İki haftadır güncel tartışmaları ve yeni yayınlanan verileri ihmal ettik. Genel konulara yoğunlaştık. Yatırımları ne belirler, kriz sonrasında dünya ekonomisini neler bekliyor, yeni dönemde Türkiye ne yapmalı gibi kritik sorulara cevap aradık.Sosyal bilimlerin yazılı olmayan bir kuralıdır. Araştırılan konunun kapsamı genişledikçe doğru cevaplanması ihtimali azalır. Çünkü geliştirilen hipotezleri somut gerçekte sınamak zorlaşır. Maalesef esas ilgimizi çeken soruların büyük bölümü bu kategoriye girer.Dolayısı ile, kriz sonrası ortamda Türkiye’nin kendisine nasıl bir yol çizmesi gerektiğini bütüncül bir yaklaşımla tartışmaya devam etmek istiyorum. Ama biriken verileri değerlendirmeden de yapamadım. Bugün kısaca onlara bakacağım.Dibini gördük mü?Pazartesi günü nisan sanayi üretimi, dün nisan dış ticaret miktar/değer endeksleri ve mayıs kapasite kullanımı açıklandı. Üçü de konjonktürü yansıtan öncü göstergelerdir. Üretimdeki daralmanın dibe vurup vurmadığını kestirmekte kullanabiliyoruz.Verilere girmeden yöntemle ilgili bir gözlem yapalım. Türkiye’de karşılaştırma genellikle bir yıl öncesinin aynı dönemi ile yapılıyor. Falan gösterge yüzde şu kadar arttı ya da azaldı derken bunu kastediyoruz.Ancak konjonktür analizinde bir yıl “uzun dönem” sayılır. Bizi asıl ilgilendiren, söz konusu göstergenin bir önceki döneme kıyasla nasıl değiştiğidir. Yani, nisan verisini martla karşılaştırmaktır. Bu amaçla mevsimlik etki düzeltilmiş veriler hesaplanır ve kullanılır.Sanayi üretimi ile başlayalım. Çalışılan gün sayısına ve mevsimlik etkilere göre düzeltmeleri yapınca, şubattan itibaren üretim düzeyinin değişmediği ortaya çıkıyor. Bu da sanayi üretiminde dibin göründüğünü düşündürüyor.Mayıs kapasite kullanımı bu gözlemi güçlendiriyor. Mevsimlik etkiyi temizleyince mayısta bir kıpırdama hissediliyor. Nisan ithalat miktar endeksi de aynı yönde işaret veriyor. Gene düşük bir düzeyde de olsa ithalat miktarının istikrar kazandığını saptıyoruz.Enflasyon ve bütçeYıllık enflasyondaki düşüş devam ediyor. Tüketici fiyatları yüzde 5,2’ye düştü. Benden sonra gelen nesil sanırım ilk kez bu düzeyde enflasyona şahit oluyor. Bunu beklediğimizi daha önce yazdık. Düşüş eğilimi hâlâ güçlü duruyor.Hazine, mayıs aynı nakit gerçekleşmesini yayınladı. Mayısta 3.6 milyar TL faiz-dışı fazla, 1.2 milyar TL nakit açığı var. Yılın ilk dört ayına kıyasla her ikisinde bir düzelme görülüyor. Geçici mi yoksa kalıcı mı bilmiyoruz.Mayısın olumlu etkisi ile ilk beş ay için faiz dışı denge 2.2 milyar TL fazla veriyor. Beş aylık nakit açığı ise 20.3 milyar TL’ye tırmanıyor. Bu arada Hazine’nin açığın epey üstünde borçlanma gerçekleştirdiğini de (27.3 milyar TL) belirtelim.
