AB’nin ellinci yılını değerlendiriyoruz. İlk iki yazıda bir Avrupa federalistinin perspektifinden AB’nin geçmişine ve geleceğine baktık. Olumlu şeyler söyledik. Sıra AB’nin Türkiye ile ilişkilerine geldi.Ortak Pazar 1957’de kuruldu. Hemen ardından Yunanistan ve Türkiye’nin özel ilişki arayışı başladı. Türkiye’nin Ortak Pazar üyeliğine geçişini düzenleyen ilk anlaşma 1963’te imzalandı. Teorik olarak AB’nin yedinci ya da sekizinci üyesi olma hakkına tekabül ediyordu. Bu bakımdan, pazar günü Berlin’de gerçekleşen ellinci yıl kutlamalarında Türkiye’nin yer almaması çok acıdır. Yola bizimle beraber çıkan Yunanistan otuz yıl önce onuncu üye oldu. Türkiye’nin önümüzdeki otuz yılda otuzuncu üye olup olmayacağı ise hâlâ belirsiz.İki farklı dönemNeden böyle oldu? Kabahat kimin? Bu soruların cevabını vermek için 1963’ten günümüze geçen kırk dört yılı iki ayrı döneme ayırmak gerekiyor. Sonucu baştan söyleyelim. İlkinde kabahat Türkiye’nin, ikincisinde AB’nindir.1963 yılında Türkiye’yi yönetenler gerçekten gümrük birliğine üyelik istiyorlar mıydı? Hayır. Ortak Pazar’la ilişkinin amacı önemli bir diplomatik forumu Yunanistan’a kaybetmemekti. Ekonomik boyutunu zamanı gelince düşünürüz yaklaşımı hakimdi.1960’lar ve 1970’lerde Türkiye iç piyasaya yönelik sanayileşme deniyordu. Gerek siyasiler gerek iş alemi gümrük birliğinin tam zıttı korumacılık ve dış ticaret anlayışlarına sahipti. Yani gümrük birliği için hiç hazırlık yapılmadı. Kanıtı, 1970’lerin sonunda Yunanistan’la birlikte üyeliğe müracaat önerisini Ecevit hükümetinin reddetmesidir.1980 askeri rejimi ilişkileri askıya aldı. Normalleşmesi için 1980’lerin sonunu beklemek gerekti. O arada Türkiye’de değişmiş, ihracata yönelmiş, piyasalarını dış rekabete açmıştı. 1989’da Özal üyelik hakkını talep etti.O andan itibaren AB’nin Türkiye’yi oyalama taktikleri devreye girdi. Ortak Pazar AB’ye dönüşmüştü. Anlaşmadan doğan hakkın gümrük birliği ile sınırlı olduğu söylendi. 1996’da Türkiye üye olmadan gümrük birliğini gerçekleştirdi. Sonrası biliniyor.AB’ye girecek miyiz?İki soru iç içedir. Türkiye girecek mi? AB alacak mı? İlki o kadar ilginç değil; çünkü bizim irademizdir. Diğeri bizim kontrolümüz dışındadır. Ne yönde seyredeceğini anlamaya çalışmamız doğaldır. Birkaç önemli gördüğüm temayı kısaca özetlemek istiyorum.Türkiye’nin üyeliği AB’nin geleceğinde bir mihenk taşıdır. Felsefi, siyasi, toplumsal, ekonomik vs. AB’nin geleceği büyük ölçüde bu karar çerçevesinde belirlenecektir. Türkiye karşısındaki her tavır bir AB vizyonuna tekabül etmektedir.Türkiye karşıtlığında iki ana eğilim öne çıkıyor. Biri Hristiyan Avrupa isteyenlerdir. Nüfusu Müslüman Türkiye’ye Avrupa’da yer yoktur. Diğeri hızlı federalleşme arzulayanlardır. Büyük lokma Türkiye siyasi entegrasyonu zorlaştıracaktır.Türkiye’ye desteği bu iki eğilimin karşıtları vermektedir. Değerler Avrupası isteyenler için demokratik Türkiye mutlaka AB’ye katılmalıdır. Keza Türkiye’nin üyeliği gevşek birliği tercih edenler tarafından yararlı görülmektedir.Bu mücadele nasıl biter? Ben iyimserim. Çünkü Türkiye karşıtları çağın ruhu ile çelişen bir zemine oturuyor. Bizlerin hayatını zorlaştıracakları kesindir. Ama Türkiye’nin üyeliğini engelleyecek manevi ve maddi gücü toparlayabilmeleri ihtimali bence yoktur.
