AKP iktidarının en büyük iki övünç kaynağından biri Avrupa Birliği sürecinde alınan mesafe ise ikincisi, ama ondan daha da önemlisi ekonomideki başarılı performanstır.Son üç yıllık dönemde Türkiye ekonomisi yüzde 22.2 oranında büyüme gösterdi. Enflasyon 3-4 yıl önce hayal bile edilemeyecek düzeye, tek haneli rakamlara indi. Türk Lirası, tarihinde ilk kez istikrarlı biçimde değer kazanıyor. Bugün ABD Doları 3 yıl öncesinden daha ucuz. Faizler yüzde 13-14'lere inmiş durumda. Ülkede döviz bolluğu yaşanıyor.Gerçekten de bugün ülkede yatırımlar artıyor, ekonomi büyüyor ama halk durumundan şikayetçi. "Ortadirek" bel veriyor, feryat ediyor. Yani makro ekonomik göstergelerdeki iyileşme vatandaşa, sokağa yansımıyor...Bu çelişkili durumu, dün konuştuğumuz ekonominin koordinasyonundan sorumlu Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener'e soruyoruz. O da rakamları anlatıyor uzun uzun; Türkiye 2002'de neredeydi bugün nereye geldi, maaş ve ücretler enflasyonun ne kadar üstünde artırıldı, ne kadar yatırım yapıldı, ekonomi ne kadar büyüdü...Rakamlar, göstergeler iyi de halinden şikayet eden, feryat eden orta direk hükümete nankörlük mü ediyor?"Hayır, tabii ki öyle değil" diyor Şener ve anlatıyor:"Hiçbir toplum kesimi 3 yıl öncesinden daha kötü bir noktada değil. İşsizlik sorunu çözülmüş değil ama 3 yıl öncesine göre artmış da değil, aynı seviyede. Gelir dağılımı 3 yıl öncesine göre daha da bozulmuş değil, aksine iyileşmeler var. Gelir düzeyi de nispeten artmış. Ama şikayet var. Ben bunu da haklı bulurum. Herkes bulunduğu sorunları yaşar. İnsanların daha ileri, daha yüksek talepleri olması gayet doğaldır..."Peki bu "haklı şikayetleri" gidermek için hükümet acaba, olası bir erken seçimi de dikkate alarak, KDV indirimi, yüksek oranlı ücret ve maaş artışları, işsizliği azaltmak için de alt yapı yatırımlarına gaz vermek gibi geçmiş yıllarda iktidarların sıkça başvurduğu popülist formüllere yönelebilir mi?Şener, "Erken secim gündemde yok" diyerek söze giriyor ve ekonomi politikaları konusunda net bir teminat veriyor: "İktidar dönemimizi süslemeye dönük, geçici ferahlamalar yaratacak uygulamalardan uzak duracağız. Ekonominin gereklerinden sapmadan, kalıcı iyileşmeler sağlayacak politikaları devreye sokacağız."Şener'in söylediklerinin özeti şu:Hükümet seçim kaygısıyla popülizme yönelip ekonominin rotasını bozacak uygulamalardan kesinlikle uzak duracak. Geçmiş iktidarların yaptığı gibi seçime giderken ne bol keseden vaat dağıtacak ne de dar gelirli kesimlerin gönlünü kazanabilmek için etrafa hesapsız para saçacak. Makro-ekonomik iyileşmelerin aşama aşama sokağa, geniş kitlelerin refahına yansımasını sabırla bekleyecek.2006 bu bakımdan da kritik bir yıl. Hükümetin makroekonomik istikrar konusundaki sabır ve kararlılığı ciddi bir testten geçecek.Ancak yine de makro ekonomik istikran bozmaksızın gerek dar gelirli kesimleri rahatlatacak gerekse esnafın, küçük ve orta boy işletmelerin sıkıntılarını hafifletebilecek "ince ayar" tedbirler gündeme alınamaz mı?
