Irak'taki ve özellikle de Kuzey Irak'taki gelişmeler Türkiye'nin dış politikasında çok kritik bir gündem maddesi oluşturuyor.Irak konusu iki bakımdan kritik.* Birincisi, Kürt federasyonu bağımsız Kürt devletine geçişin ilk aşaması mı olacak yoksa Irak'ın siyasal birliği ve toprak bütünlüğü bu formülle korunabilecek mi? Ve Kerkük'ün statüsü nasıl belirlenecek?* İkincisi ise, Kuzey Irak dağlarında yuvalanan PKK veya Kongra-Gel terör örgütü nasıl tasfiye edilecek?* Türkiye Irak'ta etnik yapı ve mezhep temeline dayalı bir federasyonu başlangıçta "kesinlikle kabul edilemez" görüyordu. Ancak bugün "Irak'ın siyasal birliğini ve toprak bütünlüğünü bozmamak kaydıyla olabilir" görme çizgisinde.Iraklı Kürt liderlerin, ABD ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin kararı da bu yönde olduğu için sorun yok.Fakat Türkiye'yi rahatsız eden nokta Kerkük'ün statüsü. Kürtlerin Kerkük'ün demografik yapısını değiştirme yönündeki girişimleri. Ve en önemlisi de Kerkük'ü Kürt Federasyonu'nun merkezi ilan etme eğilimi...Bu yöndeki oldu bitlilere kayıtsız kalınmayacağı önceki gün ve dünkü görüşmelerde KYB Lideri Celal Talabani'ye net biçimde ifade edilmiş durumda.Talabani böyle bir niyet olmadığını ifade ediyor ancak, Saddam döneminde uygulanan Araplaştırma politikası çerçevesinde yerinden yurdundan edilen on binlerce Kürt ailenin bugün evlerine yurtlarına dönmesi gerektiği konusunda da ısrarlı. Önerdiği çözüm ise Kerkük'e Kürt, Türkmen ve Arapların yönetiminde ortak söz sahibi oldukları özel bir statü verilmesi...PKK için örtülü afTalabani ile yapılan görüşmelerde PKK terörü de kuşkusuz ele alındı. Talabani bu noktada kamuoyuna da açıkladığı görüşlerini yineliyor.Ve ilginç bir öneri getiriyor; eve dönüş yasası olarak adlandırılan son kısmi af yasasının işlemediğini belirterek, silah bırakıp Türkiye'ye teslim olan örgüt militanlarının ceza görmeyeceği güvencesi verilmesi halinde örgütün bölünüp dağılacağını anlatıyor.Bu yöndeki öneri aslında sadece Talabani'den gelmiyor, PKK'ya karşı ortak operasyon sözünden sürekli yan çizen ABD'nin de hatta AB'nin de Türkiye'ye dolaylı olarak verdiği mesajın özeti şu: Bölücü örgütün tam olarak etkisizleştirilmesi için dağdaki militanlara ceza almayacakları, hapse atılmayacakları güvencesi verilerek teslim olmalarının sağlanmasına yönelik formül bulunması...Yani "Topluma Kazandırma Yasası" olarak adlandırılan ama işe yaramayan geçen yılki kısmi af formülünün yeniden düzenlenerek lider kadro dışındaki militanlara örtülü af getirilmesi.Hükümet böyle bir af formülünü göze alabilir mi?Çok zor...* Hafta sonunda Ankara'da ABD Başkanı George Bush ile yapılacak görüşmeler bu açıdan büyük önem taşıyor. Hem Cumhurbaşkanı Sezer hem de Başbakan Erdoğan, Bush'a Kuzey Irak'ta yuvalanan PKK teröristlerine karşı ortak operasyon sözünü hatırlatacak.* Fakat, ABD'nin Ankara Büyükelçisi'nin geçen hafta düzenlediği basın toplantısında yaptığı "Gündemimizde PKK'ya karşı askeri operasyon yok" biçimindeki açıklamasına bakılacak olursa Bush'tan ortak operasyon konusunda olumlu yanıt gelmesi zayıf bir olasılık.