AB’nin kurucu metni Roma Anlaşması’nın 50’inci yılı pazar günü Berlin’de törenle kutlandı. Medyada ayrıntılarını izledik. Maalesef çekilen aile fotoğrafında Türkiye yoktu. Neyse ki milli takımın Yunanistan zaferi ile keyfimiz yerinde idi. Fazla aldırmadık. İlk yazıda AB’nin oluşumunu özetledim. İddialı şekilde, “insanlık tarihinin en başarılı toplumsal-siyasi projelerinden biri, belki birincisidir” dedim. Ekonomik ve siyasi bütünleşmenin yararlarını kısaca hatırlattım.Buna karşılık şu sıralar AB çok sorunlu duruyor. Ekonominin son on yılı parlak değildi. Fransa ve Hollanda AB Anayasası’nı referandumla reddetti. AB kurumlarında vizyon ve irade eksikliği çıplak gözle görülüyor. Bundan sonra ne olur? AB geçmişteki başarısını gelecekte de sürdürebilecek mi? Yoksa bu hikâye buraya kadar mıydı? Hatta yavaş yavaş çözülme olabilir mi? Sanırım bu sorular herkesin aklını kurcalıyor.Avrupa Birleşik DevletleriSondan başlayalım. AB ülkelerinin tümünde AB’den ayrılmak isteyen küçük ama gürültülü kesimlere raslanıyor. Yaygınlaşma ihtimali bence sıfıra yakındır. Toplumlar AB’nin dağılmasının yüksek maliyetini algılayabiliyor.Durağanlık da gerçekçi bir alternatif değildir. Dünya ve koşullar sürekli değişiyor. AB’nin bugünkü yapısı ile dondurulması olanaksızdır. Bir tür yavaş ölüme tekabül eder. Çözülme senaryosuna geri dönmüş olunur. Böyle bir talep yoktur.AB içinde temel ayrışma gelişmenin yönü, hızı ve yoğunluğu konusundadır. Özünde farklı iki görüş projenin başından itibaren yarışıyor. Bir kesim bu sürecin Avrupa Birleşik Devletleri’ni doğuracağını hayal ediyor. Diğeri ise milli devletler arasında yakın ekonomik işbirliğinin ötesine geçmek istemiyor.İlk kesim Fransa ve Almanya’nın liderliğinde Ortak Pazarı kurdu. İngiltere ikinci grubu EFTA’da (Avrupa Serbest Ticaret Anlaşması) topladı ama yürütemedi. AB’ye katılmak zorunda kaldılar. Çekişme AB içine taşındı. Artan üye sayısı ile iyice karıştı.Siyasi bütünleşme sürecektirBazı gözlemler ve tahminler yapabiliriz. Mevcut sorunlar ciddidir. Kısa sürede halledilmesi beklenmemelidir. Bölünme artacaktır. Daha kalıcı hale gelecektir. Tek bir AB’den söz etmek giderek zorlaşacaktır.Ama Fransa ve Almanya’da siyasi bütünleşme iradesi hâlâ güçlüdür. Yürümeye karar verdikleri takdirde onlara katılacak başka ülkeler de vardır. Küresel rekabetin ağırlaşan koşulları da siyasi bütünleşmeyi desteklemektedir.Bu durumda orta dönemde AB içinde siyasi bütünleşme farklılaşacaktır. Ancak uzun dönemde ilk aşamada dışarıda kalanların da (EFTA gibi) buna katılacaklarını düşünüyorum. Avrupa’nın siyasi bütünleşmesi kaçınılmazdır. Ayrıca çok yararlıdır.Nihayet, AB’nin yakın ve uzak dönem siyasi evriminde Türkiye anahtar bir role sahiptir. Önemi gereği bu konuyu ayrı bir yazıda inceleyeceğim.
