Newsweek Dergisi’nde Türkiye ekonomisi hakkında çıkan değerlendirme dün gazetelere haber oldu. New York’ta bir fonun yönetici ortağı kaleme almış. İyi şeyler de söylüyor. Ancak IMF’le anlaşmanın gecikmesine ağır eleştiriler yöneltiyor.Sabah okuyunca “Herhalde bugün borsa düşer, faiz yükselir, TL değer kaybeder” dedim. Halbuki tam tersi oldu. Mali piyasalar haftanın ilk gününü çok olumlu bir havada geçirdi. Anlayan beri gelsin!Bugün saat 10.00’da ilk çeyrek milli gelir verileri açıklanıyor. Küçülmenin çift haneye ulaşacağına kesin gözle bakılıyor. Tarihi bir rekor ihtimali yüksek duruyor. Önümüzdeki günlerde bu konuya yoğunlaşacağız.Kapitalizmin geleceğiKüresel krizin kaybedenleri arasında kesinlikle iktisatçılar da yer alıyor. Nedeni iyi biliniyor. Birkaç istisna dışında, mesleğin büyük bölümü bu krizi öngöremedi. Bırakın öngörmeyi, başladıktan sonra bile kabullenemedi.Geri planda son otuz-kırk yıl boyunca makro iktisada damgasını vuran (ve müelliflerine Nobel ödülleri kazandıran) teoriler yatıyor. Bugün kulağa garip geliyor ama bu teorilere göre yaşanan krizin varolma hakkı bile yoktu.Halbuki yaşam yanlış teorilere direnmekle ünlüdür. Karmaşık matematiklerin şiirsel güzelliğinden hiç etkilenmez. Zamanı çoktur, bekler. Hataları asla affetmez. Eninde sonunda ölümcül hamleyi yapar. İskambil kâğıdından şatoları çökertiverir.Nereden çıktı bu konu diyeceksiniz. Kadim dostum Osman Ulagay kritik zamanlarda çıkarttığı kitaplarla ünlüdür. Yine mükemmel bir zamanlama ile çok önemli bir kitap yayınladı: Küresel Çöküş ve Kapitalizmin Geleceği (Özgür Yay. İstanbul 2009).Kitap söyleşi formatında. Murat Aksoy soruyor, Osman Ulagay cevaplıyor. Formüller, tablolar, grafikler, dipnotlar, referanslar yok. Dolayısı ile okuması da çok kolay. Krizi daha iyi anlamak isteyen tüm okuyucularıma hararetle öneriyorum.Düzeltme ve özürPazar günü deflasyon konusunu işlemiştim. Bir amacım gelir deflasyonuna hazırlık yapmaktı. O arada TÜİK’in 2005 bazlı yeni serilerini kullanarak sanayi kesiminde ücret deflasyonunun başladığını iddia etmiştim.İnternetin sayısız yararlarından birini dün yaşadım. Okuyucum Berke Duven yeni serileri yanlış tefsir ettiğim konusunda beni uyardı. Dikkatle bakınca hak verdim. Benim birim ücret zannettiğim, toplam ücret ödemeleri çıktı.İstihdamın etkisini katarak hesapladım. Sonuç kısmen değişti. Birinci çeyrekte geçen yıla kıyasla ücret deflasyonu yok. Yani nominal ücret artıyor. Fakat bir önceki çeyreğe göre var. Yani nominal ücret düşüyor. Doğal olarak deflasyon daha küçük çıkıyor.Hatam için özür diliyorum. Berke Duven’i dikkati ve bilgisi için kutluyor, bana hatadan dönme olanağını verdiği için teşekkür ediyorum.
