Vatandaş ilk çeyrekte milli gelir büyüme hızının yüksek çıkmasını yadırgadı. Bu verinin kendi günlük yaşam kökenli izlenimleri ile çeliştiğini düşündü. Doğal olarak, bilmeceleri çözme görevi iktisatçıya düşüyor. Başladık ama bugün ara veriyoruz. Çünkü Perşembe günü Haziran enflasyonu açıklandı. Böylece 2008'in ilk yarısı için enflasyon kesinleşti. Şu sıralarda hem Türkiye'de hem dünyada enflasyon önemli. Ekonomi gündeminin en tepesine oturduğunu bile söyleyebiliriz. Haziran'da tüketici fiyatlarının - TÜFE - yüzde 0.4 düşmesi şaşırttı. Yüzde 0.5 civarında artması bekleniyordu. Fark esas itibariyle taze sebze meyvadan kaynaklanıyor. Fiyatlarda mevsimlik düşüş beklenenden daha sert olmuş. Örneğin domatesin fiyatı Mayıs'tan Haziran'a yarı yarıya gerilemiş. Bu şekilde yıllık tüketici enflasyonu yüzde 10.6'da kaldı. Mayıs'da yüzde 10.7 idi. Halbuki yüzde 11.5 civarına yükseleceği öngörülüyordu. Üretici fiyatları - ÜFE - ise Haziran'da yüzde 0.3 arttı. Yıllık artış yüzde 17'ye ulaştı.Beklenmeyen enflasyon İktisat teorisi enflasyonu açıklarken ekonomik aktörlerin enflasyon beklentilerine büyük önem atfediyor. Dolayısı ile beklentiler para politikasının en önemli girdilerinden biri kabul ediliyor. Bu nedenle arada sırada enflasyonun beklentilerle ilişkisine bakmak, daha doğrusu beklentilerin gerçekçiliğini kontrol etmek gerekiyor. Önce Merkez Bankasının ayda iki kez yaptığı "Beklenti Anketi" sonuçlarını kullanıyoruz. Merkez Bankası bir yıl önce, Haziran 2007'de, oniki ay sonrası yani Haziran 2008 için yıllık TÜFE artışı tahminini sormuş. Anketi dolduran takriben 80 kişinin ortalaması yüzde 6.5 olmuş. En yükseği yüzde 10, en düşüğü yüzde 4.8 tahmin etmiş. Bu arada benim tahminim de yüzde 5.5'la ortalamadan bir puan daha iyimsermiş. Sonra Merkez Bankasının kendi tahminlerine bakıyoruz. Elimizde Temmuz 2007'de yayınlanan Enflasyon Raporu 2007-III var. 2008'in ikinci çeyreği için Merkez Bankası TÜFE artışını yüzde 2.6 ile yüzde 5.8 arasında (orta nokta yüzde 4.2) öngörmüş. Özetle, bir yıl önce TÜFE'de artış beklentileri şöyle: piyasa yüzde 6.5, ben yüzde 5.5 ve Merkez Bankası yüzde 4.2. Halbuki fiili enflasyon yüzde 10.6 oldu. En azından enflasyondaki bu yükselişin beklentilerden kaynaklanmadığını söyleyebiliriz. Gene şaşacak mı? Şimdi geleceğe bakalım. Beklenti Anketi sonuçlarına göre Haziran 2008'de oniki ay sonrası için TÜFE artışı yüzde 8.7 tahmin ediliyor. Ben gene daha iyimserim. Yüzde 7.4 öngördüm. Merkez Bankasının Nisan'da yayınlanan Enflasyon Raporu 2008-II ise Mart sonu için yüzde 7 ile yüzde 10.8 aralığını (orta nokta yüzde 8.8) veriyor. Haziran tahminini ay sonunda çıkacak üçüncü raporda göreceğiz. Fazla değişeceğini sanmıyorum. İlginç bir durumla karşı karşıyayız. Bir yıl önce beklentiler tutmamış. Enflasyon neredeyse iki katı daha yüksek çıkmış. Acaba önümüzdeki oniki ayda tutar mı? Yoksa gene aşağı yada yukarı yönde bizi büyük bir sürpriz bekliyor mu?
