Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde kamuoyunun ve siyasetin önemli gündem maddelerinden biri haline geldi, “uzun tutukluluk süreleri” aylardır yıllardır tartışılıyor ama sonuç yok.Üç yılı, beş yılı bulan uzun tutukluluk halleri devam ediyor. Sanıklar feryat ediyor, muhalefet büyük tepki gösteriyor, yasa değişiklikleri yapılıyor, özel yetkili mahkemelerin kaldırılması hükme bağlanıyor, Meclis Başkanı mahkemelere mesaj gönderiyor ama sonuç değişmiyor. Mahkemelerin tutumu aynı; “kuvvetli suç ve kaçma şüphesi nedeniyle tutukluluğun devamına...” Yargıya, özel yetkili yargıya son çağrı, son mesaj geçen hafta Pazar günü Başbakan Tayyip Erdoğan’dan geldi. Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve Balyoz davası sanığı askerleri örnek göstererek konuşan Başbakan Erdoğan, emekli Genelkurmay Başkanı ve generallere “kaçma şüphesi” yakıştırması yapılmasının kabul edilemez olduğu görüşünü dile getirdi. Ve, tutuklamanın cezaya dönüşmekte olduğunu da vurguladı Başbakan.Başbakan da özel yetkili mahkemelere “tahliye” mesajı yolladı. Ama mahkemelerin tutumu değişecek gibi değil...Dün, yasama - yürütme - yargı üçgeninde bir süredir devam eden bu mesajlaşmayı, üçüncü yargı paketinin ardından yargıya “tahliye bekliyoruz” mesajını veren Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le konuştuk. Cemil Çiçek’in yaşanan inatlaşmadan, milletvekillerinin tutukluluğundan duyduğu sıkıntıyı tahmin etmek güç değil. Meclis’in tatile girdiği gün, üçüncü yargı paketine dikkat çekerek yasamanın gerçekleştirdiği bu yasal düzenlemelerle verilen mesajı yargının iyi anlaması gerektiğini, yani başta tutuklu milletvekilleri olmak üzere tahliyelerin önünün açılmasını arzuladıklarını ima etmişti Çiçek. Ancak değişen bir şey olmadı. Mesaj yerine ulaşmadı...İşte bu durumu hatırlattığımızda şunları söyledi Meclis Başkanı:“Kuralları ihtiyaçlar belirler. Yeni kural koymak da varolan kuralları değiştirmek de bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Değindiğiniz üçüncü yargı paketiyle getirilen yeni düzenleme de bir ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. O kapsamda özel yetkili mahkemeleri kaldırdı parlamento. Niye kaldırdı? Uygulamalarından duyulan rahatsızlık nedeniyle. Parlamento, ‘ben bu işleyişten memnun değilim’ dedi. Bu mahkemelerin işleyişinde problem olduğunu düşündü. Tutuklamalardan, uzun tutukluluk hallerinden duyduğu rahatsızlığını bu kararıyla ifade etti yasama organı. Yasama organı, yargıya dedi ki; ‘Tutukluluk bir tedbirdir ama siz bu tedbiri mahkumiyete dönüştüremezsiniz. Mevcut uygulamada mahkumiyete dönüştürüyor, mağduriyetlere sebebiyet veriyorsunuz...’ Ayrıca biliyorsunuz parlamentoda tutuklu milletvekilleri konusu da çok tartışıldı. Bu durum, siyasi bir sorun doğurmaktadır. Bunun da adli kontrol mekanizmasıyla ortadan kaldırılması gerektiği mesajı da bunun içinde verilmiştir. Adli kontrol sisteminde daha önce üç yıl olan ceza üst sınırı da kaldırarak en ağır cezayı gerektiren suç isnatlarında dahi tahliye kararı verebilmeleri için yargının eli güçlendirilmiştir...”“Sadece bu kadar da değil. Yasama, yargıya bir şey daha dedi” diyor ve anlatıyor:“Tutuklu sanıkların tahliye taleplerine böyle genel geçer, soyut laflarla red diyemezsiniz. Eğer tahliye etmiyorsanız gerekçesini, somut delilleriyle yazın, dedi yasama organı. Bu konuda kamuoyundan gelen yaygın şikayetler vardı ve yasama da bunu dikkate almıştır. Uygulayıcılara (hakimlere) bir mesaj vermiştir. Kuralı değiştirmiştir, yeni kural getirmiştir yasama organı. Bu kuralların uygulanması gerekir...” Peki, bu yasal düzenlemeler yürürlüğe gireli bir ay oldu. Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarını yürüten mahkemeler açısından sanki değişen bir şey olmamış gibi. Bu yasayla umutlanan tutukluların yaptıkları tahliye başvuruları, tam da Meclis Başkanı Çiçek’in altını çizdiği gibi “genel geçer, soyut laflarla” reddedildi.Konuşulan soruyu soruyorum Cemil Çiçek’e:“Bu tutumuyla özel yetkili yargı acaba sizinle bir inatlaşma içine mi girdi?”Şu yanıtı veriyor:“Onu bilemem. Ben Meclis Başkanı olarak öyle bir tartışmaya girmem. Parlamento, yani yasama organı kural değişikliği getirmiştir, yeni kural koymuştur. Ben de bu kuralla ilgili görüşümü açıkladım, parlamentonun mesajını ifade ettim...” Soruyu üsteleyip şu şekilde yeniden sordum:“Fakat yargı, yasamanın, sizin, bu mesajınızı pek de dikkate almıyor. Hatta bir mahkeme, yasayla amir hüküm getirilmesine karşın, tutukluluğun devamı için gerekçe yazamayacağını, bunun ihsası rey anlamına gelebileceğini söyledi. Bu sorun nasıl aşılacak?” Yanıt verirken, Adalet Bakanlığı ve HSYK’yı adres gösterdi gösteriyor Meclis Başkanı:“Bundan sonrası yürütmenin ve yargıyla ilgili kurumlarındır. Yani Adalet Bakanlığı ve HSYK gibi kurumların görev alanına girer. Yargı bağımsızdır ama sorumsuz değildir...”Evet bakalım HSYK parlamento iradesinin özel yetkili mahkemeleri de bağlaması için ne gibi tedbirler alacak?