Para Politikası Kurulu -PPK-16 Haziran toplantısının raporu açıklandı. Hatırlatalım. PPK çeyrek puan indirim bekleyen piyasayı gene şaşırmış, gecelik faizleri yarım puan düşürmüştü. Tefsirlere baktım. Faiz indirimlerinin yavaşlayabileceği hatta durabileceği yönündeki ifadeler öne çıkartılmış. Mağlup pehlivan güreşe doymazmış. Bence PKK net şekilde enflasyondaki düşüşün ve faiz indirimlerin süreceğini söylüyor. Yaşanan ağır resesyonun Türkiye ekonomisinde enflasyon ve dış açık tehditlerini ortadan kaldırdığını çok açıktır. Perşembe’nin gelişi Çarşambadan belli olurmuş. Kasım’dan itibaren dikkatleri artan deflasyon risklerine çekiyorum. İlk kez deflasyonEnflasyon ve deflasyon frenkçe aynı kökten türüyor. İlki şişme, artma, yükselme, ikincisi sönme, azalma, düşme anlamına geliyor. Örneğin 100 liraya dolan sepet sonraki dönemde 101 liraya dolarsa enflasyon, 99 liraya dolarsa deflasyon oluyor.Ancak, deflasyon sözcüğünün kullanımı fiyatlar genel seviyesi ile sınırlı değildir. Tüm nominal büyüklüklere uygulanır. Mevcut konjonktürde bunlardan ikisi öne çıkıyor. Firma cirosunda düşüşe gelir deflasyonu, ücretlerde düşüşe ücret deflasyonu denir. Fiyat, gelir ve ücret deflasyonu birbirini besler. Tahmin edileceği gibi, Türkiye’nin bilmediği bir olaydır. Çünkü geçmişte kriz ve resesyonları fiyatlarda hızlı yükselişler izlemiştir. Dolayısı ile reel gelir ve ücretler düşse bile nominal olarak ikisi de artmıştır. Son 10 yılda enflasyonla mücadelede kaydedilen başarı bu kez durumu değiştirdi. Türkiye resesyona düşük ve düşen fiyat enflasyonu ile girdi. Dolayısı ile ilk kez gelir ve ücret deflasyonu ihtimali belirdi.Salı günü ilk çeyrek milli geliri yayınlanıyor. Daha önce uyarmıştım. Cari fiyatlarla milli gelirin geçen yılın altında çıkmasını bekliyorum. Böylece Türkiye’nin fiilen gelir deflasyonu sarmalına girdiği kesinlecektir.Ücretler düşüyorTÜİK yeni seriler başlattı. Sanayi ve ticaret-hizmet için 2005 bazlı üçaylık göstergeler yayınlıyor. İçinde brüt ücret-maaş endeksi yer alıyor. 2007’de sonrasını kapsadığı için mevsimlik etkiyi düzeltemiyoruz. Ana eğilim o kadar belirgin ki gerek de kalmıyor. Sanayiye odaklanalım. Brüt-ücret maaş endeksi 2007’de ve 2008’in ilk üç çeyreğinde yükseliyor. Yani nominal ücretler artıyor. Sonra, 2008’in son çeyreğinde hafif, 2009’un ilk çeyreğinde sert şekilde geriliyor. Yani Ekim’den itibaren ücretler düşüyor.Sayıları verelim. Nominal ücretler ilk çeyrekte geçen yılın yüzde 4, bir önceki dönemin ise yüzde 8.5 altında çıkıyor. Ücretin zirve yaptığı 2008’in üçüncü çeyreğine göre düşüş ise yüzde 9 oluyor. Buna kelimenin tam anlamı ile ücret deflasyonu denir. Yazının başındaki para politikası ve enflasyon tartışmasına bağlayalım. Ücret deflasyonu fiyat deflasyonu tehlikesine işarettir. Çünkü hem maliyetlere hem iç talebe aşağı yönlü baskı yapar. Yerim bitti; hizmet-ticaret kesimi ve reel ücret başka yazıya kaldı.
