Mali piyasalar haftaya sakin girdi. Ben yazıya oturduğumda İMKB-100 endeksi 24.000’i aşmış, dolar 1.60 YTL’nin altına inmişti. İktisat politikası tartışmasına ara verip Türkiye verilerine geri dönebileceğimi düşündüm.Eylül sonu itibarıyla dış ticaret ve ödemeler dengesi verileri açıklandı. Türkiye’de dış açığın büyüklüğü, eğilimleri ve finansmanı daima hassas bir konudur. Geçmiş olumsuz deneyimlerin etkisi ile kamuoyu bunları yakından izler.Üçüncü çeyrekle (Temmuz-Eylül) ilgili iki hususu vurgulamakta yarar var. Bir: Küresel mali krizin son büyük çalkantısından pek etkilenmedi. Örneğin ortalama dolar kuru 1.21 YTL’dir. İki: Petrol fiyatı 100 doların üzerinde kaldı. Dolayısı ile dış denge verileri çeyrek bazında bir önceki konjonktürü yansıtıyor. Çünkü küresel ve iç koşullarda Ekim’den itibaren ciddi kopuşlar yaşandı. Etkilerini dördüncü çeyrek verilerinde göreceğiz.İthalatta yavaşlamaDış ticaretle başlayalım. Eylül’de ihracat yüzde 42 artışla 12.8 milyar dolara, ithalat yüzde 24 artışla 17.9 milyar dolara yükseldi. İhracatın ithalattan daha hızlı artması etkisini dış ticaret açığında gösterdi: yüzde 7 düşüşle 5.4 milyar dolara geriledi.Son iki yıldır, enerji ve ham madde fiyatlarındaki yükselişe rağmen dolar bazında ihracat ithalattan daha hızlı artıyor. Bu eğilimin dış ticaret açığına olumlu etkisi eninde sonunda görülecekti. Eylül’de ilk işaret geldi.Dış ticaret miktar endeksleri de aynı yönde çıktı. İhracat miktar endeksinde eylülde yüzde 17,5 ve üçüncü çeyrekte yüzde 10 artış var. Halbuki ithalat miktar endeksinde Eylül’de yüzde 0.5 ve üçüncü çeyrekte yüzde 0.2 düşüş görülüyor.Bundan sonra bu eğilimler güçlenecektir. TL’nin değer kaybı, enerji ve ham madde fiyatlarında gerileme, iç talebin durması ve parite gelişmeleri sonucunda dolar bazında ithalatta ciddi düşüşler söz konusudur. Dış koşullar ihracatı olumsuz etkilese bile dış ticaret açığı daralacaktır.Dış açıkta küçülmeDış ticaret açığındaki daralma turizm ve diğer görünmeyen gelirlerin hızlı artışı ile birleşince cari işlemler açığında etkileyici bir düzelme ortaya çıkıyor. Geçen Eylül’de 2.6 milyar dolar olan açık bu yıl yüzde 60 gerileyerek 0.9 milyar dolara iniyor.Böylece yıllık cari işlemler açığı ağustostaki 48.4 milyar dolarlık tarihi rekorundan sonra eylülde 47 milyar dolara geriliyor. Dış açık 2007 yazından itibaren hızla artmaya başlamıştı. Bu eğilim Eylül’de kırılıyor.Yerim kalmadı kısaca sermaye hesabına değineyim. Üçüncü çeyrekte dış açığın finansmanında bir sorun yaşanmıyor. Finansmanın kalitesi bozuluyor ama sonuçta Merkez Bankası rezervleri 3.8 milyar dolar artıyor. Kurun yatay seyrinden bunu anlıyoruz.
