Öcalan sorununa rağmen idam cezasının kaldırılmasından, Kıbrıs'ta çözüm formülüne, asker sivil ilişkilerine, MGK'nın sivilleşmesine kadar AB için bir dizi kritik düzenlemeyi hayata geçirebilen Türkiye şimdi "zina" çukurundan kurtulamıyor ve sırf bu nedenle de AB hedefini ciddi biçimde riske atıyor.Bunu da son yılların en hızlı AB yanlısı iktidarı ve onun Başbakanı yapıyor. Avrupa kamuoyunun bile hararetle tartıştığı Türkiye'deki zina sorununun niye böyle bir kilitlenmeye dönüştüğü tam olarak anlaşılabilmiş değil. Özellikle Başbakan Erdoğan'ın zina konusunda girdiği keskin inatlaşmanın nedenini yakın çevresi, en yakın kurmayları bile çözmekte zorlanıyor.Tartışma ilk ortaya çıktığında AKP kurmaylarınca bunun AKP tabanındaki ve Meclis grubundaki katı "Milli Görüşçü" kanadın bastırması sonucu yaşandığı söylendi. Başbakan'ın grubu yatıştırmak için zinayı savunduğu kulislere pompalandı.Ancak tartışmanın ve olayların seyri, tabandaki değil aksine tavandaki bir Milli Görüşçü çıkışın söz konusu olduğunu ortaya koyuyor.Bunun için son günlerin bazı gelişmelerini adım adım irdelemekte yarar var:* Meclis'in olağanüstü toplantısı öncesinde kamuoyunda zinaya hapis cezası verilip verilmemesi tartışmalarının yoğunlaştığı ortamda yapılan AKP MYK toplantısından sonra Başbakan bir açıklama yapıyor. Muhafazakâr bir parti olduklarını vurgulayarak ailenin korunmasının önemine değiniyor ve zinaya hapis cezası getirmeye kararlı olduklarını ilan ediyor. Kendini bu konuda kamuoyu önünde bağlıyor...* 346 maddelik yasanın CHP ile uzlaşma olmadan Meclis'ten geçirilmesinin güçlüğü bilindiği için ana muhalefet partisi ile uzlaşma arayışları sürdürülüyor. CHP, iktidar kanadının kararlılığı karşısında bir ara zinanın şikâyete bağlı değil de re'sen soruşturulacak suçlar kapsamına alınıp cezalandırılması koşuluyla "evet" diyebileceği sinyalini veriyor. Ancak ardından kamuoyunun tepkisi ve AB'den gelen sinyaller üzerine CHP fikir değiştiriyor.* 14 Eylül'de Meclis'in olağanüstü toplantısı öncesinde AKP grup toplantısı yapılıyor. Başbakan Erdoğan Tacikistan'da olduğu için toplantıya Abdullah Gül Başkanlık ediyor.* AKP'nin grup toplantısı sürerken Baykal, Grup Başkanvekili Anadol kanalıyla Adalet Bakanı Çiçek'e acil görüşme isteğini iletiyor.* AKP'den Gül, Çiçek, Dengir Mir Fırat, Hayati Yazıcı, Haluk İpek ve Eyüp Fatsa; CHP'den Baykal, Anadol ve Önder Sav Başbakan'ın Meclis'teki odasında bir araya geliyor. Konu, zina krizi... Gül, Duşanbe'deki Başbakan Erdoğan'la telefon görüşmesi yapıp bilgi verdikten sonra, zina önergesinden vazgeçilmesi koşuluyla iki parti arasında uzlaşma sağlanıyor...* Genel Kurul toplanıyor ve TCK tasarısının maddeleri jet hızıyla geçmeye başlıyor.* 15 Eylül'de Başbakan Ankara'ya dönüyor ama Meclis'e hiç uğramıyor. Ardından AKP grubunda yeni bir hareketlenme başlıyor. Bir gün önce bittiği ilan edilen zina krizi yeniden alevlenmeye başlıyor.* Erdoğan'ın kurmayları zina yerine "cinsel sadakatsizlik" terimini icat ediyor ve buna yönelik hapis cezası hükmünü tasarıya eklettirmek için yeniden CHP'nin kapısı çalınıyor.* CHP'den ret yanıtı alınınca Adalet Bakanı Çiçek ve Adalet Komisyonu Başkanı Toptan ile grup başkanvekilleri Başkan Erdoğan'a gidiyorlar. Bütün bu kritik gelişmeler olurken Erdoğan Meclis'e uğramamaya özen gösteriyor...* Görüşmeden sonra Adalet Bakanı CHP grup başkanvekillerini yeniden arıyor ve cinsel sadakatsizlik cezası üzerinde anlaşma sağlayıp sağlayamayacaklarını soruyor. Olumsuz yanıt alınca tekrar Başbakan'a gidiyor Çiçek* Ardından da Başbakan Erdoğan'ın talimatı doğrultusunda tasarının görüşmeleri tamamlanıp yürürlükle ilgili son üç maddeye gelindiğinde AKP tasarıyı komisyona geri çekiyor.Bu gelişmeler, bu pazarlık trafiği gösteriyor ki, Erdoğan, Abdullah Gül ve Cemil Çiçek'in Baykal ile vardıkları zina mutabakatından rahatsız oluyor. Mutabakata bozup Gül'ü çok zor duruma düşürmek istemediği için de tasarıyı komisyona çekme talimatını veriyor. Daha sonra tekriri müzakere ile zinaya hapis cezası hükmünü eklemek için...Başbakan'ın AB hedefini tehlikeye atma pahasına bu ısrarı niye?