Resesyon ekonomik faaliyetlerde genel bir yavaşlama sonucu üretilen mal-hizmet akımlarında bir azalma demektir. Örneğin Salı günü ilk çeyrek milli gelir verileri açıklanıyor. Medyada “küçülme” ve “fakirleşme” başlıkları atılacaktır. Ancak, üretimdeki düşüş toplumsal refah kaybının yetersiz bir göstergesidir. Çünkü tüm toplum kesimleri resesyondan aynı ölçüde etkilenmez. Bunlardan biri özellikle kritiktir: İşlerini kaybedenler. Daha açık söyleyelim. Resesyonun esas bedelini işsizler öder.İktisadi dalgalanmaların bu özelliği gelişmiş ülkelerde çok iyi bilinir. İktisat politikasının birinci hedefi daima istihdam ve işsizliktir. Faiz, enflasyon, büyüme, borsa, kur vs. tüm diğer göstergeler istihdam ve işsizlikle bağlantılı olarak değerlendirilir.Hangi istihdam? Hangi işsizlik? İlk bakışta abes gibi duruyor ama bu sorular aynı ölçüde hayatidir. Gelişmiş ülkelerde kastedilen, ücretli istihdamıdır. Öncelikli gösterge “bordrolu” (payroll) istihdamındaki değişimdir.Mart verileriŞubat-Nisan dönemini kapsayan Mart ayı İş gücü Anketi sonuçları TÜİK tarafından yayınlandı. Şubat’ta yüzde 16.1’e tırmanan genel işsizlik oranının Mart’ta yüzde 15.8’e gerilemesi iyimser tefsirlere yol açtı. Bu görüşe katılmıyorum.Toplam istihdamı bir önceki yılla karşılaştırınca, şubatta kayıp 85 bin kişi iken martta 241 bin kişiye yükseldi. Toplam işsiz sayısındaki artış ise şubatta 1 milyon 125 bin kişiden martta 1 milyon 244 bin kişiye tırmandı.Ücretli istihdamında düşüş çok daha sert oldu. Bir önceki yıl göre ücretli istihdam kaybı Şubat’ta 480 bin kişi, Mart’ta 460 bin kişidir. 20 bin kişilik düzelmenin tümü ile mevsimlik etkilerden kaynaklandığını biliyoruz.Fakat mevsimlik etkiyi hesaplayamıyoruz. Çünkü adrese dayalı nüfus verileri istihdam serilerinde kesiklik yarattı. Son seri sadece üç ayı kapsıyor. Bu da formülleri çalıştırmaya yetmiyor. Net resim ortaya çıkmıyor.Ücretli istihdam oranıDolaylı bir çözüm denedim. Mutlak sayılar yok ama oranlar yeni nüfus verilerinden az etkilenir. Ben de “ücretli istihdam oranına” baktım. Ücretli istihdamını yetişkin nüfusa (15+ yaş) bölerek buluyoruz. Seriyi mevsimlik etkiden temizledim.2005’ten bugüne mevsimlik etkiden arındırılmış ücretli istihdam oranının seyri aşağıdaki grafikte gösteriliyor. 2005 yılbaşında ücretli istihdamın yetişkin nüfusa oranı yüzde 23 civarında. 2006 başında yüzde 24’e, 2007 ortasında yüzde 25’e yükseliyor. 2008 başında yüzde 26’ya yaklaşıyor.Şubat 2008’den itibaren istikrarlı şekilde düşmeye başlıyor. Kasım’da düşüş hızlanıyor. Mart’ta ücretli istihdam oranı yüzde yüzde 24.3’e iniyor. En önemlisi, düşüş eğiliminin yavaşlamakla birlikte hâlâ devam ettiği görülüyor.Hatırlatalım. Gelişmiş ülkelerde ücretli istihdam oranı yüzde 50’nin üstündedir. Yani Türkiye’nin en temel yapısal sorunu genelde istihdam oranının ve özelde ücretli istihdam oranının düşüklüğüdür. Maalesef sorun ağırlaşmaktadır.
