PKK’nın terörü, yaygınlaştırıp tırmandırmasıyla başlayan yeni süreçte askeri açıdan terör örgütüne içerde ve dışarda darbe vurma planlarının yapıldığı bir ortamda gündeme düşen Oslo kasedi Ankara’yı bir hayli karıştırdı.Bir yandan bu gelişmenin doğurduğu siyasi polemik, diğer yandan istihbarat ve güvenlik zaafiyetleri yeniden masaya yatırıldı.Bu arada bir süredir zaten kesilmiş olan terör örgütü ve İmralı’daki lideri ile görüşme trafiği, barışçıl çözüm arayışları da en azından şimdilik gündem dışı.Peki bu noktadan sonra ne olacak?Hükümet “açılım sürecini” unutacak, doğrudan veya dolaylı temas kanallarını kapatacak ve tümüyle güvenlik ve askeri tedbirleri mi esas alacak?Bundan sonra artık terör örgütünün bütün mensupları “etkisiz” hale getirilinceye kadar PKK ile temas olmayacak mı?Kürt sorununun çözümü gündemin alt sıralarına indirilip, “önce terör bitsin, sonra bu mesele” mi denecek?Yoksa kamuoyunun Oslo kasedine verdiği yumuşak tepki dikkate alınarak barışçıl çözüm yollarının yeniden denenmesi mi gündeme gelecek?Gündemdeki bu soruları hükümette ve AKP yönetiminde etkili bazı isimlerle konuştuk.AKP, kamuoyuna karşı açıkça ifade etmiyor olsa da CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımından memnun. Görüşme kayıtlarının internete sızdırılmasından ise PKK sorumlu tutuluyor. PKK ve Öcalan’la görüşme yapılmış olmasından pişmanlık duyulmuyor. Ancak devletin, “ülkede barış güvenlik ve kardeşliğin sağlanması, daha fazla kan ve gözyaşı dökülmesinin önlenebilmesi için örgüt yöneticileri ile temas kurmasının” terör örgütü tarafından çok yanlış değerlendirildiği düşünülüyor.Bu konuda şunları söyledi bir AKP yöneticisi:“Kanı durdurabilmek için bütün opsiyonlar tanındı. Bu görüşmelerden bir sonuç çıkar, barış ve kardeşlik ortamı tesis edilebilir mi diye KCK operasyonları bile geciktirildi. Bütün bunlar anaların gözyaşı dinsin diye, barış ve huzur ortamı sağlanabilsin diye yapıldı.Ama maalesef terör örgütü bu durumu tersten okudu, ‘Biz vurdukça taviz koparabiliyoruz, istediğimizi vermeye mecburlar’ gibi çok yanlış bir algıya vardılar...”“Silahla, terörle bir yere varamayacaklarını anlayamadılar” diyor bir başka yetkili isim ve ekliyor:“Artık terör örgütüne anladığı dilden çok iyi bir ders verilecek. Önümüzdeki dönemde çok önemli gelişmeler olabilir...”Kastedilen gelişme teröre karşı uygulanacak askeri önlemlerin şiddetlenmesi. Bu çerçevede gerek ülke sınırları içerisindeki terör yuvalarının temizlenmesi, gerekse de Kuzey Irak’taki örgüt kamplarının hava harekatlarına ek olarak etkili bir kara harekatıyla temizlenmesi de gündemde.Bu arada açılım süreci ne olacak? Kürt sorununun çözümü nasıl gerçekleşecek?“Açılım süreci durmuş değil, bu süreç dinamik bir şekilde devam edecek” diyor konuştuğumuz AKP’liler. “Ama PKK’nın ağır bir biçimde cezalandırılması” bugünün öncelikli konusu.Askeri ve güvenlik tedbirleri ile bu cezalandırma işlemi yürütülürken diğer yandan da Meclis’in 1 Ekim’de başlayacak yeni yasama dönemiyle birlikte demokratik açılım hızlandırılacak.“Kürt meselesinin çözümü veya açılım bugünden yarına gerçekleştirilebilecek bir iş değil, tedrici bir süreç” diyor AKP’li yetkili ve devam ediyor:“Bunun için akan kanın durması önemli. İkincisi atılacak adımlar konusunda şu hassas dengenin gözetilmesi çok önemlidir:‘Türkleri ikna etmek - Kürtleri tatmin etmek’. Bu dengeyi gözetmeden hiçbir yere varılamaz.”Peki bu noktadan sonra barışçıl çözüm için PKK ile tekrar görüşme yapılır mı?“Bugünkü ortamda olmaz” deniyor.Düne kadar böyle bir görüşme için belki devletin güven arttırıcı bir takım adımlar atması gerekiyordu. Ama şimdi PKK’nın iyi bir ders alması gerekiyor. Silah bırakmaktan başka alternatifinin kalmadığını görmesi gerekiyor...”Evet yeni bir görüşme süreci için kapı tümüyle kapalı değil ama öncelik, örgütü pes ettirecek şiddette bir askeri cezalandırmada...
