Dün sık sık olduğu gibi birçok gazetemiz Başbakan Erdoğan’ın bir cümlesini farklı şekillerde manşete çıkardı: Biri Erdoğan’ın ağzından, “Kan lobisine geçit vermeyiz“, diğeri “Kan Lobisine İzin Vermeyeceğiz“, üçüncüsü “Savaş lobisine fırsat yok“, dördüncüsü “Kan lobisine fırsat vermeyeceğiz“, sonuncusu da “Kan lobisine izin vermeyiz“ dedi.Maksadım Türkiye’de basının durumunu tartışmak değil. Başbakan’ın “kan“ ya da “savaş lobisi“ olarak tanımladığı olguyu irdelemek istiyorum. “Savaş lobisi“ tanımlamasını Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası’nın eski başkanlarından, bilge insan Felat Cemiloğlu 1990 başlarında ilk kez kullanmış veya meşhur etmişti. 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde gördüğü zulümler Hasan Cemal’in “Kürtler“ kitabında ayrıntılarıyla anlatılan rahmetli Felat Bey, bir haftalık dergiye (galiba Aktüel’di) verdiği mülakatta Kürt ve PKK sorunlarının aslında çözümünün pek zor olmadığını, ancak “savaş lobisi” adını verdiği odakların buna izin vermediklerini ikna edici bir şekilde iddia etmişti.Felat Bey’in yaptığı malumu ilan etmek, diğer bir deyişle açık bir sırrı ifşa etmekten başka bir şey değildi. Çünkü çatışmanın hangi tarafında yer alırlarsa alsınlar, o günlerde insanlar bunun sonlandırılmasının kendi ellerinde olmadığına inanıyorlardı. Öznesi meçhul “İzin vermezler“ sözü revaçtaydı. İşte Felat Bey, o özneyi “savaş lobisi” olarak adlandırdı ve işimizi epey kolaylaştırdı.Prangalardan kurtulmakAradan en az 20 yıl geçti ve bizler hâlâ “savaş lobisi”nden bahsediyoruz. Geçen süre zarfında atılan onca adıma, yakın zamandaki “demokratik açılım“, “Oslo süreci“ ve nihayet “çözüm süreci“ne rağmen kendi sorunumuzu kendi başımıza çözme noktasına hâlâ ulaşabilmiş değiliz. Çünkü Türkiye’nin, bütün sorunların anası olarak görebileceğimiz Kürt sorununu çözüp prangalarından büyük ölçüde kurtulmasını istemeyen çok sayıda bölgesel ve küresel güç söz konusu. Hatta onların bazı durumlarda çözüm isteyenlerden daha da güçlü olduğunu söyleyebiliriz.Siyasi iktidar, Kürt ve PKK sorunları nedeniyle kendi arkasını kollamaktan bölgede etkili inisiyatifler geliştirmekte çok zorlanıyor. Öyle ki bölgesel rakipleri Ankara’ya sık sık, başkalarının sorunlarını bırakıp kendi derdiyle uğraşmasını tehditvari bir dille öneriyorlar.Kimin haklı veya haksız olduğu önemli değilİki gündür, AKP hükümetinin ülke içinde sistemin kontrolünü tam olarak ele geçirdikten, diğer bir deyişle hükümet olmaktan devlet olmaya terfi ettikten sonra uluslararası güç odaklarına karşı bağımlılıklarından sıyrılmaya çalıştığını; kimi zaman “Yeni Osmanlıcılık“ gibi tabirlerle değersizleştirilmeye çalışılan bu paradigma değişikliği çabasını olumlu bulduğumu, ancak teorik açıdan doğru olan bu düşüncenin pratiğe başarılı bir şekilde yansıtılmadığını yazıyorum. Aynı durumun ne zamandır iç içe geçmiş olan Kürt/PKK sorunlarının çözümü söz konusu olduğunda da geçerli olduğu kanısındayım.Şöyle ki, üçüncü şahısları karıştırmadan bu sorunları Abdullah Öcalan’ı merkeze alarak kalıcı bir şekilde çözme fikri son derece isabetliydi. Newroz kutlamaları, Öcalan’ın buraya yolladığı mesaj ve PKK’nın geri çekilmeyi başlatması gibi kritik gelişmelere verilen olumlu tepki de kamuoyunun bu sürece büyük ölçüde sıcak baktığını gösteriyordu. Kısacası Türkiye bu işi pekâlâ kendi başına başarabileceğini gösteriyordu.Fakat bir süre sonra ne olduysa oldu, süreç ağır aksak ilerlemeye başladı ve bir aşamadan sonra durdu. PKK’nın geri çekilmeyi durdurma açıklaması, ardından tarafların sürekli sert mesajlar vermesiyle önümüzü pek göremez olduk. Herkes birbirini suçluyor ve şu aşamada kimin haklı, kimin haksız olduğunu saptamak hem imkânsız, hem de gereksiz.Bunun yerine taraflar arasındaki zaten var olan köklü güvensizliğin daha fazla büyümesinin önüne geçmek, bu bağlamda çözüm istemeyen iç ve dış odakların, taraflar arasındaki mesafenin kapanma bir yana daha da açılması çabalarını boşa çıkarmak gerekiyor.Aksi takdirde yine savaş lobilerinin oyuncağı olabiliriz.