Yeşil filizler ve tüneldeki ışık benzetmelerinin tetiklediği tartışma dünyada sürüyor. Bu sütunda adı sık geçen Nobel’li iktisatçı Joe Stiglitz de katıldı. “Bahar geldi, ama fazla heyecanlanmayın” (The Economists’ Voice, 18 Haziran 2009).“İyi haber, serbest düşüşün sonuna gelmiş olabiliriz. Dip yakında, belki bu yılın sonuna doğru. Ama bu küresel ekonominin yarın gelecekte güçlü bir toparlanmaya gideceği anlamına gelmiyor.” IMF Başkan Yardımcısı John Lipsky’nin TÜSİAD toplantısında yaptığı konuşmaya internetten ulaşılıyor. Ne günlere geldik! IMF yönetimi uygulanan genişleyici maliye ve para politikalarına övgüler düzüyor. 2010’da sürdürülmesini talep ediyor.Lipsky de büyüme konusunda iyimser değil. 2010 boyunca ekonomilerin büyük çoğunluğunda büyümenin düşük işsizliğin yüksek seyredeceğini söylüyor. Küresel dengesizliklerin nasıl düzeleceğinin tam bilinmediğini özellikle vurguluyor.Lord Robert SkidelskyBugün İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde önemli bir misafirimiz var. Lord Robert Skidelsky’nin adını daha önce duyduğunuzu sanmıyorum. Özgeçmişi eksantrik bir İngiliz izlemi veriyor. Yakından tanıyınca daha iyi anlayacağız.Çin’de doğmuş. Savaşta İngiltere’deki Japonlarla mübadele edilmiş. Oxford’ta tarih okumuş. İngiliz faşist partisinin lideri Oswald Mosley hakkında yazdığı biyografi yüzünden John Hopkins’ten ayrılmak zorunda kalmış. Oxford da almamış. Warwick’te devam etmiş.1981’de İşçi Partisi’nden istifa etmiş ve Sosyal Demokrat Parti’nin kurucularına katılmış. 1992’de Lord unvanı almış ve Lordlar Kamarası’nda Muhafazakâr Grup başkanı olmuş. 2001’de Parti Başkanı Hague tarafından görevden alınmış. Böyle gidiyor.Bizim camiada onu ünlü kılan, John Maynard Keynes’in eldeki en kapsamlı biyografisini yazmasıdır. Üç ciltlik eserin yazımı otuz yıla dağılmıştı. Ciltler sırası ile 1983, 1992 ve 2000’de yayınlandı. Okuma listemin tepesine koydum ama bir türlü sıra gelmedi.Bugünün başlığı: Maestronun geri dönüşü - Keynes ve güncel ekonomik kriz. İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü, BS1 salonu, saat 16.00’da (simültane tercüme var). Aynı adı taşıyan yeni kitabını Eylül 2009’da Penguin yayınlayacak.Keynes kitaplarıFırsattan istifade, Türkçe Keynes kitaplarını tanıtmak istiyorum. İnternette sizin adınıza küçük bir araştırma yaptım. Baskısı tükenmiş birkaç eski kitabı saymazsak iki önemli kitabın çevrildiğini memnuniyetle gördüm.Biri Robert Skidelsky’ye ait. 1996’da Oxford Üniversitesi yayınlarının Eski Ustalar serisine Keynes adlı tek cilt bir kitap yazmıştı. Cemal Atilla’nın tercümesi ile 2004’te Altın Kitaplar tarafından yayınlanmış.Aynı yıl (1996) Cambridge Üniversitesi yayınları “Companions” serisinde Keynes kitabı bastı. Yazarlar: Roger Backhouse ve Bradley Bateman. Müfit Günay’ın çevirisi ile 2006’da Dost Kitapevi tarafından yayınlanmış.