PKK ile yapılan gizli görüşme kayıtlarının açığa çıkması pekçok açıdan skandal niteliğinde bir olay.Bu kayıtların açığa çıkmasının, Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümeti siyasal açıdan sıkıntıya düşürdüğüne kuşku yok. Görüşmeyi gerçekleştirenler açısından ise daha ciddi sıkıntılar sözkonusu. Başbakan Erdoğan ve hükümet açısından en önemli sıkıntı, PKK ile pazarlık yapıldığı iddialarına 13 - 14 ay önce verdiği çok sert tepki, iddia sahibi muhalefet liderlerine yönelik “şerefsizlik” suçlaması. İkincisi, Başbakan’ın bugüne kadarki en önemli savunması “PKK lideri ile görüşme yapılıyorsa bile bunun hükümetimizle ilgisi yok. Görüşmeyi devlet kurumları yapıyor” biçimindeydi. Ancak Oslo tutanaklarına göre bu savunma, gerçeği yansıtmıyor. Çünkü dönemin Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olarak yurtdışındaki görüşmeye katılan şimdiki MİT Müsteşarı Hakan Fidan, bu görüşme için kendisini doğrudan Başbakan Erdoğan’ın görevlendirdiğini söylüyor...Bunlar Erdoğan ve hükümet açısından elbette önemli sıkıntı noktaları. Zaten muhtemelen bu yüzden görüşmeler yine Erdoğan’ın bilgisi dahilinde bir noktada kesilmiş, “açılım” süreci sekteye uğramıştı. Çünkü attığı her adımın toplumdaki, seçmen nezdindeki yansımasını bilimsel metotlarla ölçen AKP, bir yıl önceki açılım süreci ile Abdullah Öcalan’la görüşme trafiği iddialarının oy erozyonuna yol açtığını saptamıştı. Muhtemelen o kaygı hem açılım sürecinin, hem de PKK ile yürütülen doğrudan görüşme trafiğinin kesilmesine neden oldu. Hatırlamakta yarar var; Erdoğan hem geçen yılki 12 Eylül anayasa referandumu kampanyasının son dönemini, hem de bu yılki seçim kampanyasını ağırlıklı olarak PKK nefreti üzerine oturttu. Kürt sorunu konusundaki söylemini değiştirip, daha şahin, daha milliyetçi bir çizgiye yöneldi. Sonuçta her iki oylamada da zafer Erdoğan’ın oldu.Bu strateji sonuç verdi.Aksi olsaydı, Erdoğan politikasını, duruşunu hiç değiştirmeseydi, “açılım süreci ve Öcalan görüşmeleri” AKP’ye acaba oy kaybettirir miydi?Ülkede bugün hakim olan havaya bakılacak olursa kaybettirmeyecekmiş gibi gözüküyor. Ya da en azından bugün itibariyle durum öyle.Çünkü, “Oslo kasedi” diye adlandırılan PKK’lılarla pazarlık kayıtlarının ortaya dökülmesi Türkiye’de kıyameti koparmadı. Muhalefetten, sivil toplum kuruluşlarından, basından büyük bir karşı çıkış olmadı. CHP Genel Başkanı’nın görüşme yapılmasına değil, bunun biçimine ve Erdoğan’ın tavrına itirazı olduğu anlaşılıyor. BDP doğal olarak çok memnun, “devam edilsin” çağrısı yapıyor.Karşı çıkan sadece MHP. Devlet Bahçeli ortaya çıkan bu gelişmeyi çok sert, ağır ifadelerle eleştiriyor. “İhanet” olarak niteliyor. Ki o da sürpriz değil.Ama onun ötesinde kamuoyunda kıyametler kopmuyor, yer yerinden oynamıyor.Bu açıdan bakıldığında pekçok sıkıntısının yanısıra görüşmelerin deşifre olması hayırlı sonuçlara da neden olabilir. Hükümeti açılım konusunda cesaretlendirebilir. En önemlisi de kesilen doğrudan görüşme trafiğinin yeniden başlaması noktasında siyasi iktidarı cesaretlendirebilir. Tabii ki bunun koşullarının tam olarak olgunlaşması, PKK’nın askeri açıdan sindirilip, kolunun kanadının kırılması, terör eylemlerinden vazgeçmeye zorlanması halinde...