Konu her gündeme geldiğinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şiddetle reddediyor, "gündemimizde erken seçim yok. Seçimler Anayasa'nın öngördüğü gibi 5. yılın sonunda 2007 Kasımı'nda yapılacak" diyor. Fakat nedense 2006'da erken seçim var spekülasyonlarının önü kesilmiyor.Tayyip Erdoğan ve parti yönetimi spekülasyonları ısrarla yalanmaya devam ediyor ama öte yandan da pek çok AKP milletvekili bile "galiba 2006'da seçim var" kaygısı taşıyor.Son aylardaki bazı gelişmeler, özellikle hükümetin ekonomiyle ilgili uygulama ve stratejileri de seçim sinyali verir nitelikte. Popülizmden uzak denilen 2006 bütçe tasarısının satıraralarında bile seçmene dönük önemli mesajlar var. Özellikle geçmiş yıllarda pek üzerinde durulmayan bazı sosyal politika tedbirlerine dönük ödeneklerde bu yıl ciddi artışlar var.Başbakan Erdoğan ve arkadaşlarının stratejisi Mayıs 2007'deki cumhurbaşkanlığı seçimini bu parlamentonun yapması. Erdoğan, kendisi muhtemelen aday olmayacak, liberal kamuoyuna fazla ters gelmeyecek bir AKP'nin cumhurbaşkanı seçilmesini sağladıktan sonra seçim için düğmeye basacak. Ve bugün türban, imam hatip ve benzeri sorunların çözülememiş olmasından dolayı tepkili olan kesime dönüp şu mesajı verecek: "Evet bu sorunları ilk iktidar dönemimizde çözemedik. Çünkü kurumsal mutabakatı sağlayamadık. En büyük engel de Çankaya idi. Şimdi Çankaya'da da bizim seçtiğimiz bir Cumhurbaşkanı var. Yeni dönemde bütün sorunların üstesinden geleceğiz..."Böylelikle oluşan tepkilerin desteğe dönüştürebileceği düşünülüyor, planlamalar buna oturtuluyor. Ancak siyasette tabii ki 2 yıl sonrası için yapılan planların tutma olasılığı zayıf. Dengelerin yarın ne yönde gelişeceğini, CHP ve parlamento dışındaki muhalefetin başlatacağı bir kampanyanın, erken seçim zorlamasının ülkede ne gibi gerilimlere yolaçabileceğini bugünden kestirebilmek güç.O nedenle muhtemelen Erdoğan 2006 sonbaharında erken seçimi de kafasının bir kenarında yedek plan olarak tutuyor.Kaçak yapılara af önerisiÖnceki gece Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu'nda 2006 bütçesi görüşülürken AKP milletvekillerinin verdiği bir önerge ile kaçak yapılara bir anlamda af getirilmek isteniyor. Maliye Bakanı Unakıtan'ın "Anayasa Mahkemesi bunu iptal eder" uyarılarına bile aldırış etmeyen Komisyon'un AKP'li üyeleri, kaçak yapılara elektrik ve su bağlanmasına ilişkin önerilerini bütçe yasasına eklettiler.Türkiye bu tür gecekondu aflarını imar aflarını geçmişte de çok yaşadı. 1963 yılından bu yana kaçak yapılar ve gecekondularla ilgili 11 kez af ve af benzeri uygulama getirildi ve hemen hepsinde de bir kaç ay sonra seçime gidildi.Geçmişte en son Ecevit Hükümeti döneminde dünkü önergeye benzer bir düzenleme yapılmış ve ardından erken seçim kararı gelmişti. Ayrıca AKP'nin de yerel seçimden bir yıl önce elektrik ve su bağlatma kararı aldığı hâlâ hafızalarda....Üstelik, erken seçim sinyali olarak yorumlanabilecek tek karar bu değil. 2006 bütçesinin özellikle tarım ve sosyal politika tedbirlerine ilişkin ödeneklerindeki artış da bu yöndeki sinyalleri kuvvetlendiriyor.Örneğin, tarım kesimine doğrudan gelir desteğinin 4 milyar YTL'ye yükseltilmesi, çiftçiye düşük faizli kredi için Ziraat Bankası'na 120 milyon YTL kaynak aktarılması, aynı şekilde esnaf kredileri için Halk Bankası'na 90 milyon YTL aktarılmasına ilişkin ödenek artışları...Bu arada çok geniş kitleleri ilgilendiren ve bu arada bütçenin en büyük kara deliği niteliğindeki sosyal güvenlik açıkları ile ilgili olarak hükümetin adım atmakta zorlanması da önemli bir başka işaret. Meclis gündemindeki bu reformun geleceği de muhtemelen siyasi hesapların alacağı istikamete bağlı.Ancak tabii ki sadece bu işaretlere bakarak "Erdoğan 2006'da erken seçim yapacak" demek mümkün değil. Bunlar olsa olsa Erdoğan'ın kafasındaki erken seçim olasılığına ilişkin "yedek plan"ın altyapısı olarak değerlendirilebilir.Bugün Erdoğan'ın ısrarla "erken seçim" yok demesinden daha doğal bir şey de olamaz. Bu temel stratejisine aykırı. Zaten Başbakan'ın ağzından "erken seçim" sözcüğü çıktığı andan itibaren en geç üç ay içinde ülke erken seçime gider.2006 sonbaharına daha çok zaman var...