Çarşamba günü yapılan Para Politikası Kurulu (PPK) olağan toplantısından sürpriz bir faiz indirimi kararı çıktı. Mali piyasalar Merkez Bankası’nın gecelik faizleri sabit tutmasını hatta artırmasını istiyorlardı. Çok şaşırdılar. Enflasyon hedeflemesi rejiminde para politikasının temel aracı para piyasası faizleridir. Türkiye’de Merkez Bankası kendisine borç veren ve borç alan bankalara uyguladığı iki ayrı gecelik faiz oranını açıklıyor. Yakın geçmişe kadar döviz arzındaki fazla bankayı hep borçlu durumda tutuyordu. Dolayısı ile borçlanma faizi gösterge kabul edildi. Şimdi durum tersine döndü. Banka piyasadan alacaklı hale gelince fonlama faizi de önem kazandı. Borçlanma faizi Temmuz’da yüzde 16.75’e, fonlama faizi Haziran’da yüzde 20.25’e yükseltilmişti. Geçen ay fonlama faizi yarım puan indirildi. Bu toplantıda ise borçlanma faizi yüzde 16.25’e, fonlama faizi yüzde 18.75’e çekildi.Gecikmiş ve yetersizDalgalı kura geçilmesinden bu yana Merkez Bankası’nın faizi çok yüksek saptadığını savundum. Aşırı değerli TL’nin ve yol açtığı devasa dış açıkların 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarından kaynaklandığını her fırsatta söyledim.Dolayısı ile, Merkez Bankası’nın geçmişte yaptığı faiz indirimlerini destekledim. Olsa olsa faizi indirmekte geç kaldığı ve yeterince cesur davranmadığı için eleştirdim. İndirimin daha önce ve daha büyük oranlı olabileceğini söyledim. Aynı tavrı bugün de sürdürüyorum. Yaz başındaki faiz artırımının ekonominin gerçeklerine ters düştüğü şimdi çok daha net görülüyor. Faizi yükseltip iç talebi ve döviz kurunu bastırmak gereksizdi. Nitekim üçüncü çeyrekte büyümenin sıfır ya da eksi çıkacağı kesinleşti. Türkiye ekonomisinin yıl ortasında başlayan ve 2009’u kapsayan ağır bir resesyona girdiği çok açıktır. Talep koşulları deflasyonisttir. Üstelik, enerji ve hammadde fiyatlarındaki hızlı düşüş dışarıdan deflasyon ithalini gündeme getirmiştir.İndirim sonrasında da Türkiye reel gecelik faizde dünya rekoruna sahiptir. Beklenti anketinde bir yıl sonrası için enflasyon yüzde 9 çıkıyor. Fonlama reel faizi yüzde 9.75 eder. Resesyon ortamında yüzde 1 reel faiz bile yüksektir negatif olması tercih edilir. Para politikası değişiyor mu?Öte yandan, faiz kararının mali piyasa taleplerine ters düşmesi çok önemli bir başka soruyu gündeme getiriyor. Merkez Bankası son sekiz yıla damgasını vuran döviz kurunu baskı almayı amaçlayan para politikası anlayışını bırakıyor mu? Bu kararı para politikasında köklü bir değişimin işareti kabul edebilir miyiz?Elimizde bu soruya kesin cevap verecek somut kanıtlar yok. Daha çok sezgilerle, yazılan ve söylenenlerin satır aralarından bir yargıya varmaya çalışıyoruz. En azından benim bu yönde umutlu olduğumu söylemeliyim.Kısaca olayı özetleyelim. İçerideki resesyon ve dış kökenli girdi deflasyonu hızla enflasyonu düşürecektir. Bu ise faizlerin bütçe dengesi ve büyüme ile tutarlı düzeye çekilmesi fırsatıdır. Para politikasının normalleşmesi diyebiliriz. Daha açık söyleyelim. Faiz indirimleri sanayiyi ve ihracatı destekleyen kur düzeyine enflasyonu azdırmadan ulaşmayı sağlayacaktır. Merkez Bankası’nın bu fırsatı kullanmasını temenni ederim. Not: Geçen yazımda Irak savaşı sırasında Meclis’te reddedilen “tezkere” yerine “muhtıra” demişim. Özür diler ve uyaran okuyucularıma teşekkür ederim.
