Bir süredir dünya ekonomisine bakmadık. Nedeni malum. Türkiye hem ekonomide hem siyasette gergin bir dönemden geçiyor. Bizim gündemimizi de onlar belirliyor. Neticede bir türlü laf dışarıya gelmiyor. Son günlerin flaş konusu petrol fiyatları oldu. Geçen hafta içinde bir varil petrolün fiyatı 140 doları gördü. Uzman kuruluşların raporlarında bu yaz 150 doları, 2009’da 200 doları geçebileceği yazıldı. Yüksek petrol fiyatı Türkiye’nin dış ticaret açığını büyütüyor. Bu fiyat düzeyinde 2008’de cari işlemler açığının 70 milyar doları aşabileceği söyleniyor. Dolayısı ile döviz kurunun olumsuz etkilenmesi ihtimali artıyor.İçeride enerji fiyatlarının yükselmesi ise vatandaşın bütçesini vuruyor. Kısa dönemde enerji tüketimini pek kısamıyor. Diğer mal ve hizmetlere talebini azaltıyor. Yani iç talebi ve büyümeyi olumsuz etkiliyor.Yapısal etkenlerBizim mesleğin en zor yanlarından biri kısa vadeli dalgalanmaları uzun dönemli eğilimlerden ayırt etmektir. Aynı soru sürekli karşımıza gelir. Bu değişim geçici mi yoksa kalıcı mı? Geçici ise ne kadar sürer? Kalıcı ise yeni eğilim ne zaman başladı?Analitik yöntem konjonktürel etkenleri temizleyerek yapısal unsurları saptamayı gerektirir. Ne var ki, söylemesi kolay ama yapması zordur. Sık sık ciddi kopuşlar ıskalanır. Ya da olmayan eğilimler öngörülür.Şu sıralarda da petrol fiyatlarındaki artışı yapısal nedenlere bağlayan analizler öne çıkıyor. Bütün bakışlar derhal Çin ve Hindistan’a çevriliyor. Hızlı büyüme ve artan refahın petrol talebinde yarattığı artış vurgulanıyor.Bu gözlemi doğrulayan veriler kolayca bulunabiliyor. Petrol arz ve talebinin ayrıntılarında son dönemde dengeyi esas itibariyle hızlı büyüyen gelişen ülkelerdeki tüketim artışının bozduğu görülüyor.Sürdürülemez tüketim modeliBu noktada genel-tarihi bir perspektif önermek istiyorum. Soru: Modern tüketim toplumunun kuralları ve davranış biçimleri nerede ve ne zaman belirlendi? Cevap: İnsan-doğal kaynak oranının çok müsait olduğu 20’inci yüzyıl ABD ekonomisinde.Daha ilk günden, bu tüketim modelinin dünyaya yaygınlaşmasının olanaksız olduğu biliniyordu. Dünya nüfusunun büyük bölümü dışarıda tutulabildiği ölçüde sistem zorlanmadan çalıştı. Ama son 20 yılda geri kalan dünya hızla bu kervana katıldı. Milyarlarca insan Amerikan tüketim modelini taklit etmeye başladı. Sürdürülebilirlik konusunun gündeme gelmesi kaçınılmaz oldu.Hayati soruya geldik. Gün o gün mü? Doğrusu bilmiyorum. Küresel krizin boyutlarının bu soruya verilen cevaba göre çok değişeceğini vurgulamak isterim.