Ankara PKK’ya karşı düzenlenmesi öngörülen sınır ötesi askeri operasyonu tartışırken yaklaşık 1,5 yıl önce kaydedildiği anlaşılan bir ses kaseti ortalığı karıştırdı.Aslında internete düşen ses ve görüntü kayıtları artık Türkiye için, Türk siyaseti için sıradanlaşmıştı. Öyle ya internete konulan bir görüntü kasediyle anamuhalefet partisinde lider değişikliği oldu. Seçime çeyrek kala yine art arda internete düşen görüntü kasetleriyle bir başka muhalefet partisinin kolu kanadı kırıldı. Parti yönetiminin yarıdan çoğu istifa etmek zorunda kaldı.Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilgili ise neredeyse haftada bir ses kasedi düşüyor internete. Son olarak da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bile üzerinde değerlendirme yapma gereği duyduğu istifa eden eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in konuşma bandı yayınlanmıştı internette ve gazete manşetlerinde.Bütün bunlar olurken belki bazıları bu gayri hukuki, gayri ahlaki yöntemlerle ulvi sonuçlara ulaşılabileceğini, ileri demokrasinin bu şekilde kökleşebileceğini düşünmüş olabilir.Çünkü bu hukuk dışı, ahlak dışı yöntemlere karşı ilgili kurumların harekete geçtiği pek söylenemez.Fakat önceki gün aynı yöntemin neden olduğu deprem her şeyi değiştirdi. Önceki güne kadar sanıyorduk ki sadece Genelkurmay elek gibi olmuş, her şeyleri izleniyor, dinleniyor ve medyaya servis ediliyor.Ama demek ki pek öyle değilmiş.Ülkenin en hassas en önemli bir başka milli kurumu, Milli İstihbarat Teşkilatı da aynı yöntemin kurbanı olmuş.MİT’in PKK ile yürüttüğü gizli görüşmelerin beşincisi olan Oslo toplantısının konuşma kayıtları döküldü şimdi de ortaya.Konuşmaların, pazarlık görüşmelerinin içeriği ayrı ama bu kayıtların 1,5 yıl sonra ortalığa dökülmesi feci...Hangi güç, hangi hesapla bu görüşmenin kayıtlarını Türk kamuoyuna açıkladı?Bu acaba devlet içindeki hesaplaşmanın sonucu olarak, intikam için mi yapıldı? PKK kendisine yönelik kara harekatı öncesi böyle bir yola başvurup ortalığı mı karıştırmak istedi?Yoksa daha vahimi yabancı bir gizli servis mi Türkiye’nin iç dengeleri ile oynuyor?Ankara şimdi bu sorulara yanıt arıyor.NOT: Tutuklu gazeteci Soner Yalçın’ın geçen Pazartesi günü bazı gazetelerde yayınlanan çağrısını okuyunca çok etkilenmiştim. “Doğan Yurdakul’un (Silivri’de tutuklu) eşi Güngör Hanım ölüyor. Doğan Yurdakul eşini son kez görebilsin, vedalaşabilsin” diye bir çağrı yapmıştı Adalet Bakanlığı’na.O gün Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i aradım. Bu son derece insani çağrıya acaba kayıtsız mı kalacak bakan?“İnsani olarak çok üzüldüm” demişti Ergin ve bu görüşmeyi sağlamak için bir formül aradıklarını belirtmişti.Ama ertesi günü Doğan Yurdakul’un avukatı aracılığıyla yaptığı açıklama yayınlandı. Doğan Yurdakul, “Ben eşimle telefonla görüşüp vedalaştım, kimseden merhamet dilemiyorum. Kötü gün gelirse (cenaze) izin için dilekçeyle başvuracağım” diyor.Oysa yasal olarak böyle bir görüşme için imkan olmamasına karşın Adalet Bakanlığı bürokrasisi bir formül bulmaya çalışıyordu. Hatta bir formül bulunmuştu da. Bakanlık bu formülün ne olduğunu söylemiyor. Ancak muhtemelen Güngör Hanım İstanbul’da bir hastaneye nakledilecek ve Silivri Cezaevi’ndeki Doğan Yurdakul da sağlık sebepleriyle aynı hastaneye sevkedilecek ve bu görüşme sağlanabilecekti.Fakat belli ki Doğan Yurdakul ve avukatları böyle bir formüle sıcak yaklaşmıyorlar. Belki de “haksız, hukuksuz yere tutuklanıp, son günlerinde hasta eşinin yanında olamayışına” isyanını, küskünlüğünü bu şekilde ortaya koyuyor.