İlk çeyrekte milli gelirin bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 6.6 büyüdüğü açıklandı. Salı günü hızlı büyümeyi mümkün kılan talep gelişmelerine baktık. Üretimi özel tüketim ve yatırım harcamalarındaki artışın desteklediğini gördük.Hızlı büyüme kamuoyunu şaşırttı. Toplumda ekonominin o kadar iyi gitmediği kanısı yaygındı. Vatandaş refah düzeyinde bir artış olmadığını, hatta az da olsa gerilediğini düşünüyordu. Her kesim buna benzer şikâyetler seslendiriyordu.Türkiye’de resmi verilere zaten şüphe ile bakılır. Hükümetin bunlarla işine geldiği gibi oynadığına inanılır. Neyse, bu kez “veriler hormonlu” diyenlerin sayısı geçmişe kıyasla nispeten azdı. Ama samimi bir şaşkınlık da vardı.Geri planda ölçme sorunları yatmaktadır. Karmaşık olayları ölçen yöntemler kötü niyet ve kasıt olmasa da sistematik hatalara yol açabilir. Büyüme bilmecelerinin bir bölümünü milli gelir muhasebesine daha yakından bakarak çözebiliriz.Üretim ve refahMilli gelir ekonominin üretim gücünü ölçmek için hesaplanır. Dönemler (ya da ülkeler) arasında üretimin karşılaştırmasını mümkün kılar. Örneğin bir dönemden diğerine milli gelirin büyümesi daha fazla mal-hizmet üretildiği anlamını taşır.Toplumun refah düzeyi ise onu oluşturan bireylerin tüketimine bağlıdır. Tüketimin bir bölümü özel/bireyseldir: Otomobil, ev, seyahat vs. Diğer bölümü müşterek/kamu tüketimidir: Asayiş, yargı, okul, yol vs.Milli gelir uzun dönemde toplumsal refahın makul bir göstergesidir. Yani daha çok mal-hizmet üretimi daha çok mal-hizmet tüketimine olanak sağlar. Ancak, “uzun dönem” anahtar sözcüktür. Kısa dönemde üretim ve refah düzeyleri arasındaki bağ kopabilir.Birkaç örnek verelim. Hızlı ve sürdürülebilir büyüme amaçlayan bir politika üretim artışını tüketime yansıtmayabilir: Çin?Öbür uçta sabit üretimle ama büyüyen dış açıkla artan tüketim yer alır: Türkiye? Bunların dışında refahı, “gelir dağılımı” da etkileyecektir. Bunu iyi anlamalıyız.Vatandaş ekonomik büyüme deyince kendi özel tüketimindeki artışı anlar. Halbuki milli gelir muhasebesi onu ölçmez. Anlaşmazlığın bence bir bölümü buradan kaynaklanır.Fiyatlar ve refahBugün ele alacağım ikinci sorun nispî fiyatların değişmesidir. Milli gelir bir hacim ölçüsüdür. Mecburen nispî fiyat hareketleri soyutlanarak hesaplanır. Baz yıl o nedenle mümkün olduğu kadar sık değiştirilir. Bir örnekle açıklayalım:Sadece petrol üreten bir ülke düşünelim. İki yıl üst üste 100 varil petrol üretmiş. Arada petrol fiyatı ne olursa olsun reel milli geliri sabittir (sıfır büyüme). Halbuki petrol fiyatı iki katına çıkarsa 100 varil petrol karşılığında iki kat mal-hizmet satın alabilecektir. Yani milli geliri sabittir ama ürettiği malın nispî fiyatındaki artış sonucu iki kat zengindir.Petrol ithalatçısı ülke için tersi geçerlidir. Milli geliri artsa bile ürettiği mal-hizmetlerin petrol cinsinden fiyatı düştüğü için fakirleyebilir. Lafı uzatmayalım. İlk çeyrekteki yüksek büyümeden petrolün ek faturasını düşünce manzara çok değişecektir.
