Deyim yerindeyse Türkiye, Suriye konusunda artık geri dönüş ve son çıkış noktasını çoktan geçmiş durumda. Esad rejimi durdukça Suriye ile ilişkilerde en ufak bir yumuşama olmayacağı kesin.
Hatta görüştüğümüz bir yetkili, “önümüzdeki süreçte belirli şartların yerine getirilmesi durumunda İsrail’le bile ilişkiler normalleşme yoluna girebilir. Ama Suriye ile bugünkü yönetim işbaşında olduğu sürece asla” diyor.
Türkiye gerek ABD’deki seçimler nedeniyle Obama yönetiminin içe kapanması, gerekse de Avrupa’nın duyarsızlığı yüzünden bugün yalnız kalmış veya “fazla ileri gitmiş” bir görüntü içinde de olsa yoluna tavizsiz devam edeceğini her eylemiyle dünyaya ilan ediyor.
Türkiye Suriye’deki ayaklanmanın yaygın kitle gösterileri biçiminde ilk başladığı, çatışmaların yaygınlık kazanmadığı anda refleks göstermiş ve tavrını belirlemişti. Fakat asıl kırılma noktası, büyükelçilerin bile çekilmesinden sonra yaşanan uçak düşürme olayında yaşandı.
Yerel seçimlerin öne alınmasına ilişkin anayasa değişikliği henüz gerçekleşmiş değil ama MHP’nin net desteği sonucu herkes biliyor ki artık yerel seçimlerin 2013 yılı sonbaharına alınacağı kesin. İktidarın da muhalefetin de planları buna yönelik.
Türkiye 2013 yılı sonbaharından itibaren her yıl bir seçim yaşayacak. Önce mahalli idare seçimleri, ardından cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015’te de milletvekili genel seçimleri...
Bu üç kritik seçimin siyaseti de ekonomiyi de şu veya bu ölçüde etkileyeceği kesin. Ancak etkinin, ülkenin seçim atmosferine bu kadar erken girmesi beklenmiyordu. Seçim rüzgarlarının 2013 yılı ilkbahar aylarından itibaren esmeye başlayacağı tahmin ediliyordu.
Fakat öyle olmadı. Bu durumda muhtemelen 2013 yerel seçimlerinin kritik önemi etkili oldu.
Suriye ile yaşanan gerilim geçen hafta itibariyle doruğa çıkmış durumda. Akçakale’ye düşen top mermisi ile 5 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının hayatını kaybetmesi, 12 kişinin de yaralanması Ankara’da bardağı taşırdı.
Askeri karşılık anında verildi.
Bununla da yetinilmedi, devletin zirvesinde gerçekleştirilen üst üste toplantıların ardından hemen ertesi günü Türkiye Büyük Millet Meclisi, saat 10.00’da olağanüstü toplanarak, hükümete savaş yetkisi veren tezkereyi gizli oturumda görüşerek kabul etti.
Fakat ne verilen askeri karşılıklar ne de savaş tezkeresi, top mermilerinin sınırın bu tarafına düşmesini engelleyemedi.
“Uzlaşma” bütün siyasi aktörlerin, siyasi parti genel başkanlarının hemen hepsinin dilinde. Ama sadece dilinde, laf olsun, kamuoyu istiyor diye söylenmiş bir söz. Gerçekte ise en azından bugün kimsenin uzlaşmadan yana olmadığı açık. Karşılıklı olarak yapılan çağrıların samimi olduğunu söyleyebilmek güç. Oysa uzlaşma gerektiren, uzlaşması istenilen mesele Türkiye’nin bir numaralı yakıcı meselesi.
“Kürt meselesinin kalıcı çözümü” için uzlaşma aranıyor, “Akan kanın durması için” uzlaşma isteniyor. Buna itiraz etmek mümkün mü? “Kan akmaya devam etsin” denebilir mi?
O yüzden bütün taraflar uzlaşmadan yanaymış gibi gözüküyorlar ama gerçekçi değil.
Örneğin Başbakan Tayyip Erdoğan, üç gün önce partisinin kongresinde, CHP’ye önce 1930’lu, 40’lı yılların tek parti iktidarı dönemindeki uygulamalar nedeniyle yüklendi. CHP’nin tarihine, geçmişine, bugününe demediğini bırakmadı, genel başkanına çok ağır ifadelerle yüklendi. Ardından da terör ve Kürt sorununun çözümü için işbirliği çağrısı yaptı. Eleştiri ve suçlamalarını dünkü grup toplantısında da sürdürdü Erdoğan.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Meclis’in açılış törenlerinde yaptığı konuşmalar hep mesaj yüklü olmuştu. Her defasında ülkenin önemli bir veya bir kaç meselesini seçmiş ve bu konuda mesaj ve uyarılarını vermişti Meclis’e, hükümete ve kamuoyuna.