Bölücü terör günden güne tırmanıyor. Şehit haberlerinin yarattığı tepki de günden güne yükseliyor. Terör örgütü bütün kozlarını oynuyor, askere polise, öğretmenler başta olmak üzere kamu görevlilerine yönelik saldırılarını arttırıyor. Terördeki tırmanış doğal olarak toplumu sarsıyor, tepkileri ve hükümet üzerindeki basıncı arttırıyor.Sorulan soru şu:-Kara harekatı gündemde mi? Türk Ordusu, Kuzey Irak’ı ve örgütün merkez karargahı konumundaki Kandil’i ne zaman temizleyecek?Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında son dönemde sık aralıklarla yinelenen terör zirvesi toplantıları ve son günlerde terör bağlantılı olarak yoğunlaşan diplomatik trafik de bu ve benzeri soruları tetikliyor. Özellikle de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun hem Irak Cumhurbaşkanı Talabani ve merkezi hükümet yetkilileri ile yaptığı görüşmeler hem de Kürdistan Özerk bölgesinin lideri Mesut Barzani ile görüşmesi sınır ötesi harekat hazırlığı olarak değerlendiriliyor.Acaba öyle mi?Aslında Türkiye -eğer yenisi yapılacaksa- Kuzey Irak’a yönelik olarak ilk defa sınır ötesi bir askeri harekat yapacak değil. 1980’lerin ikinci yarısında ve 90’lı yıllarda çok sayıda sınır ötesi harekat yapıldı. Son olarak da 2008 Kış Harekatı...Sonuç alındı mı? Şu veya bu ölçüde elbette alındı. Terör örgütüne ciddi zayiatlar verdirildi. Özellikle de 1990’larda Barzani güçleriyle birlikte yürütülen ortak harekatlarda...Ancak bu harekatlar da terörü bitirmedi. Örgüte ciddi darbeler vuruldu ama eleman ve lojistik kaynak temini yönünden hiçbir zaman sıkıntı çekmeyen örgüt, kısa sürede kendini yeniden toparlama imkanı buldu. Şimdi Ankara’da üzerinde çalışılmakta olan model geçmişe göre ciddi farklılıklar içeriyor. Sorunun sadece askeri önlemlerle, örgütün askeri olarak çökertilmesiyle bitirilemeyeceği kabul görüyor artık.Edindiğimiz bilgiye göre, hükümet kanadının düşündüğü modelde kademeli ama oldukça kapsamlı bir demokratikleşme projesi var. 2009 yılı Ekim ayında yaşanan Habur fiyaskosundan sonra yarıda kalan açılım sürecinin hızlandırılması öngörülüyor. Önce yasa, yönetmelik ve uygulama değişiklikleri ile getirilecek “güven arttırıcı” önlemler, ardından da kapsamlı anayasa düzenlemesiyle Kürt sorununa kalıcı ve kapsamlı çözüm...Düşünülen modelin özeti bu. Ancak bunun için uygun zaman ve zeminin sağlanması önem kazanıyor.Terörün can almaya, kan akıtmaya devam ettiği, her gün şehit cenazesi kaldırıldığı bugünkü ortamda açılım, demokratikleşme adımı gibi konuları telaffuz dahi etmek istemiyor iktidar kanadı.Önce terör örgütüne askeri açıdan şiddetli bir ders verilmesi, şehirde ve kırsalda örgütün yurt içindeki yuvalarına yönelik yoğun operasyonlarla sonuç alınması öngörülüyor.Bu arada da yürütülen diplomatik temaslar çerçevesinde ABD, Irak merkezi yönetimi ve Özerk Kürt yönetimi ile sağlanacak mutabakat çerçevesinde Irak’ın kuzeyindeki Türkiye’ye yönelik serbest terör üslerinin imhası gündeme gelecek. Bütün askeri ve siyasi hazırlıklar, önce PKK’nın Irak’taki lojistik desteklerinin kesilmesi ve ardından da imhasına yönelik. Ve bu askeri önlemlere paralel olarak da açılım sürecine yeniden işlerlik kazandırılıp hızlandırılması öngörülüyor. Kafalardaki plan böyle. Fakat bugünden yarına, toplumsal talep karşılansın diye bir kara harekatı da beklenmemeli. Kara harekatı ancak kesin ve etkili sonuç verecek siyasi ve askeri koşullar olgunlaştığında gündeme gelecek.