Demokratikleşme reformlarını tamamlayarak Avrupa Birliği'nden tam üyelik müzakereleri için aralıkta takvim alabilmek Başbakan Tayyip Erdoğan ve partisinin en önemli siyasi önceliklerinden biri. Bu siyasi hedefe dönük gerekli yasal ve İdari düzenlemeleri hayata geçirebilmek için hükümetin kararlılığından kimsenin kuşkusu yok.Ancak AB'ye tam üyeliğin koşulları sadece Kopenhag siyasi kriterlerinden ibaret değil. Müzakerelerin başlayabilmesi için siyasi kriterleri tutturabilmek yeterli ama tam üyelik için ekonomik kriterlerin de uygunluğu gerekiyor.İşte bu noktada 2005 yılı şubat ayında süresi dolacak olan stand-by anlaşmasından sonra IMF ile nasıl bir ilişki düzenine geçileceği önemli. Ki, bu sadece AB'ye tam üyelik için olmazsa olmaz koşullardan biri olan Maastrich kriterleri için değil, kısa vadede ekonominin izleyeceği rota açısından önem taşıyor. Ekonomide sağlanan nisbi istikrar ortamının korunabilmesi ve daha önemlisi de IMF'e önümüzdeki üç yıllık sürede yapılacak 26 milyar dolarlık borç geri ödemesi için önem taşıyor.Mevcut koşullarda IMF'siz yola devam edebilmenin zorluğunu ekonomiden sorumlu bakanlar, bürokratlar ve muhtemelen Başbakan Erdoğan da çok iyi görüyor. Şubat 2005ten itibaren IMF ile yeni bir anlaşmanın kaçınılmazlığı kabul ediliyor. Ama nasıl bir anlaşma? İşte bu konuda hükümet henüz net bir karar verebilmiş değil.Ekonomi bürokratlarının ve bazı AKP kurmaylarının önerisi, tıpkı bugün yürürlükte olan anlaşmanın benzeri, 8-10 milyar dolarlık taze krediyle desteklenen yeni bir stand-by.Gerçekçi çözüm bu...Ancak AKP kurmaylarını tereddüde sürükleyen, düşündüren, yakın geçmişte yaşanan dramatik bir sonuç var: 2001 krizinin ve ardından IMF ile yürütülen programın, Bülent Ecevit hükümetini oluşturan koalisyon partilerinin 2002 seçimlerinde barajda boğulmalarına, silinmelerine yol açması...Bu örnek AKP'lilerin gözünü korkutuyor.Bugün hükümet, ekonomik program hedeflerini, bütçede öngörülen faiz dışı fazla hedefini tutturmakla övünüyor ama öte yandan kamu yatırımlarında büyük ölçüde daraltmaya gitmenin yarattığı ekonomik ve sosyal sıkıntılan da elbette biliyor. Sıkı maliye politikalarının, ücret ve gelirler politikalarının yarattığı sosyal maliyetleri görüyor ve bunun 2006 veya en geç 2007 yılında yapılacak genel seçimlerde siyasi fatura olarak önlerine gelebileceğini de ihtimal dahilinde görüyorlar.O yüzden IMF ile nasıl bir anlaşma yapılacağı konusunda net bir açıklama yapamıyor Devlet Bakanı Ali Babacan. "Hazırlıklarımız sürüyor, üç yıllık yeni bir program hazırlıyoruz" diyor.Söylediğine göre de bu programın sosyal yönü ağırlıklı olacakmış. Yani dar gelirli kesimleri koruyacak, onların refah düzeylerini yükseltecek, işsizliği azaltacak, üretimi ve yatırımı artıracak bir program olacakmış bu...Açıkça ilan edilmiyor ama hükümetin iki temel kaygısı daha var: Birincisi, yeni programı IMF dikte etmiyor, bizim hazırlayacağımız programı IMF kabul edecek demek istiyorlar. İkincisi de "Kemal Derviş'in programını sürdürüyorlar" takıntısından kurtulmak istiyorlar.Onun için şimdi Ali Babacan'ın koordine ettiği bir "milli program" hazırlığı var.Ancak, adına "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" da deseniz, "Milli Program" veya "Ak Program" da deseniz, son sözü yine IMF söyleyecek. IMF'in performans kriterleri de öyle çok esnek veya değişken değil...