Bir anımı paylaşmak istiyorum. 1960’da AFS bursu ile Güney Kaliforniya’ya gittim. 1961 yazında 30 AFS’li Amerika’yı güneybatıdan kuzeydoğuya otobüsle katettik. Güney eyaletlerinde ırk ayrımcılığını birinci elden gözleme olanağını buldum. Bir otogarda benim gibi asi bir Fransız öğrenci ile bilerek siyahların tuvaletine girdik. İçeridekiler bizi görünce tedirgin oldu. Galiba uyarmaya çalıştılar. Aldırmayınca kaçar gibi tuvaleti terk ettiler.Kapıdan çıkışta etrafımızı iri-yarı beyazlar sardı. Sonradan öğrendik. Kuzeyli ırk ayrımcılığı karşıtı militanların provokasyonu zannetmişler. Panik içinde “yabancıyız, tuvaletlerde ırk ayrımını bilmiyorduk” gibisinden bir şeyler geveleyip özür diledik. Meydan dayağından zar zor kurtulduk. Büyük dönüşüm1960’larda, köleliği laveden iç savaştan yüzyıl sonra ABD’de ırk ayrımcılığı bu kadar somut bir gerçekti. Güneyli beyazlarla yaptığım tartışmaları da hatırlıyorum. Dünyanın düzeni buydu, böyle gelmişti, böyle gidecekti. Nitekim o dönemde kongrenin en tutucu ve ırkçı üyeleri güney eyaletlerini temsil ederdi. Tümü beyaz ve Demokrat Partili olurdu. Neden? Çünkü güneyli beyaz seçmen Abraham Lincoln’ün Cumhuriyetçi partisine asla oy vermezdi. 2008 yılında Demokrat Parti’nin bir siyahî başkan adaylığına seçmesini bu açıdan, 40 yılın toplumların tarihinde uzun bir süre olmadığını bilerek değerlendirmeliyiz. Söz konusu olan inanılmaz bir dönüşümdür. Birincisi, Demokrat Parti geçmişle bağların kopartılması gerektiğini zamanında kavramıştır. Değişen koşullara uyum sağlamış, toplumsal ittifaklarını yenilemiş, kendini çağın gereklerine göre yeniden tanımlamıştır.İkincisi, beyaz Amerika kölelik dönemi uzantısı ırkçı zihniyeti terketmiştir. Beyaz ırkın üstünlüğüne inananlar hala var. Ama siyasetin ana gövdesinde yerleri kalmadı. Obama güney eyaletlerinde beyaz oyları da sildi süpürdü. Yargının desteğiBüyük dönüşüm hiç kolay olmadı. 1960’larda siyahlar ve ırkçılık karşıtı beyazlar omuz omuza ırkçılara karşı mücadele ettiler. Şiddet kullanılmasına rağmen davalarında direndiler. Irkçılığın kalelerini teker teker düşürdüler.Bu süreçte Yüksek Mahkeme’nin (Supreme Court) ırkçılıkla mücadeleye verdiği büyük desteği özellikle vurgulamak gerekiyor. Demokrasinin ruhunu gözeterek aldıkları cesur kararlar ülkeyi gereksiz kutuplaşma ve çatışmalardan korudu. Barış içinde dönüşüme olanak tanıdı. Bugünleri mümkün kıldı. Biliyorum, Obama daha Başkan seçilmedi. Olsun, adaylığa ulaşması bile benim içimi ısıttı. Hakkım olsa Kasım’da hiç tereddütsüz oyumu ona verirdim. Şimdilik başarı dilemekle yetinmek zorundayım.