Hafta sonu Dünya İktisat Kongresi ile geçti. Önemli iktisatçılar küresel konjonktür ve iktisat politikası açmazları üstüne görüşlerini açıkladılar. Çok yararlandım. İlginç bulduğum tezleri daha sonra okuyucularımla paylaşmak istiyorum.Neden daha sonra? Çünkü araya dün sabah TÜİK tarafından yayınlanan milli gelir verileri girdi. Böylece 2008’in ilk çeyreğine ait son ve en önemli bilgiye ulaştık. Ekonomik göstergeler arasında milli gelirin çok özel bir yere sahip olduğunu tekrar hatırlatalım. İlk çeyrekte milli gelirde büyüme beklenenin üstünde açıklandı. Ortalama yüzde 5 tahmin ediliyordu. İyimserler arasında yüzde 6 diyenler vardı. Yüzde 6.6 çıktı. Dolayısı ile “olumlu sürpriz” yaptı. Doğallıkla, beraberinde bilmeceler geliyor. Ekonomide hızlı büyüme varsa vatandaş ve iş âlemi neden karamsar? Herkes durgunluktan şikâyet ederken ekonomi nasıl hızlı büyüyor? İşsizlik neden düşmüyor? Bu soruları cevaplandırmak gerekiyor.Ekonomi hızlı büyümüş1998 yılını baz alan yeni milli gelir serilerini kullanıyoruz. Milli gelir verilerinde reel değişim 1998 fiyatları sabit tutularak hesaplanıyor. Bu yılın ilk üç ayında (Ocak-Mart) üretilen katma değer geçen yılın aynı dönemi ile karşılaştırılıyor.1987 yılını baz alan eski seride Gayrisafi Yurtiçi Hasıla -GSYH- ve Gayrisafi Milli Hasıla -GSMH- ayrı ayrı açıklanırdı. Hesaplama sorunları nedeni ile ikincisi terk edildi. Artık büyüme sadece GSYH ile ifade ediliyor.Türkiye ekonomisi 2008’in ilk çeyreğinde yüzde 6.6 büyüdü. 2007 ilk çeyreğinde büyüme yüzde yüzde 7.6, son çeyreğinde ise yüzde 3.4 olmuştu. Büyüme ilk çeyreğe kıyasla düşmüş ama son çeyreğe kıyasla hızlanmış görünüyor. Ancak nispeten önemli bir ayrıntı var. Arada dini bayram tarihleri kaydı. 2007 özel bir yıldı. Kurban Bayramı bir takvim yılına iki kere rastladı (Ocak ve Aralık). Bayramın 2007 son çeyrekte aşağı yönde, 2008 ilk çeyrekte yukarı yönde baz etkisi oldu. Sanayi üretimi, ithalat, tarım dışı istihdam, otomotiv sanayii satışları vs. daha önce yayınlanan göstergelerden ilk çeyrekte ekonomik faaliyetlerin canlı seyrettiğini biliyorduk. Milli gelir verilerinin diğer göstergelerle tutarlı çıktığını söyleyebiliriz.Büyümenin kökenleriKonjonktür analizi açısından talebin kompozisyonu önemlidir. Çünkü ülke içinde yapılan üretimin yüzde 6.6 artması ancak talebin de aynı oranda artması ile mümkündür. Talebin ayrıntılarında önemli ipuçları buluruz.Toplam harcamanın üçte ikisini oluşturan özel tüketim yüzde 7.3 artmış. Büyümenin 5.3 puanını sağlıyor. Kamu tüketiminde artış yüzde 4.2. Toplam tüketimin büyümeye katkısı 5.7 puan ediyor. Yatırımlar yüzde 9.5 artmış: Kamu yüzde - 7.7 ve özel yüzde 11.3. Yatırımlar büyümeye 2.4 puan katkı yapıyor.Tüketim ve yatırım toplamı iç taleptir: Yüzde 7.5 artmış. İç talebin büyümeye katkısı 8.1 puan fiili üretim artışından 1.5 puan daha yüksek. Aradaki fark dış talep ve stoklardan geliyor. Mal-hizmet ihracatı yüzde 12.2 ithalatı ise yüzde 11.9 artıyor. Ona rağmen dış talebin büyümeye katkısı - 0.6 puan çıkıyor. Talebin yüzde 1’i ise stoklardan karşılanıyor. İkisini yüzde 8.1’den düşerek yüzde 6.6 büyüme hızına ulaşılıyor.Sıra bilmecelere gelmedi ama gelecek. Devam edeceğim.