Türkiye’de “IMF lobisinin” ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha görüyoruz. Basketbolda “tam saha pres” denir. Karşı takım oyuncularına sahada adım atacak yer bırakılmaz. Hükümet, IMF’le acil bir anlaşma için aynı şekilde sıkıştırılıyor. Yazılanlara ve söylenenlere doğrusu şaşırıyorum. IMF bir kurtarıcıya, adeta bir sihirbaza dönüştürülüyor. Elindeki değnekle dokununca, ne sihirdir ne keramet, ekonomik sorunlarımız anında hallolacak... Yeter ki hükümet IMF’nin koşullarını kabul etsin, istediklerini yapsın, bir an önce anlaşmayı imzalasın!İşin ilginci, bizim cenahta da bu görüş hâkim. “Mahalle baskısı” var. Güvendiğim kaleler teker teker düşüyor. Ummadığım köşelerden IMF’ye destek çıkıyor. Son umudum Ege Cansen hangi cephede yer tutacağını çok merak ediyorum. Hoş, sürüden ilk kez ayrılmıyorum. Irak savaşı öncesinde aynı hava ünlü “muhtıra” için oluşmuştu. ABD yardımı gelmezse ekonomi kesin batacaktı. Bir şey olmaz dedim. Muhtıra reddedildi, yardım gelmedi ve ekonomi hızla toparlandı.Kim kârlı çıkar?Anlaşmayı neden desteklemediğimi geçen yazımda anlattım. Bugünün küresel ve yerel konjonktüründe IMF’nin Türkiye ekonomisine dişe dokunur bir katkı yapamayacağını söyledim. Muhtemel popülizme karşı IMF sopasından medet umulmasına karşı çıktım.“IMF lobisini” harekete geçiren tek neden popülizm korkusu mudur? Bu tür büyük koalisyonlar tanım gereği heterojendir. Mutlaka devreye ekonomik çıkarlar girer. Yani “kim kârlı çıkacak?” sorusu anlamlıdır.Cevaplamak için önce anlaşmanın ne getireceğine bakalım. Hepimiz biliyoruz: milyarlarca dolar döviz. Etkisi de bellidir. Aşırı değerli olmasından uzun süredir şikâyet ettiğimiz TL’nin değer kaybını engelleyecektir.Kimlere yarar? Bir: TL varlıklarda hapsolan yabancı yatırımcılara. Kurun bastırılması yüksek getirinin önkoşuludur. İki hafta önce önemli bir kurumsal yatırımcı ‘IMF ile anlaşma mutlaka olacak’ diye benimle bahse girmeye hazırdı. İki: İç piyasaya yönelik faaliyetlerinde döviz kredisi kullanan yerli firmalar. Ağırlık hizmet sektörlerindedir. İki yandan sıkıştılar. Hem iç piyasada daralıyor hem kur zararı yazıyorlar. IMF anlaşması onları umutlandırıyor.Düzeltme kaçınılmazdırAnalizden kimlerin zararlı çıkacağını da kavrıyoruz. IMF anlaşması ile TL’nin tekrar değer kazanması ihracatçıları nasıl etkiler? Cevaplamak için iktisat bilmeye gerek yoktur. Olumsuz etkiler. İhracatçı daralan küresel talep ortamında dövizin kurundan alacağı desteği de kaybeder. Böylece olayın özüne ulaştık. Ne bulduk? IMF anlaşmasından ihracatçı ve imalat sanayii zararlı, iç pazara yönelen hizmet kesimleri ve yabancılar kârlı çıkıyor. Biz zaten yıllardır bu filmi seyretmiyor muyuz?Lafı dolaştırmayalım. Bir kesim, 2003 sonrasında IMF denetiminde uygulanan yanlış para politikalarının Türkiye’yi sıkıştırdığı “sanayisiz, ihracatsız, istihdamsız ama enflasyonist büyüme” modelinin sürdürülebileceğini zannetmektedir. Beyhudedir! Balon çoktan patladı, saadet zincirini kopardı. İç piyasadan, aşırı değerli TL’den, yüksek faizden vs. kolay para kazanma dönemi bitti. Yani düzeltme başladı. Bundan sonra Ayemef, Mayemef, hiçbir güç bunu engelleyemez. Benden söylemesi...