Dünkü yazımızda (http://rusencakir.com/Hukumet-olmaktan-devlet-olmaya-terfi-edince/2150) AKP hükümetinin ülke içinde sistemin kontrolünü tam olarak ele geçirdikten, diğer bir deyişle hükümet olmaktan devlet olmaya terfi ettikten sonra uluslararası güç odaklarına karşı bağımlılıklarından sıyrılmaya çalıştığını, bunun da yeni sorunlara yol açtığını yazmıştık. Bugün bu paradigma değişikliğinin yol açtığı krizleri Ortadoğu bağlamında daha ayrıntılı ele almak istiyoruz.Aslına bakılacak olursa Ankara’nın dış politikada Batılı müttefiklerini rahatsız eden çıkışları bugüne özgü değil. Başbakan yardımcısı Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığını da üstlendiği dönemde özellikle İran, Suriye ve Filistin gibi konularda atılan adımların ABD ve İsrail’i çok öfkelendirdiğini ve günah keçisi olarak “başdanışman” Ahmet Davutoğlu’nun seçilmiş olduğunu biliyoruz. Aralık 2004-Haziran 2007 arasında Washington’da gazetecilik yaparken farklı kollardan yürütülen ve Türkiye’den de bazı kişi ve odakların destek verdiği karalama kampanyalarını yakından gözleme imkanım olmuştu. Tabii ki bu kampanyayı yürütenler AKP hükümetinin çok ileri gitmesi durumunda tercihlerini ordudan yana yapacaklarını ima ediyorlardı, hatta içlerinden bazıları böyle bir tercih yapma hatasına düştürler. Kuşkusuz en çarpıcı hatanın altında, AKP hükümetine yönelik bu kampanyaları abartıp 27 Nisan e-muhtırasını hazırlayan dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın imzası bulunuyor.Temel yanlışlarBugün dış politikada AKP hükümeti karşıtı kampanyalar hemen hemen aynı odaklar ve nerdeyse aynı aktörler tarafından yürütülüyor, ancak hedef tahtasında artık Davutoğlu değil MİT Müsteşarı Hakan Fidan var. Ayrıca Türkiye, eskisi gibi Şam ve Tahran rejimleriyle yakın ilişki içinde olduğu, onları kayırıp kolladığı gerekçesiyle değil, Ortadoğu’da kendi başına davranmaya çalıştığı için hedef alınıyor.Hükümetin, kimi zaman “Yeni Osmanlıcılık” gibi tabirlerle değersizleştirilmeye çalışılan, dış politikada olabildiğince küresel güç odaklarından bağımsız hareket etme arayışını olumlu buluyorum. Ancak teorik açıdan doğru olanın pratiğe başarılı bir şekilde yansıtılmış olduğu kanısında değilim. Bu konudaki eleştirilerimi 23 Ağustos tarihli yazıda (http://rusencakir.com/Ortadoguda-yalnizligin-degeri-ve-bedeli/2089) toparlamaya çalışmıştım. Tekrar etmeyeceğim ama bazı ana unsurları hatırlatmakta fayda var:1) İran’a karşı olduğu malum olan Füze Kalkanı’nın Türkiye’ye yerleştirilmesinin kabulü, Tahran ile olan ilişkilerin, dolayısıyla bölgenin tüm dengesini bozdu;2) Bölgede tırmanan mezhep eksenli kutuplaşmadaki nötr konumundan dereceli de olsa uzaklaşıp, küresel güç odakları karşısında değil bağımsızlığa herhangi bir özerkliğe bile sahip olmayan Körfez ülkeleriyle daha fazla yakınlaşmanın anlamsız olduğu Mısır darbesinden sonra ortaya çıktı;3) “Arap baharı”nı öngöremeyen Ankara, Mısır ve Tunus’ta işbaşına gelen İslamcıların ve onların rakiplerinin güçlerini yanlış hesapladı;4) AKP hükümeti en büyük hesap hatasını ise Suriye konusunda yaptı. Esad rejiminin bir an önce düşmesine aşırı angaje olması, AKP iktidarından zaten hoşlanmayan bazı odaklar tarafından alabildiğine suiistimal edildi, iş onun El Kaide destekçiliğiyle suçlamaya kadar vardırıldı.Zayıf düştüğü içinEğer hükümet, bu türden vahim stratejik hatalar yapmasa bu denli yalnız kalmaz ve bölgenin en önde gelen aktörlerden, oyun kurucularından biri haline gelirdi. Eğer küresel odaklarla bağımlılık ilişkilerinden sıyrılma gibi alkışlanacak bir niyet pratiğe başarılı bir şekilde yansıtılmış olsa son günlerde tanık olduğumuz türden karalama kampanyaları da kolay kolay yaşanmazdı. Yani Türkiye güçlendiği için değil yaptığı hatalar nedeniyle zayıf düştüğü için karalama kampanyalarının muhatabı oluyor.Bu döngüden sıyrılmanın nasıl mümkün olduğunu tartışmayı, çözüm sürecini merkeze alarak yarına bırakalım.
