Meclis’in yaz tatili iki hafta sonra bitiyor. İki hafta sonra yine grup toplantıları, siyasi parti liderlerinin karşılıklı salvoları kaldığı yerden devam edecek. Aslında bu yaz tatili boyunca liderlerin birbirlerine yönelik salvolarında bir kesinti olmadı. Olağan grup toplantıları olmasa da buldukları her zeminde birbirlerine yüklenmeye devam etti genel başkanlar.Şimdi tartışma yeniden parlamento çatısı altına taşınacak.Acaba ne değişecek?Muhtemelen fazla bir değişme olmayacak. Umut edilen yumuşama pek ihtimal dahilinde gözükmüyor. Hatta sertlik dozu belki biraz daha artacak.Oysa yaz ayları boyunca yaşananlara bakıldığında ülkenin gündemi değil yumuşama, daha da ötesini, siyasal uzlaşmayı zorunlu kılıyor. Ülke gündemi öyle gerektiriyor ama iktidarıyla muhalefetiyle siyasi parti genel başkanların hesapları, öncelikleri, ne yazık ki ülke gündemi ile çelişiyor.Türkiye’nin bugün bir numaralı gündemine tartışmasız biçimde terör, PKK ve Kürt meselesi oturmuş durumda. İkincisi, bölgesel gelişmeler, Suriye’deki iç savaş, Türkiye için giderek ulusal bütünlüğe yönelik bir risk, hatta tehdit halini alıyor.Avrupa Birliği, Kıbrıs sorunu, ekonomideki gelişmeler artık tümüyle terör ve Suriye başta olmak üzere bölgesel sorunların gölgesinde.Özellikle terör ve Suriye başta olmak üzere bölgesel gelişmeler normal olarak siyasetin öncelikle çözüm üretmesi gereken ciddi sorunlar. Hem de sadece iktidar sorumluluğu taşıyan AKP’nin değil, bütün siyasi partilerin dert edinip ortak çözümde uzlaşmaları gereken sorunlar.Artan terör eylemleri, artan şehit cenazeleri kamuoyunun bu yöndeki talep ve beklentilerini arttırıyor. Bugüne kadar sadece şehit cenazelerinde, cami avlularında bir araya gelebilen siyasi parti liderlerinin, devlet zirvesinin çözüm için de bir masa etrafına gelebilmeleri yönünde yoğun bir toplumsal talep olduğunun elbette siyasi parti liderleri de farkında. Ama gelemiyorlar...Hatta öyle ki, gelemedikleri gibi, bu yönde çağrı yapan, mutabakat bildirgesi açıklayan Meclis Başkanı Cemil Çiçek bile hem iktidarın hem de muhalefetin boy hedefi haline geldi.Bu iyi niyetli, makul çağrıyı bile yaptığına yapacağına pişman edildi Cemil Çiçek.Bahar aylarında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun terör ve Kürt sorununun çözümü için toplumsal ve siyasal mutabakat girişimi de MHP’nin kapıyı kapatmasıyla sonuçsuz kalmıştı.MHP’nin “Kürt meselesi” ifadesine öteden beri alerjisi olduğu biliniyor. Meseleyi sadece terör ve PKK’dan ibaret görüyor MHP. Zaten o nedenle de uzunca bir süredir iktidarın uygulamalarına destek veriyor. Terörün her ne pahasına olursa olsun güvenlikçi politikalarla üstesinden gelinebileceğini savunuyor. Demokratik açılım ve Kürt sorununa kalıcı çözüm projesini şimdilik rafa kaldıran hükümetin uyguladığı yöntemi destekliyor MHP. Terör örgütünün merkez karargahı niteliğindeki Kuzey Irak’ın Kandil bölgesine bayrak dikilmesi konusunda da hükümeti teşvik ediyor.Oysa sorunun sadece bu yöntemlerle çözülemeyeceğinin Başbakan Erdoğan da partisi de farkında. Bir yılı aşkın süredir ağırlık verilen askeri önlemlerin sertleştirilmesindeki amaç, Kürt sorununun yine demokratik açılım süreçleriyle çözümün önünü açmaktı. Bu süreci tıkayan, sabote eden terör örgütünün cezalandırılması, belinin kırılması hedefleniyordu. Terör temizliğinin ardından örgütü silah bırakmaya ikna pazarlığı gelecek, demokratik açılım süreci hızlandırılacaktı. Bu plan, süreç her ne kadar umulduğu gibi ilerlememiş olsa da hala devre dışı bırakılmış değil. Ancak, her şeye rağmen en azından bundan sonra her şey yolunda gitse dahi kalıcı çözüme ancak toplumsal ve siyasal mutabakatla varılabileceği açık.Peki siyasetin bu gerilimli kavgalı ortamından uzlaşmaya geçilebilir mi?Çok zor. Ancak sorunun çözümü için de başka çare yok.Her ne kadar siyasi hesaplar başka olsa da, ülke gündemi siyaseti uzlaşmaya zorluyor.
