Sigara içme hakkı

21 Mayıs 2008

Bugün sıra ilk çeyrekte istihdam ve işsizler verilerine bakmaya gelmişti. Ama araya kapalı yerlerde sigara yasağı girdi. Ekonomi ile hele konjonktürle ilişkisi olmadığı açık. Gene de konunun cazibesine dayanamadım.Sigara çağına 1950’lerin ortalarında girdim. Bu hesaba göre 50 küsur yıldır keyifle sigara içiyorum. Lise tuvaletlerinde filtresiz yerlilerle başladım. Param olunca Fransız ve İngilizlere döndüm. Kırmızı teneke Benson & Hedges kutularına bayılırdım. Hiçbir zaman bir paketin üstüne çıkmadım. Bir ara sigarillo ile sayıyı azaltmayı denedim. Doğrusu sigaranın yerini tutmadı. Son yıllarda kendimi günde üç-beş sigara ile sınırlamaya çabalıyorum. İyi kötü idare ediyorum.Dolayısı ile yeni kanun beni de ilgilendiriyor. İki gündür bir açmazım var. Bilgi Üniversitesi’ndeki odamın kapısını kilitlesem, camı açsam ve bir sigara yaksam diyorum. Suç işlemiş olur muyum? Ahlaken kanunlara karşı gelmeye hakkım var mı?Birey-toplum çelişkisiYasak bizi siyaset felsefesinin evrensel ve ebedi bir çelişkisine, bireysel özgürlükle toplumsal yaşam arasındaki gergin ilişkiye götürüyor. Türkiye’de bu biçimde pek vazedilmemesi önemini azaltmıyor. Bence tam tersine artırıyor.Birey-toplum çelişkisi toplumsal yaşamın özünde yer alır. Toplumu var eden, onu oluşturan birey ve birey gruplarının eylemlerini kısıtlayan kurallardır. Toplum ancak bireysel özgürlüğün sınırlanması üzerine inşa edilebilir.İki soru öne çıkıyor. Bir: Bireyin özgürlüğünü kısıtlayan kuralları kim koyacak? Demokrasi nihai yetkiyi vatandaş çoğunluğunu temsil eden yasama organına veriyor. İki: Kısıtlanamayacak özgürlükler olabilir mi? Temel haklar kavramı bu noktada devreye giriyor.Buraya kadar tamam. Ancak, her zaman olduğu gibi şeytan ayrıntılarda gizleniyor. Konu ile doğrudan ilgili bir soru soralım. Çoğunluk, vatandaşı sadece kendisine zarar veren davranışlardan korumak yetkisine sahip midir? Olmalı mıdır?Zor bir soru olduğunu biliyorum. Ayrıca bugünkü siyasi konjonktürde tehlikeli çıkarsamaları da vardır. Örneğin aynı mantıkla kapalı alanlarda alkollü içkilerin yasaklanması pekâlâ mümkündür.Farklı çözümlerFransa yasağı bizden önce getirdi. Bu kış Paris’te bir restoranın önünde üşüyerek sigara içenler, konuşmaya başladık. Orta yaşlı, iyi eğitimli bir Fransız şöyle dedi: “Yasak belki akciğer kanserini azaltacak ama kesinlikle zatürrede bir patlamaya yol açacak...” Bireysel özgürlükleri önemseyen bir iktisatçı olarak piyasanın kullanılmasını tercih ederdim. Örneğin lokanta, bar, kafeterya vs. her mekân “sigaralı” ya da “sigarasız” statüsünü alır. Vatandaş istediğine gider. Aynı şekilde uçak, tren, otobüs, minibüs vs. taşıt araçları “sigaralı” ve “sigarasız” seferler yapar. Tercih vatandaşa kalır.Öte yandan yasakçı anlayışı ben de benimseyebilirim. Toplum içinde cep telefonu ile konuşulması beni çok rahatsız ediyor. Sinirlerimi bozuyor. Madem yaşam tarzına müdahale yolu açıldı, ben de cep telefonuna yasak kampanyası teklif ediyorum.