Çarşamba sabahı Dünya İktisat Kongresi’nin ilk toplantısını izledim. Protokol konuşmalarından sonra Uluslararası İktisat Cemiyeti Başkanı Guillermo Calvo küresel mali çalkantıdan çıkartılabilecek dersleri anlattı. Mayıs 2008 tarihli bir araştırmasının sonuçlarını özetledi ( www.nber.org/papers/w14026 ).Türkiye’de “kriz” sözcüğünü fazla ayrım yapmadan kullanıyoruz. İktisatçılar ise krizleri niteliklerine göre ayırt ediyor. Örneğin gelişen ülkeleri vuran büyük mali krizler “ani duruşa” (sudden stop) benzetiliyor. “Kazık fren” de diyebiliriz.Türkiye’nin 1994 ve 2001’de yaşadıkları bu tanıma tam uyuyor. Dış kaynak girişlerinin aniden çıkışa dönüşmesi hem mali göstergelerde hem de reel ekonomide büyük bir sarsıntı yaratıyor. Çalışma bir dizi gösterge ile kriz arasındaki ilişkiye bakıyor. Üçü öne çıkıyor: Dolarizasyon, dış açık ve mali entegrasyon düzeyi. Benim ilgimi özellikle dış açığı ölçme biçimi çekti. Bir süredir kafamı kurcalayan bir soruyu da cevapladı.Dış açık ve mal üretimiBilinen yöntemi hatırlatalım. Ödemeler dengesinden cari işlemler açığı alınıyor. Sonra dolar cinsinden milli gelire bölünüyor. Yüzde 3, yüzde 5, yüzde 7 vs. bir sayı bulunuyor. Analiz cari işlemler açığının milli gelire oranı ile yapılıyor.Halbuki dış ticareti yapılmayan hizmetler milli gelirin yarıdan fazlasını oluşturuyor. Üstelik, genellikle dış açığı büyüten mekanizma bunların da dövizle değerini yükseltiyor. Bu ise dış açığın milli gelire oranındaki artışın düşük çıkmasına yol açıyor. Örnekle açıklayalım: TL değer kazanınca ithalatla birlikte saç kesme, doktor vizitesi, köşe yazarı, market çalışanı vs. iç piyasaya çalışanların döviz cinsinden katma değeri yükseliyor. Artan dış açığa rağmen oran sabit kalabiliyor.Calvo, daha gerçekçi bir ölçü geliştiriyor. Dış açığı, dış ticarete konu olan malları üreten kesimlerin üretimi ile kıyaslıyor. Milli gelir muhasebesinde bunlar 4 sektörde toplanıyor: Tarım, balıkçılık, madencilik ve imalat sanayii. Bana Kristof Kolomb’un ünlü yumurtasını hatırlattı. Hem çok akıllıca hem de çok basit. Türkiye için ayrıca anlamlı çünkü sorun dış ticaret açığından kaynaklanıyor. Böylece elmaları elmalarla karşılaştırma olanağını buluyoruz.Türkiye’nin durumu2000’den bu yana dış açığın mal üretimine oranı aşağıdaki grafikte izleniyor. Cari işlemler dengesini dört mal üreticisi kesimin toplam katma değerine bölüyoruz. Açık 2000’de yüzde 11.9 çıkıyor. 2001’de fazla var. 2002’den itibaren açık büyümeye başlıyor. 2006’da yüzde 22.8’le zirveye tırmanıyor. 2007’de yarım puan toparlanarak yüzde 22.3’e geliyor. Anlamını da açıklayalım. Türkiye içerideki üretiminin neredeyse dörtte biri kadar malı dış kaynakla alarak kullanıyor. Dış açığın milli gelirdeki payı o kadar yüksek olmayabilir. Ama mal üreten kesimlerde payı fevkalade yüksektir. Devam edelim. Türkiye’de tarım, balıkçılık ve madenciliğin ihracat potansiyeli düşüktür. Yani dış açığı sadece imalat sanayii üretimine oranlamak daha gerçekçidir. Bekleneceği gibi, bu durumda oran yükseliyor. 2007’de yüzde 34.5’e ulaşıyor. Velhasıl Dünya İktisat Kongresi sayesinde daha sağlıklı bir dış açık ölçüsü öğrendim. Bundan sonra bu göstergeyi de yakın izlemeye alacağım.