Kılıçdaroğlu'ndan '50 yıllık kan davasını' bitirecek hamle:CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun dünkü anıt mezar ziyareti, insani bir tutum olmanın çok ötesinde anlamlar taşıyor...27 Mayıs 1960 darbesinden sonra idam edilen rahmetli Başbakan Adnan Menderes, Türkiye’nin, genç Türk demokrasisinin gerçekten sevilen sembol simalarından biriydi. Adı, hak, hukuk, hürriyet ve refahla özdeşleşmiş bir siyasetçiydi.Her siyasetçi, her insan gibi elbette hataları da vardı. 27 Mayıs darbesi olmasaydı belki seçimle iktidarı kaybedebilirdi de. Ama darbe ve ardından Yassıada Mahkemesi’nin verdiği, darbecilerin acımasızca uyguladıkları idam kararları Adnan Menderes’i seveniyle sevmeyeniyle Türk halkının büyük bölümünün gözünde demokrasi şehidi mertebesine yükseltti.Ve bu darbenin, idamların faturası da haklı veya haksız CHP’nin sırtına yüklendi.CHP bu ağırlıktan hiçbir zaman kurtulamadı.Her ne kadar dönemin Genel Başkanı İsmet İnönü, ailenin talebi üzerine, darbeciler nezdinde idamları durdurmak için bazı girişimler yapmış olsa da CHP’nin üzerinden, halkın sevdiği liderini, başbakanını astıran parti damgası silinmedi. Bu algı kuşaktan kuşağa aktarıldı...Zaten darbenin, idamların hemen ardından yapılan seçimleri yine Menderes ve arkadaşlarının ideolojisini devam ettiren kadrolar kazandı. DP’nin yerine kurulan AP, ikinci darbeye kadar ezici çoğunlukla iktidar oldu. Seçmen, darbecilerle işbirliği yaptığına inandığı CHP ve İnönü’yü cezalandırmaya devam etti.DP’nin devamı olan AP’ye yıllarca acı çektirildi. Öncülü DP’yi deviren, başbakanını astıran darbenin yıldönümü “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak ilan edildiği için her 27 Mayıs’ı iktidardaki AP de zorla kutlamak durumunda bırakıldı. En azından AP’li bir devlet bakanı, inanmasa da, içi kan ağlasa da o kutlama törenlerine katılmak zorundaydı.Ta ki 12 Eylül 1980’e kadar bu durum değişmedi...12 Eylül darbecileri toplumun ve siyasetin üzerinden buldozer gibi geçerken, gencecik çocukları yaşlarını büyüterek asarken, kendilerine siyasi taban yaratmak kaygısı ile olsa gerek 27 Mayıs’ı bayram olmaktan çıkardılar. Böylelikle belki de merkez sağa şirin gözükmek istediler. Askeri darbeyle devrilen DP’nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar 1986’da vefat ettiğinde tabutu generallerin elleri üzerinde taşındı, devlet töreniyle defnedildi.Sonra da idam edilen Menderes ve arkadaşlarının naaşları devlet töreniyle anıt mezarlara nakledildi. İtibarları iade edildi...DP’ye Menderes ve arkadaşlarına gönül veren merkez sağ seçmen kitlesi belki darbecileri affetti ama CHP’yi asla...CHP ile merkez sağ seçmen arasındaki kan davası hep devam etti. Eski Genel Başkan Deniz Baykal da, şimdiki Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu da, bu kan davasını bitirmek, merkez sağ seçmenle barışmak için bugüne kadar pek çok girişimde bulundu. Merkez sağ seçmenle barışmadan iktidar olmanın zor olduğunu gören CHP önderleri, son birkaç seçimde merkez sağın önemli isimlerini bazı illerden aday göstererek sonuç almaya çalışıyorlardı, ama nafile...Belki de inandırıcı bulunmuyordu. Ancak Kılıçdaroğlu’nun dünkü hamlesi önemli.“Kan davasını bitirmek için mi ziyaret ettiniz?” diye sorunca verdiği yanıt şu oldu:“Aynen, onun için yaptım. Karşılıklı bir ayrışma ve bu yönde bir algı vardı: Demokrat Parti’lileri Cumhuriyet Halk Partisi astırdı. Bu, tarihi sürecin getirdiği bir algıydı. Aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri konusunda, yani ulusal bütünlük, laik, demokratik cumhuriyet konusunda 50’lerin Demokrat Partisi’yle bugün bizim aramızda özünde bir fark yok. Bugün gelinen noktada tarihsel kökleri olan, tarihsel haklı veya haksız sebepleri olan ayrılığın bitmesini istiyoruz biz. ‘Demokrasi uzlaşma kültürüdür’ diyoruz. Ama geçmişte hep çatışmaların beslediği, belirlediği bir algı vardı. Artık bunun bitmesi lazım. Bu ayrılığı bitireceğiz.” Peki, bu ayrılığı bitirmek için ne yapacak?Kılıçdaroğlu “Çağrı yapacağım” diye girdi söze. “Cumhuriyet Halk Partisi’nin bugün savunduğu ilkelerle geçmişte Demokrat Parti’nin savunduğu ilkeler arasında temelde büyük çatışmalar yok” vurgulaması