Cuma günü bir konuşma için Amasya’ya gittim. İlk kez yıllar önce görmüştüm. Doğasına ve tarih dokusuna hayran kalmıştım. Ama bakımsız bulmuştum. Arada o sorun çözülmüş. İnsanın içini açan, pırıl pırıl bir kente dönüşmüş. Türkiye’ye güvenim arttı.Anadolu Sohbetleri’ni Garanti Bankası ve Dünya Gazetesi düzenliyor. Kadim dostum Osman Saffet Arolat yönetiyor. Yolda beraberdik. Biraz nostalji ve dedikodu yaptık. “Başkan Yılmaz’ı sana mutlaka soracağım, hazırlıklı ol” dedi. Önce Yılmaz’ın tam ne söylediğini hatırlayalım. “Bir iyimserlik havası var. Değişik faktörleri ele aldığımızda bir takım iyileşmelerin olduğu ortaya çıkıyor. ’En kötü arkada kalmış’gibi ifadeler kullanılıyor dedik, ama bir parantez açarak ’ama’dedik. İhtiyatı elden bırakmayalım. Bu artıya geçiş değil, negatif hızın kesilmesi. Tünelin içine girdik, zifiri karanlıktı öbür tarafta ışık göründü. Bu ışık araba mı, yoksa çıkışı mı gösteriyor belli değil. Bu nedenle ihtiyatlı olalım.” Hangi tünel?Ekonomik olayların en belirgin özelliği karmaşıklığıdır. Anlayabilmek için onları daha basit ve soyut kavramsal yapılar üzerinde izlemek zorunda kalırız. Milli gelir, dış açık, enflasyon, vs. bir dizi gösterge kullanırız. Kriz, resesyon, toparlanma gibi sözcükler yaratırız.Bunlar zorunlu ve yararlıdır. Ancak ürettiğimiz soyut kavramların ekonominin doğası gereği girift ilişkilerinin yerini alması riski vardır. Gerçek yaşamın farklılık ve çeşitlilikleri yok olur. Gerçeği asla sahip olmadığı bir homojenlik atfedilir.Kriz yada resesyon olayına da böyle yaklaşıyoruz. Kastedilen iç ve dış talepte tekil firmanın kontrolü dışında yaygın bir düşüştür. Ne var ki, asla homojen değildir. Sektörden sektöre, bölgeden bölgeye hatta firmadan firmaya büyük farklılıklar gösterir.Tünel benzetmesine dönelim. Bazıları tünele hiç girmez. Başkaları uzun bir tünele erken girip geç çıkar. Diğerleri kısa bir tünelden geçer. Az sayıda kesim ve bölge için tünel mezara dönüşür. Tünel ve ışık hepsi için çok farklı anlamlar ifade eder.Kimin ışığı?Örneğin devlet memurlarının gelir düzeyi ve iş güvencesi konjonktürden hiç etkilenmez. Memur ne iyi günlerden yararlanır ne kötü günün bedelini öder. Olayları tünelin dışından seyreder. Diğer uçta daima ve her yerde resesyonun esas bedelini ödeyenler, yani işsizlere ve iş arayanlar yer alır. Orada olumlu yönde en küçük bir işaret bulamıyoruz. İstihdam ve işsizlik açısından maalesef tünel zifiri karanlık duruyor. Yatırım malları üreten kesim ve bölgeler de konjonktürden çok etkilenir. Ekonomi hızlı büyürken en mutlu onlardır. Ama daralma en çok onları vurur. Tünele erken girip geç çıkarlar. Şu anda o tünelde ışık işareti gözükmüyor. Hemen ardından dayanıklı tüketim malı üreten kesim ve bölgeler gelir. Bu krizde başta otomotiv, sert darbe yediler. Buna karşılık genişleyici iktisat politikası özellikle onlara yaradı. Tünele erken girdiler ama ucundaki ışığı gördüler bile.Hizmet tüketimi kendi içinde çok heterojendir. Eğitim ve sağlık konjonktürden az etkilenir. Bu krizi turizm ve turistik bölgeler de hafif atlatıyor. Buna karşılık perakende ticaret ve gayrimenkulün tünelleri arz fazlaları yüzünden bayağı uzadı. Tarım, gıda, tekstil, ihracat, madencilik, vs. diğer sektörlere yerim kalmadı. Zaten amacım sektör analizi değildi. Çok sayıda tünel olduğunu, dolayısı ile bazılarında ışık görünürken diğerlerinde karanlığın sürebileceğini anlatmaktı.