Ergenekon soruşturmaları kapsamında tutuklanan Soner Yalçın‘ın önceki günkü çağrısı kamuoyunda büyük yankı uyandırdı.Yalçın, aynı davadan tutuklu Doğan Yurdakul‘un eşinin rahatsızlığını dile getirerek, savcılara, hakimlere, Adalet Bakanlığı’na ve Hükümet’e seslenmişti:“Doğan Yurdakul’un eşi Güngör Hanım ölüyor. Doğan Ağabey, bir kez daha eşinin gözlerine bakarak veda etmek için izin istiyor...”Soner Yalçın bir dramı dile getiriyor. Yargıdan ve Adalet Bakanlığından olan talebi de son derece samimi, insani ve vicdani...Acaba yargı otoritesi bu talebi nasıl karşılayacak? Hakimler, savcılar veya Adalet Bakanı ne diyecek?“Mevzuata aykırıdır. Yasak” mı diyecekler yoksa mevzuatı bir tarafa koyup bu insani talebe insani bir yaklaşım gösterebilecekler mi?Dün konuştuğumuz Adalet Bakanı Sadullah Ergin‘e bu soruyu sordum:“İnsani bakımdan çok üzüldüm. Konu bana intikal ettikten hemen sonra bu sabah arkadaşlara talimat verdim, hem mevzuat açısından nasıl bir formül bulunabileceğini araştırıyorlar hem de diğer yandan hastanın sağlık durumu ile bilgi alınıyor.Biliyorsunuz bu tür insani konularda son derece hassas davranıyoruz. Daha önce de özellikle tutuklu yakınlarının ölümü durumunda bazı sıkıntılar çıkmıştı. Seçim öncesi o konuya ilişkin bir yasal düzenleme yaptık. Sadece hükümlüler için verilen birinci derecede yakınlar için ölüm iznini tutuklu sanıklar için de getirdik. Daha sonra Kanun Hükmünde Kararname ile bunu ikinci derecede yakınlar ve hısımlar için de genişlettik.Ama hastalık konusunda nasıl bir yol izlenecek? Onu şimdi araştırıyoruz. Bahsettiğiniz bu görüşme talebi çok insani. Mevzuata aykırı olmayacak bir formül üretilebilmesi durumunda tereddütsüz görüşme izni verileceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. İnceleme bugün yarın tamamlanır ve inşallah bu görüşmeyi sağlayabiliriz...”Mevzuatta hastalık veya ağır hastalık durumunda tutuklu ve hükümlüye görüşme için özel izin verilmesine ilişkin bir hüküm yok. Ancak Adalet Bakanı Sadullah Ergin‘le yaptığımız telefon konuşmasından edindiğim izlenim o ki, mevzuatı hafifçe esnetme pahasına de olsa bir formül bulunarak Doğan Yurdakul‘a eşi ile görüşme imkanı sağlanabilecek gibi...Adalet Bakanı Ergin‘le tutuklu milletvekillerinin durumunun ne olacağından, Deniz Feneri, Ergenekon gibi tartışmalı davalarla ilgili gelişmeleri de konuştuk. Yargının siyasi etki altında olup olmadığını da...Yargıyı etkileme, yönlendirme gibi bir niyet veya eylem içinde olmalarının kesinlikle sözkonusu olmadığını, olamayacağını söyledi.Gündelik somut tartışmaların içine girmek istemediğini belirten Bakan Ergin, şunları söyledi:“Ancak uygulamadan kaynaklanan bazı problemler olduğu da ortada. Biz adil ve tarafsız, bağımsız bir yargı düzeninden yanayız. Bunun için çalışıyoruz. Şimdi Anayasa değişiklikleri, yasa değişiklikleri yapılıyor ama bunların uygulaması önemli. Bugün üç günlük bir toplantı başladı. Bu toplantıya bütün ağır ceza savcıları katılıyor. Üç gün sürecek. Ekim ayı başında da yargıçların, Adalet Akademisi yetkililerinin katılacağı bir toplantı olacak. Sorunlar ele alınacak. Mevzuattan kaynaklanan eksiklikler mi var, yoksa uygulamadan doğan problemler mi; bunlar ortaya çıkacak. Mevzuat değişikliği gerekiyorsa o yapılacak. Uygulama ile ilgili ise ona yönelik gerekli tedbirler alınacak.”Adalet Bakanı Ergin, sık sık tartışma gündemine gelen hazırlık soruşturmaları ile ilgili usul problemlerine, hak ihlallerine de değiniyor:“Bugünkü toplantının açılışında, şüphelilerin, zanlıların korunması gereken haklarına riayet edilmesinin önemine dikkat çektim. Masuniyet karinesinin önemini anlattım. Bütün uyarılarımıza rağmen gözaltılarda polisin kelepçeleme yönteminin, şüphelilerin başlarından bastırılarak arabalara bindirilmesi görüntülerinin yanlışlığını söyledim. Savcılarımıza, ‘polisin bu gibi davranışlarına izin vermeyin, hazırlık soruşturmasının her aşamasında bu tür yanlışlara karşı müdahil olun’ dedim...”Ergin, hazırlık soruşturmaları aşamasında, dinleme kayıtlarının, şüpheliler aleyhinde olabilecek her türlü bilgi ve belgenin medya aracılığı ile kamuoyuna sızdırılması olaylarının da süratle üzerine gidileceğini söyledi.Ki Ergenekon soruşturmalarından şike soruşturmasına kadar uzanan süreçte, şüphelileri daha gözaltındayken kamuoyu nezdinde mahkum etmek için uygulanan en etkili yöntem buydu. Yani zanlılarla ilgili dinleme kayıtlarının kesilip biçilerek medyaya servis edilmesi, manipülatif bilgi ve belgelerin sızdırılması.Acaba artık bu yöntem sona erecek mi?