25 Mart 1957’de, tam 50 yıl önce, altı Avrupa ülkesinin liderleri Roma’da toplandı. Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’u biraraya getiren Avrupa Ekonomik Topluluğu Anlaşması, kenti süsleyen tarihi mekanlarından birinde imzalandı.Altı ülke savaşın harap ettiği ihtiyar kıtayı kalıcı bir barışa götürme umudu ile yola çıkıyordu. İlk aşamada ekonomik bütünleşme hedeflendi. Gümrük duvarlarını kaldıran bir “Ortak Pazar” kuruldu. Böylece bugünkü Avrupa Birliği’nin temelleri atıldı.Soğuk savaş döneminde ülke sayısı önce İngiltere, Danimarka ve İrlanda’nın katılımı ile dokuza, sonra Yunanistan’la 10’a, derken İspanya ve Portekiz’le 12’ye, nihayet Avusturya, Finlandiya ve İsveç’le 15’e yükseldi. Sovyetler Birliği’nin dağılması Slovenya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Macaristan, Estonya, Litvanya, Latviya’yı getirdi. Malta ve Kuzey Kıbrıs’la beraber 25 ülke etti. Bu yıl Bulgaristan ve Romanya’nın da girmesi ile AB üyesi ülke sayısı 27’ye ulaştı. Bugün itibariyle Avrupa ve AB özdeş sayılabilir. Batı, Kuzey ve Orta Avrupa’da sadece üç küçük ülke, İsviçre, Norveç ve İzlanda kendi arzuları ile birlik dışındadır. Eski Yugoslavya’nın sorunlu yeni devletleri (Sırbistan, Makedonya, Hırvatistan, Bosna) ve Arnavutluk’la güney doğu Avrupa da bütünleşmiş olacaktır.Tarihi bir başarıdır50 yıl bireysel yaşamda çok uzun, ama tarih için çok kısadır. 50 yılda katedilen mesafe, AB’yi insanlık tarihinin en başarılı siyasi-toplumsal projelerinden biri, belki de birincisi yapmaktadır. Ekonomik boyutu zaten çok açıktır. Ayrıca üstünde durmaya gerek bile yoktur. Büyük AB pazarının getirdiği ölçek olanakları Avrupalı üreticilere küresel rekabette önemli üstünlükler sağlıyor. Bölünmüş milli piyasaları ile AB ülkeleri bugünkü refah düzeyine asla ulaşamazlardı.Siyasi boyutu da aynı derece nettir. AB’nin demokrasi ve istikrar için hayati bir çekim merkezi olduğu inkar edilemez. Önce kendi içsel dinamikleri ile piyasa ekonomisine ve demokrasiye geçmekte zorlanan komşularını (Yunanistan, İspanya, Portekiz) dönüştürdü. Komünizmin çökmesinden sonra ise Doğu Avrupa ülkelerinin demokrasiye ve piyasa ekonomisine geçişini kolaşlaştırdı. Aynı gözlemi Türkiye için yapabiliriz. AB’ye üyelik vizyonu Türkiye’de reform sürecini hızlandırmıştır. Avrupa federalistiAvrupa projesinin önemini ve sonuçlarını 1960’ların sonunda kavradım. Yavaş yavaş kendime “Avrupa federalisti” demeye başladım. O günlerden bu yana hem Avrupa’nın kendi içinde, hem Türkiye’nin Avrupa ile bütünleşmesini her aşamada destekledim. Tavrım bugün de aynıdır. Hızlı dönüşümün AB içinde bir takım hazım sorunları yaratmasına şaşırmıyorum. Çocukluktan olgunluğa geçiş sancılıdır. Son 50 yılın da kanıtladığı gibi, ekonomik bütünleşme işin kolay kısmıdır. Siyasi bütünleşme ise daima daha zordur. 50’nci yaş gününde “İyi ki doğdun AB” diyorum.