yaptıktan sonra şöyle devam etti:“Bugün ülkemiz çok önemli bir süreçten geçmektedir. Bunun için çağdaş, laik, demokratik cumhuriyeti, demokrasiyi, hukuku savunan güçlü bir siyasal yapıya ihtiyaç var. Bu yapı Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Özünde aynı şeyleri savunduğumuz insanlarla, kitlelerle, tarihten gelen, 50 yıl öncesinden gelen acı ve dramatik nedenleri olan bu siyasal küslüğü bitirip birleşebilmeliyiz. Bu ayrılığı bitirmek istiyoruz. Bugün Türkiye’de herkes ülkenin geleceğiyle ilgili kaygı içinde. Onun için, aynı kaygıyı taşıdığına inandığımız merkez sağdaki seçmenlere, kadrolara, bütün Demokrat Parti’ye gönül verenlere bu birleşme çağrısını yapıyorum. Daha önce de yaptım bu çağrıyı. Gittiğim her yerde tekrarladım ve tekrarlamaya devam edeceğim. Biz toplumun her kesimiyle barışan, uzlaşan bir siyaset anlayışını savunuyoruz. Türkiye’nin buna ihtiyacı olduğuna inanıyoruz.” Seçimler öncesi Bursa Umurbey’de Celal Bayar’ın mezarını da ziyaret eden Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olarak dün attığı adımın sembolik önemi çok fazla. Kılıçdaroğlu Türk siyasetinde yarım asırdan beri devam eden kan davasını bitirmeyi, merkez sağda kuşaktan kuşağa aktarılan haklı veya haksız bir algıyı değiştirmeyi, en azından gerçek anlamda barışmayı hedefliyor. Sonuç alabilir mi dersiniz?Ezber bozmaya geldimCHP lideri Kılıçdaroğlu, Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun mezarlarına ayrı ayrı çiçek bıraktı. Geçmişte yapılan hatalardan politikacıların ders çıkarması gerektiğini söyleyen Kılıçdaroğlu, “Geçmişte yapılan tüm siyasi idamların cinayet olduğunu kabul etmemiz lazım. Kişisel hiçbir hesabın içinde değiliz. Siyaset kin üzerine kurulmaz. Siyasette görüş farklılıkları olur. Bu toplumun zenginliğini gösterir” dedi. Bir gazetecinin ‘Bir ezberi bozmak için mi buraya geldiniz’ sorusuna atıfta bulunan Kılıçdaroğlu, “Evet, ben buraya bir ezberi bozmaya geldim. CHP Genel Başkanı olarak elimizde çiçekle buraya geldik. Tarih bize ders verdi. Bu ülkenin dostluğa ve barışa ihtiyacı var. Kin ve nefreti eken hiçbir siyasi anlayış başarılı olmadı” dedi.
Meclis’te temsil edilen dört siyasi parti de kamuoyu baskısıyla, zoraki de olsa yeni anayasa için geçen yıl bir uzlaşma adımı attı. Sorunlu da olsa, ağır aksak da olsa yeni anayasa çalışmaları devam ediyor.Meclis Başkanı Cemil Çiçek başkanlığındaki Anayasa Uzlaşma Komisyonu masasından şimdilik hiçbir parti kalkmış değil. Bütün partiler masada ama bu durumun ne kadar daha devam edeceği meçhul. Ayrıca kimsenin masadan kalkmaması o masadan bir sonuç çıkacağı anlamına da gelmiyor. Çünkü artık iyice ortaya çıkmış durumda ki temel kritik noktalarda o masadan uzlaşma çıkması olasılığı yok denecek kadar düşük. Örneğin, ulus tarifi, eğitim, eğitim dili ve yargı gibi konular saatli bomba gibi duruyor masada...Meclis Başkanı Çiçek, yeni anayasanın artık, toplumsal talep olmanın ötesinde bir “mecburiyet” halini aldığını söylüyor. Haklı. Darbe ve baskıcı devlet mantığının bir kaç maddeye değil, bütün maddelerine, ruhuna sinmiş bir anayasa ile Türkiye’yi demokratikleştirebilmek mümkün değil. Yönetebilmek dahi güç... Artık Türkiye’nin ihtiyacı, devleti millete karşı korumayı esas alan değil, bireyin hak ve özgürlüklerini devlete karşı güvence altına alan daha demokratik ve özgürlükçü bir anayasa. Hiçbir siyasi parti aksini söylemiyor. Bütün siyasi partiler yeni ve özgürlükçü anayasadan yana. Türkiye’nin pek çok temel sorununun çözümü de yeni anayasadan geçiyor. Bütün siyasi partiler aşağı yukarı bu noktada da hemfikir. Ancak hemfikir olmadıkları o kadar nokta var ki...Daha da önemlisi, çok ciddi güven sorunu var iktidarla muhalefet arasında.