Türkiye IMF ile yeni bir anlaşma yapmalı mı? Konu eski anlaşmanın sona erdiği ilkbahardan bu yana yoğun şekilde tartışılıyor. “Evet” diyenler kamuoyunda ezici bir çoğunluğa sahip iş alemi, finans kesimi, medya, iktisatçılar vs. IMF ile anlaşma istiyor. “Hayır” kampında başı hükümet çekiyor. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın IMF’nin öne sürdüğü koşullara itiraz ederken kullandığı “ümüğünü sıkma” ifadesi tartışmayı renklendirdi. Popüler kültüre girmesini sağladı.Doğallıkla, bana da soruluyor. İki farklı düzeyde cevap veriyorum. Biri siyasi konjonktürden kaynaklanıyor. Başbakanın yerel seçimlere IMF’siz girmek istediğini uzun süredir söylüyorum. Derinleşen küresel krize rağmen kararını değiştirmedi.Diğerinin geçmişi 2004 yazına gidiyor. 2001’de Derviş’in gerçekleştirdiği üç yıllık anlaşma 2004 ilkbaharında bitince, içerideki “IMF lobisi” yine bastırmıştı. Ben karşı çıktım (26 Haziran-6 Temmuz 2004 arasındaki dört yazı). IMF’siz devam edilmesini savundum. Koşullar önemlidirBir konuya baştan açıklık getirelim. IMF karşıtı değilim. Tam tersine, IMF’nin belirli koşullarda son derece yararlı bir kurum olduğunu düşünüyorum. Hangi koşullar? Yanlış politikalar sonucunda döviz sıkıntısına düşülmesi ya da kronik enflasyonla mücadele. Her iki durumda IMF’den alınan destek, oluşmuş dengesizliklerin düzeltilmesinin ekonomik maliyetini ciddi şekilde düşürüyor. Zaten IMF’nin bu amaçla kurulduğunu hatırlatalım. Bu bağlamda, Türkiye’nin 1999 sonunda ve 2001’de devreye soktuğu stand-by anlaşmalarını hararetle destekledim. Enflasyonla mücadele programını popülist eleştirilere karşı savundum. Hatta IMF’nin 2001 krizindeki rolünün bile fazla üstüne gitmedim. Çünkü o günlerde IMF’nin katkı yapabileceği bir süreç yaşanıyordu. Yüksek enflasyon, devasa kamu açıkları ve patlayan kamu borcu iktisat politikaları tüm güvenin yitirilmesine yol açmıştı. En somut kanıtı, IMF’nin tepe noktasında otuz küsür milyar dolar mali destek vermesine ve iktisat politikalarını doğrudan kontrol etmesine rağmen 2001’de ve sonrasında TL’ye saldırıların sürmesidir. Velhasıl o tarihlerde Türkiye’nin IMF’ye ihtiyacı vardı. Popülizm korkusu Aynı şeyi bugün için söyleyebiliyor muyuz? IMF ile yeni anlaşmayı destekleyen meslektaşlarla bu konuyu tartışıyoruz. Döviz rezervleri, enflasyon düzeyi, kamu borcu, dış borç, vs. temel göstergelerden hangisinin IMF’yi gerektirdiğini açıklamakta zorlanıyorlar.Sonunda tüm argümanların dönüp dolaşıp aynı noktada düğünlendiği anlaşılıyor. “Bütün yollar Roma’ya çıkar” misali, Türkiye’de bütün korkular mali disiplinin sürdürüleceğine olan güvensizlikte birleşiyor. 2004’de aynı olayı gözlemiştim.Çok ilginç buluyorum. Türkiye dünyanın en sıkı maliye politikasını fiilen dokuz yıldır (2008 dahil) uyguluyor. Ona rağmen herkes hükümetin ilk fırsatta popülizme kaymasını bekliyor. Dolayısı ile mali disiplin için IMF sopasından medet umuyor.Elbette olay bu kadar basit değil eleştirilecek başka konular da var. Ancak yerim bitti onlar bir başka yazıya kaldı.