Ünlü özdeyiş “tek tek ağaçlara dalıp ormanı gözden kaçırma” der. Yöntemi genel konjonktür değerlendirmesidir. Gidişatın kuşbakışı resmi çekilir. Ayrıntıların esaretinden kurtulunca esas sorunların daha net görmek, can acıtan soruları sormak mümkün olur.Makul aralıklarla bunu yapmaya çalışıyoruz. Aynı başlığı son Ekim ortasında kullandım. IMF’nin Küresel Mali İstikrar Raporu’ndan küresel dengesizliklere, oradan Türkiye’nin sorunlarına gelmiştik. İşin ilginci, yine bir IMF raporu var. Resmi adı ile “Türkiye - 2007 Madde IV Görüşmeleri”. IMF’in gelecek için önerdiği politikalar geçmişte uygulattıkları ile özdeş. O arada bugünün sorunları ile geçmiş politikalar arasındaki ilişki sessizce geçiştiriliyor.Neredeyiz?2000’den bu yana Türkiye ekonomisi yakın tarihinin tereddütsüz en ciddi dönüşümünü gerçekleştirdi. Enflasyon tek haneye indi. Döviz kuru istikrar kazandı. Kamu borcu geriledi. Ekonomi 5 yıl kesintisiz büyüdü. Tahmin edileceği gibi, bunların toplumsal bedeli de büyüktü. Kamu kesiminin yedi yıllık toplam faiz-dışı fazlası Aralık 2007 fiyatları ile 300 milyar YTL’ye ulaştı. Başarının gerisinde vatandaşın karşılığında hizmet almadan ödediği vergiler yatmaktadır.Buraya kadar tamam. Ama hikâyenin devamı da var. Özellikle son iki yılda hiç hesapta olmayan bir dizi sorun birbiri ardından boy gösterdi. Yukarıdaki olumlu genel tabloda nahoş görüntüler belirdi.TL aşırı değer kazandı. Özel kesim tasarrufları düştü. Ekonominin motoru sanayi ve ihracattan hizmetlere ve inşaata geçti. İstihdam artışı yavaşladı. Sürdürülemez bir dış açık belirdi. Enflasyon tekrar tırmandı.Neticede Türkiye hızla en kırılgan ekonomi kategorisine geçti. 2006 ortasındaki mali türbülans durumu tescil etti. Faizler yükseldi. Büyüme yavaşladı. Bugün de ekonomik istikrarın devamı tümü ile küresel oyuncuların insafına kalmıştır.IMF de sorumludurNeden böyle oldu? IMF’nin sormadığı, soramadığı soru budur. Rapor, önce uygulanan para ve maliye politikalarını, gerçekleştirilen yapısal reformları onaylıyor. Sonra aniden ekonominin bugünkü kırılganlığına geçiyor.Evet, buraya nasıl geldik? Nedeni bütçe disiplininin yetersiz kalması mı? Yoksa yapısal reformların yetersizliği mi? Diyelim ki öyle, o zaman yabancılar neden TL varlıklarına bu kadar yatırım yapıyor? Bunları cevaplamak gerekmiyor mu?Uzun süredir bu soruları soruyoruz. Cevabını da veriyoruz. Ekonomiyi bugünkü olumsuz konjonktüre sıkıştıran IMF’nin talepleri doğrultusunda uygulanan yanlış para politikasıdır. Dalgalı kura geçilmesinden bu yana üst üste yapılan büyük para politikası hatalarıdır.İktisatçıların son altı yılın para politikasını mutlaka otopsi masasına yatırmaları gerekmektedir. Gelişmeler doktorun hastalığa yanlış teşhis koyduğunu açıkça ortaya koymuştur. Ona rağmen aynı tedavide ısrarlıdır. Bence alternatiflere bakma zamanıdır.