Dikkatli bir okuyucum soruyor. Merkez Bankası’na Para Politikası Kurulu toplantı günü faiz indirimi önerileri yapardınız, iki aydır sesiniz çıkmıyor diyor. Doğrudur. Görüşümü son Mart’ta yazdım. Nisan’dan itibaren sadece kararı değerlendirdim.Nedeni bir dostumun uyarısı. “X puan indirin önerisi yanlıştır, geri teper; Kurul senin dediğini yapmış duruma düşmek istemez, indireceği varsa indirmez” dedi. İçime bir kurt düştü. Üstelik ben sayı vermeyince faiz indirimleri arzuladığım düzeyde gerçekleşti.Şaka, şaka! Egom şişiktir ama zannedildiği kadar megaloman değilim. Tam tersine, Merkez Bankası yönetimini bu kritik konjonktürde aldığı cesur kararlar için canı gönülden kutluyorum.Reel faizde büyük düşüşSon kararla Merkez Bankası’nın gecelik borçlanma faizi yüzde 8.75’e, fonlama faizi yüzde 11.25’e indi. Böylece ekimden bu yana gerçekleşen indirim 8.5 puana, yılbaşından bu yana ise 6.25 puana ulaştı. Faizdeki düşüşün etkileyici olduğunu kabul etmek gerekiyor.Merkez Bankası’nın 2008 ortasında gecelik faizleri yükseltmesini eleştirmiştim. Reel ekonomiden çok döviz piyasasını gözettiğini söylemiştim. Resesyonun ciddiyeti ortaya çıktıkça Merkez Bankası’nın da yaklaşımını değiştirmesi olumludur.Reel faiz hesaplarını kısaca gözden geçirelim. Örneğin yılbaşında Merkez Bankası’nın 2009 için kendi enflasyon tahmini yüzde 7.5, borçlanma gecelik faizi ise yüzde 15’ti. Bu ise yüzde 7.5 reel faiz anlamına geliyor.Bugüne bakalım. Nisan’da yayınlanan Enflasyon Raporu’nda Merkez Bankası’nın 2010 ortası için enflasyon tahmini yüzde 5.8’dir. Buradan Haziran’da borçlanma reel faizini yüzde 3 hesaplıyoruz. Yani Merkez Bankası’nın kendi enflasyon tahminlerini baz alarak hesaplanan reel faiz Ocak‘tan Haziran’a 4.5 puan gerilemiş oluyor.Yeterli mi? Bundan sonra ne olur? Şimdilik bu tartışmalara girmek istemiyorum. Para politikasında 2008 sonbaharında ciddi bir kopuş yaşandığı kanısındayım. Bu şekilde para politikasının normalleşmesi yolunda çok önemli bir adım atılmıştır.Bağımsızlık üstünePara politikası literatüründe Merkez Bankası’nın siyasi otoriteden bağımsızlığı çok konuşulur. Enflasyonla mücadelede hayati önemi anlatılır. Ben de katılıyorum. Ancak, son küresel mali kriz bağımsızlığın diğer cephesini ortaya çıkardı. İstikrar için siyasetten bağımsızlık yetmiyor. Mali piyasalardan da bağımsız olması gerekiyor. Yoksa hikâyenin sonu çok kötü bitiyor.Lafı uzatmayalım. Ekim’den bu yana, Merkez Bankası mali piyasalara rağmen faizleri takır takır indiriyor. Açık ve örtük tehditlerine, yazdıkları korku senaryolarına aldırmıyor. Normalleşmenin nedeni bu kritik tavır değişikliğidir. Kutluyorum ve destekliyorum.