Dün Galatasaray Üniversitesi’nde, Burak Cop’un öğrencileriyle Milli Görüş hareketi üzerine bir ders yaptık. İlk kez 10 yaşında ayak bastığım ve geceli-gündüzlü bir öğrenim yılını geçirdiğim o binayı 41 yıl sonra bu şekilde yeniden ziyaret etmek güzel bir duygu. İşte bu yazıyı o derste anlattıklarımdan, siyaset bilimi öğrencilerinin yönelttiği sorular ve ortaya koydukları yorumlardan hareketle kaleme alıyorum.Derste, 1969 yılında “Bağımsızlar Hareketi” ile yola konulan Milli Görüş’ün inişli-çıkışlı tarihinin dönüm noktalarını ele aldığımızda şu gerçekle bir kez daha karşılaştık: Türkiye’nin ilk ciddi bağımsız İslamcı partisinin kaderini büyük ölçüde egemen güçler belirlemiş: 1) Daha yolun başında Milli Nizam Partisi’nin kapatılması; 2) Necmettin Erbakan’ın MNP’nin yerine kurulan Milli Selamet Partisi’nin başına geçmesine icazet verilmesi; 3) 12 Eylül’le birlikte aynı MSP’nin, Erbakan dâhil üst düzey yöneticilerinin tutuklanması; 4) 12 Eylül sonrası kurulan Refah Partisi’nin tam istim üzerindeyken kapatılıp Erbakan dâhil birçok yöneticisine siyaset yasağı getirilmesi; 5) Kolu kanadı kırık Fazilet Partisi’nin bile varlığına tahammül edilememesi...Mecburi ittifakBütün bunlar ülkemizdeki, “derin devlet” diye adlandırılan yapının, Milli Görüş’ü dar bir alana hapsetmek istediğinin, sınırları zorlayıp kabına sığamadığındaysa ona çok ağır baskılar uyguladığının kanıtları. Ama AKP bu kısır döngüyü kırmayı becerdi. Bunu da “ulusal” sisteme karşı “uluslararası” sistemin desteğini alarak gerçekleştirdi. Kuşkusuz bu pek de kolay olmadı. Ancak uluslararası güç odakları, DSP-MHP-ANAP koalisyonunun çökmesiyle birlikte çok önem verdikleri Türkiye’yi Milli Görüş’ün yenilikçi kuşağının yönetmesine fazla itiraz etmediler. Bunun birkaç nedeni vardı. Öncelikle ortada başka bir alternatif yoktu. İkincisi, AKP, “derin devlet”ten gelebilecek tehditlere karşı uluslararası sisteme normalin üzerine bağımlı olacaktı. Üçüncüsü Türkiye’de ordu, Washington merkezli sisteme rakip güç odaklarıyla ilişkiler geliştirmeye niyetleniyordu.Sonuçta her iki tarafın da bütünüyle içine sindiremediği, ama bir bakıma mecbur olduğu bir ittifaka ya da daha hafif deyişle işbirliğine tanık olduk. Özellikle AB sürecine paralel olarak üst üste yapılan reformlar döneminde bu işbirliği ve uyum zirveye çıktı. Öyle ki TSK içinde AKP’ye karşı darbe planları yapan generallerin hevesleri de, arkalarında Batı desteği olmayacağını anladıkları için kursaklarında kaldı.Normale dönüş27 Nisan e-muhtırası, Temmuz 2007 genel seçimleri, Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkması ve Ergenekon-Balyoz vb. davalarıyla birlikte siyasi iktidar, Fethullah Gülen cemaatinin de aktif ve hayati desteğiyle askeri vesayeti büyük ölçüde sonlandırdı ve “derin devlet”i tasfiye etti. Kısacası AKP hükümet olmaktan devlet olmaya terfi etti. İçerideki tehditlerden kurtulmuş olmanın sağladığı güç ve özgüvenle, artık eskisi kadar mecbur olmadığını düşündüğü uluslararası sistemle ilişkilerini yeniden gözden geçirmeye başladı.İşte ne zamandır bu yeni dönemle birlikte gündeme gelen paradigma değişimini ve doğurduğu sorun ve çatışmaları takip ediyoruz. İlk krizin “one minute” ve Mavi Marmara nedeniyle İsrail’le yaşanmış olması tesadüf olmasa gerek. Fethullah Gülen’in de, hükümetin uluslararası sistemden bağımsızlaşma yolunda attığı ilk ciddi adımlardan olan Mavi Marmara olayında, yapılanları eleştirmesi, üstelik bunu Wall Street Journal üzerinden yapması da herhalde tesadüf değildir.Son olarak Hakan Fidan’a yönelik Batı basınında başlatılan karalama kampanyasının faturasının en azından bir bölümünün, hükümete yakın bazı isimler tarafından yine Gülen cemaatine kesilmek istenmesini; Başbakan’ın da bu kampanyaların miladı olarak Oslo sürecini, diğer bir deyişle 7 Şubat 2012 günü patlak veren MİT krizini işaret etmesini de bu bağlamda değerlendirebiliriz.Tartışmayı, işin içine Suriye, Irak, İran, Mısır ve Filistin’i de dâhil ederek yarın sürdürmek üzere.