Geçen akşam AB ülkelerinden gelen ekonomi gazetecileri ile yemek yedim. Türkiye’nin üye ülkeler kamuoylarında daha iyi tanınmasını amaçlayan seyahati AB Komisyonu örgütlemiş. Kayseri ve Bursa’yı da ziyaret etmişler. İlk soru bankacılık kesiminin küresel mali krizi nispeten az hasarla atlatmasını nasıl açıkladığım oldu. Sektörün 2001’de yaşadığı ağır krizi, çıkartılan dersleri ve bütçe disiplininin sürdürülmesini anlattım. Ancak küresel resesyonun Türkiye’yi de vuracağını ekledim. İç ve dış talepteki daralmayı ve üretimdeki düşüşü, konuştukları işadamları da söylemiş. Dolayısı ile tartışma resesyona karşı iktisat politikası tedbirlerine kaydı. Biri “Maliye ve para politikaları gevşemelidir, herkes onu yapıyor” dedi. Diğerleri de onayladı.Ben cevaba başlamadan bir başkası IMF anlaşmasını gündeme getirdi. Temaslarında ondan da bahsedilmiş. IMF reçetesindeki sıkı maliye ve para politikaları ile ekonominin ihtiyaçları arasındaki çelişkiye dikkat çekti. Görüşümü sordu.Politika açmazlarıBöylece kendimi fevkalade güncel ama o ölçüde hassas ve polemiğe açık bir konunun içinde buldum. Önce laf biraz dağıldı. Gelişmiş ülkelerin mali kesime desteği konuşuldu. Ortalığa saçılan trilyonlarca doların yetip yetmeyeceğini herkes merak ediyordu. Sıra bana gelince söylediklerimi kısaca özetlemek istiyorum. İktisat teorisi ve dünya deneyimi, özel kesim harcamalarının duraklaması halinde hükümetin mutlaka devreye girmesi gerektiğini söylüyor. Hükümetin elinde iki araç var. Faiz indirimi ile tüketim ve yatırım teşvik ediliyor. Aynı anda bütçe ile ekonomide talep yaratılıyor. Nitekim, ABD ve Avrupa şu anda her ikisini de yapıyor.Ancak resesyonla mücadele etmek için her koşulda para ve maliye politikalarını gevşetmek mümkün olmuyor. İki tehdit öne çıkıyor. Biri dış açığın büyüklüğüdür. Diğeri ise ülkeye duyulan güvendir. Bu ise geçmişindeki istikrarsızlığın bir yansımasıdır.Açmaz iki özelliğin birlikte varolması halinde ortaya çıkıyor. Güçlü ve istikrarlı bir ekonomi dış açığa rağmen klasik reçeteyi uygulayabiliyor (ABD). Aynı şekilde, dış fazla kötü geçmişle bile buna izin veriyor (Rusya).Türkiye’nin politika açmazı bu açıdan bakınca netlik kazanıyor. 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarının yol açtığı devasa bir dış açığı var. Geçmişi ise popülist maceralarla dolu. Dolayısı ile resesyonla mücadele olanakları kısıtlanıyor. Çin örneğiHerhalde okudunuz. Büyüme yavaşlayınca Çin Hükümeti iki yılda 650 milyar dolar ek kamu harcaması yapılacağını açıkladı. Piyasalar çok olumlu karşıladı. Ayrıntıya girmeden, kabaca yıllık 300 milyar dolar diyelim ve Türkiye’ye uygulayalım.Çin’in 2008 yılı milli geliri 4 trilyon dolar öngörülüyor. Mali desteğin milli gelire oranı yüzde 7.5 ediyor. Türkiye’nin 2008 milli geliri 970 milyar YTL civarında olduğuna göre, eşdeğer mali destek 73 milyar YTL düzeyinde bulunuyor. Bir an için hükümetin yarın sabah 2009’da resesyonla mücadele amacı ile bütçeden 73 milyar YTL ek harcama yapacağını açıkladığını düşünün. Ardından gelecek karmaşayı, döviz ve faizde yaşanacakları tahmin etmek çok kolay. Ne diyor atasözü? “Dün yediğin hurmalar bugün mideni tırmalar!” Resesyon ve iktisat politikaları arasındaki zor ilişkiyi irdelemeyi sürdüreceğim.