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı ve hükümeti düne kadar terörle mücadele ve Kürt politikası konusunda en ağır eleştiren parti MHP idi. Bahçeli‘nin eleştiri ve suçlamaları, bölücülükten başlayıp, vatana ihanete kadar varıyordu.Son dönemde ise iki parti arasında bambaşka bir iklim oluştu. Akdeniz’deki uçak düşürülmesi olayı adeta bir kırılma noktası oluşturdu. Özellikle de Suriye’nin kuzeyindeki otorite boşluğunun ardından PKK kontrolündeki PYD unsurlarının, Esad rejiminin boşalttığı karakollara PKK bayrağı dikmesi hükümetin çok sert reaksiyonuna neden oldu. İşte o noktadan başlayarak MHP Suriye politikası konusunda hükümetin yanında, hükümete her türlü desteği vermeye hazır olduğunu ilan etti.Şimdi özellikle son iki haftadan beri ülke gündemine oturan Şemdinli olayı, geçen hafta sonunda PKK’nın karakol baskını ve 8 şehit verilmesi üzerine MHP tutumunu daha da netleştirdi.Başta Şemdinli olmak üzere terör olaylarındaki tırmanış üzerine, ana muhalefet partisi CHP Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırmaya karar verdi. BDP’nin de talebi bu yöndeydi.Fakat önce hükümet ve iktidar partisi CHP’nin tutumuna sert tepki gösterdi. Ardından MHP...İktidar partisi de MHP de bu olaylar nedeniyle Meclis’in toplantıya çağrılmasını gereksiz buluyor.Hükümet, “Meclis neyi görüşecek? Alınması gereken bir karar, çıkarılması gereken bir yasa mı var ki Meclis toplansın?” diye itiraz ediyor.Ülkenin en önemli sorunu olan bölücü terörün CHP tarafından iç siyaset malzemesi yapılmaya çalışıldığı eleştirisi var iktidar kanadında. Bir de kamuoyu nezdinde CHP’yi yıpratmak için şu suçlama yapılıyor: “Bu aşamada Meclis’i terör gündemiyle olağanüstü toplantıya çağırmak PKK’nın propagandasını yapmakla eş değer. PKK da zaten bunu arzuluyor, siyasetin ana gündemine oturmak, kendini olduğundan daha güçlü göstermek istiyor. Bu çok açık ortada iken CHP, yine BDP ile aynı çizgide buluştu. Her iki siyasi parti de ‘Meclis toplansın’ diyor. CHP kimin değirmenine su taşıyor?”Suçlama ağır; CHP terörü, şehitleri iç siyaset malzemesi yapmaya çalışmak ve PKK’nın değirmenine su taşımakla suçlanıyor iktidar tarafından.MHP de iktidara destek veriyor, CHP’yi eleştiriyor. Meclis’te yapılacak olağanüstü toplantının boşa zaman geçirmek olacağını düşünüyor MHP. CHP’nin olağanüstü Meclis toplantı çağrısı MHP tarafından “boşa vakit harcamak” olarak niteleniyor. Adeta “hükümeti rahat bırakın, terör mücadelesine daha fazla odaklansın” demeye getiriyor. Teröre karşı Şemdinli başta olmak üzere Güneydoğu coğrafyasında sürdürülen zorlu mücadeleye destek veriyor MHP. Aslında bu mücadeleye CHP de destek verdiğini söylüyor. Ama MHP hükümeti daha fazla teşvik edici bir tutum içinde. Hatta bu mücadele sadece sınırlarımızın içerisiyle sınırlı kalmasın, Kandil’e kadar uzansın görüşünü de dile getiriyor .Gelinen bu noktada artık hükümetin yaklaşımı da MHP önerilerinden çok farklı değil.Yıllardır birbirlerine karşı terör ve Kürt meselesi üzerinden en ağır suçlamaları, hatta hakaretleri yönelten iki parti şu anda aynı çizgiye çok yaklaşmış durumdalar. O nedenle de CHP’nin Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırma girişiminin sonuç vermesi bugün için ihtimal dışı görünüyor.
