Dün sık sık olduğu gibi birçok gazetemiz Başbakan Erdoğan’ın bir cümlesini farklı şekillerde manşete çıkardı: Biri Erdoğan’ın ağzından, “Kan lobisine geçit vermeyiz“, diğeri “Kan Lobisine İzin Vermeyeceğiz“, üçüncüsü “Savaş lobisine fırsat yok“, dördüncüsü “Kan lobisine fırsat vermeyeceğiz“, sonuncusu da “Kan lobisine izin vermeyiz“ dedi.
Maksadım Türkiye’de basının durumunu tartışmak değil. Başbakan’ın “kan“ ya da “savaş lobisi“ olarak tanımladığı olguyu irdelemek istiyorum. “Savaş lobisi“ tanımlamasını Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası’nın eski başkanlarından, bilge insan Felat Cemiloğlu 1990 başlarında ilk kez kullanmış veya meşhur etmişti. 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde gördüğü zulümler Hasan Cemal’in “Kürtler“ kitabında ayrıntılarıyla anlatılan rahmetli Felat Bey, bir haftalık dergiye (galiba Aktüel’di) verdiği mülakatta Kürt ve PKK sorunlarının aslında çözümünün pek zor olmadığını, ancak “savaş lobisi” adını verdiği odakların buna izin vermediklerini ikna edici bir şekilde iddia etmişti.
Felat Bey’in yaptığı malumu ilan etmek, diğer bir deyişle açık bir sırrı ifşa etmekten başka bir şey değildi. Çünkü çatışmanın hangi tarafında yer alırlarsa alsınlar, o günlerde insanlar bunun sonlandırılmasının kendi ellerinde olmadığına inanıyorlardı. Öznesi meçhul “İzin vermezler“ sözü revaçtaydı. İşte Felat Bey, o özneyi “savaş lobisi” olarak adlandırdı ve işimizi epey kolaylaştırdı.
Prangalardan kurtulmak
Aradan en az 20 yıl geçti ve bizler hâlâ “savaş lobisi”nden bahsediyoruz. Geçen süre zarfında atılan onca adıma, yakın zamandaki “demokratik açılım“, “Oslo süreci“ ve nihayet “çözüm süreci“ne rağmen kendi sorunumuzu kendi başımıza çözme noktasına hâlâ ulaşabilmiş değiliz. Çünkü Türkiye’nin, bütün sorunların anası olarak görebileceğimiz Kürt sorununu çözüp prangalarından büyük ölçüde kurtulmasını istemeyen çok sayıda bölgesel ve küresel güç söz konusu. Hatta onların bazı durumlarda çözüm isteyenlerden daha da güçlü olduğunu söyleyebiliriz.
Siyasi iktidar, Kürt ve PKK sorunları nedeniyle kendi arkasını kollamaktan bölgede etkili inisiyatifler geliştirmekte çok zorlanıyor. Öyle ki bölgesel rakipleri Ankara’ya sık sık, başkalarının sorunlarını bırakıp kendi derdiyle uğraşmasını tehditvari bir dille öneriyorlar.
Kimin haklı veya haksız olduğu önemli değil
İki gündür, AKP hükümetinin ülke içinde sistemin kontrolünü tam olarak ele geçirdikten, diğer bir deyişle hükümet olmaktan devlet olmaya terfi ettikten sonra uluslararası güç odaklarına karşı bağımlılıklarından sıyrılmaya çalıştığını; kimi zaman “Yeni Osmanlıcılık“ gibi tabirlerle değersizleştirilmeye çalışılan bu paradigma değişikliği çabasını olumlu bulduğumu, ancak teorik açıdan doğru olan bu düşüncenin pratiğe başarılı bir şekilde yansıtılmadığını yazıyorum. Aynı durumun ne zamandır iç içe geçmiş olan Kürt/PKK sorunlarının çözümü söz konusu olduğunda da geçerli olduğu kanısındayım.
Şöyle ki, üçüncü şahısları karıştırmadan bu sorunları Abdullah Öcalan’ı merkeze alarak kalıcı bir şekilde çözme fikri son derece isabetliydi. Newroz kutlamaları, Öcalan’ın buraya yolladığı mesaj ve PKK’nın geri çekilmeyi başlatması gibi kritik gelişmelere verilen olumlu tepki de kamuoyunun bu sürece büyük ölçüde sıcak baktığını gösteriyordu. Kısacası Türkiye bu işi pekâlâ kendi başına başarabileceğini gösteriyordu.
Fakat bir süre sonra ne olduysa oldu, süreç ağır aksak ilerlemeye başladı ve bir aşamadan sonra durdu. PKK’nın geri çekilmeyi durdurma açıklaması, ardından tarafların sürekli sert mesajlar vermesiyle önümüzü pek göremez olduk. Herkes birbirini suçluyor ve şu aşamada kimin haklı, kimin haksız olduğunu saptamak hem imkânsız, hem de gereksiz.
Bunun yerine taraflar arasındaki zaten var olan köklü güvensizliğin daha fazla büyümesinin önüne geçmek, bu bağlamda çözüm istemeyen iç ve dış odakların, taraflar arasındaki mesafenin kapanma bir yana daha da açılması çabalarını boşa çıkarmak gerekiyor.
Aksi takdirde yine savaş lobilerinin oyuncağı olabiliriz.
Yeniden savaş lobilerinin oyuncağı olmak istemiyorsak
Haberin Devamı