Çarşamba gecesinin heyecanı herkes gibi beni de sardı. Şaka değil, Almanya ile yarı final oynuyoruz. Finale doksan dakika kalıyor. Hayalimi Türkiye-Rusya finalinden şampiyonluğa erişmemiz süslüyor.Böyle günlerde ekonomik konular insana ruhsuz hatta sevimsiz geliyor. Elim yazmaya gitmiyor. Yok dış açık, yok enflasyon, yok faiz, ne alakası var! Mühim olan futbol ve skor. Diğerlerine çok zamanımız olacak.Halbuki çarşamba Türkiye’nin akademik iktisat camiası için sembolik değeri çok yüksek bir başka tarihi gün. O sabah İstanbul’da 15’inci Dünya İktisat Kongresi açılıyor. Sonraki dört gün boyunca, hemem yanımızda, Taksim’de, kelimenin tam anlamı ile bir iktisat şöleni gerçekleşiyor.Uluslararası İktisat CemiyetiKongreyi organize eden kurumun başlangıcı İkinci Dünya Savaşı sonrasına gidiyor. Yıl 1950; soğuk savaş başlamış, Kore savaşına gün sayılıyor. Amerikan İktisat Cemiyeti’nin başı çekmesi ile Uluslararası İktisat Cemiyeti (International Economic Association) kuruluyor.Cemiyetin başkanlığını mesleğe damgasını vurmuş iktisatçılar üstlenmiş. Aralarında çok sayıda Nobel ödüllü var. İlk başkan Gottfried Haberler olmuştu. Onu Machlup, Samuelson, Arrow, Solow, Sen, Drèze, Kornai vs. izledi.1977’de Tokyo’da yapılan kongreye ben de katılmıştım. Japonlar azgelişmiş ülkelerden gelen iktisatçılara mali yardım sağladı. İktisat Fakültesi’nden güçlü bir katılım oldu. Sonra 12 Eylül geldi. Bir daha katılamadım.Tokyo’da başkanlık Fransız Malinvaud’dan Japon Tsuru’ya geçti. Tsuru’nun başkanlığı devralırken yaptığı konuşma bana iyi iktisatçı olmak için iyi İngilizce konuşmanın gerekmediğini öğretti.Doğrusu Dünya İktisat Kongresi’nin İstanbul’da yapılıyor olması bana gurur veriyor. 30 yıl önce bugünün bu kadar çabuk geleceğini hayal edebilir miydim? Çok emin değilim. Dani Rodrik, Joe Stiglitz, Guillermo Calvo, Maurice Obstfeld vs. mesleğin ustalarını İstanbul’da dinlemekten çok mutluyum.Türkiye Ekonomi KurumuTürkiye Ekonomi Kurumu (www.tek.org.tr) kongrenin ev sahipliğini yapıyor. Onun da uzun bir geçmişi var. 1955’te bugünkü ismini aldı. 1973’te vakıf statüsüne geçti. Merkezi Ankara’da; başkanı Prof. Dr. Ercan Uygur Ankara SBF öğretim üyesidir.Kurumu son yıllarda giderek daha aktif olmasını sevinerek gözlüyorum. Üniversitelerin yaygınlaşması ve mali piyasaların gelişmesi Türkiye’de profesyonel iktisatçı sayısında gözle görülür bir büyümeye yol açtı. Mesleği temsil edecek bir üst kuruluşa ihtiyaç da aynı şekilde artıyor.Prof. Uygur’un şahsında kongrenin organizasyonuna katkısı olan herkesi gönülden kutlarım. Bana bu keyfi de yaşattığınız için sizlere müteşekkirim.