IMF’le ilişkiler Türkiye’de kamuoyunu sürekli meşgul eder. Kısa bir süre önce The Economist dergisi de konuya el attı. IMF’nin alacaklarında Türkiye’nin payına bakarak, bilinen alaycılığı ile, adını “Turkish Monetary Fund” şeklinde değiştirmeyi önerdi. IMF’yi geçen hafta gündeme getiren yeni bir rapordu. İlgilenenler Türkçesini Hazine’nin (www.hazine.gov.tr) İngilizcesini IMF’nin (www.imf.org) internet sitesinden temin edebilirler.“Ne var bunda, biz IMF heyetlerine ve raporlarına çok alışığız” diyeceksiniz. Doğru. Ama bu biraz farklı. Çünkü Türkiye’nin IMF ile yaptığı sonsuz istikrar anlaşmalarının gereği yazılan raporlardan değil. Kısaca geri planını anlatalım. 4.üncü madde konsültasyonuIMF’nin kuruluş amacı üye ekonomilere destektir. Döviz sıkıntısına düşen üyenin yanında durur. Döviz yokluğunun ekonomiye vereceği hasarı asgariye indirmeye çalışır. Aynı şekilde yüksek enflasyondan kurtulma çabalarını destekler.Ancak bunlar olağandışı durumlardır. Normal zamanlarda ise üyelerine bir tür danışmanlık yapabileceği düşünülmüştür. Ana sözleşmenin 4.üncü maddesi uyarınca uzmanları üyenin ekonomisini değerlendirir.Üye ülke yönetimi ile işbirliği içinde çalışılır. O nedenle “konsültasyon” yani karşılıklı danışma denir. Amaç ekonominin genel bir resmini çekmektir. Yapısal ve konjonktürel sorunlar tespit edilir. Orta ve uzun vade açısından çözüm önerileri geliştirilir.Dolayısı ile 4.üncü madde konsültasyonları ABD, Japonya, Almanya, vs. gelişmiş ve istikrarlı ekonomiler için de hazırlanır. Onların da iktisat politikaları eleştirilir. Onlara da can acıtacak ekonomik reformlar önerilir. Sonra ne olur? Hiçbir şey olmaz. Çünkü gelişmiş ülkelerde IMF uzmanlarının çözüm önerilerine kulak asılmaz. İktisatçıların bir bölümü fazla teorik ve kitabi bulur. Diğerleri ise zaten ideolojik nedenlerle açıkça IMF karşıtıdır. Buraya kim getirdi?Bu açıdan Türkiye çok farklı bir konumdadır. 2000’den bugüne, yani tam yedi yıldır Türkiye IMF’nin her dediğini yapıyor. Sıkı maliye politikası uygulayın dedi. Uygulandı. Milli gelirin yüzde 6.5 ve üstünde faiz dışı fazla ile dünya rekorları kırıldı. Hala sıkı maliye politikasına devam deniyor.Sıkı para politikası uygulayın dedi. Uygulandı. Bir gecelik TL riski almanın yıllık reel getirisinin yüzde 20’yi geçtiği dönemler oldu. Bugün de dünyanın en yüksek reel faizleri Türkiye’de ödeniyor. Hala sıkı para politikasına devam deniyor. Reform yapın dedi. Yapıldı. Kamu işletmeleri özelleştirildi. Düzenleyici kurullar kuruldu. Bankacılık sistemine büyük kaynak aktarıldı. Tüm istenen kanunlar çıkartıldı. Hala yapısal reformlar gecikmemeli deniyor.Akla takılıyor. TL’nin aşırı değerli hale gelmesine, dış açığın tehlikeli boyutlara ulaşmasına, dış mali dalgalanmalar karşısında kırılganlığın artmasına IMF uzmanlarının istediği ve Türkiye’nin uyguladığı politikalar hiç mi katkı yapmadı? Bekleneceği gibi rapor bu konuyu sessiz geçiştiriyor.