Şimdilik dört siyasi parti de uzlaşma masasında. Fakat bu masada kalma durumu, çalışmayı her ne pahasına olursa olsun sonuçlandırmak, yeni anayasa metnini tamamlamak kaygısından değil. Kaygı başka... Herkes, dört parti de biliyor ki masadan kalkan, oyun bozanlık yapmış, uzlaşmayı bozan taraf olmuş konumuna düşecek ve günah keçisi ilan edilecek. O nedenle o masadan hiçbir parti kolay kolay kalkmaz. Bugünkü gerilim ortamında anayasanın temel yapı taşları konusunda da uzlaşma sağlanabilmesi mümkün değil. Bu gerilim ortamında her partinin kendi pozisyonunundan taviz vermeye yanaşması mümkün değil.Zayıf da olsa uzlaşma için en azından siyasetteki, iktidarla muhalefet arasındaki sert çatışma ve gerilim ortamının değişmesi, havanın yumuşaması gerekiyor. Uzlaşma ile yeni anayasanın olmazsa olmaz koşulu siyasi yumuşama...Bir başka nokta acaba yeni anayasa Türkiye’nin bütün dertlerine çare olacak mı? Örneğin bölücü terörü bitirecek mi? Yeni anayasa yürürlüğe girerse Türkiye gerçekten daha demokratik olabilecek mi? Toplum ve bireyler kendilerini daha özgür ve güven içinde hissedebilecekler mi?Kuşkulu...Anayasa elbette önemli olmazsa olmaz koşul. Ama bir başka olmazsa olmaz koşul daha var: Uygulayıcı zihniyet...Uygulayıcı zihniyete çarpıcı örnek önceki gün Ankara Emniyet Müdürlüğü’nın savcılığa gönderdiği kitap yasağı talebi.Emniyetin terör ve istihbarat uzmanları oturup çalışmışlar, incelemişler ve terörle mücadele için başta 164 yıl önce basılmış olan “Komünist Manifesto” olmak üzere çok sayıda kitabın yasaklanmasını istemişler. Nazim Hikmet’ten Aziz Nesin’e kadar dünyaca ünlü yazarlarımızın kitapları yıllardan beri zaten yasak.Türkiye’deki uygulayıcı zihniyet ne yazık ki bu. Bu zihniyetle dünyanın en çağdaş, en özgürlükçü, en ileri anayasasını yapsanız ne değişir ki..?Onun için anayasadan, yasalardan önce Türkiye’nin ihtiyacı zihniyet değişiminde...
İç siyasetteki yüksek gerilim, sert çekişme ve kavgalar, terör olayları ve Suriye’deki gelişmeler uzunca bir süredir ülke gündeminin hep ön sırasını işgal ediyor.Peki hemen bütün siyasi partilerin, bütün sivil toplum örgütlerinin ve toplumun büyük kısmının ortak talebi olan yeni anayasa gündemde nasıl bir yer işgal ediyor?Ne yazık ki bu gerilimli siyasi ortam içerisinde yeni anayasa konusu gündemin alt sıralarında kalmaya mahkum.Hatta öyle ki yeni anayasa yapılacağına olan inanç da günden güne zayıflıyor.Yeni anayasa yapılması gereğinin en hararetli savunucusu olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bile gündemi şu aralar bu konudan oldukça uzak.Şu anda yeni anayasa konusu belki de sadece Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in birinci gündemi...Çiçek, her şeye rağmen, her türlü zorluğa, engelleme ve sabotaj girişimlerine karşın yeni anayasa girişimini canlı tutmaya gayret ediyor. Siyasi partiler arasındaki çok sert kavga ve gerilimlere karşı Anayasa Uzlaşma Komisyonunu’nu, dışardaki kavgadan steril, iklimi ılıman tutmaya çalışıyor.Ama işi çok zor...Çünkü siyasi gerilim ister istemez Komisyon’u, Komisyon çalışmalarını da etkiliyor.Bazı BDP milletvekillerinin terör örgütünün silahlı elemanlarıyla çektirdiği fotoğraf karesi siyasi gerilimi çok daha ileri bir noktaya taşımış durumda.Şu anda tartışma 90’lı yılları anımsatır bir eksende, BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ekseninde yürüyor. Başbakan Tayyip Erdoğan başta olmak üzere bu konuda iktidar partisinden çok sert, çok keskin açıklamalar var.Başbakan Erdoğan, BDP’li vekillere dağın yolunu gösterirken Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu daha da sert. “Bunlar artık iyice azıttı” diyen Kuzu, yeni anayasa için de artık “BDP’siz yola devam” önerisinde.Yani mutabakat anlayışı da Uzlaşma Komisyonu da çatırdıyor.Bu gelişmeleri, son bir yıldan beri adeta yeni anayasa ile yatıp, yeni anasaya ile kalkan Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le konuştuk.Umutsuz değil Cemil Çiçek, ama tartışmaların geldiği noktadan da bir hayli rahatsız. “Maalesef her sabah yeni bir sorun, yeni bir tartışma ile güne başlıyoruz. Ve bunların hiçbirini de neticelendiremeden yenilerine başlıyoruz” diyor.Peki bu ortamda Uzlaşma Komisyonu görevini yapmaya devam edebilecek mi?