İşte AKP'de Milli Görüşçü muhafazakârların da milliyetçi muhafazakârların da liberallerin de yanıt aradıkları ama mantıklı bir yanıt bulamadıkları soru bu.Başbakan'ın üzerinde bu konuda parti tabanından gelen bir baskı olmadığı açık. Ancak yine AKP kulislerinde konuşulanlara göre Erdoğan bu olayla muhafazakâr kamuoyundan sempati toplayacağını umuyor, AB'yi ikna edebileceğine inanıyor. Bir de partisi içinde liberal gözüken, örneğin İstanbul Milletvekili Nimet Çubukçu gibi bazı hanım milletvekillerinin bu konudaki önerilerini, bazı cemaat ve aile yakınlarının en önemlisi de eşi Emine Erdoğan'ın telkinlerinin etkili olduğu kulislerde konuşuluyor...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın zina konusunda gösterdiği umulmadık direnç ve hatta işi AB ile restleşmeye kadar götürmesi kamuoyunun olduğu kadar partisinin önemli bir bölümünün ve hatta yakın kurmaylarının dahi kafasını karıştırmış durumda. Başbakan Erdoğan'ın bugüne kadar kritik konularda izlediği politik çizgiyi "usta işi bir satranç oyunu" diye övünerek anlatan bazı kurmayları, son durumu ise "Rus ruleti oynuyor" diye özetliyor.Gerçekten de Erdoğan'ın zina konusundaki ısrarı "AB bizim içişlerimize karışamaz, muhafazakâr parti olmanın gereğini yapıyoruz" diye özetlenebilecek açıklamaları yakın çevresindeki bazı isimleri dahi şaşkına uğratmış durumda.Erdoğan'ın zina konusunda bu kadar sertleşeceğine, Türkiye'nin en önemli ideali haline gelen AB'ye tam üyelik hedefini dahi riske edebileceğine hiç kimse ihtimal vermiyordu. Uygun bir manevra ile geri adım atacağı umuluyordu. Fakat dün itibariyle gelinen noktada geri adım atmak bir yana Başbakan'ın tutumunu daha da sertleştirdiği gözleniyor.Başbakan muhtemelen iç kamuoyu ve AB ile girdiği zina restleşmesinden zaferle çıkacağını, bir taşla birkaç kuş vuracağını umuyor. ***AB'yi ikna edebilirse gerçekten de öyle. O zaman haklı olarak iç kamuoyuna dönecek ve "Gördünüz, AB'nin her dediğini kabul etmek zorunda değiliz. Biz iyi müzakere ediyoruz ve haklı olduğumuz noktalarda onları ikna edebiliyoruz" diyecek. Yani AB'yi dize getiren lider olacak, kendi tabanının ve kamuoyunun nezdinde.Tabii ki Brüksel'i ve AB liderlerini ikna edebilirse.Bugünkü ortamda Brüksel'den ve diğer AB başkentlerinden yansıyan havaya bakılırsa bu son derecede zayıf bir ihtimal.Başbakan Erdoğan perşembe günü Brüksel'e gidecek. Orada yapacağı görüşmelerde kimin ikna olacağı önemli. Yani AB tarafı ikna olup, "Haklısınız aile değerlerini korumanın en etkili yolu zina yapanlara hapis cezası vermekmiş, bu cezayı bizim de AB temel hukuk kurallarına alalım" derlerse sorun Erdoğan'ın isteği doğrultuda çözüme kavuşmuş olacak. Erdoğan büyük prestij kazanacak.Ama ya aksi olursa? AB hiçbir biçimde taviz vermez, "zinaya hapis cezası Avrupa değerleri ile bağdaşmaz, bundan vazgeçin ceza yasanızı Kopenhag kriterlerine uygun biçimde yeniden düzenleyin. Aksi halde müzakere takvimi alamazsınız" noktasında direnirse ne yapacak Erdoğan?Bu aşamaya geldikten sonra geri adım atmayacağını, her ne pahasına olursa olsun zinaya hapis cezasının yasalaşması konusunda ısrarlı olacağını savunanlar yok değil partisinde.Onlara göre, TCK'da düşünce ve ifade özgürlüğünün genişletilmesine, kadın-erkek eşitliğine ve töre cinayetleri ile ilgili cezalarda değişiklik yapılmasına ilişkin düzenlemeler Kopenhag kriterleri kapsamında. Bunlar gerçekleştirilmez ise AB müzakere takvimi vermeyebilir. Ama zinaya hapis cezası verilip verilmeyeceği kriter değil.Gerçekten de değildi. Ancak o da AB'nin hukuk anlayışı ile Avrupa değerleriyle çelişiyor. Ayrıca son birkaç haftadan beri yaşananlar, söylenenler, yazılıp çizilenler bu konuyu da Türkiye için doğal kritere dönüştürmüş durumda.Yine de Erdoğan'ın perşembe günü gerçekleştireceği Brüksel ziyareti ve burada yapacağı görüşmeler kritik derecede önem taşıyor. Bu ziyaret, muhtemelen yeni bir durum değerlendirmesi yapmasını ve son kararını vermesini de sağlayacak.Zinaya hapis cezası getirilmesi konusunda partisinin bir kanadından ve yakın çevresinden bazı telkin ve baskılar gelse de Erdoğan, bunun AB ile üyelik görüşmelerinin açılmasını riske edeceğini görürse muhtemelen geri adım atacak. Yani ekim ayı başında kalan iki maddesi de görüşülerek TCK tasarısı bu haliyle yasalaştırılacak.
