Söze önce herkesin Kurban Bayramı’nı kutlayarak başlayayım.Bir bayram günü siyaset, hele Kürt sorunu ve çözüm süreci üzerine yazmanın (ve siz okuyucular için okumanın) pek hoş bir şey olmadığının farkındayım. Fakat bu hayati konular bayram filan dinlemiyor. Örneğin Başbakan Erdoğan, bayram namazı çıkışı BDP’ye yönelik eleştirilerini sürdürmekten geri durmadı. Yine dün, Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan BDP’nin çatırdaması ihtimali üzerine yazdı.Yeni Şafak Gazetesi Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi de, resmi kaynaklardan aldığı belli olan bazı bilgilerden hareketle Cemil Bayık’ın yerel seçimlerin silahların gölgesinde geçmesi için hazırlık içinde olduğunu yazdı.Selvi’nin yazısını önemsiyorum zira zaten geri çekilmeyi durdurmuş olan PKK’nın, herhangi bir bahaneyle ateşkesi de bitirmesi pek şaşırtıcı olmaz. Fakat çatışmaların yeniden başlaması ihtimali o kadar ürkütücü ki insanın içinden bunun üzerine yazı yazmak bile gelmiyor.BDP’nin çatırdaması ihtimaliyse pek böyle değil.Aslında bir süredir BDP içinde ciddi çalkantı, tartışma ve iktidar mücadeleleri olduğu biliniyordu. Daha biz BDP içinde kimin kimlerle birlikte, hangi konuda hangi pozisyonu aldığını, İmralı (Öcalan) ve Kandil’in ağırlıklarını kimlerden ve hangi yaklaşımlardan yana koyduğunu anlamadan siyasi iktidarın tercihini öğrenmiş olduk. Gerek Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın, gerek Başbakan’ın sözlerinden, gerek Akdoğan’ın son yazısından, gerekse son İmralı heyetine Selahattin Demirtaş’ın alınmamasından hareketle hükümetin BDP’nin şimdiki yöneticilerinden, onların siyaset yapma tarzından memnun olmadıkları anlaşılıyor.Ayakları üzerinde duran BDPKısacası, ülkeyi yönetenler BDP’yi “fazla sert” ve “uzlaşmaz” buluyorlar. Bu şikâyetlerinde haklı olup olmadıkları, hatta böyle bir şikâyete hakları olup olmadığı tartışılır. Bunu şimdilik bir kenara bırakıp şunu çekinmeden ileri sürebiliriz: Hükümet dün BDP’yi kendi ayakları üzerinde duramadığı, Kandil ve İmralı’dan bağımsız hareket etmediği, edemediği için eleştiriyordu, bugünse aynı partinin belli konulara ağırlık vermesinden, Selahattin Demirtaş, Sırrı Süreyya Önder gibi isimlerin yıldızının sadece Kürt siyasi hareketi içinde değil, genel olarak Türkiye siyasetinde parlamasından rahatsız oluyor.Bir diğer endişe konusuysa, Gezi direnişiyle birlikte ortaya çıkan toplumsal muhalefet potansiyelinin, BDP ile buluşarak bu partiyi ülkenin her anlamda sahici ana muhalefeti hâline dönüştürmesi imkânı. Yıllarca BDP’yi (ve ondan önce gelen partileri) “Türkiye partisi olamamak”la eleştiregelenlerin birdenbire onu “Kürtlerin enerjisini Kürt olmayanlara armağan etme”ye çalışmakla suçlamaya başlaması ilginç. Öcalan’ın talimatıyla BDP’nin yerini alması beklenen HDP’ye yönelik olarak Kürt hareketi içinden gelen itirazların iktidar partisi tarafından takdir edilmesi üzerinde iyice düşünmek gerekiyor.Sağ-sol kavgasıÖzel olarak BDP, genel olarak Kürt siyasi hareketi içinde süregelen tartışmaları her ne kadar modası geçmiş görünse de “sağcılık/solculuk” ikilemi ekseninde irdelemek yanlış olmayabilir. Anladığım kadarıyla hükümet, BDP içinde sağ kanadın, yani Kürtlüğe (ve dolayısıyla Kürt milliyetçiliğine) vurgu yapan isimlerin öne çıkmasını tercih ediyor. Bunların çoğunun düne kadar Kürt hareketi içinde “şahin” bilinen isimler olması işleri daha da ilginç kılıyor.Siyasi iktidarın Kürt hareketini düzenlemeye yönelik arzu ve çabalarının sonuç vermesi sanıyorum tek bir şekilde mümkün olabilir: Öcalan’ın buna ikna edilmesiyle.“Peki edilebilir mi?” diye sorulacak olursa şunu söyleyebilirim: Bugüne kadar attığı bazı adımlar siyasi iktidarın hoşuna gitmiş olabilir ama Öcalan bugüne kadar attığı adımlarda hep devletin değil esas olarak kendi hareketinin bekasını gözetmiş birisidir. Yani devletin istediğini yaptığının sanıldığı anlarda bile onun Kürt hareketinin geleceğini düşündüğünü söyleyebiliriz. Bu sefer de olsa olsa öyle olur.