Mayıs enflasyonu zaten karamsar olan beklentilerin de üstünde açıklandı. Aylık artış TÜFE’de yüzde 1.5’a, ÜFE’de yüzde 2.1’e çıktı. Bu şekilde 12 aylık aradan sonra yıllık TÜFE tekrar iki haneye (yüzde 10.7) tırmandı. ÜFE ise Kasım 2004’den bu yana en yüksek düzeyine (yüzde 16.5) ulaştı.Bu sayıların sürpriz olduğunu söyleyemeyiz. Gıda ve enerjide maliyetler küresel etkilerle hızla yükseliyordu. Üstüne kur kıpırdadı. Dolayısı ile hem piyasa hem Merkez Bankası yıllık enflasyonun yüzde 10’u aşacağını biliyordu.Ekonominin en kritik makro göstergesinin enflasyon olduğunu bir süredir yazıyoruz. Enflasyonun ekonomik faaliyetlerde yavaşlamaya rağmen hızlanmasına dikkat çekiyoruz. İktisat politikası açmazlarını vurguluyoruz.Ayrıntılar önemliÜstümüze yapışan “iyimser” yaftasına layık olmak için olumlu haberle başlayalım. Fiyat artışlarında iç talep boyutunu ölçmek için kira kalemini kullanıyoruz. Kur, gıda ve enerji fiyatı vs. maliyet unsurlarından etkilenmediği çok açıktır. Kira artışı 2004-2006 arasında istikrarlı şekilde toplam enflasyonun iki katından yüksek, yıllık yüzde 20’lerde seyretmişti. Mayıs 2007’de yüzde 19.9’du. Bu yıl 6 puan düşüşle yüzde 14’e geriledi. Birkaç ay içinde TÜFE’nin altına inmesi olasıdır.Kötü haber gıda ve enerji kalemlerinden geliyor. Gıda ve alkolsüz içecekler kaleminde geçen Mayıs ayında yüzde 10.6 olan yıllık artış bu yıl 5.1 puan artışla yüzde 15.7’ye yükseldi. Ekmek ve tahıl ürünlerinde yüzde 28.6’yı, katı ve sıvı yağlar kaleminde yüzde 53.7’yi gördü. Örneğin lokanta hizmetleri 2.8 puan artışla yüzde 13.7’ye çıktı.Enerjide geçen Mayıs’ta yüzde 8.9 olan yıllık artış bu yıl 8.8 puan artışla yüzde 17.7 oldu. Bu ise ulaştırma hizmetlerinin 2.9 puan artışla yıllık yüzde 13.7’ye tırmanmasına neden oldu. Nitekim Merkez Bankası yıllık enflasyonun üçte ikisinin (7 puan) gıda ve enerjiden kaynaklandığın hesaplıyor.Enflasyon hedefleri değiştiSürpriz bir başka cenahtan geldi. Enflasyon verilerinin yayınlanmasından kısa süre sonra Merkez Bankası internet sitesine Hazine Bakanı’na hitaben yazılmış bir mektup kondu. Cevabı ise aynı gece Hazine’nin sitesinde yer aldı.Böylece Merkez Bankası’nın önümüzdeki üç yılın (2009-2011) enflasyon hedeflerinin yükseltilmesini hükümete teklif ettiğini ve bu teklifin hükümet tarafından kabul edildiğini öğrenmiş oldu. Haberi dün sabah gazetelerden aldım. Önce şaşırdım, sonra sinirlendim ama aradan zaman geçince sakinledim. Neyse, 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarının Türkiye’yi nasıl bu açmazlara sıkıştırdığını tekrar anlatma zamanının geldiği anlaşılıyor.
Bugün mesai saati bitiminde (17.00’de) TÜİK Mayıs enflasyonunu yayınlayacak. TÜFE’nin yüzde 1’in üstünde artması bekleniyor. Yıllık tüketici enflasyonun iki haneye ulaşması ihtimali çok yüksek duruyor.Kısa dönemde enflasyon ekonominin kritik makro göstergesi olma özelliğini sürdürüyor. 1990’lara kıyasla yüzde 10 enflasyon başarı gibi gelebilir. Ancak iki buçuk yıldır (2006’dan bu yana) enflasyon hedefin üstünde seyrediyor. Ara bir türlü kapanmıyor.