Hükümetin önümüzdeki dönem için birinci önceliği Avrupa Birliği. Müzakere takvimi alabilmek için yapılması gerekli demokratik reformlar konusunda en küçük bir eksik bırakmamak için titiz bir çalışma yürütülüyor.Ancak bu arada son günlerde Doğu ve Güneydoğu'da ayrılıkçı terör örgütü PKK'nın (Yeni adıyla Kongra-Gel) tırmandırmaya çalıştığı terör eylemleri hükümetin işini doğal olarak zorlaştırıyor.Oysa devlet televizyonunda sınırlı da olsa Kürtçe yayınların başlatılması, hapisteki eski DEP'li milletvekilleri Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak'ın Yargıtay kararıyla salıverilmesi ve diğer demokratik açılımların bölgedeki havayı yumuşatacağı, ekonomik ve sosyal kalkınma için daha olumlu bir zemin oluşacağı beklentisi vardı.Son günlerde artmaya başlayan terör eylemleri, DEHAP ve eski DEP milletvekillerinin çıkışları, bölge illerinde gerçekleştirdikleri gövde gösterisi niteliğindeki mitingler, bu mitinglerde atılan sloganlar, "Abdullah Öcalan'a özgürlük" çağrıları Ankara'da ciddi bir hayal kırıklığına neden olmuş durumda.Son birkaç haftadır yaşanan bu olumsuz gelişmeler Türkiye'nin AB üyeliğini önlemeye dönük sinsi girişimler olarak yorumlanıyor. PKK'nın terörü artırarak iç çatışma havası yaratmaya çalıştığı, böylelikle hükümeti demokratik açılımları askıya alarak bu bölgede sert tedbirlere başvurmaya zorlama planları bulunduğu öngörülüyor.Dün konuştuğumuz bir bakan, "Hükümet bu tuzağa düşmeyecektir. Biz Kopenhag siyasi kriterlerini tam olarak gerçekleştirmek ve anayasa ve yasa değişikliklerini uygulamaya, gündelik hayata geçirmek için gerekenleri yapma kararlılığımızı sürdüreceğiz" diyor.Ya tırmanan PKK terörü?Teröre karşı tavizsiz mücadelenin devam edeceğini, güvenlik güçlerinin gereken tedbiri almakta olduğunu söylüyor aynı Bakan ve ekliyor:"Zaten terörle mücadele ayrı, demokratik açılımlar ayrı. Terör mücadelesi tavizsiz sürdürülecek ancak bunun yanı sıra demokrasi ve insan hakları bakımından gerekli düzenlemelerin ve eksikliklerin giderilmesi konularında da gereken yapılacak..."Gerekenin yapılması konusunda Türkiye sınırları içinde sorun yok. Ancak, terörün asıl üssü Kuzey Irak'ta. Ve ABD işgalinden bu yana Türkiye Kuzey Irak dağlarındaki terör yuvalarına yönelik askeri operasyon yapamıyor. Bu yuvaların dağıtılması konusunda ABD ile prensip mutabakatı olmasına rağmen bugüne kadar yürütülen görüşmelerdensomut adım atılması, somut eylem planı belirlenmesi konusunda hiçbir olumlu yanıt alınamadı.Şimdi hafta sonunda Ankara'ya gelecek olan ABD Başkanı George Bush ile yapılacak görüşmelerin ana gündem maddelerinden birini bu konu oluşturacak: Kuzey Irak'taki PKK'ya karşı ortak operasyon...Fakat, Irak'ın orta ve güney kesimlerinde zaten yeterince sorunla boğuşan ABD'nin kendi açısından hiçbir sorun yaşanmayan Kuzey'de PKK'ya karşı bir operasyona en azından bugün için sıcak bakmadığı da biliniyor. ABD PKK'ya yönelik askeri bir operasyonu bugün için kendi çıkarlarına uygun görmüyor. ABD'nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman da geçen hafta düzenlediği basın toplantısında, "Gündemimizde PKK'ya yönelik bir operasyon yok" diyerek bunu resmen açıkladı.Türkiye'nin istikrarı ve güvenliği bakımından ise en önemli gündem maddelerinden biri bu. Bakalım Bush'un son sözü ne olacak?