Türkiye tamı tamına 28 yıldan beri terörle mücadele ediyor, şehitler veriyor. Fakat nedense her saldırının ardından terörün bir yönünü daha yeni keşfediyoruz; yıllardır devam eden zaaf noktaları aklımıza geliveriyor.Önceki günkü saldırıda Geçitli Karakolu’nda 2’si korucu 6’sı asker 8 şehit verilmesi olayının ardından şimdi iki günden beri Türkiye yeniden sınır karakollarını tartışmaya başladı. Tartışma yersiz değil. Elbette sınır karakolları tartışılmalı. Çünkü bu 28 yıllık terör sürecinde en fazla şehit verdiğimiz mekanlar bu karakollar oldu. Bazı karakollar bir kere değil, teröristlerce iki kere, üç kere basıldı ve her seferinde de gencecik fidanlar toprağa düştü o karakollarda...28 yıllık terör sürecinde sadece karakol baskınlarında verilen şehit sayısı ne yazık ki 600’ün üzerinde... Onun için bu tartışma sağlıklı biçimde yapılıp, 20 yıl önce sonuçlandırılıp gereken tedbirler alınmalıydı.Fakat nedense bir türlü alınamıyor...Oysa 1980’lerin sonunda, 1990’ların başında en yetkili ağızlar karakollardaki tehlikeye, zaafiyete işaret etmişti.Bu konuda Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi, Doçent Hüseyin Yayman’ın son derece çarpıcı derleme ve analizleri var. Yayman, PKK ve Kürt meselesi ile ilgili bilimsel çalışmaları sırasında yetkililerin terör saldırıları üzerine verdiği demeçleri derlemiş.Örneğin 1991 yılına kadar görevde kalan dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay karakol meselesine işaret ediyor.Bölgede görev yapan diğer komutanlar da karakolların fiziki yapısından, yetersizliklerinden yakınıyor. Bu karakolların geçmiş yıllarda kaçakçılıkla mücadele için kurgulanıp inşa edildiğini, şimdiki terör mücadelesinde hedef noktası haline geldiklerini söylüyorlar.Bölgede yıllarca görev yapan emekli general Nevzat Bölügiray şu tesbitleri yapıyor yıllar önce:“... karakollar yamaçlarda ya da üç yanından kuşatılma imkanı olan yerlerde kurulmuştu. Binaların yapımında kullanılan malzeme de askerin güvenliğini sağlamaktan çok uzaktı. Daha ilk terörist ateşinde kevgire dönüyordu...”Bu ve benzeri şikayetler, sıkıntılar, hükümetlere, cumhurbaşkanlarına anlatılmamış mıydı? Elbette anlatılmıştı. Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında verilen terör brifinglerinde, Genelkurmay Başkanı-Başbakan görüşmelerinde bu mesele hep ele alındı.Ve sorunun başlangıcından bu yana Türkiye’de beş ayrı Cumhurbaşkanı görev yaptı. Ondan fazla hükümet, başbakan değişti ama karakol sorunu bugün yine aynı şekilde tartışma gündeminde...Aslında mevcut Tayyip Erdoğan Hükümeti, karakol meselesine ilk el atan hükümet olmuştu.2008 yılında Aktütün Karakolu’na yapılan terör saldırısı ve 15 askerin şehit olması üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan karakol meselesine bizzat el koydu. TOKİ’ye talimat verdi ve sınır karakollarının terör saldırıları dikkate alınarak yenilenmesi projesi uygulamaya konuldu.Ancak ne yazık ki aradan geçen dört yılda sadece 60 karakol yapabildi Türkiye.Neden?Devletin mali imkanları yetersiz olduğu için mi? Elbette değil. Dünyanın 17. büyük ekonomisi olmakla övünen bir ülkeyiz. Bugün Türkiye’nin, 450 sınır karakolunu en mükemmel şekilde inşa edip en ileri teknoloji ile donatım birer kale haline getirebilecek mali ve teknik kapasitesi olduğu tartışma götürmez...Ama nedense Başbakan Erdoğan’ın bizzat talimat verdiği TOKİ bugüne kadar sadece 60 karakolu tamamlayıp askerlere teslim edebilmiş.Nedeni sorulduğunda çok sayıda gerekçe sıralanıyor: İklim koşulları, kamulaştırma sıkıntısı, arazi şartları... Ve tabii bölgedeki terörün inşaat yatırımlarını engellediği de söyleniyor...Sıralanan bu mazeretler bahane gibi gelmiyor mu?En azından bu konu bahane, mazeret kabul edecek basit, sıradan bir konu değil ki!