Üstelik, bu arada iç talep gözle görülür, elle tutulur şekilde durakladı. Büyüme hızı istihdam açısından tehlikeli kabul edilecek sınırın altına indi. TL değer kazandı. Merkez Bankası gecelik faizleri yüksek tuttu. Enflasyon direnmeye devam ediyor.Sıcak para ve döviz kuruSon hafta benim en çok ilgimi çeken gelişme döviz cephesinde yaşandı. Dolar 1.22 YTL’yi, euro 1.90 YTL’nin altını gördü. Borsa endeksi ve devlet tahvili faizleri ile kur arasında ilişkinin kopması tartışıldı.Mali piyasaları doğrudan izlediğimi söyleyemem. İktisatçılar zaten borsaya akıl erdirememekle ünlüdür. Ben de uzmanların yazdıklarını okuyorum. Analizlerinden ne olup bittiğini çıkarmaya çalışıyorum.Şöyle anlıyorum: Merkez Bankası’nın faizi yükseltmesi ve bundan sonra da faiz artışlarına devam edeceğini ilan etmesi yabancılar için TL’yi cazip hale getirmiş. Ancak TL’de uzun vadeli pozisyon almaya ikna edememiş. Dolayısı ile yabancılar kısa vadeye, özellikle gecelik faize geliyorlarmış.Bu durumun “sıcak para” tanımına tam tamına uyduğu çok açıktır. Döviz yüksek faizin getirisine geliyor. Ama TL riski sadece birkaç gün, birkaç hafta için alınıyor. Her an geri dönmeye hazır bekleniyor. Bence burada önemli bir mesaj yatıyor.Yerliler döviz alıyorBu arada bir başka gelişme ilgi çekiyor. Yerliler bir türlü dövize doymuyor. Kurun aşağı gitmesini döviz toplamak için fırsat kabul ediyorlar. Kur yukarı dönünce satmaya ise pek yanaşmıyorlar. Neticede yerlilerin döviz stoğu artmaya devam ediyor.Veriler medyada yayınlandı. 2005 sonunda yerlilerin döviz hesabı 60 milyar dolardı. Takriben üçte ikisi gerçek kişilerin, üçte biri tüzel kişilerin hesaplarında yatıyordu. 2006 sonunda 75 milyar dolara, 2007 sonunda 95 milyar dolara yükseldi.Mayıs ortası itibarıyla yerlilerin döviz hesabı 102 milyar doları gördü. Oran az çok aynı: Gerçek kişilerde 70 milyar dolar, tüzel kişilerde 30 milyar dolar. Bu sayıların temsil ettiği mesajı da önemsiyorum. Doğru okunmasında yarar görüyorum.
Genelde iyimser kategorisinde algılanıyorum. Bir anlamda hak veriyorum. Yaşama ve ekonomiye kara gözlükler arkasından baktığımı söyleyemem. Ayrıca işlerin gerçekten kötü gittiği günlerde bile olumlu yanlar arar bulurum. Ancak bir imaj sorunum olduğunu da düşünüyorum. Başlangıcı bence 2001 krizine gidiyor. O dönemde moda Türkiye için felaket senaryoları yazmaktı. Ben çoğunlukla ayrı düştüm. “İflah olmaz iyimser” etiketi o günlerde üstüme yapıştı. İşin ilginci 2005 ortasından itibaren benim analizlerim yavaş yavaş karardı. Gene çoğunlukla ters düştüm. Örneğin 2005 sonunda resesyon öngördüm. Bırakın resesyonu, 2005’in ikinci yarısı ve 2006’nın ilk yarısında büyüme rekor kırdı. Hemen ardından karamsarlığım dünya ekonomisine uzandı. Mayıs 2006’daki mali türbülanstan itibaren acılı bir küresel düzeltmeden söz etmeye başladım. Ağustos 2007 sonrasında ABD’de resesyon bekleyen karamsar kesimde yer aldım. Amerika’da resesyon yokMaalesef bir kez daha çıkan veriler kötümserliğimi kanıtladı. ABD ilk çeyrek milli gelir büyüme oranı ilk tahminde yüzde 0.6 olarak açıklanmıştı. Üstelik bir bölümü stok değişiminden kaynaklanıyordu.Bu hafta ikinci tahmin çıktı. Büyüme oranı yüzde 0.9’a çekildi. Büyümede stoklardaki değişimin payı da aşağı doğru revizyon gördü. Dolayısı ile Ocak-Mart döneminde ABD ekonomisinin resesyona girmediği kesinleşti. İktisatçıların öngörülerinde yanılmalarına sık rastlanır. O bakıma normal bir durum denebilir. Bazen tutturuyoruz. Bazen tutturamıyoruz. Üstelik resesyon bekleyenler arasında mesleğin babaları da vardı.Ancak gene de beni rahatsız eden bir boyut var. Tahminlerim üstüste karamsar kalıyor. İyimser çıkan tahmine pek rastlanmıyor. Buna “sistematik