Geçen yıl 7 Şubat günü patlak veren MİT kriziyle açığa çıkan Fethullah Gülen cemaatiyle hükümet arasındaki sorunlar, geçen yaklaşık 20 ay boyunca çözülemediği gibi zamanla bunlara, deshanelerin kapatılması tasarısı gibi yenileri de eklendi. Ne var ki son günlerde sorunların artmasına ek olarak daha ciddi bir olguyla karşı karşıyayız: Taraflar artık aralarındaki sorunları gizlemeye/örtmeye kalkmıyor, bunlara işaret edenleri “fitne” ve “fesat” çıkarmakla suçlamıyor, birbirleriyle alenen mücadele ediyorlar.Büyük ölçüde medya üzerinden yürüyen bu hesaplaşmaya temmuz ayı başında (http://www.rusencakir.com/Polemikler-uzerinden-yeni-tur-iktidar-savaslarina-bakis/2077) dikkat çekmiştim. O günlerde medyada yaşanan polemikler bir bakıma “durun, ne yapıyoruz, aslında biz kardeşiz!” şeklinde özetlenebilecek bir ruh hâlini yansıtan uyarı yazılarıydı. Lakin geçen süre zarfında bu uyarılar iki tarafça da göz ardı edildi ve daha kapsamlı, sistematik, sert ve can yakıcı suçlamalar peş peşe geldi.“Biraz demokrasi, biraz hukuk...”Örnek olarak Today’s Zaman Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş‘in, siyasi iktidarın “Yeni Türkiye“ iddiasına doğrudan ve çok sert eleştiriler yönelttiği yazıları (bulentkenes.blogspot.com); bunlara karşı olarak da Sabah Gazetesi’nde çıkan bazı yazılarla Başbakan Erdoğan‘ın kimi danışmanlarının sosyal medyada Gülen cemaati medyası ve buradaki gazetecilere yönelik suçlamalarını gösterebiliriz.Keneş’in “Yeni Türkiye bu” başlıklı yazısını şöyle bitirmiş olması işin vahametini gösteriyor: “Aslında çok bir şey istemiyoruz... İstediğimiz sadece biraz demokrasi, biraz hukuk, biraz özgürlük ve tabii biraz da saygı... Çok mu?“Gülen cemaatini, AKP iktidarının “ileri demokrasi” iddiasını coşkuyla paylaşmaktan “sadece biraz demokrasi, biraz hukuk, biraz özgürlük ve tabii biraz da saygı” noktasına ne/neler getirmiş olabilir? Bu sorunun cevabını uzun süredir arıyor ve bulduğum kadarıyla okurlara aktarmaya çalışıyorum. MİT krizinin ardından kaleme aldığım 6 analiz bunlara bir örnektir: http://www.rusencakir.com/Erdogan-Gulen-iliskisi-dun-bugun-yarin-1-Kokleri-derinlerde-olan-bir-rekabet/1672“Günümüzdeki kavganın, dershane krizine ek olarak MİT Müsteşarı Hakan Fidan‘ın yurt dışında hedef gösterilmesinin ardından iyice tırmanmış olması tesadüf olmasa gerek” diyerek bir başka soruyu gündeme getirelim: Bu çatışmadan kim kârlı çıkar? Benim cevabım hiç tereddütsüz “hiçbiri“ olacaktır. Dün birlikte hareket ederek birlikte kazanan ve ülkenin en önemli iki gücü hâline gelen AKP hükümetiyle Gülen cemaati, ne zamandır birbirleriyle mücadele ederek hep birlikte kaybediyorlar. Bunun sonucunda içeride ve dışarıda üçüncü şahıslar son derece memnun oluyor.Kuşkusuz hep birlikte kaybettiklerini bizler gibi onlar da görüyor olsalar gerek ama nedense gidişatın önünü almıyor, belki de alamıyorlar. Özellikle Başbakan Erdoğan, içeride ve dışarıda epey sıkıntılı olduğu bir dönemde, üstelik önünde çok kritik üç ayrı seçim varken Gülen cemaatiyle mesafenin iyice açılmasından herhâlde pek memnun değildir, ancak onun da krizin çözümü yönünde aleni bir hamlesini görmüyoruz.Özeleştiri şartBugünlük bitirirken son bir nokta: Gülen cemaatinin yayın organları ve oralarda yazan, yöneticilik yapan cemaatle organik ilişki içindeki bazı meslektaşlarımız, son dönemde demokrasi, basın ve ifade özgürlüğü konusunda çok doğru şeyler söylüyorlar ve siyasi iktidar çevrelerinden geldiğini iddia ettikleri baskı, manipülasyon, çarpıtma ve dezenformasyonlardan şikâyet ediyorlar.Ama biz, Gülen cemaati medyasının tam da bugün şikâyet ettikleri hususlarda göstermiş oldukları “üstün“ performansı da yakından biliyoruz; bizzat yaşadık ve bunlardan bizzat mağdur olduk. Bugünkü pozisyonlarında inandırıcı olmaları için siyasi iktidara karşı yönelttikleri kapsamlı, isabetli ve sert eleştiriyle aynı ölçüde kapsamlı, isabetli ve sert bir özeleştiri yapmaları şart.