En önemli demokratikleşme reformlarından biri olarak gündeme getirilen TCK değişikliği iktidar partisini fena halde çatlatmış durumda. AKP tabanında ve meclis grubunda var olup bugüne kadar pek açığa çıkmamış olan farklı eğilimlerin belirginleşmesi bakımından ceza yasası değişikliği ve bunun üzerindeki tartışmalar adeta turnusol kağıdı işlevini yerine getirdi. İktidar partisinin hem tabanında hem de tavanında ciddi çatlaklar oluştu. Eski tartışmalar ve kırgınlıklar da yeniden alevlendi.Kritik tartışma konusu görünürde "zina" idi. Ancak iktidar kulislerinde konuşulanlara bakılırsa zinanın suç sayılıp sayılmayacağı sadece tartışmanın bir yüzü, gün ışığına çıkan kısmı. Krizin görünmeyen yüzü ise klasik Milli Görüş eğiliminin başkaldırısı. Partiye destek veren tarikat ve cemaatlerin karşılanamayan taleplerinin birikmesiyle başlayan isyan. Tarikat ve cemaatler milletvekillerini tahrik ediyor, milletvekilleri de parti yönetimine karşı ayaklanma sinyalleri veriyor. Birkaç haftalık zina tartışmasının özeti bu.Hükümetin Kıbrıs, Güneydoğu ve Kürt politikasının tartışmaya açıldığı dönemde partideki "milliyetçi-muhafazakâr kanat" başkaldırmıştı. O dönemde 10 milletvekilinin imzası ile bir bildiri yayınlanıp, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün şahsında hükümet politikaları çok sert biçimde eleştirilmişti. Sayılarının 30 civarında olduğu söylenen milliyetçi-muhafazakâr kanadın bu çıkışı parti yönetimince not edilmiş ancak herhangi bir disiplin işlemi başlatılmayarak zaman içinde yaranın kapanması, çatlağın büyümeden tamiri yoluna gidilmişti.Bu kez TCK tartışmaları sırasında katı Milli Görüşçü kanadın ayaklanması ise kolay geçiştirilebilecek gibi gözükmüyor. Aksine bu gelişme, orta vadede hükümet içinde ve partinin üst yönetiminde de derin izler bırakacak bir hesaplaşma veya ayrışmanın habercisi gibi...Erdoğan kendini bağladıTCK değişikliği tasarısının son anda geri çekilmesiyle krize dönüşen tartışmalar bugüne kadar hep zina düzlemi üzerinde yürüdü.Ve en ilginç olanı da son sözü söylemesi gereken Başbakan Erdoğan'ın ilk sözü söyleyip, "Biz muhafazakâr bir partiyiz. Aile değerleri konusunda hassasiyetimiz vardır. O nedenle de zinayı suç kapsamına alıp hapis cezası getireceğiz" demesiydi.Milli Görüşçü kanat, Erdoğan'ın bu şekilde kendisini bağlamasıyla taleplerinin kabul edileceğine inandı. Ama hafta başında Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül ve Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in CHP lideri Deniz Baykal ile yaptıkları görüşmenin ardından "zinayı suç kapsamına almıyoruz, tasarıyı iki partinin uzlaşmasıyla çıkaracağız" açıklamasıyla şoka girdi. Milli Görüşçüler kendilerini fena halde aldatılmış hissettiler.Tarikatların etkisiİşte o an itibariyle AKP Meclis Grubu'nda ve AKP'ye yakın tarikat ve cemaatlerde hareketlilik arttı. Örneğin kulislere Fethullah Gülen Cemaati'ninönde gelen bazı isimlerinin önceki gün Ankara'ya gelerek, AKP'nin bazı milletvekilleriyle görüştüğü ve "zina" dışında bazı olmazsa olmaz taleplerini ilettiği spekülasyonları yayıldı.Kritik madde 220Bu arada AKP'ye yakın yayın organlarında tasarı, temel hak ve özgürlükler konusunda eskiyi aratacak hükümler içerdiği savıyla sürekli eleştiriliyor. Eleştirilen hususlardan, kılık kıyafet ve din görevlilerinin propaganda yapmalarına getirilen cezalar uzlaşmayla yumuşatıldı. Fakat tasarının 220. maddesinde yer alan hükümler hâlâ önemli bir eleştiri konusu.220. madde "Suç işlemek amacıyla örgüt kurma" suçunu ve verilecek cezayı tarif ediyor. Bu maddede yer alan 7. fıkra "Örgüt içinde hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişi, örgüt üyesi olarak cezalandırılır" diyor. 