Dani Rodrik’in Forum İstanbul’da yaptığı konuşmanın Türkiye ile ilgili kısmına ancak üçüncü yazıda gelebildim. İlk yazı kriz sonrasında büyümenin yavaşlamasını ve mali küreselleşmenin gerilemesini öngördü. İkincisi büyüme modellerine baktı.İki “kötü” model tanımlandı. Türkiye’nin doğal kaynakları hammadde ihracatı ile büyümesine izin vermiyor. Ama son dönemde dış borçlanma ile büyümenin tipik bir örneğini oluşturuyor. Yeni küresel ortamda “kötü” model işlerliğini kaybediyor.“İyi” model modern sanayi ve hizmet ürünleri ihracatı aracılığı ile yapısal dönüşümü hedefliyor. Büyüme potansiyeli hâlâ yüksek. Ancak yeni dönem onu da kısıtlıyor. Büyük dış fazlalara yol açan büyüme stratejisini zorlaştırıyor.Türkiye deneyimiRodrik önce yakın geçmişte Türkiye ekonomisinin belirgin karakteristiklerini saptıyor. Türkiye’de yatırımların ve dolayısı ile büyümenin büyük ölçüde dış kaynak girişine bağımlı hale geldiği sonucuna ulaşıyor. Ortaya çıkan sorunları sayıyor.En iyi bilineni, dış kaynak girişinde oynaklıktır. Daha önce kaç kere yaşandı? İç ya da dış nedenlerle dış finansman aniden kuruyor. Hatta daha önce gelenler de çıkmaya başlıyor. Kur, faiz vs. malum kâbuslar yaşanıyor.Diğeri, yüksek oranlı dış kaynak girişlerinin TL’nin ciddi şekilde değer kazanmasına yol açmasıdır. Böylece ekonomiyi hızlı ve sürdürülebilir büyümeye taşıyacak yapısal dönüşümün en temel desteği kayboluyor.Çünkü mal ve hizmet ihracatına yönelik yatırımların kârlılığı düşüyor. Büyümenin motoru tüketim ve iç piyasaya yönelik yatırımlar oluyor. Yani ekonominin hızlı büyümesi için iç tasarrufların hızla azalması gerekiyor.Vurgulayalım. Düşük iç tasarruf, dev dış açık ve değerli TL birbirinden kopuk değildir. Tam tersine, aynı sürecin, Rodrik’in “kötü” dediği büyüme modelinin farklı yansımalarıdır.“İyi” büyümenin gerekli koşuluRodrik yeni dönemde Türkiye’nin “iyi” büyümeye geçmesi için gerekli koşulu saptıyor. Dış finansmana bağımlılığı azaltmanın ve TL’nin değer kazanmasını engellemenin tek yolu iç tasarrufların yükseltilmesidir.İç tasarrufların milli gelire oranında “birkaç puan” artış için bütçe disiplini ve özel tasarrufa teşvik istiyor. İç tasarruflar yükselmeden mikro reformların hızlı büyüme için yetersiz kalacağını savunuyor.Rodrik’in analizine katılıyorum. Eski güzel günlere dönüş yoktur. Yeni koşullara uyum sağlayan tutarlı bir büyüme stratejisi zorunludur. Ayrıca, iktisat politikaları açısından geçiş sürecinin çok ciddi açmaz ve tuzaklarla dolu olduğunu hatırlatalım.
Dani Rodrik’in Forum İstanbul’da yaptığı konuşmayı özetliyoruz. Perşembe günü küresel kriz analizine baktık. Esas darboğazı küresel politika eşgüdümünde görüyor. Kriz sonrasında büyümenin yavaşlamasını ve mali küreselleşmenin gerilemesini bekliyor. Buradan yeni ortamın Türkiye’nin de aralarında bulunduğu gelişen ülkeleri nasıl etkileyeceği sorusuna geçiyor. İlk bakışta olumsuz dursa bile, aslında sonucunun pekala olumlu olabileceğini söylüyor. Bunun için iki koşula dikkat çekiyor. Biri büyüme dinamiklerinin iyi anlaşılmasıdır. Verimlilik ve teknoloji öne çıkıyor. Diğeri hükümetlerin doğru büyüme stratejileri uygulamalarıdır.Bu bağlamda, küresel krizin gelişen ülkeler için bir fırsat oluşturduğunu düşünüyor. Neden? Çünkü yeni küresel konjonktürde geçmişte uygulanan “kötü” büyüme modellerini sürdürme olanağı kalmıyor. “Kötü” büyüme modelleriRodrik iki “kötü” büyüme modeli tanımlıyor: Hammadde ihracatının çektiği büyüme ve dış borçlanmanın (ya da dış kaynağın) çektiği büyüme. Türkiye ikinci kategoriye giriyor. İlkine Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin son 10 yılını örnek veriyor. Büyüme doğal kaynak avantajlarına dayanıyor. Tarım ve madencilik ürünleri ihracatı ile gerçekleşiyor. Üç önemli sorunun altını çiziyor. Bu ürünlerin fiyatları çok oynak ve uzun dönemde düşüyor. Sanayi ve teknolojiyi geri planda bırakıyor. Siyaseti rant dağılım mekanizması haline dönüştürüyor. Neticede hızlı büyüme sürdürülemiyor. İkincisine örnek olarak 1970’lerde Latin Amerika’yı, son dönemde AB’nin çevresinde yer alan ülkeleri ve Türkiye’yi gösteriyor. Model kısa dönemde firmaların kaynak sorununu hafifleterek hızlı büyüme sağlıyor.