Devamını Oku

İlk çeyrekte sanayi üretimi

19 Mayıs 2008

İlk çeyrek verilerini değerlendirmeye devam ediyoruz. Dış ticaret açığında duraklama eğilimleri saptadık. Cari işlemler açığının görünenden daha yüksek olabileceğini vurguladık. Döviz arzında eski bolluğun kalmadığına mim koyduk.Bugün sanayi üretim endeksine bakıyoruz. Sanayi üretiminin yapısal ve konjonktürel önemi biliniyor. Bir: Sürdürülebilir büyümenin en güvenilir göstergesidir. İki: İstihdam dostudur. Üç: Ekonomik gelişmenin temel önkoşuludur. 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarının sağlıklı bir sanayi politikasını engellediğini uzun süredir yazıyoruz. Ortaya çıkan “sanayisiz, ihracatsız, istihdamsız ama enflasyonist büyüme” modelini eleştiriyoruz. Sonucu baştan söyleyelim. İlk çeyrek verileri mevcut olumsuz eğilimin kırıldığı yönünde işaret taşımıyor. Sanayi üretimi artmaya devam ediyor. Ancak artış hızı orta-uzun vadeli ekonomik hedeflerin altında kalıyor.Verilerle başlayalım. Aylık sanayi üretim endeksi Mart’ta bir yıl önceye kıyasla yüzde 2.4 artış gösterdi. Esas ilgimizi çeken imalat sanayiinde ise artış oranı yüzde 1.9’da kaldı. Madencilik yüzde 12.4; elektrik, gaz, su sektörü ise yüzde 3.4 büyüdü.Ocak-Mart döneminde ise artış oranları şöyle oldu: Sanayi yüzde 6.8, imalat sanayi yüzde 6.3, madencilik yüzde 10.9 ve elektrik vs. yüzde 9.8. Yani ilk çeyrekte de imalat sanayi üretimi madencilik ve elektrik, gaz ve su sektörlerindan daha yavaş arttı.Yöntemle ilgili bir hususu belirtelim. Ocak 2007’de Kurban Bayramı tatili vardı. Bu yıl yoktu. Çalışılan iş gününe göre düzeltilen verilerde ilk çeyrekte hem toplam sanayi hem de imalat sanayinde artış oranı daha düşük çıkıyor.Mevsimlik etkilerden temizleyerek baktığımızda Mart’ta her iki endeksin Şubat’ın altında kaldığı görülüyor. Bu ise Mart’ta sanayi üretiminin bir önceki aya kıyasla düştüğü anlamına geliyor.İmalat sanayiinde üretim ile ihracat arasındaki ilişkinin iyice zayıfladığı görülüyor. Mart’ta yıllık imalat sanayinde üretim yüzde 1.9 ihracat ise yüzde 28 arttı. Bu ilginç bilmeceye dikkatinizi çekiyorum.Aşağıdaki grafiği çok önemsiyorum. Düz çizgi yıllık milli gelir büyüme hızını, üçgenli çizgi imalat sanayii yıllık ortalama artış hızını gösteriyor. 2002’nin sonu ile 2008 ilk çeyrek arasındaki beş buçuk yılı kapsıyor.2005 başına kadar imalat sanayi üretimi hem çok hızlı artıyor hem de artışı milli gelirden daha yüksek. Ama 2004 ilkbaharından itibaren imalat sanayi büyüme hızı gerilemeye başlıyor. 2005’de milli gelir büyüme hızının iyice altına düşüyor. Bir daha üstüne çıkmıyor.2005 ve 2006 boyunca imalat sanayiinde düşük üretim artışına rağmen milli gelir hızlı büyüyor. Ama sanayisiz büyümeyi sürdürmek zor. 2007 sonunda ikisinin de büyüme hızı yüzde 5’in altına, 2008’in ilk çeyreğinde ise imalat sanayii artış hızı yüzde 4.1’e iniyor. Milli gelirin ne olduğunu bir ay sonra bileceğiz.Grafiğin 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarının ekonomiye maliyetini anlamayı kolaylaştırdığını düşünüyorum.