8. fıkra ise, "Örgütün veya amacının propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde ceza yarı oranında artırılır" hükmünü getiriyor. Bu iki fıkra AKP'deki bazı itirazcılar ve AKP'ye yakın aydınlar tarafından "kabul edilemez" bulunuyor.Bu hüküm nedeniyle pek çok politikacı ve yazarın bölücülük veya şeriat düzeni propagandası ile suçlanabileceği kaygısı var...Bu yoğun tartışma ve karmaşa ortamında Başbakan Erdoğan'ın karşı karşıya olduğu güçlük kendini ilk günden bağladığı zina konusunda viraj alamaması. Geri adım atsa da işi çok zor, atmasa da.Geri adım attığında kendi tabanında ve Milli Görüşçü kanatta "Türbanda ve imam hatip meselesinde olduğu gibi yine zoru görünce geri adım attı" tepkisiyle karşılaşacak.Geri adım atmaz, zinaya hapis hükmünü tasarıya koydurursa, o zaman da yine Milli Görüşçü kanattan şu eleştirinin geleceğini görüyor Başbakan ve kurmayları:"Bunu yaparak iç kamuoyunu, kadın örgütlerini karşımıza alıyoruz, en önemli proje olarak gördüğümüz AB sürecini dahi riske atıyoruz. Peki, en temel talebimiz ve vaadimiz olan türban sorununun çözümü konusunda, imam hatipler konusunda niye geri adım attık? Ahlâki bir sorun olan zina konusunda bu direnç, bu hassasiyet niye?"AB idealine yürekten bağlı liberal kanadın da sessiz kalmayacağı açık...Evet, hangi yöne adım atılsa sıkıntı var artık. Milli Görüşçüler, milliyetçi muhafazakârlar ve liberaller olmak üzere üç eğilimli bir koalisyon niteliğindeki AKP'de artık bu eğilimler arasındaki fay kırıkları iyice açığa çıkmış durumda.Erdoğan önceki gün tasarıyı Komisyona çekme talimatı vererek bu fay kırıklarının deprem oluşturmasını şimdilik önledi, zaman kazandı.
Ana muhalefet partisi CHP'deki iç karışıklık devam ederken, iktidar partisi de güllük gülistanlık değil. AKP'de de ciddi iç sorunlar yaşanıyor ama iktidarda olmanın avantajları, sorunun büyümesini, kamuoyuna taşmasını önlüyor.Başbakan Erdoğan ve parti yönetimince şimdilik fazla ciddiye alınmayan iki sorun var AKP içinde.Leyla Zana ve arkadaşlarının salıverilmesi, ardından da Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül'ün bu eski DEP milletvekilleri ile görüşmesini gerekçe yapan milliyetçi kanat, ilk muhalif çıkışını gerçekleştirdi. 10 imzalı bildiriyle varlığını duyuran bu grubun sayısının 30-35 civarında olduğu tahmin ediliyor.Henüz muhalif olmamakla birlikte hükümetten ve bazı politikalarla uygulamalardan rahatsızolan ikinci grup ise Tayyip Erdoğan'ın "çıkardık" dediği "Milli Görüş Gömleği"ni çıkarmamakta direnenler. Bu grup hükümeti, "türban konusunda yeterli siyasi iradeyi gösteremediği" ve "imam hatip tasarısında geri adım attığı" için eleştiriyor. Ancak bu eleştiri ve memnuniyetsizliklerini şimdilik dışarıya yansıtmamaya özen gösteriyorlar.AKP yönetimi, bildiri yayınlayan ülkücü kökenli muhalifleri gözden çıkarmış durumda. "Parti disiplinine, partinin genel politikalarına uymamakta direnirlerse, 'yolunuz açık olsun' deriz" mesajı veriliyor bu milletvekillerine.AKP içindeki bu tür cılız muhalefet hareketleri, parti yönetimini kaygılandırmıyor. Konuştuğumuz bir parti yöneticisi, "Bugün Meclis'te Anayasayı tek başımıza değiştirebilecek sayısal çoğunluğa sahibiz. Ama biz Anayasa değişikliklerini muhalefetle, toplumla uzlaşarak gerçekleştirmeye dikkat ediyoruz. Sayı yönünden hiçbir sıkıntımız yok. Hiçbir arkadaşımızı da kaybetmek istemeyiz ama bizimle birlikte yola devam etmeme konusunda bazı arkadaşlarımız ısrarcı olursa, onlara da (yolunuz açık olsun) deriz" diyor.Özetle, bu tür muhalif grupçukların varlığı Erdoğan ve arkadaşlarını kaygılandırmıyor, bunlara "sorun" gözüyle dahi bakılmıyor.**** İktidar partisindeki asıl sorun, parti yönetimiyle, partinin temel politikalarıyla sorunu olmayan milletvekillerinin, grup çoğunluğunun şikâyetleri ve memnuniyetsizliği.O da ekonominin temel göstergelerinde yani rakamlarda beliren iyileşmenin tabana tam olarak yansımaması ve seçmen taleplerini karşılamadaki güçlüklerden kaynaklanıyor. Bu nedenle milletvekilleriyle bakanların arası açılıyor. Bakanlar, Genel Merkez'e ve Başbakan Erdoğan'a sıkça şikâyet ediliyor.Enflasyonun tek haneli rakamlara düşmüş, demokratikleşme yönündeki yasa ve Anayasa düzenlemelerinin peş peşe çıkarılmış, bütçe ve mali disiplinden taviz verilmemiş olması, kamu maliyesinde öngörülen faiz dışı fazla hedefinin tutturulması, hatta aşılmış olması, AB ile ilişkilerde alınan mesafe, hükümetin hep artı hanesine yazıyor.Ancak iktidar partisinin milletvekilleri yine de mutsuz.