Özelliklerini birinci elden biliyoruz: Değerli yerli para ve büyük dış açıklar. İnşaat ve gayrimenkul gibi “yanlış” sektörler gelişiyor. Sanayi örseleniyor. Birgün dış kaynak gelmiyor ve büyüme duruyor. Yeni dönem “kötü” modelleri tasfiye ediyor. Yavaş büyüme hammadde fiyatlarını vuruyor. Mali akımların gerilemesi dış kaynağı kurutuyor. “İyi” büyüme modeliBöylece Rodrik’in “iyi” büyüme modeline geliyoruz. Yapısal dönüşümün çektiği büyüme modeli adını veriyor. Örnek olarak Japonya, Kore, Çin ve Hindistan’ı veriyor. Bir yanda düşük verimli tarım ve enformel kesim var. Bunlara geleneksel kesim diyor. Öte yanda imalat sanayi, dış ticarete konu hizmetler ve sanayileşmiş tarım var. Ona modern kesim diyor.Sanayi politikaları modern kesimde yatırımların artırılmasına odaklanıyor. Temel politika aracı düşük değerli yerli para oluyor. Gelişmiş ülkelerin ürettikleri mal ve hizmetlerin ihracatı teşvik ediliyor. Hızlı yapısal dönüşüm sağlanıyor. Rodrik, bu modelin yeni dönemde de başarısını sürdüreceğini düşünüyor. Çin’in dış fazlaları ile ilgili eleştirilerine yerim kalmadı. Türkiye’ye bakarken kısaca değineceğim.
Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Dani Rodrik’in Forum İstanbul’da yaptığı konuşmayı çok beğendiğimi yazdım. Sağolsun sunumunu yolladı. Analizinin önemli gördüğüm bölümlerini okuyucularımla paylaşmak istiyorum.Rodrik önce küresel krizi ele alıyor. Bilinenlerin tekrarı gibi durabilir. Ama sistematik hale getirerek bence çok yararlı bir özet yapıyor. Krizin ortaya çıkardığı zafiyetleri üç ana kategoriye topluyor.Bir: Mali kesimde düzenlemeler yenilikler karşısında yetersiz kalıyor. Sektörde alınan riskler anlaşılmıyor. Aşırı kaldıraç kullanılmasına izin veriliyor. Ahlaki zafiyetler, yöneticilerin yanlış müşevvikleri vs. küçümseniyor.İki: Küresel düzeyde reel dengesizlikler oluşuyor. Başta ABD-Çin ilişkisinin simgelediği dış ticaret dengesizliği geliyor. Üstüne rezervlerdeki hızlı artış ekleniyor. Neticede küresel likidite patlıyor.Üç: Mali krize küresel düzeyde tepki verilemiyor. Gerekli mekanizmalar olmadığı için, krizin derinliğine rağmen mali kesimin düzenlenmesi, canlandırma paketleri ve küresel likidite konularında bir türlü koordinasyon sağlanamıyor.Çözümün unsurlarıRodrik her kategori için ayrı çözüm gerektiğini hatırlatıyor. İlkinde çözüm her ülkenin mali kesimini daha sıkı denetlemesinden geçiyor. Bu kısım nispeten basit ve zaten o yönde güçlü eğilimler şimdiden ortaya çıktı.Diğer ikisi daha karmaşık bir sürece tekabül ediyor. Çünkü her ikisi de, tanım gereği daha fazla küresel işbirliği gerektiriyor. Dolayısı ile ülkelerin iktisat politikası bağımsızlığı ile çelişiyor.İyi bilinen bir örnek üstünde somutlaşalım. Bir ülkenin parasının değerini düşük tutup dış ticaret fazlaları ile hızlı büyüme modelini seçtiğini düşünelim. Bu takdirde küresel ekonomide aynı reel dengesizlikler tekrar oluşacaktır.Çözümün mevcutlarına kıyasla çok daha güçlü küresel kurumlar gerektirdiği açıktır. Ancak Rodrik yakın gelecek için iyimser değil. Liderlik sorunlarının ve politik engellerin aşılmasında ciddi sorunlar görüyor.Bu durumda orta vadede bir yandan büyümenin yavaşlamasını diğer yandan küreselleşmenin gerilemesini kaçınılmaz görüyor. “De-globalisation” sözcüğünü kullanıyor. Rodrik’in gelişen ülkeler ve Türkiye hakkında düşüncelerini bir başka yazıda anlatacağım.