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye krizi bağlamında yaşanan gelişmelerin Türkiye’nin öngörüleri dışında olmadığını söylüyor. Hatta, Kuzey Suriye’de PKK kontrolündeki grupların, girişimlerin bayrak eylemlerinin de sürpriz olmadığı anlaşılıyor.Türkiye Kuzey Suriye’deki bu oluşuma elbette kayıtsız kalmayacak. Bu kesin. Zaten o nedenle özellikle son bir haftadan beri Suriye konusunda başta ABD olmak üzere batılı müttefiklerle yürütülen diplomatik faaliyetin en hassas noktasını bu konu oluşturuyor. Türkiye bu noktadaki hassasiyetini ABD başta olmak üzere meseleye taraf olan bütün unsurlara iletiyor.Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bugün Kuzey Irak’ta Mesut Barzani ile yapacağı görüşme son derece kritik. Suriye’nin kuzeyinde PKK kontrolündeki Kürt grupların bir oldu bitti yaratmasına kesinlikle kayıtsız kalınmayacağını net biçimde anlatacak Davutoğlu. Muhtemelen geçen pazar günkü iftarda bizlere gösterdiği Kuzey Suriye ile ilgili etnik haritayı da gösterecek Barzani’ye. Bölgedeki etnik yapının değiştirilmesi, bazı kesimlerin o bölgeden sürülmesi gibi tatsız gelişmeler yaşanmaması konusunu gündeme getirecek.Kritik konu elbette Kuzey Irak’ta yuvalanmış olan PKK varlığı...PKK’nın üs olarak kullandığı Kuzey Irak üzerinden Suriye’ye geçişinin engellenmesi istenecek.Aslında bugün Arap Baharı ile birlikte başlayan gelişmenin nereye kadar varacağı konusunda Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bir öngörüsü var. Ki söylediğine göre, bunu aylar öncesinde Bakanlar Kurulu’na verdiği brifingte de anlatmış. Bizlere de dediği gibi bu coğrafyada şimdi “yüz yıllık tasfiye” yaşanıyor. Sadece rejimlerin yıkılıp değişmesiyle bitmeyeceği anlaşılıyor sürecin. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından cetvelle çizilen sınırların, oluşturulan sentetik devletlerin bir kısmı da belki bu sürecin sonunda tarihe karışacak.Ve muhtemelen bugüne kadar bu coğrafyada devlet olamayan, ulusal birliği engellenen tek unsur olan Kürtler tarihlerinde ilk kez devlet olabilecekler. Yüzyıllık “Büyük Kürdistan” hayali de belki gerçek olacak.Böyle bir gelişme hiç kuşku yok ki ne Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ne de hükümetin arzuladığı bir durum değil. Ama Türkiye istemese de böyle bir ihtimalin bulunduğunu öngördükleri belli.Türkiye’de bulunan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın “Suriye’de Özerk Kürt Bölgesi istemiyoruz” biçimindeki demecinin hiçbir değer taşımadığını da çok iyi biliyor Dışişleri bakanlığı ve hükümet.Çünkü Irak savaşı sırasında ve sonrasında da benzeri açıklamalar fazlasıyla gelmişti Washington yönetiminden. O zaman da Irak’ın bütünlüğünün korunacağını söylemişti ABD.Fakat şimdiki durum ortada; Kuzey Irak’taki Barzani yönetimi artık bağımsız devlet olmaya çok yakın.Yarın Suriye’nin kuzeyinde oluşacak özerk yapı ne olacak? Aslında ne olacağı biliniyor. Fakat Irak savaşı sırasında olduğu gibi daha sonra altında kalınma ihtimali olan sert açıklamalar yapılmamaya özen gösteriliyor.“Bizim kırmızı çizgimizdir” veya “Müdahale nedenidir” gibi sonunda pek de işe yaramadığı anlaşılan tehditlerden kaçınılıyor.Sadece “O bölgede PKK veya El Kaide gibi terör gruplarının yuvalanmasına izin vermeyiz” demekle yetiniyor Türkiye şimdilik.Bu çerçevede Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Barzani’ye vereceği en önemli mesaj da muhtemelen şu olacak:“Suriye’nin kuzeyinde 900 kilometrelik blok bir Kürt bölgesi olmadığını siz de çok iyi biliyorsunuz. Oradaki Kürt bölgesinin Akdeniz’e çıkışı yok... Arada Arap ve Türkmenler’in yaşadığını biliyorsunuz. Suriye’deki Kürt grupların yanlış adım atmaması konusunda siz de hassasiyet gösterin...”Bu mesaj etkili olur mu? Olsa bile Barzani PKK’yı nasıl ikna edecek?Suriye krizinde Türkiye açısından asıl kritik süreç şimdi başlıyor.