Para Politikası Kurulu (PPK) mali piyasa beklentileri ile uyumlu bir karar aldı. Gecelik borçlanma faizini yarım puan artışla yüzde 16.75’e yükseltti. Faiz artırımının devam edebileceği işaretini verdi. Para politikası iktisatçılar arasında yoğun tartışma konusu olmaya devam ediyor. Son Ekodiyalog’da ben başkandım. Mahfi Eğilmez ve Taner Berksoy’a sordum. İkisi de net şekilde faiz artırımı kararına katılmadıklarını ifade ettiler.Analizi özetleyelim. Merkez Bankası iç talebin yavaşladığını ve enflasyonda düşüşe destek verdiğini söylüyor. Sorun gıda ve enerji fiyatlarının yarattığı maliyet şokundan kaynaklanıyor diyor. Faizin bunları etkilemeyeceğini kabul ediyor.Geriye iç talep ve maliyet şoku dışında nedenler kalıyor. İkisi öne çıkıyor. Bir: Enflasyon beklentilerinde bozulmayı engellemek. İki: Ülkeye “sıcak para” çekerek TL’nin değeri korumak. Beklentileri şimdilik bırakalım. Döviz arz ve talebine bakalım.Dış finasmanda bozulmaOcak-Nisan dönemi ödemeler dengesi verileri açıklandı. İlk çeyrek için cari işlemler dengesini ayrıntılı analizini yapmıştık. Eğilimlerde bir değişim yok. Dört aylık açık 17 milyar dolara, yıllık açık 42 milyar dolara ulaştı. Onun yerine dış finansmana yoğunlaşacağız. Döviz arz ve talebindeki esas gelişmeleri orada izliyoruz. Baştan söyleyelim. Finans hesaplarında beklenenin de ötesinde hızlı bir bozulma yaşandığı derhal göze çarpıyor.2008 ve 2007’nin ilk dört ayını karşılaştırıyoruz. Net doğrudan yatırım girişi 4.2 milyar dolar gerilemiş. Borsaya giriş 0.7 milyar dolar azalmış. Bu iki kalem döviz arzını 4.9 milyar dolar düşürmüş. Devam edelim. Yabancıların TL tahvil alımı 4.3 milyar dolar girişten 1.4 milyar dolar çıkışa dönüşmüş. Döviz arzı bu kalemden 5.7 milyar dolar kaybetmiş. 2.7 milyar doları ise net hata noksan kalemi indirmiş. Üçünün toplamı 13.3 milyar dolar ediyor.Aynı anda cari işlemler açığı 4.4 milyar dolar yükselmiş. Ekleyince döviz arzında bu finansman kalemlerden kaynaklanan gerilemeyi hesaplıyoruz: 17.7 milyar dolar. Buna kamu kesimi borçlanmasında 2.5 milyar dolar düşüş ekleniyor. Toplamı 20.2 milyar dolara tırmanıyor. Döviz dengesi sıkışıyorÖzetleyelim. Döviz arzında doğrudan sermaye, borsa, TL tahvili, net hata noksan ve kamu borçlanması kalemlerinden 15.8 milyar dolar gerileme var. Cari açık ise döviz talebini 4.4 milyar dolar artırıyor. Böylece döviz arz-talep dengesinde 20.2 milyar dolarlık sıkışmaya ulaşıyoruz. Denge nasıl tutturuluyor? Özel kesimin net dış borçlanması, 7.6 milyar doları bankalardan olmak üzere 9.9 milyar dolar artıyor. Gerisi döviz rezervlerinde değişime yansıyor. Geçen yılın ilk dört ayında Merkez Bankası ve bankaların döviz rezervleri 8.3 milyar dolar artmıştı. Bu yıl ise 2 milyar dolar azalmış. Toplamı 10.3 milyar dolar. Yani dış finansmandaki bozulma ile birlikte rezerv azalışı başlamıştır. Sonuç: Döviz arzının talebe çok yakın seyrettiği açıktır. Bu ise faiz artırımının “sıcak para” çekmek için yapıldığı hipotezini güçlendiriyor. Peki, başarılı olur mu? Cevap bir başka yazıda...