Uzun süredir beklenen nihayet oldu. General Motors resmen iflas masasına başvurdu. 50 yıl önce dünyanın en büyük sanayi şirketi idi. ABD’de satılan iki otomobilden birini üretirdi. Markaları: Chevrolet, Oldsmobile, Pontiac, Corvette, Buick ve Cadillac. Nereden nereye!Mali piyasalarda iyimserlik giderek güçleniyor. Piyasa aktörlerinin iktisatçıların karamsarlığına katılmadıkları anlaşılıyor. İstanbul dahil bütün borsalar haftaya yükselişle başladı. Başbakan’ın IMF’ye eleştirel tavrına rağmen TL değer kazandı. CNBC-e ve Finansal Çözümler Ltd. tarafından hesaplanan tüketici güveni Mayıs’ta tekrar artış gösterdi. Güven ve Beklenti endeksleri Ekim 2007 düzeyine geri döndü. Tüketim Eğilimi endeksi ise Mayıs 2006’dan bu yana en yüksek değere çıktı.Yatırım ve finansmanıPerşembe günü bütçe açığı ile özel yatırım arasındaki ilişkiye baktık. Talep yetersizliği durumunda bütçe açığı ile özel yatırımlar arasında bir çelişki oluşmadığını söyledik. Keynes-öncesi görüşlerin hâlâ seslendirilmesini eleştirdik.Özel yatırımların belirlenme biçimi Keynesci makroiktisadın ayırt edici özelliğidir. Keynes teoride köklü bir kopuş gerçekleştirmişti. Maalesef son 30 yılda eski yaklaşımlar allanıp pullanıp yeniden servis edildi. Keynes’in bu hayati katkısı unutturuldu.Özel yatırımları ne belirler? Biraz içerik kaybı pahasına soruyu sadeleştirelim. Yatırımı belirleyen faktörleri ikiye indirelim. Birine finansman olanağı ve maliyeti diyelim. Diğeri yatırımdan elde edilecek gelir akımı olsun. İlk görüş Türkiye’de hâlâ çok yaygındır. Ekonomide kredi bol ve ucuz ise özel firmaların yüksek düzeyde yatırım yapacakları kabul edilir. Yani özel yatırımları kısıtlayan finansman kaynaklarıdır. Finansman bulunduğu takdirde özel yatırım yapılır. Türkiye’nin ezeli ve ebedi tartışma konusu dış kaynak ihtiyacı bu anlayışın bir uzantısıdır. Buna göre iç tasarruflar varolan yatırım talebini karşılamaz. Dolayısı ile ekonomiye dış kaynak girmesi özel yatırımların yüksek seyretmesi için yeterlidir.Yatırım ve toplam talepKeynes’in önerdiği mekanizma tam ters yöndedir. Firma önce yatırımla üreteceği ürünün satış olanaklarına bakar. Satış gelirlerini arz-talep dengesi belirler. Arz kısıtlı ama talep canlı ise yatırım kârlıdır. Aksi halde kaynak olsa da yatırıma girişmez. Bu süreçte finansman bağımlı değişkendir. Yüksek yatırım talebi varsa mali sistem ona finansman yaratır. Dolayısı ile dış açıkta da nedensellik değişir. Yüksek yatırımın nedeni dış açık değildir; dış açığın nedeni yüksek yatırımdır. Bu mantıkta konjonktürün zayıf halkası özel yatırımlardır. Resesyonla birlikte talep yatırımları, yatırımlar talebi aşağı çeker. Tüketim toparlansa bile ekonomideki kapasite fazlası yatırım talebini baskı altında tutar. Oluşan kısır döngü hızlı büyümeyi engeller. Özetleyelim. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin en kritik sorunu özel yatırım talebinin canlandırılmasıdır. Keynes-öncesi ezberler kırılmadan bunun yapılamayacağı bence çok açıktır.