Çünkü seçim bölgelerinde işsizlikten, yatırımsızlıktan, geçim sıkıntısından yakınmalar giderek artıyor. Seçim bölgelerine kamu yatırımı götüremeyen milletvekilleri, bürokrat tayin ve terfileriyle seçmenin gönlünü hoş tutmaya gayret ediyor. Ve karşılanmayan tayin talepleri nedeniyle bugün bakanlarla milletvekillerinin arası açılıyor. Bakanlar hakkındaki şikâyetler giderek yoğunlaşıyor.Umut, hazırlıkları süren üç yıllık yeni ekonomik programda.Sosyal yönü kuvvetli olacağı söylenen bu programla bütçedeki IMF frenleri kalkar, kamu yatırımlarının önü açılabilirse iktidar partisi rahatlayacak...
Son günlerde hem siyasi kulislerde hem de ekonomi kulislerinde erken seçim senaryoları konuşuluyor.AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 2005 yılı ilkbahar aylarında alacağı sürpriz bir kararla ülkeyi erken genel seçime götüreceği iddialarından sıkça söz ediliyor.Erken seçim senaryosu üç temele dayandırılıyor: Birincisi 2007'de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi. İkincisi AB'den bu yıl sonunda çıkması muhtemel müzakere takvimi. Üçüncüsü de enflasyonun tek haneye inmesi ve ekonomide hissedilir iyileşme...Senaryonun siyasi tarafındaki en hassas konu kuşkusuz Ahmet Necdet Sezer'in görev süresinin dolmasıyla birlikte 2007 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi. Bunun için Erdoğan'ın kendisini en kuvvetli hissettiği bir dönemde baskın seçim yaparak anayasa değişikliğini rahatça gerçekleştirebileceği, güçlü ve sağlam bir Meclis çoğunluğu elde etmeyi hedefleyeceğine kuşku yok.Çünkü Erdoğan'ın kafasında cumhurbaşkanlığı seçiminden önce anayasa değişikliğine giderek yarı başkanlık sistemine geçmek ve ardından da devlet başkanı olmak planlarının yattığı öne sürülüyor. Ve bunun için de ideal seçim döneminin 2005 ilkbaharı olacağı varsayılıyor.Senaryoya göre, orta vadede AKP'nin kendisine tehdit olarak gördüğü DYP ve MHP 2005 ilkbaharına kadar toparlanamayacak. AKP iktidan ise yıpranma sürecine girmeyecek, aksine, en güçlü döneminde olacak.Ana muhalefet partisi CHP ise bugün yaşadığı iç sorunlarını çözemeyecek, sosyal demokrat kesimde yeni parti kurulsa bile o zamana kadar örgütlenmesini gerçekleştirip iktidar alternatifi konumuna gelemeyecek. Dolayısıyla siyasi konjonktür ve koşullar tümüyle AKP'nin lehine olacak.Ekonomide bahar havasıAyrıca bu yıl sonunda Avrupa Birliği'nden 2005 yılı ilkbaharında veya en geç yıl ortasında tam üyelikmüzakerelerine başlanması yönünde tarih alınabileceğine de kesin gözüyle bakılıyor.AB'den müzakere takviminin çıkmasıyla birlikte ekonominin rekor bir canlanma sürecine gireceği öngörülüyor. AB fonlarının akmaya başlayacağı ama bundan daha da önemlisi, Türkiye'ye doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının hızlanacağı varsayılıyor.Bu durumda şu anda zaten tek haneye inmiş olan enflasyonun iyice kontrol altına alınacağı, ekonomik büyümeyle yatınm artışına paralel olarak işsizliğin azalacağı, toplumsal refahın artacağı ve ekonomideki genel iyileşmenin kitlelerin günlük yaşamına yansımaya, seçmen tarafından hissedilmeye başlayacağı öngörülüyor.