Dün “BDP tabanı AKP’ye mi, CHP’ye mi daha yakın?” diye sorarak başlattığımız tartışmayı (http://www.rusencakir.com/BDP-tabani-AKPye-mi-CHPye-mi-daha-yakin/2144) bugün soruyu tersine çevirerek sürdürmeyi deneyelim: AKP’nin mi yoksa CHP’nin mi tabanı BDP’ye daha yakın?Bu soruyu dün sosyal medyada gündeme getirince kimi zaman birbirleriyle çelişkili gözükseler de çok değerli cevap ve yorumlarla karşılaştım. Çelişki aslında doğal çünkü bir dizi farklı faktör ve buna bağlı olarak son derece karmaşık bir olgular yumağı söz konusu. Dolayısıyla soruyu her bir faktörü ayrı ayrı ele alarak irdelemeye çalışalım.Etnisite: Her ne kadar “Türkiye partisi” olma hedefini muhafaza etse de BDP için “Kürt partisi” demek yanlış olmaz. Dolayısıyla öncelikle AKP ve CHP tabanlarında Kürtlerin sayısına ve etkisine bakmak da yanlış olmaz. Şunu biliyoruz: Güneydoğu’da uzun bir süredir CHP varlığıyla karşılaşmak mümkün değil. Buna karşılık AKP hemen her seçim bölgesinde BDP ile yarışıyor. Sonuçta bölgede iki partinin tabanlarının birbirlerine hayli yakın olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle son çözüm süreciyle birlikte BDP’nin bölgede daha da güçlendiğini, AKP’den bu partiye kaymalar olduğunu da ileri sürebiliriz.Buna karşılık metropollerde yaşayan Kürtler arasında CHP’nin, her geçen gün azalmakla birlikte belli bir varlığı söz konusu. Ne var ki Batı’daki Kürtlerin, özellikle 1980 ortalarından sonra göçmüş olanların, BDP’yi bir kenara bırakırsak, CHP’den çok AKP’ye (dün RP ve FP’ye) yöneldiği de biliniyor.(Burada Refah Partisi döneminden bir gözlem aktarmak isterim: Güneydoğu’da propaganda yapan RP’lilerin seçmene “sizin Batı’daki kardeşleriniz bizi tercih ediyor” dediğine sıklıkla tanık oldum. Buna karşılık, aynı söylemin ters çevrilmiş hâliyle İzmir’deki bir seçim kampanyası sırasında karşılaştım. Burada çok güçlü olmayan RP Kürtlerin yoğunluklu olduğu mahallelere özel önem veriyor ve orada “bölgedeki kardeşleriniz bize oy veriyor, siz de verin” şeklinde telkinde bulunuyorlardı. İç içe geçmiş bu iki yaklaşımın büyük ölçüde doğru olduğunu ve AKP ile birlikte de kısmen sürdüğünü söyleyebiliriz.)Din: Kürtlerin dindarlıkla ilişkisinin Türkiye ortalamasının üstünde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Kürt siyasi hareketinin son dönemde İslamiyete karşı dilinde bariz değişikliklere gitmesi nedeniyle BDP ve AKP tabanlarında zaten var olan yakınlığın daha da arttığı gözleniyor. Diğer bir deyişle, BDP iktidar partisinin elinden din kartını büyük ölçüde almışa benziyor.Mezhep: Kürt siyasi hareketi içinde, özellikle de yönetim kademelerinde Alevi kökenlilerin, nüfusa oranlarının üstünde bir ağırlıkları söz konusu. İşte bu olgu BDP ile CHP tabanları arasında bir geçişkenliğe yol açıyor.İdeoloji: Yine Alevilikle doğrudan bağlantılı bir şekilde solculuk da BDP ile CHP arasında belli ölçülerde bir köprü olabilir. Fakat başta CHP olmak üzere her iki partinin solculuğun yerine başka şeyleri öne çıkarttıkları, ideolojinin tali bir faktör hâline geldiği de açık.İktidarla ilişki: Gezi Parkı direnişi, her ne kadar BDP ve CHP’nin yönetimleri farklı nedenlerle tereddüt yaşamış olsa da, bu partilerin tabanlarını belli ölçülerde bir araya getirdi. AKP iktidarını ciddi bir şekilde sarsmış olması nedeniyle her iki parti de, belli bir süre geçtikten sonra farklı anlamlar yükleyerek “Gezi ruhu”nu sahiplenmek istediler. Bu iki partiyle kısmi ilişkileri olan bazı Gezi direnişçileri de, yaşananlardan hareketle Gezi’den bir “muhalefet bloğu” çıkarabileceklerini düşündü. Fakat AKP iktidarına muhalif olmanın tek başına bu iki partiyi yakınlaştırmaya yetmediği muhakkak. Hatta BDP tabanında CHP’ye AKP’den daha fazla mesafeli olan hatırı sayılır bir kitle var. Benzer şekilde CHP içindeki ulusalcı damarın, Kürt siyasi hareketinin hükümeti rahatsız etmesinden memnun olmakla birlikte, onunla herhangi bir yakınlaşmaya asla gitmek istemeyeceği de açık.Bütün bu noktaları aktardıktan sonra başlıktaki soruya net ve kesin bir cevap vermek mümkün değil. Ancak şu kadarını söylemek mümkün: CHP yönetimi Kürt sorunundaki tutumunu sürdürdürdüğü müddetçe tabanlar arasındaki cılız köprüler iyice yıkılır ve BDP ile AKP tabanları arasındaki mesafe, tavanda ne tür kavga ve çatışmalar yaşanırsa yaşansın, iyice kapanır.