Küresel krizi öngörmekle ünlenen Roubini ilginç açıklamalar yapmaya devam ediyor. 2009’u pozitif büyüme ile bitirmesi beklenen ender ülkelerden bir olan Kore’yi methetmiş. ABD’nin Kore’den ders alması gerektiğini söylemiş. Mali piyasalardaki olumlu hava resesyonun alfabesini bir kez daha gündeme getirdi. İyimserler bunda V şeklinde bir resesyon görüyor. Az iyimserler W bekliyor. Karamsarlar istikrar içinde düşük büyüme dengesine tekabül eden L harfinde israr ediyor.Nisan dış ticaret verileri TÜİK tarafından yayınlandı. Dış ticaret açığındaki sert daralma Nisan’da devam etmiş. Dış ticaret açığında yüzde 61 gerileme var. Ayrıntılarını dış ticaret miktar endeksleri yayınlandıktan sonra değerlendireceğim. Ekonomi yönetimi ile toplantıÇarşamba günü Başbakan Yardımcısı Ali Babacan köşe yazarı iktisatçılarla biraraya geldi. Devlet Bakanlığı sırasında böyle bir gelenek başlatmıştı. Dışişlerine geçince ara verildi. Ekonominin patronu olunca bıraktığı yerden devam etti. Ekonomi yönetimini Hazine Müsteşarı Çanakçı, Merkez Bankası Başkanı Yılmaz ve Başkan Yardımcısı Başçı temsil etti. Katılan onüç iktisatçı arasında akademisyenler çoğunlukta idi. Bakan Babacan kendilerinin bir sunum yapmayacağını, amacın bizlerin görüşlerini dinlemek olduğunu söyledi. İki tur yaptık. İlkinde küresel ekonomi, ikincisinde Türkiye ele alındı. İktisatçıların laf sıkıntısı çekmediği bilinir. Beş saat anlattık. Bakan Babacan tek tek herkese IMF anlaşması hakkında görüşlerini sordu. Konuyu muğlak bırakanlardan açmalarını istedi. Ama kendi elini hiç göstermedi. Bende hükümetin nihai karar hazırlığı içinde olduğu kanısı uyandı.Tahmin edileceği gibi onüç iktisatçı onüç ayrı analiz yaptı. Çoğunluk IMF’yle anlaşılmasını destekledi. Bütçe açığındaki artıştan tedirginliğini ifade etti. Bu arada birbirimizin görüşlerini daha iyi anlama fırsatını bulduk. Forum İstanbul’un ağır toplarıForum İstanbul 2002’den bu yana önemli uluslararası toplantılar gerçekleştirdi. Bu yıl “2023 Türkiyesi’ne” konusu seçilmiş. Yine çok önemli iktisatçıları dinleme fırsatını bize verdi. Başkan Yavuz Canevi ve mesai arkadaşlarını kutluyorum. “Kriz ve sonrası” başlığını taşıyan açılış sunumunu Harvard’dan Dani Rodrik yaptı. Üç soru sordu. Krizden ne öğrendik? Krizin ardından nasıl bir dünya ekonomisi ortaya çıkacak? Türkiye için iktisat politikası çıkarsamaları nelerdir? Rodrik’in mükemmel analizini bir paragrafta özetlemek haksızlık olur. Bir (belki iki) yazı ancak yeter. İyimserlerin pek hoşuna gittiğini sanmıyorum. Ardından IMF eski başkan yardımcısı Anne Krueger konuştu. Çizdiği tablo daha iyimserdi. Maalesef Kemal Derviş’in konuşmasına kalamadım. Benim katıldığım panelin ağır topu John Hopkins’ten Steve Hanke idi. Krize devletin yanlış müdahalelerinin neden olduğunu iddia etti. Hatalı politikaların hâlâ sürdüğünü ve krizden çıkışı geciktirdiklerini söyledi.Neticede iktisatçıların aynı olaya farklı teşhisler koyup zıt tedaviler önerebildikleri bir kez daha görüldü. Bizim mesleğin beni cezbeden yanlarından birinin bu özellik olduğunu itiraf etmeliyim.