İki yıl önce ilk defa devletin üst makamından Meclis kürsüsünde sorunun adı konmuştu. “Kürt meselesi” demişti Cumhurbaşkanı Gül ve çözüm için Meclis’in ortak çaba içine girmesini önermişti.
Geçen yıl “Yeni anayasa” dedi Cumhurbaşkanı Gül. Dünkü konuşmasında bunlara ek olarak çok önemli, çok kritik konularda yeni mesaj ve uyarıları da vardı.
Yeni anayasanın bütün partilerin yüzde yüz anlaşması ile yapılabilmesinin güçlüğüne değinen Gül, “herkesin hak ve hürriyetlerini garanti altına alan, kimsenin kendisini dışlanmış hissetmeyeceği yeni bir vatandaşlık mukavelesini gerçekleştirmenin” önemine işaret etti.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dünkü genel kurulunda son kez genel başkanlığa aday olduğunu belirterek partililerle, delegelerle helalleşti.
Bu helalleşme bir anlamda vedalaşma diye adlandırılıyor. Ama tam da öyle değil. Öyle olmadığı da yine Erdoğan’ın şu sözlerinden anlaşılıyor:
“Allah ömür verirse farklı görevler, farklı unvanlar altında yine bir olacağız, yine beraber olacağız...”
Yani sadece genel başkanlığa veda ediyor Erdoğan. Tüzük gereği bu dönem son, diyor. Ki, milletvekilliği için de seçimlerde aynı şeyi söylemişti. Bir sonraki dönemde milletvekili adayı da olmayacak.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yaklaşık üç aylık yaz tatili bu hafta bitiyor. Pazartesi günü mesai, kaldığı yerden devam edecek. Kalınan yer terördü, yeni dönemin ana gündemi kuşkusuz yine terör olacak.
Aslında siyaset tatilde değildi, aksine Meclis’in yaz tatili boyunca fazla mesai yaptığı da söylenebilir. Tek eksik her salı yapılan olağan grup toplantıları ve liderlerin karşılıklı salvo atışları oldu geçen üç aylık tatil süresinde. Ki onu da genel başkanlar buldukları hemen her fırsatta birbirlerine karşı en ağır ifadelerle yüklenmeye devam ettiler. Şimdi 1 Ekim’den itibaren bu durum yine üç ay öncesine dönecek, resmi grup toplantısı şovlarıyla siyasal gerilimi karşılıklı olarak tırmandırmayı sürdürecek genel başkanlar.
Oysa ülkenin gündemi, karşı karşıya olunan yakıcı sorunlar, gerilimi ve kutuplaşmayı değil, aksine uzlaşmayı, bütünleşmeyi gerektiriyor. Yeri geldiğinde “uzlaşma”, “mutabakat”, “elini taşın altına koymak” sözcükleri de genel başkanların ağzından bol bol işitiliyor. Ama sadece lafta.
Örneğin bölücü terörle mücadele ve Kürt sorununun çözümünün (MHP böyle bir sorunun varlığını kabul etmediği gibi, konuşulmasından dahi rahatsız oluyor) toplumsal ve siyasal uzlaşmayla sağlanabileceğini söylüyor genel başkanlar. Ama daha bunu söylerken bile cümlenin hemen devamında muhataplarına yönelik çok ağır suçlamalar ve hakarete varan ifadeler geliyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hafta sonunda yapılacak olan olağan kongresi, Başbakan Tayyip Erdoğan açısından önemli.
Çünkü genel başkan olarak gireceği son kongre ve bu kongrede Erdoğan, kendisinden sonraki dönem için partinin temel yapı taşlarını yeniden döşeyecek.
Kongre, elbette Türkiye ve Türk siyasetinin geleceği açısından da önem taşıyor. Bu kongrenin ülkenin geleceğini etkileyecek sonuçları da olacak.
Örneğin bugün ülke yönetiminde etkin rol oynayan siyasi aktörlerin bir bölümü muhtemelen koltuklarını kaybedecek ve yeni isimler yeni yüzlerle tanışacak Türkiye.