Hiçbir demokraside, hiçbir legal partinin terör örgütüne destek vermesi veya destek imasında bulunması hoşgörülemez. Hiçbir yasal siyasi parti devlete ve terör örgütüne karşı eşit mesafede konumlanamaz, buna cesaret edemez. Örgütle her ne kadar dolaylı, örtük bir ilişki içinde dahi olsa açıkça teröre destek veremez.Ama ne yazık ki bizde oluyor, hem de en olmayacak zamanda.Anayasa ve yasalar çerçevesinde açık siyasi faaliyet gösteren DEHAP'ın Genel Başkanı basın toplantısı düzenleyip, kameraların karşısında PKK'ya ve hükümete karşı eşit mesafede durduklannı söyleyebiliyor. DEHAP, devlet ve hükümet ile terör örgütü Kongra-Gel'e (PKK) eşit mesafede duruyormuş..."Sayın Zübeyir Aydar" dediği PKK başkanına mektup yazarak ateşkes çağnsı yapıyor DEHAP Başkanı. Böylelikle "Barışa katkı yapmak istediklerini" söylüyor.Niyeti o olabilir. Ama üslubu, yöntemi, seçtiği sözcükler olumlu havayı zehirlemekten başka işe yaramıyor. Toplumsal barışı, huzuru istemeyenlerin, terörden medet umanların ve devlet içindeki şahin kadroların değirmenine su taşımaktan başka işe yaramıyor.Oysa son günlerde Türkiye'de toplumsal ve siyasal barış açısından, demokratikleşme açısından son derece olumlu bir rüzgâr esiyordu.* Tansu Çiller'in talihsiz bir şovu ile Meclis çatısı altında yaka paça göz altına alınıp 10 seneye yakın süre hapiste tutulan eski DEP'li milletvekilleri Yargıtay karan ile serbest bırakılmışlar (yargılama tutuksuz devam edecek), DGM'ler kaldırılmış, devlet televizyonu Kürtçe yayına başlamış, hükümet ve parlamento yeni demokratikleşme adımlarının hazırlıklarını yapıyor.Elbette Türkiye bütün sorunlarını aşmış, demokrasisinin bütün ayıplarını temizleyip eksiklerini giderebilmiş değil ama mesafe almış, almaya da devam ediyor.Özellikle DEP'li milletvekillerinin salıverilmesi ile Doğu ve Güneydoğu'da barış ve demokrasi rüzgârlarının daha güçlü eseceği, ekonomik ve toplumsal kalkınmanın, huzur ve sükûn ortamının daha da gelişeceği umuluyordu.Ki, Leyla Zana'nın cezaevinden çıkışta yaptığı ilk konuşmalar da bu bakımdan umut verici görülmüştü.Ancak birkaç günden beri yaşananlar, yapılan açıklamalar, hükümeti ve Ankara'yı tam anlamıyla hayal kırıklığına uğratmış durumda.DEHAP Genel Başkanı'nın, Zana ve arkadaşlarının söylemleri, Abdullah Öcalan'ın avukatının Meclis'e yaptığı başvuru, Ankara'nın bölücü terör konusundaki derin hassasiyetlerini zorluyor.* AB'ye uyum sürecinde gerçekleştirilen demokratikleşme reformlarını, Kürtçe yayın, DGM'lerin kaldırılması ve DEP milletvekillerinin salıverilmesi gibi gelişmeler muhtemelen yanlış okunup değerlendiriliyor DEHAP ve PKK çevrelerinde...DEHAP Başkanı'nın ve parti sözcülerinin, DEP eski milletvekillerinin konuşmaları, mitinglerde atılan "APO'ya özgürlük" sloganları hükümet ve devlet kurumlarınca dikkatle izleniyor ve değerlendiriliyor.Ve derin kaygılar oluşmaya başlıyor Ankara'da; "Sanki bütün bu olumlu gelişmeleri, demokratikleşme açılımlarını PKK'nın yürüttüğü terör mücadelesinin sonucu, zaferi gibi algılıyorlar" kuşkularının yaygınlaşmasına neden oluyor.* DEHAP ve eski DEP'liler bu kuşkuları boşa çıkarıcı adımlar atmazlar, daha sağduyulu bir söylem geliştiremezler ve en önemlisi de PKK veya Kongra-Gel ile aralarındaki mesafeyi iyi ayarlayamazlarsa iş zor...