Radikal Gazetesi yazarı Koray Çalışkan’ın, Sırrı Süreyya Önder’in İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na BDP/HDP’den aday olma niyetinden, CHP, daha açıkçası Mustafa Sarıgül lehine vazgeçmesi çağrısı yaptığını biliyoruz. Onun bu çıkışını eleştiren önceki günkü yazımız (http://www.rusencakir.com/Yine-mi-oylar-bolunmesin-/2142 ) olumlu-olumsuz epey tepki aldı. Bu tartışma sayesinde CHP’nin önümüzdeki yerel seçimlerde sadece İstanbul’da değil, Mersin, Antalya, Aydın ve Adana gibi Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı seçim çevrelerinde de BDP seçmeninin oyuna talip olduğunu öğrenmiş olduk ve şaşırmadık.CHP’liler şu şekilde akıl yürütüyor olmalı: Eğer bu büyükşehirlerde kazanma imkânı olmayan BDP/HDP aday göstermez veya “düşük profilli” isimlerle seçmenin karşısına çıkarsa; ilaveten, örtülü veya açık bir şekilde CHP adaylarını işaret ederse sandıkta AKP iktidarına esaslı bir ders vermek mümkün olabilir.Bu akıl yürütmenin birçok nedenle pek akıl kârı olmadığını söyleyebiliriz:1) Son dönemde ciddi bir yükseliş içinde olan BDP, belediye başkanlıklarını alma iddiası olmayan ama belli bir oy potansiyeline sahip olduğu Batı’daki büyükşehirlerde güçlü adaylar göstererek kendi gerçek gücünü ölçmek isteyebilir. Buralarda ilk hedef, muhtemelen, önceki seçimlerde AKP ve CHP’ye gitmiş olan kendi oylarını geri almak olacaktır.2) Bir parti olarak CHP ve onun söz konusu seçim bölgelerindeki adayları BDP tabanına pek bir şey vaat edebilecek durumda değil. Örneğin son demokratikleşme paketinden en çok “Andımız”ın kaldırılması nedeniyle şikâyetçi olan CHP’nin ve onun adaylarının, sadece AKP karşıtlığı ekseninde BDP seçmenini kendisine çekmesi çok zor gözüküyor.3) BDP seçmenlerine “CHP mi, AKP mi?” diye sorduğunuzda genellikle “al birini vur ötekine” ve benzeri cevaplar alıyorsunuz. Fakat ille birini seçmek zorunda kalırlarsa AKP’yi tercih edeceklerini söyleyenlerin sayısının daha fazla olduğunu gözlemledim.Kadim yakınlıkLakin CHP’nin BDP tabanına erişme konusunda hiç şansı olmadığını söyleyip konuyu kapatmak da mümkün değil. Zira tabanda pek olmasa da Kürt siyasi hareketinin yöneticileri nezdinde geleneksel olarak CHP’ye yönelik bir ilgi, zamanla azalmış olmakla birlikte mevcut. Örneğin üç yıl önce Avrupa Parlamentosu’ndaki Kürt Konferansı vesilesiyle gittiğim Brüksel’de çok sayıda Kürt siyasi elitiyle yaptığım sohbet ve tartışmalarda bu bariz ilgiye tanık olmuş ve yaşadığım şaşkınlığı “Kürt hareketi AKP’ye neden uzak, CHP’ye neden yakın?” sorusunu başlığa çıkartarak okurlarla paylaşmıştım. (http://www.rusencakir.com/Kurt-hareketi-AKPye-neden-uzak-CHPye-neden-yakin/1399 )O günden bu yana Türkiye’de çok değişiklik yaşandığı ve Kürt hareketiyle CHP arasındaki “kadim yakınlık”ın epey aşındığı muhakkak. Her şey bir yana, siyasi iktidar Abdullah Öcalan’ı merkezine oturttuğu bir çözüm süreci başlatmış durumda. CHP ise, Kürt sorununu (henüz) olmasa da Kürt siyasi hareketinin ve Öcalan’ın meşruiyet sorununu çözen bu sürece başından beri mesafeli, hatta karşı tutum aldı.İhtimal dahilindeYine de Kürt hareketinin kurmay heyetinin CHP defterini tam anlamıyla kapatmış olduğunu söylemek mümkün gözükmüyor; hele hükümeti çözüm sürecinde üstüne düşenleri yapmamakla giderek daha artan bir dozda eleştirdikleri bir dönemde. Diğer bir deyişle Öcalan ve PKK’nın, CHP’ye doğrudan ya da dolaylı, açık ya da örtülü destek seçeneğini Başbakan Erdoğan ve AKP’ye karşı bir tür koz olarak masaya sürmeleri ihtimal dâhilindedir. (Bu ihtimal sadece önümüzdeki yerel seçimler için değil, bilhassa cumhurbaşkanlığı, kısmen genel seçimler için de akıllara gelecektir.)Ne var ki bu ihtimalin çok yüksek olduğu söylenemez. BDP’nin, ülkenin batısındaki büyükşehirlerde HDP çatısı altında Kürt olmayan ve belli ölçüde ağırlıkları bulunan adaylar çıkaracağını tahmin ediyorum. BDP seçmenlerinin hatırı sayılır bir bölümünün bu adaylar dışında AKP veya CHP’li adayları seçmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Böylesi bir tercihte dindarlık, mezhep farklılığı, ideolojik yakınlık/uzaklık gibi faktörler etkili olabilir.