Avrupa Birliği konusunda Türkiye'de uzun süredir tartışılan konu, Türkiye'ye çifte standart uygulandığı, başka hiçbir aday ülke için öngörülmeyen koşulların Türkiye'ye dayatıldığı yakınması. Bu yakınmadan yola çıkılarak AB'nin Türkiye'yi bölmek istediği, zaten her şeyi yapsa da tam üye yapmayacağına kadar vardırılıyor.Brüksel'de yapılan Karma istişare Komitesi toplantısının açılış konuşmalarına da bu hava bir ölçüde yansıdı. Bazı sivil toplum örgütü temsilcilerinden gelen sorular AB temsilcilerinde muhtemelen bu izlenimi uyandırdı. En sonunda Karma Parlamento Eşbaşkanı Joost Lagendijk, açık yüreklilikle "Evet size özel muamele yapılıyor" deme gereğini duydu. Hemen ardından da ekledi: "Bunu siz de biliyorsunuz, size özel muamele yapılıyor, çünkü siz özel vak'asınız. Türkiye bir Malta, Kıbrıs ya da Çek Cumhuriyeti değil. Türkiye çok büyük ülke, tabii ki özel muamele görecek. Türkiye tam üye olduğunda AB'nin yapısını, geleceğini değiştirecek büyüklükte."Pamuk, Dink, Kaboğlu...Evet, Türkiye'ye özel muamele yapılıyor, bazı kriterler konusunda daha titiz yaklaşılıyor. Ama Türkiye de AB'deki karşıtlarına malzeme üretmekte oldukça cömert. AB ile hemen her önemli toplantı öncesinde dikkatleri çekecek bir olumsuzluk meydana geliyor. Ankara'da Troyka Toplantısı yapılacak, üç gün önce istanbul'da gösteri yapan kadınlara polis meydan dayağı atıyor, ardından bir kaymakam çıkıp, Orhan Pamuk'un kitaplarının toplatılıp imha edilmesini istiyor. Son örnek önceki gün Ankara'da öğretmen eyleminde yaşananlar, Güvenpark'ta öğretmenlerin coplanması. Olli Rehn, bu olayı "polisin barışçıl bir gösteride şiddet uygulaması" olarak değerlendiriyor. Orhan Pamuk, Hrant Dink, İbrahim Kaboğlu haklarında açılan davalar da ifade özgürlüğü ile ilişkilendiriliyor.Ve bu gelişmeler, Türkiye'nin anayasa ve yasa değişiklikleri ile gerçekleştirdiği demokratikleşme ve siyasi reformların kağıt üzerinde kalmasına, uygulamaya geçirilememesine örnek olarak gösteriliyor. Gerek Rehn, gerekse de Lagendijk, 'AB'deki Türkiye dostlarının elini güçlendirecek gelişmeler olmuyor" diye yakınıyor. 17 Aralık'tan sonra Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinin ciddi olduğunun görülmesi üzerine Avrupa'da Türkiye'ye karşı muhalefetin arttığını vurgulayan Lagendijk, benzer bir durumun Türkiye'de de yaşandığının altını çiziyor: "Türkiye'de bugün bir yanda AB'ye tam üye olmasını isteyen reformcular var ama bir tarafta da buna karşı olan tutucu çevreler var. Karşı olanlarca bilinçli provokasyonlar yapılıyor. Ki bu o çevrelerin hâlâ iktidar sahibi olduklarını gösteriyor. Bazı şeyler kaza değil. Bu provokasyonların akılcı biçimde engellenmesi gerekir..."Kürt sorunuBir başka mesaj da Güneydoğu ve Kürt sorunu ile ilgili geliyor. Başbakan Erdoğan'ın Kürt sorunu tanımı ve çözüme ilişkin ifadeleri AB cenahında takdir toplamış durumda. Ancak bölgedeki terör ve çatışma ortamının tırmanmasının AB sürecini olumsuz etkileyeceğinin altı çiziliyor ve hükümetin bu bölge için "Sürdürülebilir bir ekonomik ve sosyal kalkınma programı"nı zaman geçirmeden uygulamaya başlaması öneriliyor. Aslında bu eleştiriler Türk tarafı için de sürpriz değil. Bu dönem Karma istişare Komitesi'nin Eşbaşkanı görevini yürüten DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'nin de, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu'nun da yakındığı konular bunlar. Gerek Hisarcıklıoğlu ve Çelebi, gerekse de diğer sivil toplum örgütlerinin başkanları umutsuz değiller.Avrupa kamuoyundaki Türkiye aleyhtarlığını kırmanın bir yolunun da kendilerinin yürütecekleri etkin lobi faaliyetlerinden geçtiğinin farkındalar. Sendika ve sivil toplum örgütleri ile daha yoğun bir ilişki ve işbirliği yürütmek ve kuvvetli bir imaj kampanyası ile rüzgarın yönünün değiştirilebileceğine inanıyorlar.Ama tabii ki demokratikleşme reformlarının bir an önce gerçekten uygulamaya geçirilmesi, onların da ellerinin güçlendirilmesi gerekiyor...