Kredi notu düşürülen zenginler kervanına Japonya’da katıldı. Pratikte etkisi kısıtlı, sembolik bir uyarı aldı. Japon hazinesinin ihmal edilebilir düzeydeki döviz cinsinden borçlarını kapsıyor. Yen borçlanmasına dokunmuyor.Küresel krizin sürprizleri bitmiyor. Exxon’u 100 milyon dolar geçen PetroChina 336 milyar dolar piyasa değeri ile dünyanın en büyük şirketi oldu. İlk onda ABD’den Wallmart, AT&T ve Microsoft, Çin’den Bank of China, ChinaMobile ve ChinaPetroleum, Rusya’dan Gasprom, İngiltere’den Shell yer alıyor.Petrol fiyatları tekrar 150 doları aşar mı? Suudi Arabistan’dan sert bir uyarı geldi. Kendisi dışında petrol üretimine yönelik yatırımların azaldığına dikkat çekiyor. Küresel büyüme başlayınca iki-üç yıl içinde 150 doları aşmasını öngörüyor.Büyük Buhran’da İngiltereİktisatçılar arasında çok anlatılan bir hikâye ile başlayalım. Hakikaten oldu mu yoksa sonradan yakıştırma mı doğrusu bilmiyorum. Zaten o kadar önemli değil. Çünkü çoktan bittiğini zannedilen bir dönemin düşünce tarzını gerçekten iyi özetliyor.1930’ların başında, Büyük Buhran’ın perişan ettiği İngiltere’deyiz. İşsizlik çığ gibi büyümüş. Hükümet sosyal patlamadan korkuyor ve bir şeyler yapmak istiyor. Başbakan bir çözüm yolu olarak kamu harcamalarını artırmayı düşünüyor.Maliye Bakanlığı’na (İngiltere’de Hazine) danışıyor. Bakanlık devrin önemli iktisatçılarından görüş almaya karar veriyor. Onlara işsizlikle mücadele için kamu harcamalarını arttırmanın ekonomiye etkilerini soruyor.İktisatçılardan bütçe açığında artışın ekonomiye yararı olmayacağı, tam tersine zarar vereceği cevabı geliyor. Bir tek Keynes itiraz ediyor ama etkili olamıyor. O tarihte geçerli iktisat teorisinin mantığını kısaca görelim.Ekonomide toplam tasarruf sabittir. Bütçe açığı ile devlet bunun daha büyük bölümünü kullanır. Özel kesim yatırımlarına kalan pay azalır. Demek ki özel yatırımlar bütçe açığı kadar azalır. Dolayısı ile toplam talep değişmez. Sadece kamu borcu ve faiz artar. Bu olaya devletin özel kesimi mali piyasadan kovması (crowding out) deniyor.2009’da TürkiyeBu hikâye nereden çıktı diyeceksiniz. Türkiye’de bütçe açığı tartışmalarını izleyince hatırladım. Çünkü üç aşağı beş yukarı sürekli aynı analiz yapılıyor. Kısaca özetleyelim.Bütçe açığı kamu borçlanmasını artırıyor. Bankalar kaynaklarını Hazine’ye yönlendirince özel kesime verilecek kredi azalıyor. Kredi bulamayan özel kesim yatırım yapamıyor. Neticede büyüme zarar görüyor, kamu borcu artıyor. faiz yükseliyor vs. vs.Şaşkınlığımı lüften mazur görün. Ben Keynes ve Keynesçiler sayesinde artık bu görüşleri savunan kalmadığını zannediyordum. Belli ki yanılmışım. Keynes-öncesi iktisat Türkiye’de hâlâ hükmünü sürdürüyormuş. Ne diyebilirim?