Devamını Oku

İlk çeyrekte dış denge

17 Mayıs 2008

Perşembe günü Merkez Bankası gecelik faizleri yarım puan artırdı. Başta Londra, dış mali piyasaların beklentisi hatta talebi yönünde davrandı. İşaretleri daha önceden verilmişti. Yani sürpriz olmadı.Mutlaka irdelenmesi gereken kritik bir karardır. Ancak enflasyon, büyüme ve para politikası ilişkileri ayrıntılı bir analiz gerektiriyor. O nedenle ilk çeyrek verilerini bitirdikten sonra ayrı bir yazı dizisinde ele alacağım. Geçen yazıda ilk çeyrekte dış ticarete baktık. İhracatın ithalattan daha hızlı arttığını ama dış ticaret açığının büyüdüğünü gördük. Ancak uzun dönemli gibi duran bu eğilimin devamı halinde dış ticaret açığındaki artışın durabileceğini söyledik.Bugün ilk çeyrek ödemeler dengesi verilerine bakıyoruz. Son yıllarda cari işlemler dengesini dış ticaret açığı belirliyor. Ona rağmen ilginç bazı gelişmeler var. Ama esas önemli haber sermaye hesabında yer alıyor. Dış açıkta gelişmelerOcak-Mart döneminde dış ticaret açığı geçen yıla kıyasla 4 milyar dolar artarak 16 milyar dolara yükselmişti. Cari işlemler açığı ise 2.8 milyar dolar artışla 12 milyar dolara tırmandı. Yıllık açık ise tarihte ilk kez 40 milyar doları aştı (40.4 milyar dolar). Ayrıntılarda göze ilk çarpan altın ticaretidir. Türkiye net altın ithalatçısıdır (2007’de 4.4 milyar dolar). Bu yıl ise ilk çeyrekte net 1.2 milyar dolar altın ihracatı yapılmış. Sadece altın ihracatından dış dengeye 1.8 milyar dolar artı katkı geldiği anlaşılıyor. Bursa’dan tekstilci bir okuyucum uyardı. İhracatın “inci, kıymetli taş ve metal mamülleri, madeni para” kaleminde ayrıca 2 milyar dolarlık (yüzde 350) artış görülüyor. Bu iki kalemin toplam olumlu etkisi 3.8 milyar dolar ediyor. İlginç bir gelişmedir.Bunun dışında net hizmet gelirlerinde 0.1 milyar dolar, transferlerde 0.2 milyar dolar artış var. Yatırım gelirleri açığı da 0.1 milyar dolar küçülüyor. Neticede net görünmeyen gelirler toplamı 0.3 milyar dolar artıyor. Yabancıların TL faiz gelirlerinin bu hesapta yer almadığını hatırlatmakta yarar var. Altın ve “inci, vs.” kalemini ekleyince dış açıkta görünenden daha ciddi bozulma olduğu sonucuna ulaşıyorum. Sermaye girişinde yavaşlama“Net hata noksan kalemi” eksi 1 milyar dolar değişim gösteriyor. Dolayısı ile ilk çeyrekte dış finansman ihtiyacı 3.8 milyar dolar artışla 12.2 milyar dolara ulaşıyor. Ayrıntıya inince sermaye hesabında yapısal farklılıklar görüyoruz.Yabancı sermaye girişi 4.1 milyar dolar azalarak 4 milyar dolara geriliyor. Hisse senetlerine giriş çıkışa dönüyor. Gayrimenkul yatırımları da biraz düşüyor. Neticede borç dışı sermaye girişi 6.1 milyar dolar azalarak 3.3 milyar dolara iniyor. Yani borçlanma ihtiyacı 10 milyar dolar artarak 8.9 milyar dolara tırmanıyor.Üstelik ilk çeyrekte kamu kesimi net 1.4 milyar dolar borç ödüyor. Geçen yılla fark eksi 4.8 milyar dolar ediyor. Dolayısı ile özel kesim borçlanması 5.8 milyar dolar artarak 9.9 milyar dolara çıkıyor. Bunun 7.5 milyar doları reel sektörden, 2.9 milyar doları bankalardan kaynaklanıyor.Toplam borç gereği 8.9 milyar dolar, borçlanma 8.5 milyar dolar, aradaki 0.4 milyar dolar rezervlerden ödeniyor. Halbuki geçen yıl 6.6 milyar dolar rezerv artışı yaşanmıştı. Özetle, bu dönemde döviz arz ve talebi çok yakın seyrediyor. Buraya mim koyunuz.