Şu yanıtı veriyor Çiçek:“Her şeye rağmen Komisyon biraz daha sükunet içinde yola devam edebiliyor. Dışardaki tartışmayı o masaya, yeni anayasa çalışma masasına getirmemeye bütün parti temsilcileri şimdilik özen gösteriyor. Bu işi olabildiğince götürmeye çalışıyoruz...”Acaba Çiçek bir yıl önce olduğu kadar umutlu mu uzlaşma ile yeni anayasa yapma çalışmasından?Soruyu yanıtlarken “Mecburiyetimiz var” diye söze başlıyor Çiçek ve şöyle devam ediyor:“Yeni anayasa ihtiyacı umut değil, realite. Bu konuda bir birbuçuk sene önce toplumsal talep vardı. Şimdi ise mecburiyet var. Bu masa (Anayasa Uzlaşma Komisyonu) etrafındaki dört siyasi parti ne yapıp edip mevcut anayasayı değiştirmek, sivil, demokratik, çağdaş bir anayasa yapmak durumunda. Toplumun, sivil toplum örgütlerinin de bu talebi canlı tutması lazım. Bu çalışmaları takip etmesi, gözetlemesi lazım, sivil toplum örgütlerinin ve toplumun. İşi savsaklayanı da cezalandırması lazım.”Yeni anayasanın neden mecburiyet haline geldiğiniz de şu şekilde özetliyor Meclis Başkanı:“Bakın şimdi bu mevcut anayasayı yapanları yargılıyoruz biz. Ama bu yargılamayı da o anayasadan yetki alarak yapmaya çalışıyoruz. Bu izahı mümkün olmayan bir garabettir. Onun için yeni anayasa mecburiyettir. İkincisi, daha fazla demakratikleşme, sivilleşme diyorsak günümüz Türkiye’sinin daha iyi yönetilmesini istiyorsak yine yeni anayasa mecburiyeti var...”Mecburiyet var ama siyasi gerilimin bu denli yükseldiği bir ortamda partiler arası uzlaşma nasıl sağlanacak?Umut gerilimin düşmesi. Ama o da kolay olmayacak gibi...
Adalet ve Kalkınma Partisi’nde yeni dönem için geri sayım başladı. 30 Eylül günü yapılacak kongre için hazırlıklar tüm hızıyla devam ediyor. Bu kapsamda Başbakan Tayyip Erdoğan bugün partisinin genel merkezinde genişletilmiş grup toplantısı yapacak. Toplantıya milletvekillerinin yanısıra partinin kurucular kurulu üyeleri de katılacak.Parti tabanında yapılan nabız yoklamalarının ardından bugünkü toplantıda milletvekili ve kurucular kurulu üyelerinin de görüşü alınacak. Onlar arasında da bir anket düzenlenecek ve yeni dönemde parti yönetiminde kimleri görmek istedikleri sorulacak.Aslında yeni dönemin parti yönetimi yapılanması ve hükümet değişiklikleri konusunda Başbakan Erdoğan’ın kafasında bir kurgu var. Bu kurgunun temel taşlarının değişmeyeceği biliniyor. Ancak gelen çoğunluk talepleri doğrultusunda belki bazı isimler yer değiştirebilecek veya unutulan bir kaç isim parti yönetimine alınacak.30 Eylül kurultayında Erdoğan son kez genel başkan seçilecek. Yine kendisinin de açıkladığı gibi normal koşullarda 2015 yılında yapılacak olan milletvekili seçimlerinde de tıpkı partinin önde gelen diğer kurucuları, önde gelen isimleri gibi aday da olmayacak Erdoğan.Aslında milletvekili adayı olmaması diğer isimler gibi Erdoğan açısından da aktif siyasetin dışında kalma anlamı taşımıyor. Çünkü Erdoğan, muhtemelen seçimlerden bir yıl önce 2014 yılında süresi dolacak olan Abdullah Gül’ün yerine Cumhurbaşkanlığı için aday olacak ve büyük ihtimalle de seçilecek.Zaten 30 Eylül kongresinin kritik önemi de bu noktadan kaynaklanıyor. Başbakan Erdoğan, 2014 ve sonrasına ilişkin planlamalarına uygun olarak partisini ve hükümetini yeniden yapılandırmaya başlayacak.Yeni dönemin temel yapı taşları bu kongrede döşenecek. Has Parti’den gelecek Numan Kurtulmuş ve DP’nin eski genel başkanı Süleyman Soylu’nun parti yönetiminde görev almaları sürpriz olmayacak. Fakat asıl önemli olan mevcut kadrolardan kimlerin parti yönetiminde kilit görevlere geleceği...Bu isimler 2014’e kadar “Usta”nın (Tayyip Erdoğan) yanında staj görecekler, tecrübe kazanacaklar.Kongrede parti yönetiminin yeniden şekillendirilmesinin ardından milletvekilleri için asıl heyecanlı süreç başlayacak.Kabine revizyonu...Kabine revizyonunun kapsamlı olacağı yönündeki beklenti yüksek. Tabii ki beklentinin yüksekliği biraz da bakanlık bekleyenlerin sayısının çokluğundan kaynaklanıyor. Üç dönemdir her kabine değişikliği öncesi yürekleri pır pır eden ama bir türlü kırmızı plakaya kavuşamamış, ağır hayal kırıklıkları yaşayan bazı önemli isimler, acaba giderayak bakan olabilecekler mi?Ama asıl önemlisi Erdoğan’ın kendisinin Çankaya’ya çıkmasının ardından hükümette ve parti yönetiminde etkin görevler almasını düşündüğü isimlerden kimlere görev verecek?