Hükümetin akılcı stratejisi sonuç aldı...Rahmetli Turgut Özal bundan 18 yıl önce AB'ye tam üyelik başvurusunun yapıldığı gün bugünleri görerek Türkiye'yi bekleyen süreci şu sözlerle özetlemişti: "Uzun, ince bir yola girdik. Dikenli, taşlı bir yol..."Geçen 18 yılda Türkiye bu yolculukta çok önemli badireler atlattı. Çok önemli mesafe katetti, pek çok zorluğun üstesinden geldi.Bu yolculukta dün akşam saatleri itibariyle çok kritik bir viraj daha aşıldı. Artık Türkiye gerçek anlamda AB kulvarına girmiş durumda. Ancak yolculuğun bundan sonrası da hiç kolay değil. Bu aşamadan sonra da pek çok pürüzle, pek çok sıkıntıyla karşılaşacak Türkiye.Zaten bugüne kadarki her kritik süreçte ipler koptu kopuyor noktasına gelindi. Her seferinde kriz son anda çözüldü.Örneğin adaylığın verildiği Aralık 1999 Helsinki zirvesi...Tam üyelik müzakerelerinin 3 Ekim 2005'te başlamasına ilişkin 17 Aralık 2004 kararı...Bütün bu zirvelerde tıpkı dün olduğu gibi kriz son anda aşıldı.Bu sefer çok daha zorlu bir süreç yaşadı ilişkiler. Umutların tükenmeye yüz tuttuğu bir sırada, kelimenin tam anlamıyla son anda aşılabildi kriz ve katılım müzakerelerinin başlaması garanti altına alınabildi.Hakkını teslim etmek gerekir ki bu son krizi Tayyip Erdoğan hükümeti çok iyi yönetti. Erken davranıp AB ile özellikle de Türkiye'nin tam üyeliğine çok sert direniş gösteren Avusturya ile polemiğe girmedi. Son ana kadar AB'deki krizin tarafı olmamaya, sorunun AB'nin iç sorunu, 24 AB üyesi ülke ile yine AB üyesi Avusturya arasında kalmasını sağladı. Avusturya'yı oyun bozan durumuna düşürdü.Her kafadan değişik ses çıkmadı hükümet ve bürokrasiden. Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, gayet soğukkanlı, son derece net, tutarlı bir diplomasi trafiği ile sonuca gitmeyi başardılar.Başbakanlık yerine AKP Genel MerkeziÖzetle bu krizi iyi yönetti hükümet. Ancak dün akşam saatlerinde yaşanan tablo işin özünü değil ama en azından görüntüsünü bozacak nitelikte.Dün akşam saatlerine kadar Dışişleri Bakanlığı'ndan yürütülen girişimler birden bire iktidar partisi AKP'nin genel merkezine kaydı.Efendim Başbakan, bakanlarla ve parti yöneticileriyle toplantı yapacakmış...Yaptı da..."Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli medeniyet projesi", "ulusal dava", "devlet politikası" diye adlandırılan Avrupa Birliği çalışmalan o saatten itibaren görüntü olarak parti çalışmasına indirgendi.Dışişleri bürokratları AKP genel merkezine taşınmaya başladı. Telefon diplomasisinin merkez üssü AKP Genel Merkezi'ne kaydı.AB Dönem Başkanı İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Peter Westmacott, hükümete mesaj getireceğini bildirince AKP Genel Merkezi'ne davet edildi ve görüşme burada gerçekleşti.Bütün dünyanın dikkatlerinin Ankara'ya çevrildiği bir sırada, Türkiye için hayati önem taşıyan bu ulusal proje konusundaki kritik görüşmelerin yapıldığı kritik kararların verildiği yer parti merkezi mi olmalıydı?Değil Türkiye'nin geleceği açısından hayati önem taşıyan AB konusu, hiçbir devlet işi parti merkezlerine taşınmamak, parti işleriyle devlet ve hükümet işleri birbirlerine karıştırılmamalıydı.Başbakanlık Binası ne güne duruyor...