Şartların bu kadar elverişli olacağı konjonktürde hükümet, işçi, memur ve emekli aylıklarına yılbaşında yüksek oranlı zamlar yaparak, çiftçi ve esnaf kesimine verilen destekleri artıracak.Ardından da erken seçim kararı alacak...Son 30 yılda hiçbir siyasi iktidarın yenmeyi başaramadığı enflasyon canavarını tarihe gömmüş, yıllık fiyat artış oranını yüzde 10'un altına indirmiş, durma noktasına gelen kamu yatırım hamlesini yeniden harekete geçirmeyi başarmış, işçi, memur, emekli, esnaf, çiftçi ve diğer dar gelirli kesimlerin gelir ve refah düzeylerini artırıcı yönde kararlara imza atmış, demokratikleşme reformlarını büyük ölçüde tamamlamış ve Avrupa Birliği rüzgânyla yelkenlerini şişirmiş bir iktidar olarak gönül rahatlığıyla halktan oy isteyecek ve daha güçlü biçimde yeniden iktidara geleceği konusunda inancı tam olarak seçime girecek.Kulislerde konuşulan, tartışılan senaryonun özeti bu.Ve ilginçtir, bugüne kadar hemen her türlü spekülasyona anında yanıt veren Başbakan Erdoğan bu senaryolar, erken seçim spekülasyonları konusunda sessiz kalmayı tercih ediyor.Acaba gerçekten kafasında 2005 ilkbaharında baskın seçim planı mı var?Elbette böyle bir ihtimal var. Ancak bu, zayıf bir ihtimal. Başbakan'ın ve AKP kurmaylarının kafasındaki erken seçim planının tarihi 2006 yılı ilkbahar veya sonbaharı...
CHP'de kurultaydan umduğu sonucu alamayan muhalefet hareketinin önderleri, "Şimdi ne olacak, ne yapacağız?" sorusuna yanıt arıyorlar. Bunun için dar toplantılar yapılıyor, olasılıklar değerlendiriliyor. Ama gidişat, genel eğilim şu:"Artık CHP ile, Deniz Baykal ile hiçbir yere varamayacağımız kesin. O halde yeni bir yapılanma kaçınılmaz..."Yani yeni bir sosyal demokrat parti...Ne zaman ve kimlerle kurulacak bu parti?Ertuğrul Günay, "Hemen yarın parti kuracak değiliz. Toplumdan, tabandan bu yönde bir talep olması lazım, bazı gelişmelerin netleşmesi lazım" diyor.Bir de, "kongreyi kaybettik o zaman yeni bir parti kuralım" imajı verecek hareketlerden kaçınılması gerektiğini düşünüyor Günay. Ama o da inanıyor ki artık kendilerine Baykal'ın CHP'sinde hayat hakkı yok. O yüzden de zaten Baykal'ın tüm uyarılarına karşın eleştirilerini sürdürüyor, "Disipline versinler, İhraç etsinler, atsınlar partiden, ellerinden geleni yapsınlar" diyor.Diğer muhaliflerin de tutumu farklı değil. "Zamanlaması ayrıca tartışılabilir ama yeni parti için hazırlıklara bugünden başlayalım" görüşü ağır basıyor.Kurultay'da Baykal'a karşı sonuç alamayan ve bu aşamadan sonra CHP içinde işlerinin daha da zorlaşacağını gören muhalif gruplar arasında yeni parti hazırlıkları konusunda yoğun bir kulis trafiği başlamış durumda.Yeni parti kurulacak ama nasıl? Muhalefet hareketini kendi içinde parçalamayacak, aksine büyütecek, Baykalcılar dışındaki bütün sosyal demokratları aynı çatı altında birleştirebilecek bir yeni yapılanma modeli nasıl oluşturulabilir?Muhalefet önderleri şimdi bu sorulara yanıt arıyorlar.Yanıtı aranan bir başka kritik soru ise yeni parti kimin liderliğinde kurulacak, genel başkan kim olacak?Kurultay gecesi Kemal Derviş, Berhan Şimşek, Zülfü Livaneli, Celal Doğan, Fikret Ünlü, Zeynep Damla Gürel, Memduh Hacıoğlu ve Yusuf Işık akşam yemeğinde bir araya geliyorlar.Yine Kemal Derviş'in liderliği gündeme geliyor. Gerçi bu aşamadan sonra Deniz Baykal'ın CHP'sinde yola devam edebilmenin olanaksızlığını görüyor Derviş ama öte yandan CHP'nin bölünüp parçalanmasına da gönlü elvermiyor. Derviş'in bu konuda öteden beri dile getirdiği görüşü şu:"Bizde ne yazık ki farklı düşüncede olan insanlar aynı çatı altında barınamıyorlar. Farklı düşündükleri için ya partiden atılıyorlar yada onlar kendiliklerinden ayrılıp ayrı parti kurma yoluna gidiyorlar. Bizim temel sorunumuz bu; insanların bir arada yaşayamaması, ortak idealler doğrultusunda birlikte siyaset yapamaması. Bizim öncelikle çözmemiz gereken sorun bu. Bunu başarabilmeliyiz..."Tabii ki artik CHP için çok geç...Kendisinin liderliğinde geniş tabanlı yeni bir sosyal demokrat parti kurulması önerisine ise Derviş, "Ben lider olmam, ama sizin içinizden biri olursa elimden gelen katkıyı, desteği veririm" diyor.Livaneli de "hayır" diyor. Celal Doğan, açıkça olmasa bile kendisinin bu göreve aday olduğunu hissettiriyor.Muhalifleri korkutan en büyük tehlike ise henüz partileşme süreci başlamadan liderlik çekişmelerinin doğması ve hareketin parçalanması, küçülmesi...Onun için şimdi bütün muhalefet önderlerini bir araya getirecek model üretmeye çalışıyorlar.