İlk kıvılcımı Amerikan gazetesi Wall Street Journal (WSJ) çaktı ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan tartışmaların odağına yerleşti. Birkaç gündür gazetelerimizde Fidan hakkında, lehte, aleyhte veya tarafsız çok sayıda yorum ve analiz çıktı, daha da çıkacağa benziyor. Bu yazıda, şu ana kadar yazılıp söylenenler üzerine bazı şerhler düşmek istiyorum:- “İkinci adam” palavrası: WSJ’ın Washington’dan Adam Entous ve İstanbul’dan Joe Parkinson imzalarını taşıyan uzun haber analizinde eleştirecek çok şey var ancak Fidan’ın “Türkiye’nin iki numaralı adamı” olduğu gibi, tek kelimeyle “palavra” bir tespitin, her ne kadar bir Türk tarafından dile getirilmiş olsa da, tek başına yeterli olduğunu söyleyebiliriz. Fidan “bazı” bakanlardan daha güçlü olabilir (ki birçok başbakan danışmanı için bile bu durum geçerli) ancak onun Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’ndan bile güçlü olduğu tespitinin hiçbir inandırıcılığı yok. Eğer iki gazeteci kafalarındaki Fidan imajını teyit etmek yerine sahiden Fidan’ın kim olduğunu araştırmış olsalardı, onun muhtemelen Gül-Erdoğan-Davutoğlu üçlüsünün mutabakatı ve ortak hareketiyle o konuma gelmiş olduğunu öğrenirler ve belki de yazarlardı.- Suriye politikası kimin eseri? WSJ haber/analizinin başlığı “Türkiye’nin istihbarat şefi Suriye’de kendi yolunu çizdi”. Yazıda esas olarak Suriye’deki radikal İslamcı grupların palazlanmasında MİT ve Fidan’ın etkili olduğunu, üstelik bunu da ABD başta olmak üzere Türkiye’nin müttefiklerinin ikazlarına rağmen yaptığı ileri sürülüyor. Cengiz Çandar da dünkü yazısında bu iddiaları büyük ölçüde destekledi. Burada sorun şu: Ankara’nın Suriye’de, özellikle radikal İslamcılar konusunda yaptığı yanlışları masaya yatırmak şart. Ancak bu yanlışların esas olarak Fidan’ı hedefe oturtmak için gündeme getirilmesi, maksadın “bağcı dövmek” olduğunu gösteriyor. Fidan ve MİT Ankara’nın Orta Doğu politikasının hayata geçirilmesinde başrolde olabilirler. Öte yandan MİT ve Fidan bu politikaların şekillenmesinde en fazla etkili olabilirler, ancak belirleyici olduklarını söylemek hiç gerçekçi değil. Yani ne Erdoğan ne Gül ne de Davutoğlu, Fidan’ı kendi yolunu çizmede yalnız bırakacak kişiler.- Fidan kime benziyor? WSJ yazısında Fidan, Suudi Arabistanlı mevkidaşı Prens Bandar bin Sultan el Suud ile İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü’nün Başkomutanı Tümgeneral Kasım Süleymani’ye benzetiliyor ve bu üçlünün “ABD’nin bölgenin genelindeki kararsız tavrı nedeniyle doğan boşluğu doldurmaya çalıştıkları” ileri sürülüyor. Çok zorlama bir yorum ve benzetme. Prens Bandar ve Süleymani’nin ülkelerini yöneten asıl güçlerden ne derece bağımsız oldukları ayrı bir konu, ancak Fidan’ın adını onlarla birlikte anmak, Türkiye’yi esas olarak “Batılı” değil de “Orta Doğulu” bir ülke olarak algılamanın bir ürünü olsa gerek.- Asıl hedef kim? Düştüğüm üç şerhten hareketle, ben de Murat Yetkin’in önceki gün yazdığı gibi esas hedefin Fidan değil AKP iktidarı, özellikle de, tıpkı geçen sene şubat ayında patlak veren MİT krizinde olduğu ve kendisi tarafından da birkaç kez doğrulandığı gibi Başbakan Erdoğan olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar tartışmanın ana ekseni Suriye olarak gözükse de işin içinde Ankara’nın tüm Orta Doğu politikalarının, önemli ölçüde de İsrail ile sorunların bulunduğu muhakkak.