IMF’le anlaşma üzerine altı ay önce dört yazı yazdım. Türkiye’nin IMF’le anlaşmasına neden karşı çıktığımı ayrıntılı şekilde anlattım. Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın yerel seçime IMF’siz gitmek istediğini söyledim. Kendime göre bu konuyu kapattım.Buna karşılık kamuoyu IMF anlaşmasını konuşmaktan bir türlü vazgeçmedi. Hatta bazıları için adeta bir “takıntı” haline dönüştü. İlgili ilgisiz, her konu IMF’e bağlandı. İşin içine IMF anlaşması katılmadan ekonomi konuşulamaz oldu.Ben bu muhabbetin dışında kaldım. Doğrudur, arada küçük dokundurmalar yaptım. Nedenlerine fazla girmeden kendi tavrımı tekrarladım. Ama daha fazlasını gereksiz bir zaman ve enerji kaybı gibi gördüm. Bugün de aynı kanıdayım.Öcülere karşı IMF çapasıHepimiz biliyoruz. Kamuoyunda etkinliği yüksek bir kesim hükümetin IMF ile anlaşmasını ısrarla talep ediyor. Israr sözcüğünün özellikle altını çiziyorum. Olayın kısa bir kronolojisini çıkartmakta yarar var.Türkiye’nin IMF ile yaptığı anlaşmalar zinciri 1999 sonbaharında başladı. 2008 ilkbaharında sona erdi. IMF’le geçen dokuz yılın alışkanlık yaratması normaldi. O açıdan, 2008 yazında IMF ile ilişkilerin devam etmesi talebini anlamak daha kolay duruyor.Geri plandaki öcüler de aslında biliniyor. En derin korku, döviz kurunun kopup gitmesidir. Üstelik ilk kez bir küresel mali kriz yaşanıyordu. Kurdaki belirsizliğe karşı IMF çapasına sığınmayı anlayabiliyorum.Diğer öcü bütçe disiplininin bozulmasıdır. Türkiye’nin yerleşik seçkinleri arasında seçimle gelen hükümetlere güven çok düşüktür. Popülizmin ancak dışarıdan (yukarıdan!) kısıtlanma ile engelleneceğine inanılır. Gene IMF çapası gündeme geliyor.Aynı korkuların 2008 sonbaharında devam etmesi de beni şaşırtmıyor. Lehman Biraderler’in batışı küresel mali krizi korkutucu bir aşamaya taşımıştı. TL’ye yönelik sert bir saldırının an meselesi olduğu düşünülüyordu. IMF fırtınada sığınılacak güvenli liman olabilirdi.Mağlup pehlivan...Aradan altı ay daha geçti. Başta ABD, gelişmiş ülkelerde devreye sokulan maliye ve para politikası tedbirleri küresel mali krizi kontrol altına aldı. Piyasalarda yavaş ve kısmi de olsa istikrar işaretleri belirdi.Ya Türkiye? IMF ile anlaşma yapılmamasına rağmen döviz kurunda fazla hareket olmadı. Öte yandan enflasyon ve faizler şaşırtıcı hızla geriledi. Giderek tüketici talebi ve güveni toparlanmaya başladı. Bütçede bozulma bile makul sınırlar içinde kaldı.İki gözlem yapalım. Bir: Bu gelişmeler IMF ile anlaşmanın o günlerde iddia edildiği gibi zorunlu olmadığını gösteriyor. İki: Bugünün koşulları ise herhangi bir zorunluluktan söz etmeye hiç izin vermiyor.Geriye çok önemli bir soru kalıyor. Neden hâlâ IMF’le anlaşmayı isteyen ve savunan bu kadar çok kişi var? Cevaplamakta zorlanıyorum. Aklıma gayri ihtiyari ünlü özdeyiş geliyor: “Mağlup pehlivan güreşe doymazmış!” Ne dersiniz?