hata” deniyor. Tahminin üstüne oturduğu analitik yapıda bir yanlış ihtimalini güçlendiriyor. Ya Türkiye?Gelelim Türkiye üstüne karamsar tahminlerime. Son üç yıl içinde kaç kez “saadet zinciri” koptu diye yazdım. Tam kopacakken yeniden hayat buldu. “Bu mızrak hiç bir çuvala sığmaz” dedim. Sorumlular hiç böyle bir sorun yaşamadı. Örneğin yılbaşında 2008’de iç talepte ciddi bir düşüş ve ekonomide duraklama öngördüm. Ama ilk çeyrek göstergeleri çok kötü gelmedi. Aynı şekilde TL’nin değer kaybedeceğini savundum. Cuma günü dolar gene 1.20 YTL’ye indi. Sanırım sıkıntımı anlıyorsunuz. İçeride ve dışarıda sorunlar benziyor. Resesyon diyoruz gelmiyor. “Saadet zinciri” kırıldı diyoruz kırılmıyor. Kriz derinleşir diyoruz göstergeler hızla toparlanıyor. Ne oluyor? Kriz bitti mi? Her şey güzel mi olacak? Kısa dönemli veriler ne derse desin ben kötümser analizlerimde ısrar ediyorum. Hem dünyada hem Türkiye’de ekonomik dengesizlikler birikmeye devam ediyor. Bu filmde “mutlu son” görmüyorum.
Piyasa ekonomisinde kaynak dağılımını fiyat hareketleri belirler. Geri planda arz ve talep mekanizması yer alır. Örneğin bir mal ya da hizmette talebin arttığını yada arzın daraldığını düşünelim. O mal ya da hizmetin fiyatı yükselecektir.Sonra ne olur? Tüketici fiyatı artan malı daha az kullanma yollarını arar. Üretici ise arz ettiği miktarı artırmaya çalışır. Yani fiyat artışı tüketim ve üretim kararlarını etkiler. Kaynak dağılımı bu şekilde değişen koşullara uyum sağlar.Teori böyle diyor. Ancak fiiliyatta piyasa mekanizmasının kitaptaki gibi işleyişinin önünde çok sayıda engel vardır. İktisatçının bir işlevi bu gibi durumları saptayarak düzeltilmesi için gerekli kamu müdahalesi biçimlerini tasarlamaktır.Müdahale nedenleriEn belirgini üreticilerin rekabetten kurtulma çabalarıdır. Tekel, oligopol, kartel, marka, patent, yayın hakkı vs. arzı kısıtlama yollarıdır. Üreticiler kaynak israfı pahasına rant sağlar. Rekabetin kamu tarafından korunması zorunluluğu ortaya çıkar.İkincisi “dışsallık” sorunlarıdır. Çevre kirlenmesi, eğitim, bilimsel araştırma, sağlık vs. bazı mal ve hizmetlerde bireysel fayda-maliyet ile toplumsal fayda-maliyet arasında farklılık oluşur. Kaynak israfına karşı gene kamu müdahalesi gerekir.Üçüncüsü “hakkaniyet” sorunlarıdır. Piyasada oluşan kaynak dağılımı ahlaki değerleri yansıtmaz. Gelir ve servet dağılımında toplumun arzulamadığı sonuçlar verir. Etkinliği azaltma pahasına kamu müdahale eder.Dördüncüsü “siyasi” sorunlardır. Kamu yönetiminde etkili toplumsal kesimler piyasaya kendi çıkarları doğrultusunda müdahale eder. Hem etkinliği hem hakkaniyeti bozma ihtimali yüksektir. Tipik örneği popülizmdir.Bu dört genel kategori ile özetlediğimiz piyasa kısıtlamalarına tüm ekonomilerde raslanır. İstisnası yoktur. Safkan piyasa teorik düşüncenin bir ürünüdür. Varolan ekonomik yaşam daima kamu müdahaleleri ile kirlenmiştir.Kredi kartı faiziŞu sıralarda kamuoyunda kredi kartı faizlerine kanunla üst sınır getirilmesi tartışılıyor. İktisada giriş derslerinde “fiyat tavanı” diye anlatılır. Türkiye’nin devletçi geçmişinden gelen köklü “narh” geleneği ile uyumludur.Yukarıdaki çerçevenin okuyucularıma kendi görüşlerini oluşturmak ya da test etmek için yararlı olacağını umut ediyorum. Tavrımı da açıklamalıyım. Bence gereksiz ve yanlıştır. Popülizmin bile ikinci hatta üçüncü kalitesidir. Meclis’te reddedilmesi gerekir.