Adı "olağanüstü" ama CHP için, sosyal demokratlar için artık olağan hale geldi, yılda bir kez hesaplaşma kurultayları düzenlemek.Bu tür kurultaylarla birleşmeye çalışırken bölünmek; güçlenmeye, büyümeye çalışırken erime sürecinin akıntısında savrulup gitmek sanki Türk sosyal demokratların makûs talihi...Şimdi yine bir olağanüstü kurultay sürecine giriyor CHP Aslında bu sürece yeni değil, 28 Mart seçim sonuçlarının belli olmaya başladığı akşam saatlerinden itibaren girilmişti. Olağanüstü kurultay talepleri CHP içindeki ve dışındaki Deniz Baykal muhaliflerince 29 Mart sabahından itibaren dile getirilmeye başlamıştı.Deniz Baykal'a "çekil" çağrıları ile başlayan muhalefet hareketi, daha sonra imza toplayarak partiyi olağanüstü kurultaya götürme gayretine dönüştü.Baykal ve ekibi, bazı milletvekilleri ile parti içindeki ve dışındaki Baykal muhaliflerinin birleşmesiyle başlayan bu hareketi kolayca etkisizleştirip dağıtabileceklerini düşündüler. Bunun için değişik metotlar da uyguladılar kuşkusuz ama muhalefet hareketi dinmedi."Bir şey çıkmaz, sonuç alamayacaklarını görürler ve dağılırlar" diye bakılan muhalefet hareketinin olağanüstü kurultay için bulduğu imza sayısının günden güne yükseldiği anlaşılınca dün sabah Deniz Baykal sürpriz bir kararla "hodri meydan" dedi. Tüzüğün kendisine verdiği yetkiye dayanarak 3 Temmuz Cumartesi günü partisini olağanüstü kongreye götürme kararı aldığını açıkladı.Deniz Baykal'ın bu kararı, muhalefet hareketinin bütün planlarını altüst etmiş durumda.* Muhaliflerin çoğunluğu Baykal'ın direneceğini, fakat toplayacakları yeterli imza ile onu mecbur bırakılabileceklerini umuyorlardı. Ve böylelikle de daha kurultay toplanmadan Deniz Baykal ve ekibine karşı üstünlük ve inisiyatif elde edeceklerdi.* 35 yıllık siyasal yaşamında bu tür sayısız kongre hesaplaşması yaşayan Deniz Baykal ve ekibi de elbette muhaliflerin bu taktiğini görüyordu ve ona göre bir oyun planını çoktan hazırlamışlardı.İsmet İnönü de güvenoyu istemiştiŞimdi CHP 13. Olağanüstü Kurultayını yapacak. Tıpkı, 1972 yılında yapılan 5. Olağanüstü Kurultay gibi. Bir tür güvenoyu kurultayı olacak bu.1972 ilkbaharında da İsmet Paşa parti yönetimiyle olan görüş ayrılığını gerekçe göstererek Parti Meclisi için güvenoyu istemişti. Yani Paşa da bir anlamda "Ya Parti Meclisi ya ben" diyerek dolaylı biçimde kendisini güvenoyuna sunmuş, sonuçta da Bülent Ecevit ve ekibinin hakim olduğu Parti Meclisi kazanmış İsmet Paşa çekilmek zorunda kalmıştı.Şimdi de Deniz Baykal, İsmet İnönü'nün 32 yıl önce yaptığını yapıyor; partinin en üst karar organı olan kurultayı toplayıp "Bana güveniniz devam ediyor mu etmiyor mu, ben mi haklıyım, parti içi muhalefet mi?" diye soruyor.* Böylelikle Deniz Baykal bir anlamda muhaliflerin 2,5 aydır sürdürdükleri çağrının gereğini yapıyor.Yani şunu diyor bir anlamda Baykal:"Benim başarısız olduğumu ve dolayısıyla çekilmemi istiyorsunuz. Bu kararı kurultay versin. Kurultay çekil derse 1,5 ay sonra yeni genel başkanı seçeriz..."Muhalefetin de isteği bu değil miydi?Şimdi 3 Temmuz günü Deniz Baykal, tek tek isim okutarak kurultay delegelerine "Bana güveniniz sürüyor mu?" diye soracak.Güvensizlik oyları yüzde 50'den bir fazla çıkarsa Baykal istifa edecek ve yeni genel başkan seçimi için kollar sıvanacak.* Ya aksi çıkarsa ne olacak? CHP'de sular durulacak, partide bütünlük ve sükûnet sağlanabilecek mi?Zayıf ihtimal...