Birtakım göstergelere bakıp gelecekle ilgili tahminlerde bulunmak insanları cezbeder. Çocukluğumda “Bu yıl kış sert geçecek, yapraklar alttan döküldü ve ayva bol oldu” gibi gözlemleri babamdan sık duyardım. Rahmetli mevsim tahmini yapmayı severdi.Aynı işi meteorologlar son derece karmaşık modeller aracılığı ile yapıyor. Daha güvenilir sonuçlara ulaştıklarına inanıyorum. Ancak tarımla uğraşanların hâlâ eski alışkanlıklarını sürdürdüklerini de biliyorum.Benzer bir süreç ekonomik tahminlerde yaşanıyor. Profesyonel iktisatçılar gelişmiş modellerle ayrıntılı tahminler üretiyor. Vatandaş ise bir dizi karineye bakıp kendi görüşünü oluşturuyor. Bekleneceği gibi, bunlar bazen çakışıyor bazen çakışmıyor.Lafı nereye getirdiğimi sanırım anladınız. Vatandaşın ekonomide kriz beklediği son günlerde iyice belirginlik kazandı. Diğer meslektaşların da aynı gözlemi yaptıklarını izliyorum. Vatandaş krizi biliyor“Ekonomik kriz” nedir? Semantik ayrıntılar bence gereksizdir. Vatandaş sözcüğü özellikle 1994 ve 2001’de başına gelenler bağlamında kullanıyor. Döviz kuru hızla tırmanırken üretimde ciddi düşüşler yaşanmasını kastediyor.Aslında toplumun nispeten küçük bir kesimi yıllardır kriz bekliyor. Kışın ilkbaharda, yazın sonbaharda kriz olacağına kesin gözle bakıyor. Bunlara iflah olmaz karamsarlar diyebiliriz.Örneğin 2007 başında yıl için beklentilerimi açıklarken “kriz olmaz, garanti ediyorum” dedim. Okuyuculardan tepki aldım. “2001’de de kriz olmaz demiştin” diyenler çoktu. Neyse, sonuçta geçen yıl kriz çıkmadı. Yani tahminim tuttu.Bu dönemin farkı ekonominin kriz ortamına sürüklendiği kanısının toplumda yaygınlaşmasıdır. Böyle düşünenlerin çoğunluğa geçtiğini, neredeyse bir görüş birliği oluştuğunu hissediyorum.Bu yılbaşında da bir kriz ihtimalini ihmal edilebilir düzeyde gördüğümü yazdım. Doğrusu şu anda da ekonomik nedenlerin Türkiye’yi bir krize sürüklemesini öngörmüyorum. Dikkat: Büyük bir siyasi kriz halini kapsamıyor.Futbol üstünePazar gecesi tüm Türkiye gibi nefesimi tutarak Çek maçını seyrettim. Pek umudum yoktu ama milli takımın çeyrek finale yükselmesini çok istiyordum. Hakikaten bir mucize gerçekleşti. Türkiye’yi kutluyorum.Futbolu konumuzla bağlamaya çalışalım. Futbolda başarı ekonomik krizi tetikler mi? Yoksa engeller mi? Yakın geçmişteki futbol başarılarımızın şahitliğine başvurabiliriz.Galatasaray UEFA Kupası’nı Mayıs 2000’de kazanmıştı. Ekonomi Ekim’de tekledi. Şubat’ta yakın tarihin en büyük ekonomik krizi başladı. Milli takım dünya kupasında üçüncülüğe Haziran 2002’de ulaştı. Yıl sonunda Irak savaşı için düğmeye basıldı.Bu iki verinin tefsirini okuyucularıma bırakıyorum. Kendi hesabıma, milli takım Avrupa Şampiyonu olsun, ben sonuçları neyse razıyım.