Meslektaşım, dostum ve Vatan’da köşe komşum Seyfettin Gürsel’le müştereklerimiz çoktur. Aynı gelenekten geldik. Aynı duyarlılıkları paylaşırız. Kullandığımız analiz araçları ve türettiğimiz politika sonuçları birbirine benzer. Velhasıl genelde iyi geçiniriz. Ancak konu istihdamdaki gelişmeler olumca bir türlü anlaşamıyoruz. İşin ilginci, zıt sonuçlara aynı verileri kullanarak ulaşıyoruz. Bu duruma iktisatçılar arasında sık raslanır. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”; bu kadar çok iktisatçı fıkrası raslantı değildir.Özetleyelim. Bana göre büyüme yeterli istihdam yaratmıyor. Kabahati 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarında bulduğum biliniyor. Gürsel ise “büyümenin istihdam yaratmadığı son tahlilde bir şehir efsanesidir” diyor.Ben bir ay önce yazdım, Gürsel salı günü yazdı. 2000 ve 2006 yılları istihdam ve işsizlik verilerini karşılaştırdık. Konunun önemini düşünerek biraz daha ayrıntıya girmenin yararlı olacağına karar verdim.Tanımlar önemlidirÖnce tanım ve ölçme sorunları ile başlayalım: Mutlak istihdam sayıları olayın tümünü görmeye izin vermez. Mutlak istihdamın nüfusla, özellikle çalışabilir yaşdaki nüfusla ilişkisine girmeliyiz. “Yeterli” sözcüğünü başka türlü somutlaştıramayız.Nüfus artışı olan bir ekonomide istihdam/çalışabilir nüfus oranı öne çıkar. Örneğin bu oran düşüyorsa, istihdam artıyor olsa bile artışı nüfusun altında kalmaktadır. “Yeterli” sözcüğünü güvenerek kullanamayız.Ben bir başka göstergeyi de önemsiyorum: Sanayi istihdamı/çalışabilir nüfus oranı. Türkiye ve benzeri ülkelerde sanayileşme başlı başına bir hedeftir. Bu oran istihdam aracılığı ile sanayileşme iradesinin ölçülmesini sağlar.Ayrıca tarımda istihdam gerilemesinin (yapısal değişim) ve nüfus artışının etkilerini temizleyebiliriz. İlki için tarım istihdamını sabit tutarak istihdam/çalışan nüfus oranını hesaplarız. İkincisi için çalışan nüfusu sabit tutarak istihdam/çalışan nüfus oranına bakarız.Yetersiz istihdamİstihdam/çalışabilir nüfus oranı 2000’de yüzde 49,3 iken 2006’da yüzde 45,8’e düşüyor. Bu oran ABD’de yüzde 72, AB’de (15 ülke) yüzde 65’tir. Türkiye bu dönemde gelişmiş ülkelere yaklaşmamış, tam tersine uzaklaşmıştır.Sanayi istihdamı/çalışabilir nüfus oranı 2000’de yüzde 11,9 iken 2006’da yüzde 11,6’ya geriliyor. Bu oran ABD’de yüzde 17, AB-15’de yüzde 18’dir. Bu dönem için olsa olsa “sanayisizleşme” iradesinden bahsedilebilir.Nüfus artmasa ne olurdu? 2006’da istihdam/çalışabilir nüfus oranı yüzde 51,1’e yükseliyor. Bu büyüme modeli ile nüfus hiç artmasa AB-15’in istihdam oranının ancak 45 yılda yakalanacağını hesaplıyoruz.Tarım istihdamı sabit kalsa ne olurdu? 2006’da istihdam/çalışabilir nüfus oranı yüzde 46,6 yani 2000’le aynı çıkıyor. Bu büyüme modeli ile tarım istihdamı hiç azalmasa bile AB-15’in istihdam oranının asla yakalanamayacağını buluyoruz.Türkiye’de son dönem hızlı büyümesi istihdam yarattı mı? Benim sloganım “istihdamsız büyüme” bir şehir efsanesi mi? Kararı okuyucularıma bırakıyorum.