Radikal Gazetesi yazarı Koray Çalışkan, bu yerel seçimler öncesinde yaşanması kaçınılmaz olan bir tartışmaya bir nevi erken doğum yaptırdı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için BDP (daha doğrusu) HDP adayı olma ihtimali bulunan Sırrı Süreyya Önder’e CHP lehine, hatta daha da detaylandırarak Mustafa Sarıgül’e destek için adaylıktan vazgeçmesi çağrısı yaptı. Önder ve BDP/HDP’lilerin verdikleri karşılıkları bir yana bırakıp bu teklifi, daha doğrusu çağrıyı (tabii bunun CHP tarafından resmen yapılmadığının altını çizerek) irdeleyelim.Öncelikle şunu vurgulamak lazım: Eğer söz konusu isim Önder olmasaydı, BDP/HDP’nin adayı CHP ve ona yakın çevrelerde pek bir telaş yaratmazdı. Ancak Önder, milletvekili adayı olduğu andan itibaren, özellikle Gezi Parkı direnişinde sergilediği performansla sadece Kürt siyasi hareketinde değil, genel olarak solda da hızla sivrildi. Dolayısıyla Önder, kendini solda hisseden, seçeneksizlik nedeniyle birçok seçimde “kerhen” CHP’yi tercih eden geniş bir kesimin oylarını alma potansiyeline sahip.Geçmiş deneyimlerÇalışkan’ın dillendirdiği çağrının birçok kişiye makul ve olumlu gelmesinin arkasında o meşhur “oylar bölünmesin” kaygısı var. “Meşhur” çünkü buna ilk olarak 1994 yerel seçimlerinde tanık olmuştuk; merkez sağ ve sol partilerin adayları “aman oylar bölünmesin” diyerek İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni “umacı” gibi göstermek istedikleri Recep Tayyip Erdoğan’a kaptırmışlardı. Daha sonraki seçimlerin hemen tümünde merkez partileri RP/FP/AKP’ye karşı sandıkta birlik ve beraberlik çağrısı yapıp çoğunda hüsrana uğradılar.Çünkü daha baştan “aman oylar bölünmesin” dedikleri anda rakiplerinin (dün RP/FP, bugün AKP) çok güçlü olduğunu, kendilerinin de zayıf olduğunu kabul etmiş oluyorlardı. Bu zafiyet gösterisinin ardından hemen her seferinde her biri birleşmenin asıl adresi olarak kendisini gösterince seçmenin kafası allak bullak oluyordu.“Oylar bölünmesin” çağrısıyla seçimlere siyasi değil ideolojik anlam yüklenmesi de bir diğer yanlıştı. Çünkü kalabalık bir grup “bunlar gerici, tehlikeli” dedikçe, dün RP/FP, bugün AKP adayları “bunlar bizden sırf dindar olduğumuz için korkuyor” diyerek anında ideolojik açıdan avantajlı duruma geçiyorlardı. Sonuçta “aman oylar bölünmesin”ciler büyük ölçüde vatan/millet edebiyatı ve az buçuk siyaset/proje ile seçmenin karşısına çıkarken dün RP/FP, bugün AKP son derece modern yöntemlerle, sahici seçim kampanyaları düzenliyordu.Gezi direnişi ruhuDolayısıyla daha adayını bile belirleyememiş olan CHP’nin İstanbul stratejisini “oylar bölünmesin” temeline oturtması hâlinde tarihin tekerrürüne tanık olacağız demektir. CHP’nin, İstanbul’da kazanabilmesi için daha önce AKP’yi tercih etmiş seçmenlerin bir bölümünü kazanması gerekirken, “oylar bölünmesin” diye kendisini sadece AKP muhalifleriyle sınırlaması pek mantıklı olmasa gerek.Kaldı ki “oylar bölünmesin” dendiğinde hangi oyların kastedildiği de muğlak. Kuşkusuz birçok kişi “tabii ki AKP muhalifleri kastediliyor” diyecektir ancak BDP seçmeninin en az AKP’ye olduğu kadar, hatta birçok açıdan CHP’ye daha fazla karşı olduğu da ortada. İstanbul gibi önemli bir merkezde BDP/HDP’nin CHP lehine çekilmesinin hiçbir sağlam gerekçesi gelmiyor aklıma. BDP’lilerin CHP’ye bir minnet borcu olduğunu da sanmıyorum, olsa olsa alacak vardır.Tabii olayın bir de Gezi direnişiyle ilişkili yönü var. Gezi direnişinin siyasi iktidardan farklı gerekçelerle rahatsız olan birçok farklı grubu bir araya getirmiş olduğu ve CHP’nin bundan yararlanmak istediği doğru. Ancak o süreçte harekete geçmiş olan kesimlerin enerjisini, dinamizmini ve tabii ki oyunu olmak için “Gezi ruhunu yerel seçimlere taşıyacağız” demenin yetmediği de açık. Hele o süreçte ortada bile gözükmemiş isimlerle böyle bir iddianın altından kalkmak hiç mümkün değil.