Üzerinde çalışılan formül şu:25 Temmuz'da yapılacak DSP kurultayında Ecevit'ler'in adayı Zeki Sezer kazanırsa orada da büyük bir kopuş yaşanacak. O kongrenin sonucu da beklensin.Bu arada İsmail Cem'in YTP'si ve Murat Karayalçın'ın SHP'si ile görüşmeler yapılsın. Hazırlanacak yeni bir sosyal demokrat program ve Türkiye projesi çerçevesinde bütün sosyal demokratları tek çatı altında toplayacak çağdaş bir sosyal demokrat parti yapılanması gerçekleştirilsin. YTP ve SHP de kendisini feshederek bu harekete katılsın.Genel Başkan kim mi olacak?Henüz belli değil. Ancak Celal Doğan ismi giderek ağırlık kazanıyor. Hatta, "Genel Başkan Celal Doğan, Başbakan adayı Kemal Derviş" formülleri de ortaya atılıyor. Bu formüle Erdal İnönü'nün de destek vereceği, CHP dışındaki sosyal demokratların da bu formül etrafında birleşebileceği iddia ediliyor.Formülün tutup tutmayacağını bugünden kestirebilmek güç. Ancak bugünden görünen o ki CHP önümüzdeki günlerde ciddi bir kopuş yaşayacak ve sosyal demokrat kanatta en az bir yeni parti daha kurulacak. Ve bu parti muhtemelen yeni yasama yılında Meclis'te de grup kurabilecek...
Son yıllarda CHP ve Türk sosyal demokratları için "olağan" hale gelen yıllık olağanüstü kurultay toplantılarından biri daha yapılacak 3 Temmuz günü.Sosyal demokratlar yıllardan beri içine düştükleri kısır döngüden kurtulmak istiyorlar, çıkış arıyorlar, onun için sık sık kurultay topluyorlar. Ama nafile, bir türlü kendi iç sorunlarını çözemiyorlar. Çünkü sorunun temeline inemiyorlar, sadece Genel Başkan sorunu yaşadıklarını sanıyorlar.Muhaliflere göre, CHP'deki sorunun temelinde ne parti programı ve siyaset yapma biçimindeki eksiklik ve yanlışlıklar var ne de ideolojik ve örgütsel yapının eskimişliği. Tek sorun, iktidar alternatifi olamamanın tek nedeni Deniz Baykal...28 Mart yerel seçim sonuçlarının belli olmaya başladığı akşam saatlerinden itibaren başlayan olağanüstü kurultay hareketinin tek hedefi Deniz Baykal. Baykal genel başkanlık koltuğundan çekildiğinde CHP'de her şeyin güllük gülistanlık olacağını düşünüyorlar. Baykal ile Türk seçmenin kimyasının uyuşmadığını varsaydıkları için de yeni bir lidere kavuştuklarında hızla iktidar yürüyüşüne geçebileceklerini hesaplıyorlar.Muhalefet, Deniz Baykal'ın kamuoyundan, parti tabanından ve milletvekillerinden gelen baskıya dayanamayarak kendiliğinden çekilebileceği varsayımıyla işe koyulmuştu 29 Mart sabahı. Fakat bu plan tutmadı. Yılmadı, dağılmadı muhalifler ve olağanüstü kurultay için hızlı bir imza toplama kampanyası yürüttüler.İşte bu noktada tehlikeyi sezen Deniz Baykal, karşı taarruza geçti.35 yıllık siyasal yaşamında bu tür sayısız kongre hesaplaşması yaşayan Deniz Baykal ve ekibi, muhalefetin ummadığı bir taktik manevra ile cevap verdi imza kampanyasına. Baykal, tüzükten aldığı yetkiye dayanarak kendi inisiyatifi ve kendi belirlediği gündemle kurultayı olağanüstü toplantıya çağırdı.Şimdi Baykal, partinin en üst karar organı olan kurultaya, "Bana güveniniz devam ediyor mu etmiyor mu; ben mi haklıyım, parti içi muhalefet mi?" diye soracak.Böylelikle aslında bir anlamda muhaliflerin 3 aydan beri yapmakta oldukları çağrının da gereğini yapmış olacak.Güvensizlik oyları yüzde 50'den bir fazla çıkarsa Baykal istifa edecek ve yeni genel başkan seçimi için kollar sıvanacak.Ancak Baykal'ın kendi inisiyatifiyle toplamakta olduğu bu kurultayda uygulamayı düşündüğü metot, demokrasinin, bir demokratik parti yapısının sınırlarını oldukça zorlayacak nitelikte. Tek parti CHP'sinin ilk demokrasi ve çok partili seçim denemesi olan 1946 milletvekili seçimlerinde uyguladığı yöntemi andınyor; bir bakıma açık oy, gizli tasnif yöntemi gibi...* Kurultay basına ve izleyicilere kapatılarak, dışanya karşı karartma uygulanacak.* Sonra da teker teker delegelerin adı okunarak oylamaya geçilecek:"Genel Başkan'a güveniyor musunuz, güvenmiyor musunuz?"Acaba bugün "Baykal ve ekibi çekilse CHP'nin önü açılır, parti büyür, iktidara yürür" diyenlerin ne kadarı Genel Başkanı'nın yüzüne baka baka bunu söyleyebilir?İşte muhalifleri kaygılandıran en önemli nokta da bu.Bazı delegelerin "Ya Baykal yine kazanırsa? Bir daha bu partide hiçbir geleceğim kalmaz, siyasi hayatım biter" diye düşünerek özgür iradelerini yansıtamayacaklanndan kaygı duyuyor muhalefet önderleri.Bütün bu kısıtlamalara, anti demokratik zorlamalara rağmen yüzde 50 artı bir güvensizlik oyu çıkarsa Baykal ve ekibi çekilecek. Ve CHP'deki çekişme kimin genel başkan olacağına kayacak.Ya aksi çıkar, Baykal kazanırsa ne olacak? CHP'de sular durulacak, partide bütünlük ve sükûnet sağlanabilecek mi?Zayıf ihtimal...