Küresel mali krizin seyrinde olağandışı bir gelişme olmadığı takdirde Türkiye verilerine ağırlık vereceğiz demiştik. Fırtına öncesi sessizlik mi bilmiyorum ama şimdilik o cephe nispeten sakin.Eylül ayı sanayi üretim endeksi dün TÜİK tarafından yayınladı. Böylece üçüncü çeyrek (temmuz-eylül dönemi) tamamlandı. Sanayi üretiminde revizyonlar küçük olur. Elimizde genel resmi değerlendirecek veri olduğunu söyleyebiliriz.Sayılar piyasa beklentilerinden çok daha kötü geldi. Sanayi üretiminin ağustostan sonra eylülde bir önceki yıla kıyasla gerilediği biliniyordu. Ama en çok 2-3 puanlık bir düşüş öngörülüyordu. Buna karşılık eylülde toplam sanayi üretiminin yüzde 5,5, imalat sanayii üretiminin ise yüzde 6,4 azaldığı açıklandı. Ağustos ayında da üretim, aynı sıra ile, yüzde 4,1 ve yüzde 5,8 düşmüştü. 2001’den bu yana en kötü dönemler ağustos ve eylül aylarıdır.Resesyon başlamışÜçüncü çeyreğin tümüne bakalım. Temmuzda toplam sanayi üretiminde yüzde 3,4 (imalat sanayinde yüzde 3,2) artış vardı. Ama sonra gelen iki aydaki gerilemeyi telafi etmeye yetmedi. Dolayısı ile üçüncü çeyrekte sanayi üretimi düştü.Düşüş, toplam sanayi üretiminde yüzde 2,1, imalat sanayiinde ise yüzde 3 oldu. 2001’den bu yana ilk kez çeyrek bazında sanayi üretimi eksi çıkıyor. Üstelik ikinci çeyrekte, aynı sıra ile, yüzde 3,1 ve yüzde 2,6 artmıştı.Buradan sanayi üretiminin üçüncü çeyrekte gerçekten çok sert bir düşüş yaşadığını anlıyoruz. Mevsimlik etkiden arındırılmış veriler de bu gözlemi doğruluyor. İmalat sanayiinde üretim düzeyinin 2006 sonu düzeyine gerilediğini saptıyoruz.Bence bu sayılar Türkiye’de resesyonla ilgili tartışmalara nokta koyuyor. Lafı dolaştırmaya hiç gerek yoktur. Türkiye ekonomisi yaz aylarından itibaren resesyona girmiştir.Büyüme eksiye dönerİmalat sanayinde üretim artışı ile milli gelirin büyüme hızı arasında adeta bire bir ilişki vardır. Aşağıdaki grafik son iki yıl için çeyrek bazında iki serideki değişimi gösteriyor. İmalat sanayii üretimi için üçüncü çeyrek var ama milli gelir aralık ortasında yayınlanacak.Grafik kendi kendini açıklıyor. Bu koşullarda üçüncü çeyrek büyüme hızının artı çıkma ihtimalinin pek olmadığı derhal görülüyor. Tarım ve turizmde dönemin nispeten iyi, inşaatta ise kötü geçtiğini biliyoruz. Yani üçüncü çeyrekte eksi büyüme kaçınılmaz duruyor.