Küresel piyasalar şaşırtmaya devam ediyor. Borsalar haftaya düşüşle başladı. Moralleri neyin bozduğu anlaşılmadı. Döviz piyasasında doların euro (ve diğer paralar) karşısında değer kazanması deniyor. Aradaki bağlantıyı kurduğumu söyleyemem.8-10 Temmuz’da London School of Economics, 2008 Nobel Ödülü sahibi Profesör Paul Krugman’ı ağırladı. Türkiye’de bile medyaya yansıyan “ABD sonbaharda resesyondan çıkabilir” öngörüsü oradaki uzun konuşmasından alıntılandı.Yaşasın internet! www.lse.ac.uk adresinde konuşma ve soru-cevap üç ayrı video halinde izleniyor. Ayrıca sunumları da indirmek mümkün. Toplam dört saatten fazla sürüyor. İlk iki bölümü çok beğendim. Üçüncüsü bu akşama kaldı.Türkiye’de gündem yoğun. Dün Mart iş gücü anketi ve Mayıs bütçe gerçekleşmesi yayınlandı. Başbakan Yardımcısı Babacan döviz kredileri ve kredi kartı boçlarına yönelik yeni uygulamaları açıkladı. Bugün Para Politikası Kurulu faiz kararı için toplanıyor.Döviz açığına ne oldu?Geçen hafta Nisan ödemeler dengesi açıklandı. Dış açıkta hızlı düşüş artık haber niteliğini kaybetti. O nedenle yazmaya niyetli değildim. Bilgisayarda posta kutumu temizlerken üç beş ay önce gelen raporlar gözüme çarptı. Fikrimi değiştirdim.Neler yazılmış neler! Hepsi aynı analizi yapıyor. 2009’da Türkiye’nin büyük döviz açığı var. Dış krediler çevrilemez. Hükümet acilen IMF’yle anlaşmak zorundadır. Aksi halde döviz kurunu tutmak imkânsız olur. Martta dolar 2.5 TL’ye fırlar. Vs, vs.Halbuki 2009’un ilk yarısının sonuna geldik. IMF’le anlaşma yapılmadı. Gecelik faizler tek haneye indi. Bütçe rekor açık veriyor. Üstüne yerliler döviz alıyor. Bütün bunlara rağmen dolar 1.50-1.60 TL arasında salınıyor.Mali piyasa analizleri böyle oluyor. Yeni raporlara bakıyorum. Bu kez tam tersi yazılıyor. Söz birliği etmişcesine “2009’da Türkiye’nin dış finansman sorunu yoktur” deniyor. Tabii ki IMF’le anlaşmanın zorunluluğu yine vurgulanıyor.Türkiye dış borç ödüyorDört aylık cari işlemler açığı 2.7 milyar dolar çıktı. Geçen yıl 17.5 milyar dolardı. Yani dış açık takriben 15 milyar dolar azaldı. 2009’da dış açığı 10 milyar doların altında kalacağına kesin gözle bakabiliriz.Ocak-Nisan dönemi yabancı sermaye ve hisse senedi girişi 3 milyar dolar tutuyor. Buna karşılık kamu kesimi 3.5 milyar dolar, özel kesim 6.7 milyar dolar borç geri ödüyor (2.5 milyar doları reel kesimin). Toplam geri ödenen borç 10.2 milyar dolar tutuyor.Haklı bir soru var. Cari açık artı borç dışı sermaye girişi 300 milyon dolar fazla verirken 10.2 milyar dolar hangi kaynakla ödendi? 4.1 milyar dolar döviz rezervlerinden, geriye kalan 5.9 milyar dolar ise ünlü “net hata noksan” kalemindeki fazladan sağlanıyor.Bir not: “Net hata noksan” kalemindeki dalgalanmaların tefsirinde zorluk çekildiğini izliyorum. Daha önce yazdım. Makul sınırlar içinde kaldığını, kayda değer bir sistematik hata görmediğimi söyleyebilirim.