Big Mac döviz kuru endeksi” üstüne çeşitlemelerim okuyucunun ilgisini çekti. Çok sayıda mesaj aldım. Anladığım kadarıyla ortalama refah düzeyinin başka ülkelere kıyasla nerelerde olduğu haklı olarak merak ediliyor. Bilinen yöntem sorunlarını vurgulayarak başlayalım. Milli gelir ülkede yaratılan cari fiyatlarla ve yerli para cinsinden ölçüyor. Dolayısı ile iki ülke arasında karşılaştırma için iki ülkenin fiyat farklarını yansıtan bir ölçü gerekiyor.Akla derhal döviz kuru geliyor. Gelirleri dolara dönüştürürsek sorun çözülür gibi duruyor. Maalesef çözülmüyor. İki neden öne çıkıyor. Döviz kurunda ciddi dalgalar gözleniyor. Özellikle hizmet fiyatlarında ülkeler arasında önemli yapısal farklar oluşuyor.Çözüm satın alma gücünü yansıtan bir ölçüden geçiyor. Bir yöntem aynı mal-hizmet sepetini her ülkede fiyatlayarak sentetik bir ölçü üretmek. Dünya Bankası yapıyor. Diğeri geliri karşılaştırılabilir miktarlara çevirmek. Eurostat ve OECD geliştiriyor.AB adaylığı ve OECD üyeliği nedeni ile TÜİK ikinci yöntemin hesaplanmasına katılıyor. Tam adı “Satınalma Gücü Paritesiyle Kişi Başına Gayrisafi Yurtiçi Hasıla” oluyor. Hacim endeksleri şeklinde hesaplanıyor.2005 yılı için ilk geçici tahmin Haziran 2006’da, ikincisi Aralık 2006’da yayınlandı. Araya başka konular girdi. Değerlendirmesi bugüne kaldı. Dikkatinizi çekerim. 2006 milli geliri daha açıklanmadı. Dolayısı ile elimizdeki en yeni karşılaştırmalı veri budur.AB üyesi 25 ülkenin kişi başına ortalama geliri 100 kabul ediliyor. Böylece her ülkede ortalama refahın AB ortalamasının neresinde olduğunu görmek kolaylaşıyor. ABD, Japonya, İsviçre, İzlanda ve Norveç gibi gibi AB üyesi olmayan zengin ülkeler de ayrıca kapsanıyor.AB üyeleri içinde en zengin Lüksemburg (251), en fakir Bulgaristan (33) çıkıyor. Bekleneceği gibi, AB kurucusu 6 ülke ve ardından katılan 3 ülke 100 ve üstünde yer alıyor. İkinci üyelik dalgası ile giren İspanya (98), Yunanistan (84) ve Portekiz (71) ortalamayı daha yakalayamamış. Bekleneceği gibi, yeni katılan ülkelerinin tümü 100’ün altında yer alıyor. G. Kıbrıs (89) aralarında en zengini. Türkiye (28) sıralamanın sondan ikincisi. En altta Makedonya (26) var. Türkiye’nin kişi başına geliri Yunanistan’ın üçte biri çıkıyor.Dünya Bankası ile karşılaştırmaEurostat ve OECD bulgularını Dünya Bankası tarafından hesaplanan ve benim de sık kullandığım verilerle karşılaştırdım. Aradaki farkın bir-iki puanı geçmediğini memnuniyetle gördüm. Doğrusu buna sevindim.Örneğin Türkiye’ye bakalım. 2005’te Türkiye’nin kişi başına geliri Dünya Bankası Satınalma Gücü Paritesine göre ABD’nin yüzde 20’si, TÜİK’te ise yüzde 19’u çıkıyor. Başka ülkelerde ters yönde ama gene küçük sapmalar var.Neden sevindim? Çünkü Dünya Bankası verilerinin önemli avantajları var. Dünyadaki bütün ülkeleri kapsıyor. 1975’e geri gidiyor. World Development Indicators - WDI aboneliği ile internetten anında ulaşılabiliyor. Bundan sonra onları daha güvenle kullanacağım.