Başkan adaylığı yarışında Hillary Clinton’a galip geldiği günlerde Obama’yı desteklediğimi yazdım. İçimi ısıttığını, hakkım olsa seçimde oyumu kesinlikle ona vereceğimi söyledim (8 Haziran 2008). Obama yanlısı pek çok insan gibi tedirginliğim son ana kadar sürdü. “Acaba bu rüya gerçekleşecek mi?” diye kıvrandım. Seçim gecesi erken yattım. İlk sonuçların açıklanmaya başladığı saatlerde kalktım. McCain’in mağlubiyeti kabul ve Obama’nın galibiyet konuşmalarını CNN’den canlı izledim. Obama’nın ABD Başkanlığı’na seçilmesine olağanüstü simgesel değer atfedenlere katılıyorum. Biz “tarihi” sözcüğünü severiz. Hatta biraz kolay kullanırız. Ama bu olay hakkediyor. Salı günü ABD seçmeni verdiği oylarla gerçekten tarih yazmıştır. Etkileri mutlaka ABD dışında da hissedilecektir. Kendi toplumlarında ezilen ve horlanan tüm insanlar için bir umut kıvılcımı yakmıştır. Onları ve onların hakları için mücadele edenleri cesaretlendirmiştir. “Evet, yapabiliriz!” diyenleri arttırmıştır. Mucize beklemeyinFıkrayı bilirsiniz. Köyde şarap tartışması çıkmış. Bektaşi’yi hakem seçmişler. Birini tatmış ve hemen “diğeri daha iyidir” demiş. İtirazlar edenleri “tattığımdan kötüsü olamaz, o nedenle diğeri mutlaka daha iyidir” diyerek susturmuş. Halefinin Başkan Bush olması Obama’nın önemli avantajıdır. Hem kendi vatandaşlarının hem geri kalan dünyanın böylesine sevimsiz bulduğu seçilmiş lider hatırlamıyorum. ABD’nin bugünkü halini sekiz yıl öncesi ile karşılaştırmak zaten yeterlidir. Ancak, Başkan Obama’nın fevkalade zor bir dönemde yönetime geldiği unutulmalıdır. ABD’nin sorunları Bush ve ekibinin kişilik ve zihniyet zafiyetleri tarafından ağırlaştırılmış olabilir. Ancak sadece bunlardan kaynaklandıklarını düşünmek yanlıştır. Dış politikada ciddi açmazlar sürmektedir. Kendi bölgemize bakalım. İran, Irak, Afganistan, Filistin sorunu, El Kaide, vs. kökleri derinlere giden yaralardır. Çoğu için ortada çözüm haritaları bile mevcut değildir. Aynı durum ekonomi için geçerlidir. Küresel ekonomide biriken ciddi dengesizliklerin düzeltilmesi zaman alacaktır. Düzeltme sürecinin sancılı geçmesi kaçınılmazdır. Yeni yönetimin yapabilecekleri kısıtlıdır. Türkiye’ye derslerObama’nın çifte seçim başarısı Türkiye’nin en önemsediğim sorunlarından birine tekrar görünülürlük kazandırdı. Çifte, çünkü başkan olmak için önce Demokrat Parti içindeki yerleşik örgütlü güçleri mağlup etmesi gerekiyordu. İlki olmadan ikincisi olanaksızdı. Buna izin veren ABD’deki seçim sisteminin özellikleridir. İkisi öne çıkıyor. Biri dar bölgedir. Obama gibi parlak, yetenekli ve hırslı gençlerin önünü açar. Parti yönetiminin onları engellemesini zorlaştırır. Diğeri ilkinin mantıki uzantısı sayılabilir. Tüm seçmenlerin katılabildiği önseçimler Obama’ya parti içi oligarşik yapı dışındaki dinamik toplum kesitleri ile bütünleşme fırsatını verdi. O süreçte partiyi büyüttü ve esas seçimi de kazandı. Türkiye’de nice Obama’nın lider kadro tarafından kaynakta yokedildiğini hepimiz biliyoruz. Obama ABD’ye başkan seçildi ama Türkiye’de il kongresine delege seçilebileceği bile şüphelidir.