Futbolda bir takımın oyuncuları ya avantajlı oldukları için vakit geçirmek istediklerinde ya da kendilerini zor durumda hissettiklerinde akıllarına ilk gelen şeylerden biri topu taca atmaktır. Bizde de hükümet, çözüm sürecinde ya işi ağırdan almak istediğinde ya da yaşanan sorunları BDP ve/veya PKK ile tartışmak istemediğinde topu sık sık Abdullah Öcalan’a atıyor. Aslında bu durumun çözüm süreci öncesinde başladığını fakat süreçle birlikte iyice alışkanlık hâline geldiğini söyleyebiliriz. Öte yandan bunun sadece siyasi iktidara özgü bir durum olmadığını belirtmeliyiz. Çözüm sürecine, Türkiye’nin Kürt ve PKK sorunlarını kalıcı bir şekilde çözmekten ziyade hükümetin bu sorunlardan kaynaklanan sıkıntılarını hafifletme, ona zaman kazandırma gibi bir anlam yükleyen bazı kişiler de, son demokratikleşme paketi örneğinde olduğu gibi, hükümete yöneltilen her türlü eleştiriyi “size ne oluyor? Öcalan’dan daha iyi mi bileceksiniz?” diye savuşturmaya çalışıyorlar.Öcalan’ın özellikleriEvet ortada bazı doğrular var.- Öcalan gerçekten Kürt siyasi hareketinin en önemli, hatta merkezi figürü. Hareketin hem tabanı, hem tavanı ona saygı duyuyor, onu önder kabul ediyor ve onun söylediklerine göre davranmaya, talimatlarını yerine getirmeye çalışıyor.- Kürt hareketi içinde hiç kimse ya da grubun Öcalan’a rağmen, hele ona karşı bir inisiyatif geliştirmesi, daha da ileri gidip onu tasfiye etmesi mümkün değil.- Öcalan, yaşadığı elverişsiz koşullara rağmen, gerek Türkiye, gerek Orta Doğu, gerekse dünyadaki gelişmeleri yakından takip edip bunlara uygun politikalar geliştirmeye çalışıyor. Bugün Kürt siyasi hareketi düne kıyasla alabildiğine ileri bir noktadaysa bunda Öcalan’ın payı büyük.- Son Newroz mesajında olduğu gibi Öcalan’ın Kürt hareketine çizdiği perspektifler genellikle devlet ve Türk kamuoyununun önemli bir bölümü tarafından da “makul” karşılanıyor.Yükü ayarlamakBütün bu özelliklerinden hareketle; devletin yeni çözüm sürecinin merkezine Öcalan’ı yerleştirmesini isabetli, hatta geç kalmış bir karar olarak değerlendirmiştim. Lakin hükümet atması gereken adımları eksik atarak veya geciktirerek, bunun doğuracağı (ve doğurduğu) sorunlarla uğraşmayı Öcalan’a havale ederek Türkiye’ye zaman ve enerji kaybettiriyor. Daha vahimi, çözüm için elzem olan Öcalan’ın prestij ve otoritesini riske atıyor.Süreç ilk başladığında “devlet Öcalan’ı kullanıp atacak mı?” diye sormuştuk. (http://www.rusencakir.com/Devlet-Ocalani-kullanip-atacak-mi/1913) O yazıda “Bir yanda Öcalan’a şaşırtıcı bir şekilde bağlı olup diğer yandan onun devlet tarafından kandırılması, aldatılması ihtimalinden ürkmek ilk bakışta çelişkili gelebilir ama bu duygu Kürtler arasında çok yaygın” demiştim. Aradan bir yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen o duygu varlığını sürdürüyor. Bunun en önde gelen nedeni, devletin Öcalan’ın konumunu, onun bütün ısrarlarına rağmen “araçsal”dan “fonksiyonel”e taşımaması, yine onun deyimiyle “format değişikliği”ne gitmemesidir.Özetle, Öcalan’ı sürecin merkezine almak doğru olabilir ancak bütün yükleri ona yükleyip, Kürt hareketinin diğer aktörlerini devre dışı bırakmaya kalkmak sorun çıkardı, bundan sonra da çıkaracağa benzer. Bunun yerine, Öcalan’ın konumunu, Kürt hareketinin tüm aktörlerini aktif bir şekilde sürece dâhil etmesine ve onları yönlendirmesine elverir şekilde yeniden şekillendirmek daha akılcı olacaktır.