Devamını Oku

İlk çeyrekte dış ticaret

15 Mayıs 2008

Ocak-Mart dönemi (ilk çeyrek) makro verileri ortaya çıkıyor. Enflasyon ve bütçe Nisan’da açıklandı. Dış ticaret, ödemeler dengesi ve sanayi üretimi geçen hafta yayınlandı. Haftaya istihdam gelecek. Sonuncusu ama en önemlisi milli gelir için Haziran’ı bekleyeceğiz.Bugün dış ticaret verilerine bakıyoruz. Kamuoyu dış ticaret açığı ile yakından ilgileniyor. Haklı nedenleri var. Cari işlemler dengesi büyük ölçüde dış ticaret sonuçları tarafından belirleniyor.Ayrıca dış ticaretin eğilimleri konjonktür hakkında yararlı bilgiler taşır. Örneğin ithalat iç talebin gücünü yansıtır. Aynı şekilde, ihracattaki değişim dış talebin büyümeye katkısı hakkında fikir verir. Ancak, tüm diğer verilerde olduğu gibi, dış ticareti değerlendirirken de ölçme sorunlarına dikkat etmek gerekir. Türkiye için dolar-euro paritesindeki hareketler öne çıkar. Doların değer kaybı dış ticaret sayılarında yapay şişmeler yaratır.VerilerMart ayında ihracat yüzde 28 artışla 11.4 milyar dolar, ithalat yüzde 27 artışla 16.8 milyar dolar, dış ticaret açığı yüzde 25 artışla 5.4 milyar dolar oldu.Yıllık bazda ise ihracat yüzde 30 artışla 117.1 milyar dolara, ithalat yüzde 26.7 artışla 184 milyar dolara, dış ticaret açığı da yüzde 21 artışla 66.8 milyar dolara yükseldi.Son olarak ilk çeyrek verilerine bakalım. Ocak-Mart ihracatı yüzde 43 artışla 33.1 milyar dolar, ithalatı yüzde 40 artışla 49.1 milyar dolar, dış ticaret açığı yüzde 33 artışla 16 milyar dolar olmuş.Yüksek artışların bir bölümü bu dönemde doların başta euro, diğer paralar karşısında değer kaybından kaynaklanıyor. Hesabı “.5 dolar + 0.5 euro” döviz sepeti ile yapmak bu sorunu kısmen çözüyor.Sepeti kullanınca örneğin yıllık bazda artışlar, ihracat için yüzde 23’e, ithalat için yüzde 20’ye, dış ticaret açığı için yüzde 14’e geriliyor. Çıplak gözle görünen manzarayı özetleyelim. İhracat ithalattan daha hızlı artıyor. Ancak, mutlak değerler arasındaki fark nedeni ile buna rağmen dış ticaret açığı büyümeye devam ediyor.Dış ticarette eğilimlerŞimdi sayılar üzerinde biraz çalışarak ne anlama geldiklerini somutlaştırmaya çalışalım. Hesabı gene döviz sepeti ile yapıyoruz. Tramo-Seat yöntemi ile mevsimlik etkilerden arındırıyoruz.Uzun dönemli eğilimleri bulmak için en çok kullanılan yönteme HP filtresi deniyor. Kasım 2002’den Mart 2007’ye ithalatın uzun dönem artış eğilimi ihracat artış eğiliminin üstünde seyrediyor. Yani uzun dönem eğilimleri de dış ticaret açığında bozulmaya işaret ediyor.Nisan 2007’de ise eğilim tersine dönüyor. Hâlâ öyle gidiyor. Yani son bir yılda uzun dönem eğilim dış ticaret açığında toparlanmaya dönüşüyor. Özetle dış ticaret açığının bugünkü düzey civarında duraklaması ihtimali çok yüksek duruyor.