Dünya borsalarında kış aylarında yaşanan büyük çöküşü hızlı bir toparlanma izledi. Endeksler giderek istikrar kazanmışa benziyor. Ancak, iyimserliğin ne ölçüde kalıcı olduğu konusunda belirsizlik sürüyor. Kimse “Tamam, kriz bitti” demeye cesaret edemiyor.Reel ekonomiden de yakın geçmişe kıyasla olumlu sayılabilecek işaretler geliyor. Örneğin Türkiye dahil pek çok ülkede sanayi üretiminde ve dış ticaretteki sert düşüş durdu. Tüketici güveni yükseldi. Sonbahara doğru resesyondan çıkılabileceği umudu güçlendi. Ne var ki, şimdi de yeni bir korku ortalığı sardı. ABD kamu borcundaki ve para arzındaki korkutucu artış doların değerinin sorgulanmasına yol açıyor. Özellikle yüksek döviz rezervi taşıyan ülkeleri çok tedirgin ediyor. Sorunun kökeninde iktisat politikasının kritik bir açmazı yatıyor. Mali kriz kısa dönemde deflasyon riskini gündeme getirdi. ABD para ve maliye politikalarını gevşetti. Böylece uzun dönemde enflasyon riski almış oldu. Doların gücüDaha önce yazdık. Kısaca özetleyelim. Krizin esas nedeni küresel ekonomide oluşan büyük dengesizliklerdir. Dolayısı ile nihai sorumlusu buna izin veren dolar merkezli dünya para sistemidir. Daha açık söyleyelim. Para sistemindeki zafiyetin kanıtı krizin kendisidir.İnsanlar genelde bu olayı anlıyor. Konuşmalarımda gelen sorularda görüyorum. Ancak, anlaşılamayan bir boyutu var. Neden dolar hâlâ dünyada rezerv para niteliğini koruyor? Yerine euro ya da yen yada bir başka para kullanılmıyor?Bir neden doların diğer ülke paralarına kıyasla kritik bir teknik avantaja sahip olmasıdır. Rezervler doğrudan ya da dolaylı devlet tahvilinde tutulur. Dolayısı ile rezerv para büyük ve likit bir devlet tahvili piyasası gerektirir. Bu konuda ABD rakipsizdir. 8 trilyon dolar dünya döviz rezervinin 4 trilyon doları doğrudan, 1 trilyon doları dolaylı yoldan Amerikan devlet tahvillerinde yatıyor. Bu paranın gidebileceği hacimde başka bir tahvil piyasası yoktur. Euro bölgesi ile karşılaştırmak yararlı olacaktır. Milli gelir, dış ticaret, vs. ekonomik göstergeleri ABD düzeyindedir. Ancak her devlet kendi tahvilini çıkartıyor. Dolayısı ile tahvil piyasaları bölünmüş ve küçük kalıyor. Dünya rezervlerinin yükünü taşıyamıyor. Romancıdan al haberiŞimdi size iki soru: Bir: Karşılığı olmayan para olur mu? İki: Para basmanın devlet tekelinde tutulması gerekiyor mu? İlkine ‘hayır’, ikincisine ‘evet’ diyen bence çoktur. Radikal bireyci görüşler ise ikisine de ‘hayır’ diyor. Amerikalı genç romancı Paco Ahlgren bunlardan biri. Parlak bir geçmişi var. İyi aile çocuğu, rock grubu vokalisti, finans mezunu, mali kesim analisti ve iktisatçısı, televizyon programcısı ve şimdi roman yazıyor. 2007’de yayınladığı ilk kitabı Ölümsüz (Çev. Duygu Günkut, Siren Yay. İstanbul 2008) bugünkü krizi öngörüyor. Romanda kriz doları üstelik ABD’de bitiriyor. Tüm dünya özel bir şirketin çıkardığı altın karşılığı paraya geçiyor. Özetleyelim: Dünya para sistemi sorunludur. Ama kısa dönemde alternatifi de yoktur. Yenisi çıkana kadar çalkantılı bir dönem yaşanacaktır.