençler...
İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye
...İliklemiş düğmelerin
Çözer Elif Elif diye
-Karacaoğlan okuyan çocuktan bir zarar gelmez insanlığa. Örneğin çocuklarımız; Gün olur, alır başımı giderim / Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda / Şu ada senin, bu ada benim / Yelkovan kuşlarının peşi sıra.. okusalar Orhan Veli’den ya da yine aynı şairin; Uyandım baktım ki bir sabah, / Güneş vurmuş içime / Kuşlara yapraklara dönmüşüm / Pır pır eder durur, bahar rüzgarında dizelerine, oradan Nazım’ın Davet şiirine geçseler;
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan /
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / Bu memleket, bizim. / Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / Ve ipek bir halıya benzeyen toprak, / Bu cehennem, bu cennet bizim.
İşte bunları 5 yaşındaki çocuklar bile anlar, dil güzelliğini sezer.
Büyüklere üç yabancı şair tavsiye edin desem kimi seçersiniz?
-(Pablo) Neruda’yı mutlaka okumalıdırlar. Lorca’yı da (İspanyol) okuyun lirik bir şair ve bir de Brecht’i (Alman) okumalarını öneririm özelikle de gençlerin. Brecht ayrı bir ufuktur. Türk şairlerin ise hepsi birbirinden güzeldir.
Peki ya edebiyatta?
-19’uncu yüzyıl Rus edebiyatı hepsine fark atar. Kendine özgü bir fenomendir. Fransız edebiyatı tabii büyük. Ancak Rus edebiyatındaki heyecan, hümanizm ve toplumsal adaletsizliğe karşı arayışlar çok daha güçlü. 1917 Devrimi’nin Rusya’da olması da bu edebiyatın eseridir.
Üstad bir de ‘Şiir bitti’ tartışması var. 50’lerin 60’ların romantik kadını kalmadı mı?
-Güneycim sen kadınları hiç tanımıyorsun herhalde. Olmaz mı, daniskası var şimdi. Şiirin gücü yerinde. 5 okurdan dördü kadın, ikisi muhafazakar kesim. Gençler şiiri sosyal medyada keşfediyor.
Kimi şiiri tercüme eder, kimi yeniden yazar, ne düşünüyorsunuz?
-Şiir çevirisi, sadece uygun kelimeleri tercüme etmek değil, bir yapının çevrilmesidir. Nedir o yapı? Müziği de içeren bir yapının çevrilmesidir. ‘Değişir rüzgarın yönü’ ya da ‘Değişir yönü rüzgarın...’ İşte burada özneyi sona alınca akış birden farklılaşıyor. Bir şiiri çeviren kişi hem çevirdiği dili, hem de kendi dilini iyi bilmelidir. İster istemez bir uyarlama vardır, dillerin sesleri farklıdır. Benim tek bir dörtlüğü çevirmek için 4-5 gün harcadığım olur. Bence şiiri çeviren kişinin içinden kattığı bir şeyler de olmalı. Örneğin Sabahattin Eyüboğlu’nun Charles Baudelaire’den çevirdiği İçe Kapanış şiirinin çevirisi; orijinalinden iyidir;
Derdim; yeter, sakin ol, dinlen biraz artık; / Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam; / Siyah örtülere sardı şehri karanlık; / Kimine huzur iner gökten, kimine gam
Türkçe’de sözcük sayısı maalesef İngilizce’ye göre daha az. Zaman zaman folklörden sözcükler kullanıyoruz zenginleştirmek için ama İngilizce’de her zaman daha fazla sözcük kullanılıyor. Uyak tutturmada Türkçe sıkıntı yapıyor, biz de çevirilerde, sesli harflerin tekrarına başvuruyoruz.”
Ve sözü Ne Çok Hain kitabına getiriyorum.
-Lorca’yı da gördüm Aragon’u da. Şiirle kitleleri uyandırmak istedim ve bunu yaptım. Şairliğimle kişisel hayatım, düşüncelerim arasında bir çelişki olmadı. Yazdıklarım, yaşadığım ve düşündüklerimdi. Ben, toplumsal konulu şiirlerimi ‘Toplumsal konulu şiirler yazmalıyım’ diyerek yazmadım. ‘Yıkılma Sakın’ı Malazgirt’te cezaevinde yazdım. ‘Bir Gün Mutlaka’ şiirimde ‘Bugün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra” derken bir saf söz, aşk var, devrim var bu dizede... Yaşadığım şeyler bunlar.
-Yazı yazmaya oturdum bir gün. Yazıyorum bir işe yaramıyor aynı şeyleri tekrar edip duruyorum, içinden geleni yaz, dedim, kendi kendime ve köşe yazımı şiire döktüm. Aynı Tevfik Fikret gibi, aynı Namık Kemal gibi. Bugün öyle dörtlükleri var ki onların şimşek gibi. Yüz tane makale yazsalar, hiçbir etkisi olmazdı şiirleri kadar.
Zâlim olsa ne rütbe bî-perva,
Yine bünyâd-ı zulmü biz yıkarız;
Merkez-i hâke atsalar bizi
Küre-i arzı patlatır çıkarız!
(Zâlim ne kadar pervasız
olursa olsun / Yine zulmün temelini biz yıkarız; / Yerin dibine de atsalar bizi, / Yer küresini patlatır çıkarız!)
Namık Kemal
-2012’nin 12 Ocak günüydü... Ortaya “Kara bir rüzgardı” şiiri çıktı. Ve karar verdim siyasi köşe yazılarımdan bir şiir kitabı yapmayı. Daha önce yazdığım şiirler kendiliğinden dökülüveriyordu kalemimden, hepsi lirik, organikti. Yeni kitabım Türkiye’de bir ilk. Epik ve toplumcu şiirler var burada, yazıyla yüzlerce sayfa yazdığım siyasi düşüncelerimi şiirle anlattım. Hepsinin ayrı bir estetiği var.”
Kara bir rüzgardı
üstünde bir yurdun
Kara bir vicdan, kapkara.
Esip durdu hışım gibi, taun gibi;
Akla düşman, aydınlığa.
Bu yaşa geldiniz “Hayatta elimden geleni yaptım” diyebiliyor musunuz?
Ellerini çenesinde kavuşturuyor, kafasını öne eğip uzun bir düşünüşten sonra, “Evet yaptım, içim rahat. Bu kitap da (Ne Çok Hain) ülkemde yaşananlara sessiz kalmadığımın kanıtı” diyerek imzalıyor. Sonra saatine bakıp ayağa fırlıyor, “Piyano dersime geç kalıyorum çocuklar!” Piyano mu? “Evet 75’inde piyanoya başladım. Salonun köşesini işgal eden koca bir aygıtın yanından, bir ömür çalmadan göçüp gitmeyi kendime yakıştıramadım.” Elini saygıyla sıkıyorum. O an koltuğunun altında ince bir kitap dikkatimi çekiyor, “Fizik Üzerine Yedi Kısa Ders” yazılı, İtalyan bilim adamı Carlo Rovelli’ye ait. Işık ve zamanın uzayda nasıl eğilip büküldüğünü anlatan benim de severek okuduğum bir kitap. Nedir o? gibilerinden başımla işaret ediyorum. “Aa o mu, vapur metro kitabım... Mutlu olmak için sadece şiir felsefe değil, bilimsel metinler de okuyacaksın ki, duygusal kimliğin de aklın da gelişsin. Görüşmek üzere…” Kasketiyle kibarca selam vererek çıkıp gidiyor.
Haberin Devamı