Avrupa Birliği'nden müzakere takvimi alabilmek için büyük çaba harcayan hükümet, ilerleme raporunun yazım aşamasına kadar Kopenhag siyasi kriterlerinde en küçük bir eksiklik kalmamasına özen gösteriyor.Bu bağlamda gereken anayasa değişiklikleri büyük ölçüde tamamlandı. Bu değişikliklere bağlı demokratikleşme yasalarının da bu yasama dönemi sonuna kadar yetiştirilmesi öngörülüyor.Ancak işin sadece anayasa ve yasa değişiklikleri ile bitmediğini elbette hükümet de biliyor ve uygulamadaki eksikliklerle yaşanan sorunların da ortadan kaldırılması için gereken düzenlemelerin bir an önce yerine getirilmesine çalışılıyor.Uygulamadaki hassas konulardan biri radyo ve televizyonlarda Kürtçe yayın ve eğitim konusuydu.Bu konu Katılım Ortaklığı Belgesi'nde, "Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının teminat altına alınması. Mevcut tedbirlerin uygulamaya konulması ve erişime engel olan tedbirlerin ortadan kaldırılması yoluyla, radyo-TV yayınlarına Türkçe dışındaki dillerle etkili bir erişimin temin edilmesi" paragrafı yer alıyor.Bu kriterleri karşılamak için Ecevit hükümeti döneminde başlatılan, "farklı dil ve lehçelerde yayın ve eğitim" yapılabilmesine ilişkin mevzuat düzenlemeleri bu hükümet döneminde büyük ölçüde tamamlandı.Ancak konuya ilişkin olarak çıkarılan RTÜK yönetmeliğinde bazı hassasiyetler dikkate alınarak yerel radyo ve televizyonlara bu tür yayınlar için izin verilmedi. Ulusal özel kanallar da ticari ve diğer kaygılarla Kürtçe ve başka dilde bir yayın yapmayınca hükümet, TRT'yi devreye sokmak zorunda kaldı.TRT'de dünkü Boşnakça yayının ardından perşembe gününden itibaren de Zazaca ve Kirmanca lehçelerinde Kürtçe yayınlar başlayacak. Zaman içinde bu yayınların yerel özel kanallara bırakılabileceği düşünülüyor.Kürtçe yayın ve eğitim dışında uygulamaya ilişkin bir başka kritik konu da Heybeliada Ruhban Okulu.Ruhban Okulu'nun açılması konusunda sadece AB'den değil, hatta ondan daha fazla ABD'den gelen bir talep var. Hükümet sadece AB konusunda değil, diplomatik ilişkilerde Türkiye'nin karşısına sıklıkla çıkan Ruhban Okulu sorununu çözmek istiyor.Ancak formül bulmakta zorlanıyor. Ruhban Okulu'nun İstanbul Üniversite İlahiyat Fakültesi'ne bağlı yüksek okul statüsünde faaliyet göstermesi en makul çözüm olarak ortaya atılıyor fakat bunu da Fener Rum Patriği kabul etmiyor.Patrikhane, Ruhban Okulu'nun YÖK sisteminin dışında; bağımsız, özerk ve kendi belirleyeceği kontenjanlar çerçevesinde yabancı uyruklu öğrenci kabul edebileceği bir yapıda olmasını istiyor.Bu talepler de Anayasa'nın yüksek öğrenimi düzenleyen 130, 132. maddeleri ve daha da önemlisi Türkiye'nin derindeki bazı hassasiyetleri ile çelişiyor.Hükümetin formül arayışları devam ediyor. Anayasa değişikliğine gerek kalmaksızın yasa veya yönetmelik değişikliği ile bir orta yol bulunup bulunamayacağı araştırılıyor.Her açıdan zor ve hassas bir konu...