Gündemin en önemli maddesi Suriye; bu ülkedeki gelişmeler ve özellikle de son günlerde farklı boyutları ile tartışılmaya başlanan sınırımızın güneyindeki yeni oluşum. Yani PKK’nın yönlendirdiği Kürt grupların “Özerk Bölge” adımı.Özellikle bu son gelişme izlenen Suriye politikasına yönelik eleştiri ve soru işaretlerini yoğunlaştırıyor. Doğal olarak da gözler, eleştiri oklarının odağındaki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na yöneliyor.Davutoğlu, önceki gün gazetelerin Ankara temsilcilerine bir iftar yemeği verdi. Yemekte ve yemek sonrasında Suriye konusu ekseninde gelişmelerle ilgili ayrıntılı açıklamalar yaptı Davutoğlu. Haksız bulduğu eleştirilerle ilgili yanıtlarını da anlattı.Suriye’de olup biten her şeyden anında haberdar olduklarını belirten Davutoğlu, Halep’teki çatışmalarla ilgili şunları söylüyor:“Halep’te bazı mahalleler tank, top atışı altında. Bugün (önceki gün) BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’la görüştüm. Bu sadece Suriye’yi değil, BM’nin itibarını da tahrip edecek dedim. Halep ve civarında 3 milyon insan tehdit altında. Hiçbir gerekçe sivillerin tank ve top atışına maruz kalmasını sağlamaz.”- Peki sorunun çözümü konusunda Genel Sekreter’den bir umudu var mı Davutoğlu’nun?“Maalesef” diyor ve ekliyor:“Suriye herkes için bir sınav, turnusol kağıdı oldu. BM’nin maaselef birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da ne kadar atıl olduğu ortaya çıktı. BM’nin ciddi bir reforma ihtiyacı var. 139 ülke kabul ediyor, 10 ülke ‘hayır’ diyor, bitiyor. Güvenlik Konseyi’nde iki ülkenin iki tutumu çarpıcı: Suriye konusunu Rusya, Filistin konusunu ABD kilitliyor...”- Kritik soru şu: Türkiye, rejimin otoritesinin kaybolmasıyla birlikte Kuzey’de, Türkiye’nin güney sınırında PKK güdümündeki yapının ortaya çıkacağını öngöremedi mi?“Tabii ki öngördük” diyor ve devam ediyor:“Tunus’ta Arap Baharı’nın başladığında belli öngörülerimiz oldu. 2010’da olaylar başlayınca, Bakanlar Kurulu’na uzun bir sunum yaptım. ‘Öyle bir deprem yaşanacak ki, Ortadoğu’da 100 yıl önceki Osmanlı’nın tasfiyesi sonrası süreç yeniden yaşanacak’ dedim.Libya’nın zor olduğunu ama Suriye’nin daha zor olacağını söyledim. Suriye’nin daha zor olacağını gördüğümüz için Esad’le görüşmelerimiz 9 ay sürdü...”Bu noktada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun eleştirilerine yanıt veriyor Davutoğlu:“Kılıçdaroğlu, ‘ne güzel dosttuk Suriye ile, bir sabah kalktık düşman olduk’ diyor. Bir lider bunu söyleyebilir mi? 20 bin insanın ölümü, yıkılan şehirler ne anlama geliyor..?Biz Esad’la 9 ay boyunca konuştuk. Ben 62 kez Suriye’ye gittim. Biz ister miydik Suriye ile ilişkilerimizin bozulmasını? Ama bir yer var ki orada sistematik düşünmemiz lazım. Bizim Suriye konusunda sabretmemizin bir nedeni vardı; şehirler yıkılmasın, bir otorite boşluğu oluşmasın, Suriye yavaş yavaş demokratikleşsin diye. Fakat Esad’in tercihleri başka türlü oldu. Bu katliamlar yaşandı. Biz hala onun yanında olsaydık, dünyadaki itibarımız ne olurdu?Beşar Esad söz konusu olunca Kılıçdaroğlu’nun öznesi yok. Bu katliamları kim yapıyor? Onu söylemiyor. Esad’in yanında olsaydık, o zaman ne diyeceklerdi? ‘Bu katliamlarında senin tatil arkadaşın var o yüzden sen katliamlara ses çıkarmıyorsun’ diye Başbakan’a saldıracaklardı...Bir ay önceye kadar, ‘yanlış ata oynadık, Esad gitmeyecek, arkasında Rusya ve Çin var. Türkiye kaybeden tarafta olacak’ diyorlardı. Şam’da patlamalar oldu, Esad’in gideceği anlaşıldı. Bu kez, ‘Esad gidecek ama Kuzey Suriye’de boşluk doğacak, Türkiye kaybedecek’ demeye başladılar. Bunların derdi Türkiye’nin kaybetmesi...”PKK’nın Kuzey Suriye’de üstlenmesine izin verilmeyeceğini anlatan Davutoğlu, bu konuda şunları söylüyor:“İster PKK, ister El Kaide olsun bizim sınırlarımızın yakınında terör mevcudiyeti olursa, tehlike doğurur. Her türlü tedbiri almak hakkımızdır. Meşru müdafaa hakkını doğurur. Bunu zinhar Kürt kardeşlerimizle ilgili bir politika olarak yansıtmamak lazım. Kürtler orada asırlardır yaşıyorlar, asırlarca da yaşayacaklar. Onlar, oranın asli unsurları. Ama bugünkü kaos ortamından yararlanarak de facto otoriteler oluşursa, bu, Suriye’nin birliğini yok eder. Sünniler, Dürziler, Kürtler başka yerde oluşursa Suriye’yi Lübnanlaştırır, ki biz bunu istemeyiz, tedbirimizi alırız. Ama bu, Kürtlere ve Nusayrilere karşı değildir...” - Suriye Kürtleri özerkliğe giderse Türkiye ne yapar?“Bizim her şeyden öte özgüvene sahip olmamız lazım. Suriye’deki gelişmelerin Türkiye’nin kaderini değiştireceğini düşünenler, Türkiye’ye güvenmiyor. Suriye’nin yönetim şeklini Suriye’nin seçilmiş parlamentosu belirler ama de facto bir emri vaki yapılırsa, bizim tarafımızdan da, Suriye’nin diğer unsurları tarafından da buna izin verilmez. Otururlar kendi geleceklerini tayin ederler. Biz de ona çıkıp,’ bu bizim kırmızı çizgimizdir’ demeyiz.”- Büyük Kürdistan iddiaları? “Ortadoğu’daki sınırlar yanlış örülmüş duvarlara benzer. Sınırlara saygı gösterelim ama Avrupa’da olduğu gibi sınırları anlamsız kılalım. Suriye ile Irak’la, İran’la vizeye gerek kalmasın. Ekonomik ve kültürel coğrafya doğallaşsın, siyasi sınırlar korunsun.Kürtler bu coğrafyaya gökten zembille inmedi. Asırlardır buradalar. Bizim işimiz duvar örmek, mayın döşemek değil. Kürtler birbirinden ayrı yaşasın değil. O harita, parçalayıcı haritadır. O haritayı engellemek istiyorsak, daha büyük haritaları gerçekleştirmemiz lazım. Suriye bağlamındaki reel haritadan kimse korku üretmesin. Birileri fırsatçılık yaparak, terör odaklanması yapmak isterse, biz tedbiri alırız. Herkes Esad sonrasını tartışmaya başladı. Bizi neden Kuzey Suriye’ye hapsetmeye çalışıyorlar? Suriye’nin tümü konuşulurken, bizi burayla meşgul etmeye çalışıyorlar...”