Özetle Erdoğan 30 Eylül kongresiyle başlayacak süreçte Çankaya planlarına uygun bir yeni yapılandırma gerçekleştirecek. Parti ve hükümet vitrinini yenileyecek. İktidar partisini ve Türkiye’ye 2023 vizyonuna götürecek kadroyu işbaşına taşıyacak.Tabii ki bu planlara esas olan denklemin bir bilinmeyeni var. Halen Cumhurbaşkanlığı görevini yürütmekte olan Abdullah Gül’ün nasıl bir planlama içinde olduğu.Elbette Tayyip Erdoğan’la bir yarış veya kavga içine girmeyecek Gül. Ama Erdoğan’ın aday olması halinde eğer partinin başına dönerse acaba Erdoğan’ın şekillendirdiği kadro ile mi yola devam edecek?Zayıf ihtimal...
Hiçbir kurum, hiçbir dönemde toplumun yüzde yüz güvenine mazhar olmamıştır. Olması da zaten beklenmez. Ancak bazı kurumlar var ki onlara duyulan güvenin aşınmaması, aşındırılmaması son derece önemli.Toplumsal güven konusunun önemli olduğu kurumların başında hiç kuşku yok yargı geliyor.Bu zaten genel kabul gören bir doğru. Öteden beri iktidarıyla muhalefetiyle siyasetçilerin de toplumsal kanaat önderlerinin de hatta sıradan insanların da dile getirdikleri genel bir gerçek. Basmakalıp “et-tuz” örneği de hep verilir bu konudda. Bu örnekle, yargı, haksızlığa uğradığını düşünen bireyler açısından olduğu kadar, kamu düzeni ve toplumsal barış ve istikrar için de yargının son sigorta işlevi gördüğü anlatılmak isteniyor.O nedenle, kuvvetler ayrılığı kuralının önemi vurgulanıyor, bağımsız ve tarafsız yargı üzerine hararetli tartışmalar yapılıyor.Ama yargının tutumu hemen her dönemde tartışma konusu olmaya devam ediyor.Ya, “bağımsızlığı” tartışma konusu ediliyor ya da “tarafsızlığı”...Özellikle son yıllarda ülke gündeminin en önemli maddeleri arasında yerini koruyan geniş kapsamlı siyasi davalar konu olduğunda tarafsızlık tartışması daha da alevleniyor.Aslında belki sırf bu döneme ait değil, geçmiş dönemlerde de örneğin 28 Şubat sürecinde de, ondan önceki sancılı süreçlerde de yargının hakim siyasal rüzgarlara paralel bir duruş sergilediği yönünde çokça örnek bulunabilir. Fakat bu dönem tartışma, çok daha ciddi boyutlara varmış durumda. Özellikle de özel yetkili yargı uygulamaları, daha doğrusu Silivri üzerinden yürüyen tartışma ister istemez siyasetle yargı kurumunu karşı karşıya getiriyor.Dünkü adli yıl açılış töreninde Yargıtay Başkanı Ali Alkan’ın yakındığı siyaset-yargı gerilimleri ilk değil, son da olmayacak.Ancak dün Ali Alkan’ın yakındığı son durum çok çarpıcı. Anamuhalefet partisi ile yargı arasındaki “Silivri” tartışması öyle sık rastlanabilecek bir örnek değil. Kılıçdaroğlu’nun özel yetkili yargı ile ilgili sözleri de yargının verdiği yanıt da normal, sıradan bir gelişme değil kuşkusuz.O nedenle dün Yargıtay Başkanı üstü örtülü biçimde bu tartışmaya değiniyor ve Kılıçdaroğlu’nu uyarıyor:“Yargı, üzerinden siyasi söylem geliştirilecek, popülizm yapılacak bir alan değildir...”Kılıçdaroğlu’nun buna yanıtı elbette vardır. Fakat Ali Alkan’ın konuşması, eleştiri ve yakınmaları aslında genel doğruların, olması veya olmaması gerekenlerin altını çiziyor.Fakat uygulamaya, özellikle de özel yetkili yargı alanındaki uygulamalara bakıldığında yargıya yönelik eleştirilerin tümüyle haksız ve yersiz olduğu söylenebilir mi?Hayır...Örneğin yargı tartışmalarını siyasal tartışma gündeminin ilk sıralarına taşıyan Silivri’deki uygulamalar...