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, imam hatiplerle ilgili yasa tasarısını bu yasama döneminde gündeme getirmeyeceklerini söylüyor.Yani 1 Ekim'de başlayacak olan yeni yasama döneminde yeniden gündeme getirebileceklerini ima ediyor. Fakat Erdoğan da, arkadaşları da biliyor ki bu olmayacak bir iş. O yüzden, şimdiden alternatif çözüm modelleri araştınlıyor.Gerçi AKP içinde, imam hatip lisesi mezunlarına düz lise mezunlarıyla aynı koşullarda üniversiteye giriş olanağı sağlanması konusunda direnen güçlü bir "Milli Görüşçü" grup var. Buna karşın ılımlı kanat bu ısrardan vazgeçilmesinden yana. Onlara göre imam hatip sorununun da eğitim ve üniversite reformunun da en sağlıklı çözüm yolu, genel kabul gören, uzlaşmaya dayalı ve devlet kurumları arasında çatışmaya yol açmayacak bir formül üretilmesinden geçiyor.İmam hatip liselerinin, ilk kuruluş amacına uygun olarak gerçek anlamda meslek liselerine dönüştürülmesi öneriliyor. Yani, "laik eğitim sistemine alternatif paralel eğitim düzeni oluşturulmaya çalışılıyor" iddialarını ortadan kaldırmak için bu okulları bitirenlerin imam veya hatip olması...Bu durumda söz konusu liselere olan talep iyice azalacağı için, başta Anadolu imam hatip liseleri olmak üzere birçok okulun normal ortaöğretim okuluna, yani düz liseye dönüştürülmesi gerekecek.Ancak AKP'lilerin bu noktada dile getirdikleri bir yakınma var:"Bugün imam hatip liselerini tercih eden veliler, çocuklarının imam veya hatip olmasını istemiyor. Çocukların da arzusu bu değil. Bu okullara olan talep, ailelerin sağlıklı ve derinlemesine bir dini eğitim aldırma kaygısından kaynaklanıyor. İmam hatip liseleri ailelerin çocuklarına derinlemesine din eğitimi verilmesi talebinden kaynaklanan bir ihtiyacı karşılıyor bugün. Biz, imam hatip liselerini kapattığımızda veya bu okulların cazibesini yok ettiğimizde, velilerin bu talebi, bu arzusu ortadan kalkmayacak. O nedenle bu ihtiyacı karşılayacak bir çözüm modeli bulunması gerek."Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek de, "Bu konuda gerilimsiz, sağduyulu bir çözüme ulaşabilmek için olabildiğince serinkanlı bir tartışma ortamı bulabilmek durumundayız" diyor.Bugün imam hatiplerin gördüğü derinlemesine din eğitimi işlevinin başka türlü nasıl yerine getirileceğinin ortaya konulması gerektiğini söyleyen Çiçek, devam ediyor:"Bu, Anayasa'nın öngördüğü biçimde, devletin gözetim ve denetiminde olmalıdır. Belirlenecek bazı okullarda isteğe bağlı olarak, belirli saatlerde olabileceği gibi, liselerde seçmeli olarak da okutulabilir. Bunların hepsi tartışılmalı, herkes fikrini söylemeli ve gerilimsiz, kavgasız gürültüsüz ortak bir çözüm yolu bulunmalıdır.'Çiçek, bunun yapılmaması halinde doğacak boşluğu bazı radikal örgütlerin doldurması tehlikesine dikkati çekiyor ve "Mutlaka devletin bilgisinde ve gözetiminde olmalıdır din eğitimi. Aksi halde radikal unsurların ekmeğine yağ sürülmüş olur" uyarısı yapıyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, YÖK yasa tasarısı konusunda "şimdilik ısrarlı olmayacağız" mesajı vererek, bir ayı aşkın süredir yaşanan imam hatip gerilimini dondurdu. Başbakan Erdoğan'ın dün verdiği, "ısrarlı olmayacağız" mesajı, hükümetle YÖK ve üniversiteler arasında, en önemlisi de Türk Silahlı Kuvvetleri arasında yaşanan sert tartışmaların ve gerilimin