Başbakan Erdoğan'ın net mesajlar verdiği Diyarbakır'da dinleyici kitlesi zayıftı. Yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı Diyarbakır'da adeta DEHAP'ın organize ettiği anlaşılan bir sessiz protesto vardıBaşbakan Erdoğan'ın Kürt sorununun çözümü ve son aylarda yoğunluk kazanan bölücü terörün önlenmesi konusunda önemli bir dönüm noktası olabileceği düşünülen Diyarbakır gezisi sönük geçti. Başbakan Diyarbakır'da çok önemli mesajlar vermesine karşın dinleyici kitlesi oldukça zayıftı.Ne havaalanındaki karşılama görkemliydi ne de yol güzergahında halkın yoğun ilgisi vardı. Toplu konut dağıtımı töreninde bile dağıtılan konut sayısı kadar katılımcı yoktu.Öyle anlaşılıyor ki, DEHAP'ın ve Diyarbakır'ın DEHAP'h Belediye Başkanı'nın çalışmaları etkili olmuş; yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı Diyarbakır'da adeta DEHAP'ın organize ettiği anlaşılan bir sessiz protesto vardı...Belediye Başkanı Osman Baydemir Başbakanı havaalanında karşıladı ve tören boyunca da eşlik etti. Erdoğan'ın konuşmasını ilgiyle dinlerken sık sık notlar aldı. Ancak daha sonra konuşmayı nasıl değerlendirdiği sorulduğunda verdiği yanıtın özeti şu oldu: "İyi, olumlu, ancak yeterli değil. Keşke 'barış' kelimesini de kullansaydı..."Yani Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Diyarbakır'da çıkıp terör örgütüne barış çağrısı yapacak! Bu tabii ki olacak iş değil ve zaten Başbakan da cümlelerini son derece özenle seçmişti. Çok ileri ifadeler kullandı. Bugüne kadar hiçbir Başbakan'ın söylemediği, aklından bile geçirmeye cesaret edemediği ifadeler vardı Erdoğan'ın konuşmasında.Ankara'da aydınlarla yaptığı görüşmede "Kürt Sorunu" ifadesini kullanması tartışılıyordu. Diyarbakır konuşmasında sözlerini biraz daha açtı Erdoğan: "Kürt sorunu milletin bir parçasının değil hepsinin sorunudur... Kürt sorunu herkesten önce bu ülkenin Başbakanı olarak benim sorumundur..."Evet, Türkiye'nin bir Kürt sorunu olduğunu bir kez daha vurguluyor Başbakan. Peki bu sorun nasıl çözülecek? Onu da şöyle açıklıyor:"Türkiye bu sorunu bir büyük devlete yakışır şekilde Anayasal çerçevede, daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlık hukuku ve daha çok refah artışı ile çözecektir..." Bu noktada Erdoğan son aylarda tırmanan bölücü teröre de değiniyor ve sorunları bahane ederek terör ve şiddet ortamı yaratmaya çalışanların şiddetle karşısında olduklarını, terörün önlenmesi için demokrasi ve hukuk çerçevesinde gerekenin yapılacağını söylüyor. Teröristleri "Bu milletin geleceğine suikast düzenleyenler" diye niteliyor Erdoğan.DEHAP'ın sinyali miydi?Dağdaki teröristlerin ailelerine de "Evlatlarınızı bu terör belasının elinden kurtarmak için devlet her türlü yardıma hazırdır" mesajı veriyor Erdoğan. Bu mesajın gerisinde muhtemelen daha önce Genelkurmay 2. Başkanı Org. îlker Başbuğ'un da ifade ettiği bölücü örgüte katılmış ancak henüz suç işlememiş unsurların ceza almamasını sağlayacak bir yasal düzenleme yatıyor olabilir...Başbakan'ın kullandığı çarpıcı başka ifade de şu: "Geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere yakışmaz. Geçmişteki, siyasi ve idari bazı hatalar yapılmıştır. Biz bunlarla yüzleşmeye hazırız. Geçmişle yüzleşerek geleceğe yürürken geçmişin davalarıyla geleceği ipotek altına almamak lazımdır..."Erdoğan, "Kürt sorununun çözümü ve terörle mücadelenin demokratik süreci geriye doğru işletmesine izin vermeyeceğiz" dedikten sonra "kırmızı çiçzgilerF'nin altını çiziyor. "Etnik milliyetçiliğe, ayrımcılığa, bölgesel milliyetçiliğe, dinsel ve mezhepsel milliyetçiliğe izin vermeyiz" diye özetleyerek üniter yapının korunacağı mesajını veriyor. Diyarbakır gezisi yeni bir açılımın ilk adımı oldu. Ama bu yeni açılımın aldığı yanıt sanırım çok tartışılacaktır. Diyarbakır'da Başbakan'a karşı uygulanan sessiz protesto, DEHAP'ın "Kürt sorununun sahibi benim, sorunu çözmek için beni muhatap almak zorundasınız" sinyaliydi sanki...CHP'li vekilden destekHakkari CHP Milletvekili Esat Canan: Başbakan'ın Kürt sorununa yapacağı, Kürt sorunun çözümünde atacağı her demokratik adımların atılmasına yardımcı olacağım. Hakkari Milletvekili olarak destek vereceğim.