Dönem dönem devlet organları arasında bazı pürüzler, sorunlar hatta krizler çıkması hayatın doğal akışı içinde olağan sayılabiliyor. Ve bu sorunlar, krizler de şu veya bu şekilde çözüme kavuşturuluyor. AKP iktidarı döneminde de bu tür pek çok sorun ve kriz yaşandı ve atlatıldı. Ancak atlatılamayan ve önümüzdeki dönem de kolay kolay atlatılamayacağı anlaşılan tek bir sorun noktası, potansiyel kriz sebebi var: Türban...Çünkü kamusal alanda türban, Cumhurbaşkanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere devlet organlarınca "irticai sembol" olarak görülüyor. AKP iktidarı tarafından ise türban, inancın, inançlara bağlı yaşamın bir gereği olarak algılanıyor.O yüzden de 3 Kasım 2002 gününden itibaren türban, devletin zirvesindeki en kritik tartışma ve kriz konularından birini oluşturuyor. Cumhurbaşkanı'nın yurt dışına gidiş gelişlerinde havaalanında karşılanması ve uğurlanması törenlerinde, ulusal bayramlar nedeniyle verilen devlet ve Meclis resepsiyonlarında iki yıldan beri hep türban krizi yaşıyor Türkiye.Çankaya Köşkü ve Cumhurbaşkanı'nın bulunduğu alan ile askeri tesisler "kamusal alan" tarifine girdiği için Başbakan ve Dışişleri Bakanı Cumhurbaşkanı'nın ve TSK'nın hiçbir etkinliğine, törenine eşleriyle davet edilmiyor.Ama öte yandan Başbakanlık Konutu, Dışişleri Konutu ve hükümet faaliyetlerinin yürütüldüğü diğer bazı mekânların "kamusal alan" tarifine girip girmediği tartışmalı...Başbakan Erdoğan'ın ABD ziyaretleri, Emine Erdoğan ve diğer türbanlı bakan eşlerinin Beyaz Saray'da verdikleri görüntüler, diğer resmi temaslarda türban ağırlıklı görüntüler, bugüne kadar açığa vurulmamış olsa da Ankara'da ciddi biçimde tepki biriktiriyor.Başbakan Erdoğan da elbette bu tepkilerin, hoşnutsuzlukların farkında ama muhtemelen "alışırlar" diye düşünüyor.AKP cephesinin değerlendirmesi şu: Erdoğan, türbanlı eşinin başını açtırmak için iktidar olmadı. Aksine, özgürlüklerin kısılması, hatta zülum olarak değerlendirdiği okullarda ve başka bazı kamusal alanlarda türban yasağını kaldırmak için iktidar oldu.Ama öte yandan Türkiye Cumhuriyetinin 80 yıllık geleneğine, görüntüsüne aykırı bir durum yaşanıyor bugün.Şimdiye kadar modern Türkiye Cumhuriyeti'nin hiçbir "first lady"si türbanlı değildi. Devletin zirvesinde hep çağdaş görüntüler hakim olmuştu. Ama bugünkü iktidarda durum değişti. Bugün Başbakan'ın, Meclis Başkanı'nın ve etkili bakanların çoğunun eşleri türbanlı. Ve "irticai sembol" diyerek bu hanımları kamusal alandan men etmek veya türbanlarını çıkartmak da söz konusu olamayacağına göre ne olacak?Cumhurbaşkanı'nın bulduğu formül, Başbakan ve diğer AKP'lileri resepsiyonlara eşsiz davet etmek biçimindeydi.Bu uygulama da hep tartışma yaratıyordu ama tartışma Türkiye'nin kendi içinde sınırlı kalıyordu. NATO zirvesi ve ABD Başkanı George Bush'un Ankara ziyareti sırasında görüldü ki bu da çözüm değil. Tam aksine, kendi içimizdeki kriz şimdi dışarıya da taşmış durumda.Cumhurbaşkanı Sezer önceki akşam Dolmabahçe Sarayı'nda dünya liderlerine yemek veriyor, bütün liderleri eşli davet ediyor ama bir tek Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nı eşsiz. Davetin tek eşsiz lideri Tayyip Erdoğan oluyor.Buna alternatif olarak Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Çırağan Sarayı'nda verdiği resepsiyonda ise davetlileri türbanlı eşiyle karşılıyor...Zirvede yaşanan kamusal alan ve türbana ikili yaklaşım sorunu kolay aşılabilecek gibi gözükmüyor.Acaba yarın ne olacak?Örneğin 2007'de Sezer'in görev süresi dolduğunda, Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilip Köşk'e çıkarsa Emine Hanım inancından fedakârlık gösterip başını mı açacak?