Esad rejiminin çöküş sürecine girdiği bir aşamada sınırımızın hemen ötesindeki gümrük kapılarına ve karakollara PKK bayraklarının çekilmiş olması Türkiye için sürpriz mi oldu?Hükümet, Suriye konusunda izlediği politika ile Türkiye’nin aşil topuğuna mı kurşun sıkmış oldu? Bu durum hükümetin hiç hesaba katmadığı bir gelişme miydi?Bir kaç gündür bu sorulara yanıt aranıyor. Suriye’de Esad sonrasında yaşanabilecek gelişmelerin Türkiye’ye olası etkileri tartışılıyor.Baştaki sorulara dönecek olursak, Suriye’nin kuzeyinde geçen hafta sonunda yaşanan gelişmelerin, yeni dönemde bu bölgede Irak benzeri özerk Kürt yönetimi oluşma ihtimalinin hükümet için sürpriz olduğunu düşünmek mümkün değil.Hükümet başlangıçta bu ihtimali düşünmemiş olsa bile (ki mümkün değil) devletin üst katlarına bu yönde ciddi bazı uyarılar yapıldığı biliniyor.Örneğin Mehmet Yazar’ın 12 Ekim 2011 tarihini taşıyan mektubu çarpıcı bir örnektir.Mehmet Yazar yıllarca Ankara Sanayi Odası ve ardından Odalar Birliği Başkanlığı yapmış, iş dünyasının yakından tanıdığı önemli bir sanayici.Aynı zamanda önemli bir devlet adamı ve eski siyasetçi Mehmet Yazar.Turgut Özal Hükümetinde Devlet Bakanlığı, Yıldırım Akbulut Hükümetinde önce Devlet Bakanlığı sonra Milli Savunma Bakanlığı yaptı.Deneyimli, birikimli bir şahsiyet...Yazar 10 ay önce çok önemli bir makama mektup yazma gereği duyuyor. Suriye konusunda çok ciddi uyarı tesbitler yapıyor. Ve bugün gelinen noktada bu tesbitlerin çoğu gerçekleşme aşamasında.ABD’nin Ortadoğu politikalarının gerisindeki saikleri, BOP(Büyük Ortadoğu Projesi)’nin hedef ve amaçlarını anlatıyor Yazar ve özetle şöyle devam ediyor:“... Petrolün ve İsrail’in güvenliği açısından Irak’ta yarı bağımsız bir Kürt devleti kuruldu. PKK Kandil Dağı’nda Kuzey Irak eliyle güvenliğe kavuştu. Şüphesiz bu gelişmelerde Türkiye de kullanıldı. 1991 Irak müdahalesinde 36. Paralel ve Çekiç Güç’ün devreye sokulmasıyla Türkiye bilerek veya bilmeyerek bu oluşuma önemli bir katkıda bulundu.Şimdi benzer film Suriye için oynatılıyor. Öyle anlaşılıyor ki Suriye de bölünecek ve kuzeydoğusunda hemen bizim hudutlarımızda ikinci bir yarı bağımsız Federe Kürt Devleti kurulacak. Burada da bizi kullandıkları yönünde bazı kaygılar taşıyorum.Nitekim PKK, Suriye Kürt halkına bazı mesajlar vermeye başlamıştır.Şüphesiz benim Saddam, Beşşar Esad, İran gibi rejimleri tasvip etmem asla düşünülemez.Büyük ülkeler bölgesel dinamikleri ve ülkenin iç şartlarını bizden çok daha iyi değerlendirme ve kullanma imkanına sahiptir. Irak’la ihracat artışımızdan, Kuzey Irak’la iyi gözüken ilişkilerden tatmin olabiliriz. Irak’ın toprak bütünlüğünü savunabiliriz. Bugün İran korkusundan ABD de Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmaktadır. Ancak İran’ın da çözülmesinden sonra Irak büyük ihtimalle bütünlüğünü koruyamayacaktır.Dün Irak, bugün Suriye, yarın İran’ın parçalanması ile çevremizi kuşatan yarı bağımsız federe Kürt devletleri ve sonuçta Türkiye’yi de içine alan Büyük Kürdistan Projesi ihtimalini asla gözardı edemeyiz. Çünkü BOP projesinin en önemli ayağı Büyük Kürdistan projesidir. Bu İsrail-Kürdistan birliğine gidebilecek bir yoldur. Türkiye’yi bölmeyi içeren böyle bir projeyi bizim kabullenmemiz elbette beklenemez. Ancak tavşan da yamaca geçmemelidir...ABD bugün özellikle Irak’ın bütünlüğü ve Ortadoğu’da İran’a karşı ABD karşıtlığını azaltmak için Türkiye’ye muhtaçtır. Türkiye’nin ılımlı İslam diye örnek gösterilmesi de bu nedenledir. ABD, diktatörlerin yıkılması ile muhtemelen seçim yoluyla bu ülkelere gelecek İslami kökenli partilerin, Türkiye örneği ile daha uyumlu hale gelebileceğini hesaplamaktadır. Türkiye ve AKP örneği bu bakımdan ABD için çok önemlidir. Bu da bugün Türkiye’nin önemli bir gücüdür. Yeter ki biz makro boyutta ve uzun vadeli bakarak hesabımızı yapalım. Derin bilgi birikimine sahip devletimizin, konuyu çok daha doğru değerlendireceğinden kuşkum yoktur. Benimki sade vatandaş olarak dışardan görebildiklerimi söylemekten ibarettir....”Evet bugün bazılarına sürpriz gelen gelişmeleri ve bundan sonra olabilecekleri yaklaşık 10 ay önce, 12 Ekim 2011 günü devlete haber vermiş Mehmet Yazar.