Erdoğan Hükümeti ile devlet kurumları arasında kurulduğu günden beri varolan güven bunalımı bir türlü aşılamıyor. Aşılması bir yana, bazı gelişmeler bu bunalımı daha da derinleştiriyor.Güven bunalımı giderilemediği için de sıklıkla yakındığı "niyet okumalar" hemen her gelişmede, her kritik hükümet tasarrufunda Başbakan Erdoğan'ın karşısına engel olarak çıkıyor.Özellikle bürokrasideki atamalar konusu, Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasındaki ilişkileri türban tartışmalarının bile ötesinde germiş durumda.Başbakan isyan ediyor, "Cumhurbaşkanı gerekçe göstermeden atama kararlarını geri çeviriyor, buna hakkı yok. Gerekçesini açıklasın biz de bilelim" diyor.Cumhurbaşkanı da hükümete ve Başbakan'a tepki gösteriyor; atanmalarını onaylamadığı isimler vekaleten görevlendirildikleri için... Sözde iki taraf da gerilimden kaçınmak istiyor ama hemen her önemli atama kararnamesi başlı başına gerilim konusu oluyor.Güven bunalımı her seferinde biraz daha derinleşiyor.Cumhurbaşkanı da, başka bazı anayasal devlet kurumları da hükümete güven duymuyor. Atamaların siyasi kadrolaşma kaygısı ile yapıldığını düşünüyor. Geçmişte şu veya bu şekilde irticai faaliyetlere karışmış kişilerin bürokraside kilit görevlere getirilmesi konusunda sistemli bir gayret içinde olunduğu kaygısı zirveye hakim oluyor.Başbakan, Cumhurbaşkanı'nın atamalan gerekçe göstermeden geri çevirmesinden yakınıyor. Aslında Başbakan da bazı bakanlar da gerekçeyi tahmin edebiliyorlar. Cumhurbaşkanı'nın gerekçeleri geçmiş dönemde Başbakanlık Takip Kurulu'nca tutulan sicil notlan ve MiT'ten gelen raporlar...Dün konuştuğumuz bir Bakan, bu tür raporların iki açıdan tartışmaya açık olduğunu dile getiriyor:"Birincisi, 28 Şubat ürünü uygulamalarla geçmişte pek çok kişi ve bürokrat haksız yere suçlanmış, asılsız ihbar mektuplarıyla haklarında dosyalar oluşturulmuş. İkincisi, bu tür raporlar, düşülen sicil notları hukuki bir değer taşıyor mu? Hayır. Taşıyor olsa, o kişiler suç işlemiş olsalar zaten haklarında yasal takibat yapılırdı. Ayrıca halen bir görevi yapıyor atanmak istenen o bürokrat. Örneğin genel müdür yardımcısı olarak görev yapmasında sakınca olmayanın genel müdür olarak atanmasında ne sakınca olabilir?"Ama olabiliyor ve Cumhurbaşkanı uygun görmüyor. Muhtemelen AKP iktidarına duyulan güvensizlik, atama kararnamesi gelen bürokratlarla ilgili şüphe ve tereddütlerin biraz daha artmasına yol açıyor.AKP ve Hükümet'in YÖK'le ilgili, türban yasağı ile ilgili başlattığı, başlatmak istediği hemen her girişim, laiklik kaygılarını güncelleştiriyor, Erdoğan'ın deyimiyle ileriye doğru bazı niyetler okunuyor.Bu, Başbakan'in yakındığı bir durum. Ancak öte yandan kendisi ve partisi de duyulan güvensizliği gidermekten çok, güven uçurumunu derinleştirici uygulamalara imza atmaktan da geri durmuyor.Bunun son örneği "kaçak Kur'an kursları" ile ilgili düzenlemedeki ısrarları.Bu düzenleme sadece Cumhurbaşkanı'nı değil, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni de, yüksek yargıyı da, diğer anayasal kurumlan da fazlasıyla etkilemiş durumda.Son haftalarda yaşanan yargı bağımsızlığı, kadrolaşma tartışmaları ve yüksek yargı organlarınca ardı ardına açıklamalar yapılmasının gerisinde yatan önemli faktörlerden biri de bu...