Birkaç yıldan beri Türkiye’nin tartıştığı temel sorulardan biri bu. TSK’yı kim yıprattı veya yıpratıyor?Bu noktada herkes meşrebine göre bir yanıt veriyor; muhalif kesimlere göre siyasi iktidar veya siyasi iktidara yakın, yargı ve polis teşkilatı içinde örgütlü bir cemaat. İktidara ve iktidar yanlılarına göre ise TSK içinde yuvalanmış olan Ergenekoncular...Ama acaba gerçek ne?Bugün gelinen noktada Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinin hiçbir döneminde bu kadar açık veya örtülü bir yıpratma operasyonu ile karşı karşıya gelmemişti. Hiç bu ölçüde bir prestij ve itibar kaybı yaşamamıştı. Hiçbir dönemde TSK’nın yüzlerce muvazzaf subayı, 50 generali tutuklanıp hapse girmemişti. Bugün Hasdal Cezaevi’nde tutuklu subaylar için yer sorunu yaşanıyor. Ki sadece o kadar da değil, emekli kuvvet komutanları, ordu komutanları da Silivri Cezaevi’nde...Son üç yılda ne oldu, ne değişti de TSK’nın başına bu işler açıldı?Aslında çok şey değişti. Dünya değişti, Türkiye değişti. Türk-ABD ilişkilerinin ana ekseni değişti. 2003’teki Irak savaşına kadar Pentagon’la (ABD Savunma Bakanlığı) Genelkurmay Karargâhı ekseninde yürüyen Türk - ABD ilişkilerinin ağırlık merkezi siyasi otoritenin inisiyatifine geçti. En önemlisi geçici sanılan AKP iktidarı güçlendi, kökleşti...Asker ise eski alışkanlıklarından kurtulamadı, siyaseti etkileme, yönlendirme faaliyetlerini terk edemedi.O nedenle şimdi TSK, başını ağrıtan ve daha da çok ağrıtacağı anlaşılan “Andıç Davası“ ile karşı karşıya.Ve buradaki iddialar, suçlamalar çok ağır: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti aleyhinde kara propaganda yapmak...Bu nedenle Genelkurmay’ın kalbi durumundaki, Harekât ve İstihbarat Başkanı sıfatını taşıyan korgeneraller Hasdal Cezaevi’nde. O nedenle 30 Ağustos’a kadar Ege Ordusu Komutanı olan ve şu anda da Yüksek Askeri Şûra Üyesi olan Orgeneral Nusret Taşdelen tutuklanma riski ile karşı karşıya.Çok daha önemli bir isim, eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ her an ifade için savcılığa çağrılabilir.Askerler hakkında peş peşe gelen bu davalar (Ergenekon, Kafes, Balyoz, Andıç vb.), suçlamalar, emekli ve muvazzaf komutanların tutuklanmaları, hiç kuşku yok ki TSK için ciddi bir üzüntü kaynağı olduğu kadar ciddi bir zafiyet de...En önemlisi bu sürecin çok uzun sürmesi, üç yılı aşması.Neden bu kadar uzatılıp, yaygınlaştırıldı? Hükümet bu sürecin TSK’nın itibarını, gücünü, moralini etkileyeceğini hiç hesaba katmadı mı? Niye buna karşı bir önlem alınmadı? Yoksa kasten mi böyle bir yol izlendi?“KENDİ İÇİNİZİ TEMİZLEYİN”Bu soruları bir süre önce sohbet ettiğimiz bu dönemin çok etkili siyasi isimlerinden birine sormuştum.Şu yanıtı vermişti:- “Bu olumsuz etkilerin olabileceği başından itibaren düşünüldü. Gelinen bu nokta elbette Başbakanımızı, hükümeti de çok üzüyor. Ama yapacak bir şey yok. Hukukun gereği yapılıyor.İlla böyle mi yapılması gerekirdi diyorsanız böyle olmayabilirdi.Olmaması için çaba sarfedildiğini biliyorum. Daha bu işin başında komutanlarla konuşuldu. O çok sert tepkileri açıkladıkları günlerde konuşuldu hem de...”Nasıl konuşuldu?- “Denildi ki, bakın çok yanlış, vahim işler olmuş. Kurduğunuz veya kurdurduğunuz o internet sitelerindeki yalan yanlış haberlerle bizim partimiz hakkında kapatma davası açtırdınız. Bunları kabul edin, bu yanlışları siz kendiniz temizleyin. Kendiniz açıklayın, ‘şunlar şunlar yanlış yapılmış, hukuk dışına çıkılmış’ deyin. Kendi içinizde soruşturma başlatın, sorumluları belirleyip siz yargıya sevk edin, bu güzide kurumumuzu yıpratmadan, suçlu varsa onları siz yargıya teslim edin...Bütün bunların çok fazlası en üst seviyede kendilerine söylendi, anlatıldı. Ama yapmadılar, hep inkâr ettiler!”Kime söylenmişti, İlker Başbuğ’a mı?- “Ona da söylendi, başkalarına da. Tahmin ediyorum 2007 baharındaki meşhur Dolmabahçe görüşmesinde Tayyip Bey Yaşar Büyükanıt‘a da söylemiştir bunları...Nedense yapamadılar, göremediler. Sonuçta da savcılar çok daha vahim şeyleri bulup ortaya çıkardılar. Keşke kendi içlerinde sağlıklı bir soruşturma, aklanma faaliyetine girebilselerdi. O zaman itibarı daha da artardı TSK’nın...”Bugün düşünüldüğünde çok makul sayılabilecek bu öneriyi acaba niye dikkate almadılar?