Devamını Oku

IMF’yi değerlendiriyoruz

10 Mayıs 2008

IMF ile bir Standby Anlaşmaları dönemi daha bitti. Bu dizi 1999’un sonbaharında başlamıştı. Sekiz buçuk yılı kapsadı. Hazırlık dönemini ve önceki daha gevşek ilişkiyi de katarsak on küsur yıla çıkıyor. Türkiye’nin IMF ile gerçekleştirdiği istikrar programları içinde, artısı ve eksisi ile, hem en uzunu hem de en başarılısıdır. Bundan öncekiler daha kısa sürmüştü. 1958’i hariç tutarsak, sadece geçici ve kısmi bir istikrarla sonuçlanmıştı. IMF’nin kamuoyunda ciddi bir kutuplaşma nedeni olduğu biliniyor. Bir kesim IMF’yi kayıtsız şartsız destekledi. Ekonomideki tüm olumlu gelişmeleri ondan bildi. Diğer kesim ise aynı kararlılıkla karşı çıktı. Tüm olumsuzlukları IMF’ye bağladı.Bu tür tartışmalı konularda kendi tavrımı açıklamayı severim. Program zaten bittiğine göre pratik bir yarar beklemiyorum. İlişkinin eski hali ile sürdürülmesine karşı çıktığımı zaten yeni yazmıştım. Siyasi irade esastır Durum tesbiti ile başlayalım. Sekiz buçuk yılda Türkiye ekonomisi büyük mesafe katetmiştir. Enflasyon, bütçe dengesi, kamu borcu, bankacılık kesimi, yabancı sermaye girişi, vs. tüm göstegeler daha sağlıklı, daha az kırılgan bir ekonomiye işaret etmektedir.“Kökten IMF’ci” kesime göre bu gelişmeler IMF sayesinde olmuştur. Aralarında IMF’siz kalınca hızla eski günlere geri dönüleceğine inananlar çoktur. İç dinamiklerin etkisi yok denecek kadar azdır. Bu görüşe kesinlikle katılmıyorum. Birazdan IMF’nin olumlu katkılarına değineceğim. Bence bugünkü istikrarın esas belirleyicisi IMF değildir. Türkiye’nin iç dinamikleridir.Başarının anahtarı içeride ekonomik istikrarı hedefleyen siyasi iradenin varlığıdır. Nedenlerine burada girmeye gerek yok. Seçmen popülizmden soğumuştur. Hükümetler mali disipline uymuş ve acıtan reformları hayata geçirmiştir. İstikrarın getiren bunlardır. Tersten örneği yakın geçmişte bulabiliriz. 1994 başında ekonomide yangın çıkınca Çiller IMF ile anlaştı. Ama ortalık biraz sakinleşince programı yarıda kesip eski usullere dönmekte tereddüt etmedi. 1999 sonrasında olmayan budur.IMF’nin sevap ve günahlarıYa IMF? İstikrara hiç mi katkısı olmadı? Bunu söyleyemeyiz. İki kritik katkısı öne çıkmaktadır. Bir: iktisat politikalarına güvensizliği kısmen hafifletmiştir. İki: geçiş döneminde kaynak sağlamıştır. IMF kredisinin 30 küsur milyar dolara kadar tırmandığını unutmayalım. Her ikisi de enflasyonla mücadele sürecinin ekonomik ve toplumsal maliyetini düşürmüştür. Sıfırlanması zaten mümkün değildir. Ama Türkiye’nin aynı politikaları IMF onayı ve kaynakları olmadan uygulaması halinde çok daha ağır bir bedel ödenirdi.Ancak bilançonun pasifi de kabarıktır. 2001 krizinde ciddi sorumluluğu vardır. Fatura sadece Ecevit hükümetine ve bürokrasiye çıkartılamaz. O zaman da yazdık ve söyledik. ABD’de bugün yaşananlar bu vargıyı doğrulamaktadır. Keza, 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikaları da IMF güdümünde gerçekleşmiştir. Ekonominin gelip sıkıştığı “sanayisiz, ihracatsız, istihdamsız ama enflasyonist büyüme” konjonktüründen kesinlikle IMF de sorumludur.Neyse, bunun Türkiye’nin IMF ile son programı olmasını temenni ederek bitirelim.