Ekonomik liberalleşme ve doğrudan yabancı yatırımların özendirilmesi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve hükümetin üzerinde en fazla vurgu yaptığı konuların başında geliyor.Erdoğan, katıldığı hemen her uluslararası toplantıda, yabancı yatırımcılarla görüşmelerinde yabancı sermaye yatırımlarına verdikleri önemin altını çiziyor.Fakat Başbakan bu çizgide ilerlerken, parti ve hükümette üç numaralı konumu işgal eden, ekonominin koordinasyonundan sorumlu Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener çok farklı bir çizgide.Şener, Başbakan'dan farklı düşündüğünü gizlemiyor; belirli alanlarda yabancı sermaye yatırımlarının sınırlandırılması gerektiğini dile getiriyor. Önceki günkü Milliyet'te, yabancı sermayenin sadece perakendecilik, bankacılık, elektrik ve iletişim sektörlerine ilgi duyduğunu belirtiyor ve ekliyor:"Bu sektörlerin ortak özelliği, yaratılan gelir ve tasarrufun yurt içinde üretiliyor olmasıdır. Yabancılar bu geliri ve tasarrufu; kendi merkezlerine aktaracaktır. Bu durumda cari açık ilelebet kapatılamaz..."Arjantin'de yaşanan ekonomik krizlerde kısa vadeli yabancı sermaye hareketlerinin önemli rol oynadığına da işaret eden Şener, "Sınırlama getirilmezse, biz de bir süre sonra Arjantin'e döneriz" demeye getiriyor. Gerçi Şener, dün bu açıklamalarını kısmen düzeltme yoluna gitti. Bugün için yabancı sermayeye sınırlama getirilmesini gerektirecek bir risk bulunmadığını belirtti. Ancak görüşlerinin temelini koruduğunu, Başbakan ve diğer ekonomiden sorumlu bakanlardan farklı düşündüğünü gizlemedi.Evet Abdüllatif Şener, sıradan bir bakan, sıradan bir AKP'li değil. Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç'la birlikte AKP'nin dört temel kurucusundan biri. Ve bugün hükümette işgal ettiği koltuk da ekonominin koordinasyonundan sorumlu Başbakan Yardımcılığı. Abdullah Gül'den sonra gelen üçüncü kişi...Onun için sözleri, sadece iç siyasi çevrelerde ve piyasalarda tartışılmıyor. Türkiye'ye yatırım yapmaya niyetli sermaye çevrelerince de dikkatle not ediliyor.Başbakan Erdoğan ise Şener'in aksine yabancı sermayeye hiçbir sektörde sınır konulmamasını istiyor. Hatta televizyonlar için yüzde 25'lik pay sınırının korunmasıyla ilgili yasal düzenleme konusunda şunu söylüyor:"Maalesef yurtdışındayken arkadaşlar geçirmişler. Yanlış yaptılar ve ben çok kızdım. Düzelteceğiz..."Başbakan'ın "Çok kızdım" dediği isim Abdüllatif Şener.Şener, yabancı sermaye sınırlaması için Bankalar Yasası'na hüküm konulması için de epey uğraş verdi. Erdoğan ve Gül'ü ikna edebilseydi bugün bankalar için de tıpkı televizyonlarda olduğu gibi yabancı payını sınırlayan bir hüküm olacaktı.Aslında Şener ile Başbakan arasında varolan görüş ayrılıktan yeni ortaya çıkmış değil, iki yıl önce de özelleştirme uygulamaları nedeniyle ters düşmüşlerdi. Bu kez görüş ayrılığı çok daha kritik ve temel bir konuda. Acaba şimdi de Başbakan Yardımcılığı'ndan mı alınacak?Böyle bir ihtimal elbette yok."Yanlış anlama, yorumlama" denilip, olay şimdilik küllenmeye bırakılacak. Parti içi büyük koalisyon bozulmayacak. Ama çağdaş, liberal ekonomi anlayışları ile Milli Görüşçü köklerden gelen siyasi anlayışlar arasındaki çatişma içten içe sürecek.