Beşşar Esad rejimi bitti, bitiyor derken, Türkiye Suriye politikası ile ilgili bugüne kadar fazlaca tartışılmayan çok daha kritik, hayati önemde bir sorunla yüz yüze geldi: Kürt meselesi...Özellikle geçen hafta Türkiye sınır hattı boyunca Esad güçlerinin çekilmesi, muhaliflerin sınır karakolları ve gümrük kapılarını ele geçirmeye başlaması, başlangıçta “rejim gidiyor, muhalifler kazanıyor” diye değerlendiriliyordu. Ancak işin aslının farklı olduğu yeni yeni ortaya çıkıyor.Çünkü Akdeniz’de düşürülen uçak meselesinin ardından Türkiye’nin angajman kurallarını değiştirmesi üzerine belki de Esad planlı biçimde sınırdaki birliklerini geri çekmişti. Bu boşluğun da etkisiyle muhalifler fazla bir direnişle karşılaşmadan sınır bölgesinin kontrolünü ele geçirdiler. Belki de Esad gelecekte neyle karşı karşıya geleceğini şimdiden Türkiye’ye göstermek istemişti.Çünkü bugün itibariyle Türkiye’nin güney sınırı PKK kontrolündeki silahlı Kürt grupların elinde.Öyle olunca da şimdi içerde Suriye politikası daha fazla sorgulanır durumda. Hükümete, özellikle de dış politikanın bir numaralı mimarı ve uygulayıcısı Ahmed Davutoğlu’na yönelik eleştiri dozu giderek artıyor.Eleştirilerin haklı olup olmadığını elbette zaman gösterecek.Fakat artık bu noktadan sonra Türkiye’nin geri adım atma, strateji değiştirme gibi bir eğilimi yok. Çünkü hükümet çevreleri, Davutoğlu’na yakın isimler, karşılaşılan problemlere rağmen Türkiye’nin Suriye politikasının doğruluğu konusunda hiçbir kuşku duyulmaması gerektiğini söylüyorlar.Ve hatta sınırda yaşanan gelişmeler, bazı yerlere PKK bayrakları çekiliyor olması da çelişki gibi gözüküyor ama politikanın doğruluğuna kanıt olarak gösteriliyor.Bu konuda söylenenleri ana hatları itibariyle şu şekilde özetlemek mümkün:- Türkiye gelişmeleri önceden görmüştür. Suriye’de mevcut Baas rejiminin devam edemeyeceği anlaşılmıştı. Hatta o nedenle de ilk günden itibaren Esad uyarılarak dönüşümü, ülkenin kademeli demokrasiye geçişini kendi kontrolü altında gerçekleştirmesi önerilmiş, bunun için Türkiye’nin her türlü desteği vereceği anlatılmıştı. Ama Esad geleceği göremedi.- Sadece iç muhalefet değil, dış dinamikler (en başta ABD) de bu rejimin ipini çoktan çekmişti.- O noktadan sonra rejimin değişiminin hem Suriye halkına hem de bölgeye en az maliyetle, en az hasarla gerçekleştirilebilmesi için elinden geleni yaptı ve yapıyor Türkiye.Peki Irak’tan sonra şimdi de Kuzey Suriye’de bir özerk Kürt bölgesi oluşması ve bu bölgede de PKK’nın üslenecek olması Türkiye için risk değil mi?Elbette risk. Ancak, Türkiye’nin baştan itibaren aktif tutum alması bu riski doğurmuş değil. Aksine Türkiye izlediği politika ile, zamanında tutum alarak bu riski minimize edebileceği varsaydı.Deniyor ki; “Eğer Irak savaşında olduğu gibi, kenarda tarafsız durmayı tercih etseydik yarın Suriye’nin yeniden şekillendirileceği masanın da dışında kalacaktık. O zaman bu risk çok daha tehlikeli biçimde karşımızda olacaktı. Şimdi ise bugünkü istisnai gelişmelere bakmayın, Kuzey Suriye’de PKK kontrolünde bir özerk bölge oluşturulmasına izin verilmeyecek. Türkiye’nin istemeyeceği, Türkiye’nin milli çıkarlarına aykırı hiçbir gelişmeye izin verilmeyecek Suriye’nin geleceğinde...”Evet eleştirilerin aksine hükümetin uyguladığı Suriye politikası ile PKK ve Kürt meselesi konusunda risk almadığı, aksine potansiyel riski önlediği görüşü hakim Ankara’da.