Kapalı mekânlarda sigara yasağı ilk çeyrek verilerini incelemeye ara verdirdi. Bugün istihdam ve işsizlikle devam ediyoruz. Geriye bir tek Haziran sonunda yayınlanacak olan milli gelir kalıyor.Sanayi ekonomilerinde makroekonomik göstergeler arasında uzak ara en önemlisi istihdamdır. Nedenini tahmin etmek kolaydır. İşsizlik vatandaşın güncel yaşamını çok etkiler. Dolayısı ile siyaseti doğrudan ilgilendirir.2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarının en vahim sonuçları istihdam alanında ortaya çıkmaktadır. Yeri geldikçe “istihdamsız büyüme” sloganımızı tekrarlıyoruz. İstihdam cephesinde sorunların giderek biriktiğini vurguluyoruz.İstihdamda yavaş artışAşağıdaki tabloda ana kalemler itibarıyla 2007 ve 2008’in ilk çeyrek verileri yer alıyor. Son bir yılda nüfus 800 bin kişi artarak 69.4 milyona, yetişkin nüfus (15+ yaş) 700 bin kişi artarak 49.7 milyona, çalışan ve işsizlerin toplamından oluşan iş gücü 200 bin kişi artışla 22.8 milyona yükseliyor.İş gücünü yetişkin nüfusa bölünce katılma oranı bulunuyor. Son bir yılda katılma oranı 0.2 puan gerileyerek yüzde 45.9’a düşüyor. Örneğin 2000’de bu oran yüzde 47.2 idi. Gelişmiş ülkelerde ise yüzde genellikle 60-70 aralığında oluyor.İş gücündeki 200 bin kişi artış istihdam ve işsizler arasında eşit (100’er bin) paylaşılıyor. İstihdam 20.2 milyona, işsizler 2.6 milyona yükseliyor. Dolayısı ile işsizlik oranı da 0.2 puan artarak yüzde 11.6’ya çıkıyor.Tarım istihdamı 300 bin kişilik azalarak 4.8 milyona iniyor. Tarım-dışı istihdam 400 bin kişi artarak 15.4 milyona ulaşıyor. Ücret ve maaş karşılığında çalışanların sayısı da 600 bin kişilik artışla 15.4 milyona varıyor.Sayılar çok nettir. 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikaları Türkiye’yi kısıtlı istihdam yaratan bir büyüme sürecine sıkıştırmıştır. Bu model tarımdaki fazla iş gücünün bir bölümünü sanayiye aktarmaya yetiyor. Ancak artan nüfusa istihdam yaratmakta yetersiz kalıyor.İşsizlik çok yüksekKullanılan anket yönteminin bir başka sorunu var. İşsizliğin gerçek boyutunun doğrudan görülmesine izin vermiyor. Bu sorunu çözmek için “iş aramayıp, çalışmaya hazır olanlar” kategorisini işsizlere ekliyoruz.Bu şekilde bulduğumuz düzeltilmiş işsiz sayısının 100 bin kişi artarak 4.8 milyona tırmandığını saptıyoruz. Yani son bir yılda daha gerçekçi işsizlik oranı 0.3 puan artışla yüzde 19.2’ye tırmanıyor.Bu oran çok yüksektir. Üretim sürecine çalışarak katılmak isteyen beş yetişkinden birinin iş bulamadığı anlamına gelmektedir. Üstelik bu oran düşecek yerde artmaktadır. Uzun dönemde yaratacağı toplumsal ve siyasi tehditleri ne kadar vurgulasak azdır.