düşmesi, kurumlararası ilişkilerin yeniden normalleşmesi için önemli bir adım niteliğinde. Ancak, bu kez de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Erdoğan ve AKP arasındaki ipler gerildi.Aslında Cumhurbaşkanı Sezer ile AKP arasındaki ipler uzunca bir süredir gergindi. Sezer'in bazı bürokrat atamalarına koyduğu ambargo, haklarında irticai faaliyetlere karıştığı iddiaları yüzünden olumsuz dosya bulunan AKP'ye yakın bazı bürokratları kilit noktalara getirmeye ilişkin kararlanameleri geri çevirmesi, Başbakan Erdoğan ve AKP'lilerin tepkisine neden oluyordu.Sezer'in Köşk'te verdiği 29 Ekim resepsiyonuna türban nedeniyle AKP'li bakan ve milletvekillerini eşsiz davet etmesi, AKP ile Sezer arasındaki ilişkiyi ciddi biçimde gerdi.Cumhurbaşkanı'nın YÖK ve imam hatip tartışmaları konusundaki tutumu, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı nedeniyle yayınladığı mesajda hükümetin YÖK tasarısı ve Tayyip Erdoğan'ın "Meclis çoğunluğu istediğini yapar" tezine karşı getirdiği sert eleştiriler ve YÖK tasarısını veto gerekçelerinin, AKP'nin ve Erdoğan'ın tepki ve kırgınlığını iyice artırdığı dün açıkça ortaya çıktı.Erdoğan, Cumhurbaşkanı'na yönelik kızgınlığını ve kırgınlığını, partisinin meclis grubu toplantısında yaptığı konuşmasının satır aralarında oldukça sert sayılabilecek bir üslupla ifade etti.Erdoğan konuşması sırasında bir yandan, "Devletin tepesinde kişiselleştirilmiş veya satır aralarına sıkıştırılmış bazı atışmaların ülkemin geleceği açısından doğru olduğuna inanmıyorum" diyor. Ama öte yandan da Cumhurbaşkanı'nın 19 Mayıs mesajındaki ifade ve eleştirileri ile veto gerekçesindeki ifadelerini de konuşmasının satır aralarında örtülü biçimde de olsa yanıtlamaktan kendini alamıyor:"YÖK Kanunu 30'a yakın değişikliğe uğramış, 90 maddesi değişmiş. Bunlar yapılırken her şey normaldi de, şimdi AKP iktidarında yapılınca mı normal değil? AKP hükümeti yapınca mı çoğulculuk baskı unsuru olarak takdim edilmeye başlanmıştır?"Değişen Sezer değilAslında Tayyip Erdoğan ve kurmaylan için Cumhurbaşkanı'nın vetosu sürpriz olmadı. Bunu bekliyorlardı. Sürpriz olan ve Erdoğan'ın içine sindiremediği nokta, Sezer'in 19 Mayıs mesajında bu konuyu işlemesi, örtülü biçimde kendisini ve partisini suçlayıcı ifadeler kullanması... Veto gerekçesinde yer alan laiklik ilkesine ilişkin değerlendirmeler ve imam hatiplere üniversite kapısının aralanmasının laiklik ilkesinin ihlali gibi değerlendirilmesi.Kendilerine ve partilerine karşı duyulan güvensizliği hak etmediklerini düşünüyor Erdoğan ve arkadaşları.Cumhurbaşkanı Sezer, geçen dönemde "anayasa fırlatma" krizinin ardından Ecevit hükümeti ile yaşadığı gerilimli dönemde AKP'nin önde gelen isimlerince, "Demokrat, dürüst, ilkeli devlet adamı" diye anılıyordu. Yaşanan son gelişmeler üzerine aynı AKP'li politikacılar, bugün Sezer için, "1930'ların 40'ların katı devletçi zihniyetini temsil ediyor, millete, millet iradesine güvenmiyor" değerlendirmesini yapıyorlar.Sezer değişmedi. Dün ne yaptıysa bugün de onu yapıyor. Ama, muhalefetteyken Cumhurbaşkanı'nın her yaptığını alkışlayanlar, ona "demokratlık ve dürüstlük timsali" yakıştırması yapanlar, bugün iktidar olunca icraatlarına engel olarak görmeye başladılar...