Yargıya güven konusu hemen her dönemde şu veya bu ölçüde tartışmalıydı; ama hiçbir zaman son dönemdeki kadar değil.Tartışma artık yargıya güven sorunun ötesinde, yargının siyasallaşıp siyasallaşmadığına kadar gidiyor. Güven duygusu iyice zedeleniyor.Oysa Türkiye sırf bu sorunu çözmek amacıyla bir yıl önce çok tartışmalı bir anayasa değişikliği ve referandum süreci yaşamıştı.Eski sistemde “Tarafsız değil. Derin devletin, askerin etkisiyle ve belli siyasal ön kabullerle hareket ediyor, karar alıyor” diye acımasızca eleştiriliyordu yüksek yargı.Hakim ve savcı atamaları nedeniyle, hükümetle HSYK arasında yılda en az iki kez rutin kriz yaşanıyordu. Kritik davalarda ve bu davalarla ilgili savcı ve hakimler konusunda Adalet Bakanlığı ile HSYK sık sık hasım duruma geliyordu.Eski yapının eleştirilecek çok yönü vardı. Altyapı yetersizliği, yeterli sayıda hakim ve savcı atanamamış olması elbette eleştirilebilirdi. Davaların uzaması, geciken adalet de önemli bir eleştiri konusuydu.En önemlisi de antidemokratik diye (veya AB istiyor diye) kaldırılan DGM’ler’in yerine oluşturulan özel yetkili mahkemeler de ciddi bir eleştiri ve yakınma konusuydu.Evet, eski yapı, normal ve sürdürülebilir değildi.Peki yapılan anayasa ve yasa değişikliklerinden sonra gelinen nokta..?Daha da tartışmalı ve sakıncalı...Şimdiki durumda, HSYK yeni yapısıyla hükümetle ve Adalet Bakanlığı ile son derece uyumlu...Üye sayısının artmasıyla birlikte iktidarın Anayasa Mahkemesi ile de bir sorunu kalmadı.Yargıtay ve Danıştay’da üye sayılarının artması da bu iki kurumla siyasal iktidarı barıştırdı.Özetle yargının yeni yapılanmasından siyasal iktidar ve ona destek verenlerin pek bir şikayeti kalmadı. Ama ya geri kalan kesimler? Muhalefet, muhalif olan toplum kesimleri? Onlar açısından da artık Türk yargısı gerçekten tarafsız ve bağımsız mı?Muhalefete göre bugün yargı baştan sona siyasi iktidarın kontrolü altında. Ve ne yazık ki toplumun önemli bir bölümünün algısı da bu yönde. Ve bu algıyı pekiştİrecek pek çok örnek olay var bugün tartışma gündeminde.O nedenle yeni adli yıl açılış töreninde Barolar Birliği Başkanı Ahsen Coşar’ın konuşmasındaki ve Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu’nun yayınladığı mesajdaki eleştirileri dikkate değer.Her iki başkan da Deniz Feneri davası savcılarının görevden alınmasını eleştiriyor, gündemdeki bazı davalardan, özel yetkili mahkemelerin uygulamalarından örnekler veriyor.Ve şu çarpıcı saptamayı yapıyor Ankara Barosu Başkanı Feyzioğlu: “Son aşamasına getirilen bir soruşturmada (Deniz Feneri) üç savcının, haklarında Adalet Bakanı’nın soruşturma izni gerekçe gösterilerek aynı anda görevden alınması toplumda yargının siyasi iktidarın etkisinde olduğu algısını maalesef güçlendirmiştir... Yargının siyasi iktidara bağımlı olduğu algısı devam ettiği sürece, adalet mülkün temeli olmayacaktır...”Yargıtay Başkanı Nazım Kaüynak da bazı şikayet ve eleştirilerini dile getirdi. Kaynak’ın “yargı bağımsızlığı” konusunda kayda değer bir şikayeti olmadığı anlaşılıyor. Yapılan anayasa ve yasa değişiklikleri ile Türk yargısını bağımsız ve tarafsız bir yapıya kavuşturulduğunu mu düşünüyor yoksa hükümeti kırmamak için mi bu kritik tartışma konusuna girmiyor?