Son hafta dünya mali piyasaları gene karıştı. En ağır darbeyi hisse senedi borsaları yedi. En istikrarlı ekonomilerde bile borsa düştü. Döviz ve tahvil piyasalarındaki dalgalanma ise ekonomilerin kırılganlık düzeylerine göre değişti. Bu gibi mali çalkantılar genellikle iktisatçıları ikiye böler. Mali kesim kökenliler olayı siyasi/teknik nedenlere bağlama ya da piyasaların olağan bir düzeltmesi kabul etme eğilimindedir. Dolayısı ile bozulma geçicidir. Piyasalar yeniden toparlanacaktır. Hatta düzeltme sağlıklıdır.Diğer tarafta reel ekonomi kökenliler ağırlıktadır. Mali piyasalar da daha önce gerçekleşen yükselişten tedirgindirler. Büyüyen reel dengesizlerin sürdürülemeyeceğini düşünürler. Piyasa çalkantısında daha yaygın ve kalıcı bir kötüleşmenin ilk işaretini görürler. Velhasıl bir taraf “her şey çok güzel olacak” diğeri “eyvah kriz geldi” der. Her iktisatçı kendi analizinin daha nüanslı olduğuna inanır ama özünde bu iki kamptan birinde yer alır. Sıradan vatandaş ise bu iki zıt görüş arasında yolunu bulmaya çalışır. Likidite bolluğuDünya mali piyasalarında ilk ciddi türbülans geçen ilkbaharda yaşandı. Günlük gülistanlık gibi duran bir ortamda ani bir gerginlik oluştu. Küresel oyuncuların risk iştahı düştü. Yükselen piyasaların tümü sarsıldı. Türkiye en olumsuz etkilenen ekonomilerden biri, hatta birincisi oldu. IMF tarafından sonbaharda yayınlanan Küresel Mali İstikrar Raporu “ikinci dalga” ihtimalini gündeme getirdi. Fırsattan yararlanıp dünya ekonomisindeki dengesizlikleri ayrıntılı şekilde inceledik. Kısaca özetlemek istiyorum. 21’inci Yüzyıl küresel düzeyde inanılmaz bir likidite bolluğu ile başladı. Nedenler arasında ikisi öne çıkıyor. İlki, ABD’nin devasa dış açıklarını kendi parası dolarla finanse etmesidir. Dünya resmi döviz rezervlerinde büyük bir artışa yol açtı.Diğeri yapısal sorunlarına çözüm üretemeyen Japonya’nın aşırı gevşek para politikasına yaslanmasıdır. Bekleneceği gibi, sıfır maliyetli fonlama olanağı küresel piyasa oyuncuları tarafından sonuna kadar kullanıldı. “Böyle geldi ama böyle gitmez” diyenlerden olduğum biliniyor. Reel mal-hizmet üretiminden hızlı artan likidite eninde sonunda enflasyonu yükseltir. Likiditeyi kısıtlama zorunluluğu belirir. Süreç tersine döner. Değirmenin suyuBir “saadet zincirini” teşhis etmek zor değildir. Kazanılan parayı kimin ödediğini araştırmak yeterlidir. Toplumsal sağduyunun durumu çok önceden kavradığı “değirmenin suyu nereden?” özdeyişinden bellidir. .1980’lerin başındaki bankerleri hatırlayalım. Parasını bankere yatıran inanılmaz yüksek faiz geliri elde ediyordu. Onu gören başkaları da paralarını bankere yatırıyordu. O dönemde sanki herkes alıyor kimse ödemiyor gibi duruyordu.Kokusu sonradan çıktı. Bankerler ve paralar battı. Yüksek faizi kimin ödediği çok iyi anlaşıldı. Teşbihte hata olmaz derler. Bence küresel piyasada bugün kazanılan servetleri yarın servetlerini kaybedecekler ödemektedir. Zararın muhasebeleşeceği gün galiba iyice yaklaştı.