Küresel mali kriz bizim yazı akışını da bozdu. Eylül başından bu yana sadece küresel krizi yazdık. Konunun acilliği ve önemi yayınlanan Türkiye verilerini ihmal etmemize yol açtı. Son çalkantıda biraz döviz kuruna değindik, o kadar.Halbuki veri akışı olağan takvimle uyumlu sürüyor. Temmuz ve Ağustos sanayi üretimi açıklandı. Sanayi kesimindeki kötü gidişat sayılara da yansıyor. Bir hafta sonra Eylül sanayi üretim verileri yayınlanınca üçüncü çeyreği bir bütün olarak ele alacağız.Üçüncü çeyrek için dış ticaret verileri (Temmuz, Ağustos ve Eylül) tamamlandı. Ay ortasında Eylül ödemeler dengesi de açıklanıyor. Dolayısı ile üçüncü çeyrekte dış dengeyi değerlendirme olanağına kavuşuyoruz. Bu arada değişen koşullar tahmincileri fazla mesai yapmak zorunda bırakıyor. Belirsizliğin sürmesi özellikle 2009 ve 2010 tahminlerinde zorluk yaratıyor. Okuyucularımı revizyonlardan haberdar edeceğim.Enflasyon RaporuAy sonunda Merkez Bankası enflasyon ve ekonominin genel gidişatı açısından fevkalade önemli üç metin yayınladı. Para Politikası Kurulu (PPK) ekim toplantı raporu 2008’in dördüncü (ve son) enflasyon raporu Bakan Şimşek’e enflasyon hedefindeki sapmayı açıklayan mektup.Bekleneceği gibi aynı analiz tekrarlanıyor. Bunlardan ikincisi, yani enflasyon raporu en kapsamlısıdır. Yılda dört kez yayınlanır. Enflasyon hedeflemesi rejiminin temel araçlarından biridir. Merkez Bankası’nın görüş ve tahminlerini yansıtır.Bu kez daha da önem taşıyor. Bir neden, küresel mali krizin tam gelişmekte olan ülkelere bulaşmaya başladığı dönemde kalem alınmış olmasıdır. Nitekim son küresel çalkantıda TL’de sert bir hareket görüldü.Diğer neden, bir önceki rapordan sonra başta petrol ve enerji, hammadde fiyatlarında yükseliş eğiliminin tersine dönmesidir. Paralelinde küresel ekonomide yavaşlamanın rivayet aşamasından gerçekleşme aşamasına geçmesidir.Araya mali piyasalarda yeni çalkantılar girmezse, önümüzdeki günlerde raporun ayrıntılarına girmek istiyorum. Doğalgaza yapılan yüksek zamla birlikte enflasyon tekrar toplumun gündemde üst sıralara yükseldi.Ekim enflasyonu şaşırttıAkşamüstü Ekim enflasyon verileri TÜİK tarafından yayınlandı. TÜFE ve ÜFE, sırası ile, yüzde 2.6 ve yüzde 0.6 arttı. Yıllık enflasyon, aynı sıra ile, yüzde 12 ve yüzde 13.3’e tırmandı.Ekim’de tüketici fiyatlarında nispeten güçlü bir artış bekleniyordu. Ancak yüzde 2.6’nın beni şaşırttığını söylemeliyim. Ayrıntılara girmeye zamanım olmadı. Anlamını ve içerdiği eğilimleri mutlaka ele alacağım.