Kapalı alanlarda sigara içme yasağı fırsat yarattı. Geçen yazımda bireysel özgürlükle toplumsal yaşam arasındaki gergin ve çelişkili ilişkiyi gündeme getirdim. Taşıdığı açmazlara ve tuzaklara işaret ettim.İnternette köşe yazıları üstüne kısa görüş yazılabiliyor. Ya da bana mesaj yollanıyor. Örneğin ekonomi yazılarıma arada sırada bir, çok ender olarak 2 görüş-mesaj gelir. Buna karşılık sigara yasağı yazım 15 görüş ve bir o kadar mesajla rekor kırdı. İki gündür nasıl tefsir edeceğimi düşünüyorum. Sorun ekonominin vatandaşın ilgisini daha az çekmesinde olabilir. Genel kanı tersi yöndedir. Ya da benim ekonomik yazılarım çok kuru belki fazla teknik kaçıyor. Halbuki ben çok basit yazdığımı zannediyordum. Neyse, bekleneceği gibi okuyucunun yoğun ilgisi hoşuma gitti. İlk çeyrek istihdam ve işsizlik verilerini hemen sattım. Özgürlük ve yasak ilişkisine kaldığım yerden devam etmeye karar verdim.Demokrasi ve yasaklarSoruyu hatırlatalım. Toplumun bireyi kendisinden korumaya yetkisi var mıdır? Olmalı mıdır? Soruyu ilginç kılan kolay ve net bir cevabının olmamasıdır. O nedenle bir açmazdan ya da çelişkiden söz edebiliyoruz.Çok sayıda örnek bulabiliriz. Sigaraya yasağı destekleyen bir okuyucum “Araçlarda emniyet kemerini zorunlu hale getirmeyelim mi?” diye sormuş. Ama ardından aynı mantıkla içkinin yasaklanabileceğini ve bundan rahatsız olacağını söylemiş. Bugün olayın diğer boyutuna bakmak istiyorum. Bireysel özgürlüğün bu şekilde kısıtlanabileceğini kabul etmek demokrasinin sonu mudur? Örneğin sigaranın ya da içkinin ya da belirli kıyafetlerin yasaklanması halinde özgürlük rejimi biter mi?Böylece kafaların çok karışık olduğu hassas bir konuya girdiğimi biliyorum. Ama çok önemli bir ayırımın gözden kaçtığı kanısındayım. Demokrasi siyasi özgürlüklerle ilgili bir kavramdır. Kurucu unsurları ifade, inanç ve örgütlenme özgürlükleridir. Somutlaştıralım. Demokrasi sigara, içki, emniyet kemeri, cep telefonu, vs. birtakım özgürlüklerin kısıtlanamaması değildir. Bunların yasaklanmasını yada serbest bırakılmasını savunma ve bu amaçla siyaset yapma özgürlüğünün kısıtlanmamasıdır. Mor ve ÖtesiMor ve Ötesi’nin yaptığı müziği çok beğeniyorum. Albümlerini büyük bir keyifle dinliyorum. Aramızda uzaktan sıhriyet de var. Gitarist Kerem Özyeğen başyaverim Burak Göle’nin kuzeni oluyor. Eurovizyon’da yüksek puan almalarını çok isterim. Sonucu sizler biliyorsunuz. Şunu söylemek ihtiyacını duyuyorum. Türkiye’nin böylesine iyi bir müzikle temsil edilmesi bence sonuçtan da önemlidir. Mor ve Ötesi’ne başarılar diliyorum.