Çifte standart iddiaları...Bu davalardaki sahte; uydurma delil tartışmaları...Bir önceki dönemde PKK terör örgütüne üyelik isnadıyla tutuklu yargılanan kişiyi, milletvekili seçilmesinden sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakan yargının, şimdi Haziran 2011’de seçilen Ergenekon, ve Balyoz davalarındaki tutuklu milletvekilleri için tutuksuz yargılama, adli kontrol mekanizmasını işletmemesi... Ya da 15 yıl önce (28 Şubat) işlendiği iddia olunan darbe suçuyla ilgili yapılan tutuklamalar... Bu yargılama tutuksuz yapılamaz mıydı?Bu ve benzeri tartışmalı yüzlerce örnek var. Ve ne yazık ki bu örnekler yargıya, yargı kurumuna olan güveni ciddi biçimde aşındırıyor.Yargıtay Başkanı Alkan, bu tür iddia ve eleştiriler konusunda da şunu söylüyor dünkü konuşmasında:“Yargıya yönelik şikayetlerin yaygınlık kazanması, her durumda şikayetin haklılığını göstermez. Hatta bazen şikayet sahiplerinin yaygınlaşmış haksızlıklarına işaret edebilir...”Haklı olabilir Alkan. Ama bu doğru tesbit ne yazık ki, durumu değiştirmiyor. Silivri yargılamalarındaki iddia ve yaygınlık kazanan soru işaretleri yargı açısından ciddi bir güven sorunu haline dönüşmüş durumda bugün.Çünkü bazı uygulamalar, akla ve mantığa uymadığı gibi vicdanlara da sığmıyor...***** Vatan 10 yaşında... 2000’li yıllar Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve sosyal açıdan yaşadığı derin ve köklü değişim ve dönüşüm yılları oldu.İşte bu değişim ve dönüşümün ivmelenmeye başladığı süreçte, 4 Eylül 2002’de yayın hayatına başladı Vatan Gazetesi. Dinamik haberciliği, araştırma ve yorumlarıyla kısa sürede Türk basını içerisinde etkin bir yer edinen ve bu oldukça sancılı, kritik değişim ve dönüşüm sürecine ayna tutan Vatan bugün 10 yaşında. Dileğim, kuruluşundan itibaren görev yaptığım gazetem Vatan’ın tıpkı batı ülkelerindeki örnekleri gibi 100. ve sonraki kuruluş yıllarını da kutlayabilmesi...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ciddi bir kulak rahatsızlığı geçiriyor. Rahatsızlık yeni değil, başlangıçta muhtemelen etkili bir tedavi için zaman ayrılabilseydi bu sıkıntıdan şimdiye çoktan kurtulmuş olacaktı.Fakat Cumhurbaşkanı Gül, devlet işlerini aksatmamak için rahatsızlık her nüksettiğinde tedaviyi kısa kesti. Ve rahatsızlık kronikleşti. Şimdi doktorlar bir anlamda kontrolü ele almış durumda. Tedavi tamamlanıncaya kadar Cumhurbaşkanı, Hacattepe Hastanesi’nde tutuluyor.Ancak, bu arada bölücü terör başta olmak üzere bazı konular, bazı toplantılar var ki o noktada doktorlar heyetinin otoritesi sıfırlanıyor.Gül’ün çok önemsediği ve “Başkomutan” sıfatıyla bu yıl ilkini gerçekleştirmeyi planladığı 30 Ağustos resepsiyonu iptal edildi. Yarın yapılacak törenlere de katılamayacak Cumhurbaşkanı.Ama ülkenin en yakıcı, en önemli gündemi olan terör ve Suriye ile ilgili görüşme ve toplantıları aksatmadı. Önceki gün hastaneden Köşk’e gelerek Başbakan Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’le iki saati aşkın bir toplantı yaptı. Dün de kritik Milli Güvenlik Kurulu toplantısına başkanlık etti.Normal günlerden geçiyor olsaydık, normal bir MGK toplantısı olsaydı muhtemelen hem önceki günkü görüşme hem de dünkü MGK ertelenebilirdi. Ama Türkiye her anlamda kritik bir süreçten geçiyor.Suriye ile ilgili gelişmeler son derece hassas bir noktada. Cumhurbaşkanı Gül bu konudaki gelişmelerin her adımında bilgi alıyor.Daha da önemlisi bölücü terör...Zaten dünkü kritik MGK’nın temel gündemini de bu iki temel konu oluşturuyordu.Evet PKK terörü ile mücadele konusunda Türkiye önemli bir süreç yaşıyor. Bu süreçte elbette güvenlik plotikaları, temel strateji sil baştan değiştiriliyor değil. Mücadele bugüne kadar olduğu gibi yine devletin tüm güvenlik ve istihbarat birimleriyle tam bir koordinasyon ve kararlılık içinde sürdürülecek.Sorun, beli kırıldı kırılacak denilen terörün ne zaman ve nasıl minimize edilebileceğinde...Tabii ki bu arada Kürt sorunu ile terör ve PKK sorununun birbirine karıştırılmamasında.İster istemez karışıyor, iç içe geçebiliyor. Demokratikleşme yönünde atılması planlanan pek çok adım terör ortamında ertelenmek durumunda kalıyor.Bundan yaklaşık bir yıl önce, devletin en üst makamından dinlemiştik ama “yazılmamak” kaydıyla.PKK terörünün tırmanış gösterdiği yaz aylarında hükümetin politıkasında sert bir dönüş gözlenmişti geçen yıl. Başbakan’ın üslubu sertleşmiş, güvenlikçi söylem ve politikalar ön plana çıkmıştı. O yüzden şunu sormuştuk:“Demokratik açılım deniyordu, anaların göz yaşı dinsin isteniyordu. Bunun için terör örgütünün yöneticileri ile üst düzey devlet görevlileri müzakere masasına dahi oturmuşlardı. Şimdi birden sanki 90’lı yıllara dönülüyor. Açılım sonuç vermediği için mi?”