Bu sorunun Meclis’in tatile gireceği son gün aşılabileceği sanılıyordu ama olmadı. Şimdi beklenti 1 Ekim’deki resmi açılışın hemen ardına kaymış durumda.Ancak BDP’nin önceki gün yapılan ikinci olağan kongresinde Genel Başkan seçilen Selahattin Demirtaş’ın “Meclis Genel Kurul çalışmalarına katılabilmemizin koşulları oluşmamıştır” şeklindeki sözleri, boykot sürecinin belirsiz bir tarihe kadar devam edeceği izlenimi veriyor.Gerçekten öyle mi olacak, BDP boykotu 1 Ekim’de de bitmeyecek mi?Dün konuştuğumuz Demirtaş’a bu meseleyi sorduğumuzda şu yanıtı veriyor:“Hayır o manada söylemedim. Ben önceki gün itibariyle bir durum saptaması yaptım. Yeni yönetimi bağlayacak bir şey de söylemedim. Kongrede seçilen yeni yönetimimiz, gelişmeleri kendi içinde tartışacak, değerlendirecek ve yeni bir karar verecek...“Kararın ne yönde olacağı konusunda bir ipucu vermiyor Demirtaş. Ancak bu boykotun Ekim ayından sonra da devam ettirilebilmesi pek olası gözükmüyor.Zaten eğer BDP bu yöntemle Kürt meselesinin çözümüne katkı yapmayı düşünüyorsa bugün tam aksi oluyor. Çözüm daha da zorlaşıyor.Bunları aktardığımda şunu söylüyor BDP Genel Başkanı:“Evet bugün hepimizi çok üzen gelişmeler yaşanıyor. Bu konuda BDP çözümün arayışı içindedir. Ama öte yandan Sayın Başbakan’ın, hükümetin dili çok sert. Bu dil, bu üslup çözümün, barışın üslubu değil. Özellikle de son aylardaki konuşmalarına bakılırsa Başbakan kendisini parlamentonun adeta sahibi gibi görüyor. Tarih verip bizi tehdit ediyor. İşte ‘şu tarihe kadar gelirseniz gelirsiniz, gelmezseniz şöyle olur, böyle olur’ diye tehdit savuruyor. Sanki Meclis şirket, o da genel müdür, istediğini işten atar gibi Meclis’ten atacak. Havası öyle Başbakan’ın...Önce bu dilin yumuşaması gerekir. Bakın CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ‘Bu sorun silahla çözülemez’ diyor. Hem de bunu askeri kışla ziyaretinin ardından söylüyor. Biz bu yaklaşımı çok önemsiyoruz. Aynı şekilde hükümetin de yumuşaması, demokratik siyasetin önünü açıcı koşulları oluşturması lazım...”Hangi koşulları?“Herkes bu meselenin konuşulup tartışılarak çözüm bulunmasını istiyor. İyi güzel de biz bu meseleyi acaba rahat rahat, korkusuzca konuşup tartışabilecek miyiz? Bugün o zemin var mı Türkiye’de? Kuşkuluyuz... Bugünkü ortamda düşünce ile, konuşmayla ilgili konularda hemen Terörle Mücadele Yasası kapsamında davalar açılıyor, insanlar tutuklanıyor. Diyelim ki biz yarın yemin ettik ve Meclis’e girdik. Bir savcı, hakim bizim söylediklerimizden dolayı dava açıp tutuklama kararı verirse ne olacak?”Peki BDP Meclis’e girmeyecek mi?“Biz Meclis’ten kopmuş değiliz. Tavrımızı belki de iyi anlatamıyoruz. Şimdi yeni yönetim olarak önce Sayın Cumhurbaşkanı ile görüşeceğiz. Ardından aydınlarla, gazetecilerle, yazarlarla bir dizi toplantı ve görüşme yapacağız. Hem kendi durumumuzu, görüş ve düşüncelerimizi aktaracağız, hem de onların önerilerini alacağız. Ama bu süreçte aydınlardan, sanatçılardan, gazetecilerden ve tüm toplum kesimlerinden beklentimiz, hükümete doğru demokratikleşme yönünde bir basınç oluşturmasıdır... Bu bakımdan AKP iktidarının önce demokratik siyasetin en azından psikolojik zeminini oluşturması lazımdır. Bunun ilk adımı olarak da Başbakan dilini yumuşatarak adım atabilir...”Bu konuşmadan çıkardığım sonuç şu: BDP de tıpkı CHP gibi siyasi iktidardan bir irade beyanı bekliyor. Demokratikleşme ve özgürlüklerin önünün açılacağı, düşünce ve ifade özgürlüğünün gerçekten teminat altında olduğu/olacağı yönünde güçlü bir irade beyanı BDP’nin viraj almasını kolaylaştırabilir.