Petrol fiyatına bakıyoruz. Yapısal ve konjonktürel unsurların ayırdedilmesi büyük önem taşıyor. Yapısal unsurlarla başladık. Önce Amerikan tüketim modelinin sürdürülebilirliğini tartıştık. Sonra yüksek petrol vergilerinin ve kamunun üretime hakim olmasının etkilerini araştırdık. Sıra petrol piyasasının kendi iç konjonktürüne geldi. Piyasa mekanizması ders kitaplarında çok hızlı çalışır. Talep artışı fiyatı, o da arzı anında yükseltir. Piyasa kısa sürede yeni dengesine ulaşır. Zaman sorunu yoktur. “Statik analiz” denir. Fiyat dalgalanmalarına izin vermez. Halbuki somut zamanda işler öyle yürümez. Petrol gibi büyük sabit yatırım gerektiren sektörlerde üretim kapasitesi artışı onyıllar gerektirir. Talebin yükselen fiyata uyum sağlaması da yıllar alır. Dolayısı ile fiyatta büyük dalgalanmalar yaşanır. Fiyatta git-gel“Örümcek ağı (cobweb) kuramı” işimizi kolaylaştırıyor. Tarım kesiminde yaygındır. Gençliğimde Trakya’da birinci elden izlemiştim. Soğan fiyatı bir yıl yüksek çıkınca ertesi yıl herkes soğan eker ve fiyat çöker. Sonraki yıl soğan üretimi düşer fiyat patlar. Böyle süregelir.Petrol fiyatının son otuz beş yıllık serüvenini kısaca hatırlayalım. 1974 başında bir varil petrolün fiyatı 3 dolardı. Yıl sonunda 12 dolara, 1981’de ise 35 dolara yükseldi. Çünkü petrol ihracatçısı ülkelerin oluşturduğu kartel (OPEC) arzı kısmıştı. Bu noktada piyasa mekanizması devreye girdi. Petrol üretimindeki yüksek karlar petrol arama ve çıkarma yatırımlarını patlattı. Teknolojik yenilik hızlandı. OPEC dışında üretim hızla artmaya başladı. Giderek kartel içinde disiplin bozuldu. Talep de uyum sağladı. Küçük ekonomik arabalar moda oldu. Elektrik üretiminde nükleer, kömür ve doğalgaza dönüldü. Enerji tasarruf eden teknolojiler gelişti. Milli gelir artarken petrol tüketimi sabit tutuldu. Sonuç? Petrol fiyatı çöktü. 1999’da 10 dolara indiğinde enflasyondan arındırılmış fiyat 1973’ün altında gelmişti. Tekrar arabalar büyüdü. Arama-çıkarma yatırımları durdu. Alternatif enerji arayışları yavaşladı. Yani bir sonraki yükseliş dalgasının koşulları oluştu. Denge nerede?Özellikleri nedeni ile fiyat dalgalanmalarına açık piyasalar için kullanılan bir başka sözcük var: “overshooting”. Fiyatın uzun dönemde olması gereken yerin uzağına gitmesine deniyor. Yukarı yada aşağı olabiliyor.1981’de 35 doların çok yüksek, 1999’de 10 doların çok düşük kaldığı bugün görülüyor. Merak edilen soru ise 2008’de 140 doların (yada bazılarının beklediği gibi 200 doların) uzun dönem denge fiyatının neresinde kaldığıdır. Petrol fiyatını yazınca hem iyi iktisatçı hem de enerji sektörünü yakından izleyen bir dostum aradı. Petrolün uzun dönem denge fiyatının 30-40 dolar arasında olduğunu söyledi. Maalesef bu kez çok tırmandığını, bir süre sonra 1990’lara benzer bir düşüş beklediğini ekledi. Anlattıkları bana makul geldi. Ondan aldığım ilginç bir bilgi: Anglosaksonların şarap, bira, un, balık, vs. için farklı hacimde çok sayıda varil ölçüsü varmış. 159 litre olan petrolden önce Kuzey Denizi’nin ünlü ringa balığı (herring) için kullanılırmış. Bilginize sunarım.