Devamını Oku

ABD izlenimleri

7 Mayıs 2008

Geçen haftayı ABD’de geçirdim. Bu kez “Murphy kanunları” beni fena vurdu. En çok ihtiyaç duyduğum anda bilgisayarın ekranı gitti. Maalesef yazılarım aksadı. Gündemin gerisine düştüm. Okuyucularımdan özür diliyorum.Seyahati bir başka açıdan da kötü planlamışım. Ligin en kritik iki maçını kaçırdım. Galatasaray’ın Fenerbahçe ve Sivasspor galibiyetlerini canlı izleyemedim. Üstelik ilkinde havada idim. Sonucu ancak alana inince öğrenebildim.Veri akışı açısından da çok yoğun bir hafta geride kaldı. Mart dış ticareti ve Nisan enflasyonu açıklandı. Merkez Bankası yılın ikinci Enflasyon Raporu’nu, Maliye Bakanlığı Orta Vadeli Mali Çerçeve’yi yayınladı.İnsanlar karamsarNormal koşullarda Amerikan kamuoyunun ekonomik konulara ilgisi kısıtlıdır. Kişi başına 40 küsur bin dolar gelirin doğal sonucu diyebiliriz. Gündemde iç ve dış siyaset öne çıkar. Ayrıca sonbaharda başkan seçimi var. Obama-Clinton yarışı da tam gaz sürüyor. Ama bu yıl en çok ekonomi konuşuluyor. Dikkatimi çekti. İnsanlar birbiri ile tanışırken ne iş yaptığı sorulur. Eskiden iktisatçı olmam fazla etkilemezdi. Şimdi durum değişmiş. Bana bile ekonomi sorma ihtiyacını duyduklarını gördüm.Konuştuklarımın tümü Amerikan ekonomisini kötüye gitiğini düşünüyor. Teknik tanımı ile resesyona girilip girilmediği kimseyi ilgilendirmiyor. Fiilen günlük yaşamda resesyonun geldiğine inanılıyor.Sohbet sırasında karamsarlığın nedenleri de belirginleşiyor. Örneğin doların değer kaybı ya da borsada düşüş biraz daha uzakta ve soyut kalıyor. Buna karşılık üç konu öne çıkıyor: Konut fiyatlarında gerileme, benzin fiyatında ve işsizlikte artış.İlkinin ve sonuncusunun tüketicinin gelecek beklentilerini olumsuz etkilediği yani güvenini sarstığı hemen anlaşılıyor. Petrol fiyatlarının yükselmesi ise vatandaşın bütçesini zorlamış, diğer harcamalarında kısıntıya gitmek zorunda bırakmış.“iPhone” yok satıyorBuna karşılık günlük yaşamda resesyonun izleri pek görülmüyor. Cumartesi günü Washington’un yakınında büyük bir alışveriş merkezine gittim. Maç çıkışı gibi bir kalabalık bir dükkândan diğerine ellerinde paketlerle dolaşıyordu.Şu sıralarda sadece Apple’ın kendi bayilerinde satılan “iPhone” çok popüler. Ben de birine girdim. Satın almak istediğimi söyleyince tezgâhtar gülümsedi. Meğer fabrika talebe yetişemiyormuş. “İki-üç günde bir geliyor ama sabah erkenden sıraya girmenizde yarar var” dedi. Velhasıl bir “iPhone” alamadan döndük.