“Hayır” yanıtını almıştık.Durum şu şekilde açıklanmıştı o gün:“Terör örgütü ve sivil, legal uzantıları, açılımı, demokratikleşme adımlarını çok yanlış değerlendirdiler. Çok şımardılar. Terörü tırmandırarak, kamu düzenini bozarak devleti dize getirebilecekleri zehabına kapıldılar. Çok şımardılar. Devletin elinin gerektiğinde çok ağır olabileceğini görmeleri lazım. Şimdi terör örgütüne yönelik çok sert bir cezalandırma uygulanıyor. Örgütün beli kırılacak. Ondan sonra tabii ki demokratikleşme ve Kürt sorununun kalıcı biçimde çözümü yönünde adımlar siyasi partilerimizin ve toplumumuzun azami mutabakatıyla hayata geçirilecek.”Bugün gelinen nokta mı?Değişen pek bir şey yok. Hala aynı noktadayız.Önce terör örgütünün beli kırılacak, ardından demokratikleşme ve Kürt sorununun kalıcı çözümü...
Meclis Başkanı Cemil Çiçek, dün tüm siyasi partilere, sivil toplum örgütlerine ve kamuoyuna çok önemli bir çağrı yaptı. Çağrı, aklı başında hiç kimsenin reddedemeyeceği türden bir teklif aslında. Teröre karşı ortak duruş öneriyor Meclis Başkanı. “Hayır ben karşı değilim” diyebilecek var mı?Kuşkusuz yok.“Hem teröre hayır diyelim, hem de kişisel hak ve özgürlüklere saygıyı daha da güçlendirelim” diyor Cemil Çiçek.Bu da normal olarak kimsenin reddedemeyeceği bir teklif.11 maddelik ortak mutabakat ilkeleri sıralıyor Cemil Çiçek ve bunu Meclis’te temsil edilen dört siyasi partinin yanısıra Meclis dışı tüm partilerin ve sivil toplum örgütlerinin bilgisine sunuyor. Bu çerçevede ortak bir siyasal ve toplumsal birlik öneriyor.Çiçek, “Teröre Karşı Ulusal Mutabakat” bildirgesinde sıraladığı temel ilkeleri, bugün Meclis’te temsil edilen siyasi partilerin 2011 seçimlerine girerken açıkladıkları bildirgelerde yer alan ortak ifadelerden derlediğini söylüyor.Yani bu yönüyle de açıklanan mutabakat metnindeki temel ilkeler, AKP’nin de MHP’nin de CHP’nin de savunduğu topluma taahhüt ettiği temel ilkeler.Peki bu durumda Çiçek’in çağrısı, muhatapları, iktidarıyla muhalefetiyle en azından Meclis’te temsil edilen siyasi partiler tarafından hemen benimsenip “bu bildirgenin altına biz de imzamızı atıyoruz” tepkisi alabilecek mi?Normal olarak alabilmesi gerekiyor. Ama ne yazık ki alamayacağı dün ilk anda belli oldu. İlk tepkiyi sıcağı sıcağına anamuhalefet partisi CHP verdi.Çağrıyı, çok sert ifadelerle eleştirip, bu 11 maddelik mutabakat metninin de hükümet tarafından Meclis Başkanı’na dikte ettirildiğini iddia etti CHP sözcüsü Haluk Koç.Bu Meclis Başkanı’na yapılabilecek, en azından bu konuda yapılabilecek büyük haksızlık...Ayrıca, Çiçek’in bu girişimi hükümetin bu konudaki tutumundan çok CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun MHP’nin katı tutumu nedeniyle sonuçsuz kalan terör ve Kürt sorununun çözümü konusundaki siyasal ve toplumsal mutabakat çağrısına daha yakın.Kılıçdaroğlu da bütün siyasi partilere “Gelin ülkenin bu en önemli sorununun çözümü için, akan kanı durdurmak, anaların gözyaşını dindirmek için bir masa etrafında buluşup ortak çözüm üretelim” dememiş miydi?Demişti.Şimdi benzer bir çağrıyı Cemil Çiçek yapıyor.Bu kez de CHP, Çiçek’i eleştiriyor, suçluyor...MHP’nin gündemi ise daha farklı. MHP, Şemdinli kırsalında silahlı PKK militanlarıyla kucaklaşan BDP milletvekillerinin nasıl cezalandırılabileceğinin, nasıl yargılanabileceğinin hesabında.Özetle Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu bu terör meselesi, her ne kadar partiler üstü, güncel siyasetin ötesinde diye tanımlansa da bütün siyasi aktörlerin bu meseleye yaklaşımı kısa vadeli siyasi çıkar hesapları ve oy kaygılarına dayalı. İktidar da bu kaygıları taşıyor, muhalefet de...Cemil Çiçek, “dünyada bunun örnekleri var, bizde de ulusal mutabakat sağlanması gerekir” diyor ama bizim kendimize özgü, kısa vadeli oy hesaplarına dayalı gelenekselleşmiş, çatışmacı siyaset yapma biçimini aşabilmek çok zor...