Televizyonun daha Türkiye’ye gelmediği yıllarda futbol meraklıları, önemli maçlarda radyonun başından ayrılmazdı. Spikerler maçın heyecanını, hızlı temposunu radyo başındakilere sanki sahada izliyormuşçasına yansıtırdı. Oyunun durgunlaştığı anlarda ise teknik bilgiler verirlerdi.
Büyüklerimizden işitirdim Muvakkar Ekrem Talu, Sulhi Garan gibi unutulmaz isimleri. Pertev Tunaseli’nin o lezzetli maç anlatımına yetişemedim ama Orhan Ayhan’lı dönemleri bilirim. Halit Kıvanç üstadı da herkes severdi. Sesinin yatkınlığı, espri yeteneği, futbol bilgisiyle maçı ondan dinlemek bir zevkti.
Sonra TV dönemi başladı. Siyah beyazdan renkliye, 3D’den 4K’ya derken şimdilerde maçları dev ekranlardan sahadaymış gibi izliyoruz. Pozisyonları; hemen akabinde değişik açılardan verilen tekrarlarıyla VAR hakemiyle aynı netlikte görebiliyoruz. Özellikle Premier Lig’teki İngiliz yorumcuları da dinleme fırsatı bulduğumuzdan, bizimkilerle farkı kıyaslayabiliyoruz. Orada işini bilen spikerler anlatımları ile yardımcı bilgiler verip, seyir zevkini bozmamaya özen gösteriyor. Türkiye’de ise ekranda bir spiker kıyametidir gidiyor.
Hadi çok kritik maçtır, hayati maçtır anlarım; ama sıradan bir maçta dahi gol olunca spikerlerin gereksiz yere bağırmasına, golü kendileri atmışçasına sevinmelerine ve bu arada pozisyonu üç saniyede geçiştirip kalanını heybetli laflarla süslemelerine tahammül edemiyorum.
Bazıları ne yazık ki hala radyo spikeri gibi sizin gözünüzle gördüğünüz maçı, hızlı ve bağırarak anlatıyor. Hem kendini helak ediyor, hem de ekran başında keyfinizin içine okuyor. Spikerlerin yanında bir de yorumcular var. Genelde eski futbolcular ya da antrenörler. Bunlar da ikiye ayrılıyor...
Çok azı kritik pozisyonları izah ederek işini doğru yapmaya çalışırken, büyük kısmı susmak bilmiyor. Bilgili olduğunu göstermek için oyuncuların nasıl oynaması gerektiğini anlatıyor, teknik direktöre taktik ve tavsiyeler veriyor. Yanlış takım çıkardığını söylüyor, taktiğinin hatalı olduğunu ileri sürüyor, takımın nasıl oynaması gerektiği konusunda bir yığın laf ediyor. İnsanın “Kardeşim madem bu işi bu kadar iyi biliyorsun, TV’de çene yoracağına git bir takımı çalıştır, becerini göster” demek geliyor. İngiliz yorumcularda ise böyle konuşmalara hiç şahit olmuyorum.
Ya da maçın heyecanı ve atmosferinden koparak lüzumsuz istatistiklere, bilgilere dalıyorlar. Sahadaki futbolcunun kardeşinin bilmem nerede futbol takımı çalıştırdığından dem vuruyorlar. Bana ne!
Güzel maç anlatımıyla beğenerek izlediğim Ercan Taner’in bir röportajı aklıma geldi; “Çok konuşmak seyirciyi yorar” demişti değerli spor adamı. TRT’nin 33 yıllık duayen spikeri Levent Özçelik de “Pazarcılar gibi maç anlatılmaz. Heyecanlanıyormuş gibi yapmayacaksın. Sesle oynarsan maç anlatamazsın. Kelimeleri uzatmamak, Türkçe’nin melodisiyle oynamamak gerekir” derdi.
Gerçekten de öyle... Milli maçlarda şovenist yorumlar, karşı ülkeyi düşman gibi göstermeler, denize dökmeler, dersini vermeler, hadlerini bildirmeler de ayrı bir ruh hali... Bu tip sözler spikerlik ruhuyla örtüşmüyor, yakışmıyor.
Diyelim ki, futbolculardan daha heyecanlı olan spikerlerimiz zamanla bu işi öğrendi. Kendinden geçerek maç anlatımına son verdiler. İyi de, ses tonlarını ne yapacağız! Hepimiz ekranda şahidiz, herkes farkında ama bir tek onlar farkında değil, itici ses tonlarının olduğunu. Kiminin sesi kulağımı tırmalıyor, başkası sanki mikrofonun üzerine havluyu koymuş, boğuk boğuk konuşuyor. Yahu sadece bağırmak değil, sesin kalitesi de önemli... Sesi olmayandan şarkıcı olur mu? Bizde spiker olunuyor.
Boş konuşanlar gibi, boş yazanlar da var. Kimi bir yığın kelime eder maçtan başka her şeyi anlatır; kimiyse 3-5 kelimeyle kaleminden bal damlatır. Merhum spor yazarı İslam Çupi gibi...
Üstad Çupi, yıllar önce Galatasaray’ın efsane futbolcusu Metin Oktay’ın, kalesini milli kaleci Bülent’in koruduğu Kasımpaşa’ya 4 gol attığı maç yazısına şu ifadeyle başlamıştı;
“Kasımpaşa kalecisi Bülent, dün Metin Oktay’ın şutları karşısında, kovboy kurşunlarına hedef olan bir konserve kutusuna döndü.”
Evet yazıya giriş cümlesi aynen böyleydi. Kurşunları yedikçe havada bir sağa bir sola zıplayan, kevgire dönen boş bir konserve kutusu gibi...
Bir kalecinin içine düştüğü durum ancak böyle hicvedilir...
Bugünün spor yorumcuları ve kalemşörleri bunun üzerine biraz düşünsün!