Devamını Oku

IMF’ye gerek yoktur

3 Mayıs 2008

IMF ile 2005 yılında imzalanan üç yıllık “Stand-by anlaşmasının” sonuna gelindi. Kaçınılmaz olarak IMF ile ilişkilerin bundan sonra nasıl sürdürülmesi gerektiği kamuoyunda tartışmaya açıldı.Yakın geçmişi kısaca görelim. 1999 sonunda başlayan ilk anlaşma üç yıllıktı ama araya 2001 krizi girdi. Mayıs 2001’de Derviş’in hazırladığı ikinci anlaşma 2004 sonuna kadar sürecekti ama uzadı. Böylece Mayıs 2005’te üç yıllık üçüncü anlaşma imzalandı.Kendi tavrımı da hatırlatmak istiyorum. İlk ve ikinci IMF anlaşmalarına kararlılıkla destek verdim. Gelen eleştirilere karşı korudum. IMF ile yakın ilişkinin Türkiye ekonomisine olumlu katkısı olduğunu savundum.Ancak üçüncü anlaşmaya karşı çıktım. 2004 yazında uzun bir yazı dizisi ile Türkiye’nin çıkarlarının 2005 sonrasında IMF desteği olmadan yola devam etmekte yattığını gösterdim. Anlaşmayı savunan iktisatçıların yanılgılarını anlattım.Koşullar uymuyorBugün IMF ile anlaşma isteyenlerin sayısı daha az. Bu arada IMF yönetiminin tavrı da değişti. Türkiye’nin IMF desteğine ihtiyaç duymadığı açıkça söylendi. Yani IMF de bizim kraldan fazla kralcı “kökten IMF’cilere” ihanet etti!Akıl var, mantık var. IMF’nin bir ülke ile stand-by anlaşması imzalaması için gerekli koşulları alt alta yazın. Bunların hiçbirinin Türkiye için geçerli olmadığını derhal göreceksiniz.Türkiye’nin döviz rezervleri rekor düzeydedir. Ufukta en küçük bir döviz likiditesi sorunu yoktur. Tam tersine, döviz fazlası ve aşırı değerli TL’nin sanayi, büyüme ve istihdam üstündeki olumsuz etkileri tartışılmaktadır.Bütçe dengesi ve kamu borç oranı Maastricht Kriterleri ile uyumlu düzeydedir. Kamunun net dış borcu adeta sıfırlanmıştır. Yıllık tüketici enflasyonu dört yıldır tek hanelidir. Son dönemde gelişen ülke ortalamasına yakın seyretmektedir.IMF yönetimi de bunu söylüyor. IMF’nin kendi iç kuralları yukarıdaki makroekonomik göstergelere sahip bir ülke ile stand-by ya da eşdeğeri bir anlaşmaya gitmeye izin vermemektedir. Nokta.Demokrasi korkusu4 Temmuz 2004 tarihli yazımda IMF’ye ihtiyaç duyulmasını genelde siyasete ve özelde hükümete güvensizlikle ilgilendirmiştim. O yazıdan uzun bir alıntı ile bitirmek istiyorum.“IMF, dışarıdan zorlama ile maliye ve para politikasına disiplin getirmesi umudu ile göreve çağırılır (...) Açıkça ifade edilmese de ne söylendiğini aslında herkes biliyor. Seçkinlere göre, seçimle gelen meclis ve hükümet Türkiye’yi iyi yönetecek vasıflara sahip olamaz. Dolayısı ile iktidar mutlaka seçilmemiş güç odakları tarafından denetlenmelidir.Siyasi denetimin nihai ve muktedir kurumu askerdir. Birileri bir yerlerde sürekli hükümeti askere şikâyet eder. Her fırsatta askeri göreve çağırır. Toplumsal gelişmenin olgunlaştırdığı reform ve değişimi engellemeye çabalarlar.Anlaşılan IMF de ekonomik denetim odağı olarak benimsenmiş. Meclis ve hükümet her an suç işlemeye hazır kötü çocuklardır. IMF ise onları suçtan kurtaran iyi polistir. Sopasını göstererek kötü yola düşmelerine mani olur.”