CHP’de son iki yılda aslında çok şey değişti. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, “Yeni CHP” sloganının altını büyük ölçüde doldurdu.Son kurultay öncesinde yapılan ilçe ve il kongreleri ile parti örgütleri büyük ölçüde yenilendi. Kurultay’da PM (Parti Meclisi) seçiminin uzun yıllar sonra ilk kez “çarşaf liste” yöntemiyle gerçekleştirilmiş olması da “parti içi demokrasi” yolunda önemli bir adım olarak görülebilir.Şimdi sırada Genel Başkan Yardımcısı Sencer Ayata’nın koordinasyonunda yürütülen yeni program çalışmaları var. Muhtemelen bir yıl içinde programını da “Yeni CHP” anlayışı çerçevesinde çağdaş sosyal demokrat ilkelere göre yenileyecek.Ancak Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve ekibinin önümüzdeki dönem için asıl ağırlığı parti içinde zihniyet ve siyaset yapma biçimini değiştirmeye verecekleri anlaşılıyor.Kurultayda seçilen yeni PM bu hafta içinde ilk toplantısını yapacak. Ardından Kılıçdaroğlu genel başkan yardımcılarını, yani MYK’yı atayacak. Kritik atama kuşkusuz örgütlerden sorumlu genel başkan yardımcılığı. Bu göreve Denizli Milletvekili Adnan Keskin’in getirileceğine kesin gözüyle bakılıyor.Yeni MYK’nın oluşumunun ardından CHP yeniden başa, kendi örgüt tabanına dönecek. Parti içi eğitim faaliyetlerine ağırlık verilecek.İl ve ilçe örgütlerine yeni görevler verilecek. Klasik, daha doğrusu 1980 sonrasında gelenekselleşen içe kapalı, iç çekişme ve kavgalarla vakit geçiren particilik anlayışının değiştirilmesine ağırlık verilecek.Parti içi iktidar kavgası kesinlikle bitirilecek, belediye başkanları ile parti örgütleri arasındaki kavga kesinlikle bitirilecek.Bu konuda Kılıçdaroğlu’nun verdiği mesaj son derece net ve kesin:“Parti içinde rekabete, yarışmaya evet, ama bunun partiye zarar verecek boyutlara gelen çekişme ve kavgalara dönüşmesine izin vermem...”Kılıçdaroğlu ayrıca, parti ve parti örgütü aleyhine çalışma yapmayı alışkanlık haline getirenleri de uyarıyor ve “Parti aleyhine faaliyet gösterenleri artık affetmem” diyor.Özetle CHP’de geçen dönemde büyük ölçüde Önder Sav ekibinin kontrolünde olan Yüksek Disiplin Kurulu’na pek iş düşmemişti. Yeni dönemde ise bu mekanizma da gereği gibi çalışacak. Kılıçdaroğlu işi sıkı tutacak. Merkez yönetimden en alt birimlere kadar, “parti içi rekabete evet ama partiye zarar verici faaliyetlere müsamaha yok” mesajı net ve etkili biçimde verilecek.Yerel seçimler için hazırlıklara zaman kaybetmeksizin başlayacak CHP; bu kapsamda, halkla bütünleşme konusunda adeta bir seferberlik başlatacak. İlçe ve il örgütleri, kadın ve gençlik kolları yoğun bir iletişim faaliyeti içine sokulacak. Özellikle 70’li yıllarda CHP’nin kalesi olan ama 1980 sonrası bir türlü etkili olunamayan büyük şehirlerin varoşları ile Anadolu’daki bazı il ve ilçelerdeki değişim ve CHP’nin bu bölgelerde niye varlık gösteremediği analiz edilecek. Partinin politikalarını anlatma ve kaybedilen seçmen tabanını yeniden kazanma konusunda bu bölgelerde bire bir iletişim uygulamalarına ağırlık verilecek.Aslında yeni CHP’nin de, Kılıçdaroğlu ve ekibinin geleceği de bu çalışmaların sonucuna bağlı. Çünkü normal olarak 2014 yılı Mart ayında yapılacak olan ancak iktidar partisinin anayasa değişikliği ile 2013 sonbaharına alma hazırlığı içinde olduğu yerel seçimler Kılıçdaroğlu için de CHP için de kritik bir sınav olacak.Bu seçimlerde alınacak parlak bir sonuç, ardından gelecek cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimleri için de başarıya giden yolu açabilir.Ama ya aksi olursa?