Bir süreden beri büyük bir gizlilik içinde yürütülen "merkezde yeni seçenek" oluşumu üzerindeki çalışmalar ve kulis faaliyetleri, önceki gün akşam saatlerinde Erkan Mumcu'nun istifasını açıklamasıyla birlikte su yüzüne çıktı.Şimdi Ankara kulislerinde yanıt aranan iki soru var:1- AKP'de Mumcu'nun ardından ne ölçüde bir istifa dalgası yaşanacak; kimler, ne zaman istifa edecek?2- Yeni seçenek için yeni parti mi kurulacak, ANAP'la mı yola devam edilecek?Bu konuda pek çok spekülasyon var.Erkan Mumcu'ya yakın çevreler, en az 15 milletvekilinin AKP'den ayrılacağını iddia ediyor. AKP kurmayları ise en fazla 3-5 milletvekilinin istifa edebileceğini düşünüyor.Ancak AKP ile gönül bağını koparmış, istifa noktasına gelmiş milletvekili sayısının söylendiği kadar düşük olmadığı anlaşılıyor. İstifa noktasına gelen ve Mumcu ile birlikte hareket etme eğiliminde olan milletvekillerinin sayısı 10 civarında. Bu milletvekillerinin Mumcu ile vardıkları mutabakat ise, "istifa için acele etmemek, gelişmeleri bekleyip, yeni oluşum konusunda kesin karar verildikten sonra ayrılmak" biçiminde özetleniyor.Mumcu, sadece AKP'den kopacak milletvekilleriyle sınırlı bir oluşum düşünmüyor elbette. Kafasında özellikle merkez sağda güçlü bir rüzgâr estirebilecek ama merkez sola da açık, AKP'ye alternatif, ilk seçimlerde iktidar adayı bir parti yapılanması var. Bunun için de bir yandan bağımsız milletvekillerinden Edip Safter Gaydalı ile yakın temas içinde çalışırken, diğer yandan da bazı eski ve yeni DYP, MHP kadroları ile temaslarını sürdürüyor. Mumcu'nun bazı CHP'li milletvekilleri ile de yeni seçenek konusunu tartıştığı sır değil. Liberal eğilimli bazı CHP'lileri de yeni hareketin içine çekmeye çalışıyor. ANAP ise yeni seçeneği "elde var bir" diye değerlendiriliyor. Zaten istifadan önce de, istifa haberinin ardından da ANAP'ın geçici yöneticilerinden ve partinin önde gelen isimlerinden Mumcu'ya şu mesaj net biçimde verilmiş durumda:"Yeni parti arayışına girmenize gerek yok. Gelin ANAP'ı devralın..."Ancak Mumcu cephesinin ANAP konusunda bazı tereddütleri var. Birincisi, ANAP'ın geçmiş dönemdeki yolsuzluk iddiaları nedeniyle ağır yara alan imajı. İkincisi, merkez sağda DYP'yi, özellikle de DYP seçmenini tereddütsüz içine alabilecek bir adres olamayacağı...Mumcu: Başımızı sokacak gecekondu aramıyoruzO nedenle de düşünülen formül yeni bir parti kurmak, ANAP'ın da olağanüstü kongresini toplayarak, merkezde birlik için kendini feshederek, yeni partiye katılması. Böylelikle ANAP Genel Merkez ve il, ilçe teşkilatlarının tabelalarının değiştirilerek, yeni partinin adının verilmesi.Dün konuştuğum Erkan Mumcu, "ANAP'a mı katılacaksınız?" sorusuna şu çarpıcı yanıtı verdi:"Yeni parti mi kurulacak, ANAP'a mı girilecek tartışmaları için henüz çok erken. Biz sığınacak bir çatı, içine gireceğimiz bir gecekondu aramıyoruz. Bütün toplumu içine alacak yeni bir seçenekten bahsediyoruz..."Yeni seçenek konusunda anlattıklarının özeti de şu:"Yeni seçenek, toplumun önüne yeni bir siyaset anlayışı koyacak. Klasik sağ-sol, muhafazakâr-laik ayrımlarının dışına çıkan bir siyaset anlayışı... Sosyal barışa dayalı, ülke bütünlüğünü, ulusal birliği, demokratik değerler etrafından yeniden üretmeye dönük, bütün toplumu kucaklayabilen yeni bir siyaset..."Öyle anlaşılıyor ki, Mumcu'nun ilk adımı partileşmek olmayacak. Öncelikle yeni seçenek ve siyaset anlayışına toplumsal zemin ve destek oluşturulacak. Partileşme sonra gelecek...