Devamını Oku

CHP’ye bir bakış

26 Nisan 2008

CHP’nin dün toplanan kurultayı beni eski günlere götürdü. 1987-92 arasında SHP’de siyaset yaptım. İnönü-Baykal çekişmesinin en yoğun olduğu günlerdi. Parti için tartışmalarda taraf oldum. Baykalcılarla göğüs göğüse (birkaç kez omuz omuza) mücadele ettim. Bugün bile güncelliğini koruduğunu düşündüğüm Sosyal Demokrasi Gündemi (İstanbul 1991, sanal baskısı için bak. http://akat.bilgi.edu.tr) o dönemin ürünüdür. Eylül 1990’da çok kritik bir kurultay yapılmıştı. Ondan hareketle SHP’nin program, zihniyet ve örgütlenme zafiyetlerine çözümler önerdim. CHP’nin yeniden açılışını da yakından izledim. Ama gördüklerim hoşuma gitmedi. O cenahtan geri dönmemek üzere ayrıldım. Kuruluşuna katıldığım Yeni Demokrasi Hareketi’ne seçmen 1995’de oy vermeyince aktif siyaseti hepten bıraktım. Şunu söylemek istiyorum. CHP’de olup bitenlere kendimi taraf hissetmiyorum. ‘Öyle olsun ya da böyle olsun’ diye bir talebim de yok. Sadece olayın nedenlerini ve sonuçlarını anlamaya çalışıyorum.Kim kime mahkum?CHP ile ilgilenenler arasında bir konuda fikir birliği oluşmuşa benziyor. CHP’nin sorunları Baykal’ın ya da arkadaşlarının ya da diğer CHP yöneticilerinin kişiliklerinden kaynaklanmıyor. Daha derinlerde yatıyor. Buna katılıyorum. Nedenleri üstüne analizimi okuyucularımla paylaşmak istiyorum. CHP gerçeğinin ana eksenlerini kısaca tanımlayarak başlayalım. Parti, ne kadar kötü yönetilirse yönetilsin yüzde 20 civarında oy almaktadır. Çünkü kendi cenahında rakipsiz durumdadır. DSP’nin daha da ciddi sorunları olduğu bilinmektedir. Neticede seçmeni CHP’ye mahkumdur. Parti mali açıdan seçmeninden ve teşkilatından bağımsızdır. Partinin olağan işleyişi ve seçim harcamaları için gerekli kaynaklar Hazine tarafından sağlanmaktadır. Yani parti yönetimi seçmene ve teşkilata mahkum değildir.Partinin seçimlerde gösterdiği adayların seçmenler, üyeler ya da yerel örgütlerce saptanmasını sağlayacak bir hukuki zemin yoktur. Adayları üst yönetim, daha doğrusu genel başkan seçer. Velhasıl parti teşkilatı yönetime mahkumdur. CHP ilginç bir siyasi parti tipidir. Ne dese ve yapsa oy verecek seçmeni, Hazine’den gelen parası ve genel başkanı ebediyen o göreve seçmek üzere oluşturulmuş bir üye-delege sistemi vardır. Örgüt sözcüğünü kullanmadığıma dikkatinizi çekerim. Çözüm yollarıBu nesnel çerçeve değişmeden CHP böyle gider. Yeni genel başkan ya da yönetim kademesi hiçbir şeyi değiştirmez. Çözümün üç eksenini sırası ile görelim.Rekabet koşulları dönüşür. Daha açık söyleyelim. CHP’nin tapulu seçmenine cazip gelen bir başka siyasi parti ortaya çıkar. Seçmen gidince CHP’de değişim süreci hızlanır. Doğrusu ya ufukta böyle bir gelişme görülmüyor. Partilere Hazine yardımı durur. Parti varolmak için temsil ettiği vatandaşlardan kaynak bulmak zorundadır. Örgüt önem kazanır. Üye ve seçmenlerin etkinliği artar. Gene değişim hızlanır. Bu ihtimal adeta sıfırdır. Dar bölgeli, iki turlu ve ilk turda önseçimli yeni bir seçim sistemine geçilir. Genel başkanın aday belirleme yetkisini kaybetmesi mevcut yapıyı derhal çökertir. Ama bu yönde en küçük bir işaret bile yoktur.

Devamını Oku