- Nedense yazılmayanlar: Fidan hakkında lehte ya da aleyhte kaleme alınan yazıların neredeyse hiçbirinde MİT krizine değinilmemiş olması dikkat çekici. O krizin ardında hükümetin PKK ile yürüttüğü görüşmeler vardı. Siyasi iktidar gerek Oslo görüşmelerinin sızdırılıp sürecin akamete uğratılmasına, gerekse özel yetkili savcının MİT’in üst düzey yöneticilerini ifadeye çağırmasına rağmen çizgisini muhafaza etti ve yine MİT ile Fidan’ı, bu sefer Abdullah Öcalan’ı merkeze alan bir görüşme sürecini başlatmakla görevlendirdi. Türkiye için bu son derece kritik sürecin başaktörünün Suriye (veya bir başka konu, fark etmez) vesilesiyle hedef tahtasına konulması herhâlde basit bir raslantı değildir.Şaşırtıcı değil: WSJ yazısında Türkiye’nin Batılı müteffiklerinin Fidan’dan memnun olmadıklarına dair epey ifade var. Bu hiç de şaşırtıcı değil. İki nedenle: Birincisi, Fidan hakkında daha önce de, özellikle “İran yanlısı” olduğuna dair, muhtemelen İsrail tarafından teşvik edilen yayınlar yapılmıştı. Ayrıca ne zamandır değişik vesilelerle ülke içinde de Fidan ve MİT aleyhine yoğun bir kampanya yapılıyor. İkincisi, daha başdanışman olduğu dönemde Ahmet Davutoğlu hakkında da özel olarak Amerikan basınında kesif bir karalama kampanyası yürütülmüştü. Ancak bütün karşı çabalara rağmen Davutoğlu yerini korudu, hatta dışişleri bakanlığına terfi etti. Dolayısıyla gerek Erdoğan, gerek Gül, gerekse Davutoğlu’nun Fidan’ı kurban etmeyeceklerine bahse girebiliriz.
Perşembe günü çıkan “Mesele sadece dershaneler değil...” (http://rusencakir.com/Mesele-sadece-dershaneler-degil/2132) başlıklı yazım üzerine Star Gazetesi yazarı Prof. Eser Karakaş’tan bir elektronik posta aldım. Karakaş, Milli Eğitim Bakan Nabi Avcı’nın mesajını bir kez daha okumak gerektiğini söyleyip şöyle yazmış: “Avcı dershaneleri kapatacağız demiyor, bakanlıkla yasal bağlantıları kalmayacak diyor ki, bu en iyi çözüm. Dershanelerin kapısında bundan sonra ‘TC MEB bilmem ne Dershanesi’ yazmayacak. Hükümet ‘kebapçıları kapatacağım’ diyebilir mi? Hükümet ya da belediye ancak hıfz-ı sıhha koşullarını ısrarla tutturmayan tekil kebapçıyı kapatabilir, dershanelere de öyle bakmak lazım, bunlar diploma, yetki ve sorumluluk veren okullar değil, MEB’e bağlı olmalarının nedeni ne olabilir ki?”Karakaş’la paralel çizgideki bir başka isim de Bugün Gazetesi yazarı Gülay Göktürk. O da korkacak değil, tam tersine dershaneler Bakanlık denetiminden kurtulacağı için sevinilecek bir durumun söz konusu olduğunu ileri sürdü. Ne var ki, ne olup bittiğini daha iyi bilme imkan ve kapasitesine sahip olan Gülen cemaatinin sözcülerinin kapatılma ihtimalinde ısrar etmeleri nedeniyle tereddüte düşüp bakanlığın bir an önce durumu netleştirmesini istedi.Sahipsiz projeBakan Avcı’nın açıklamasının ardından şöyle bir durum ortaya çıktı: Gülen cemaati ile hükümet arasından herhangi birini tercih etmedikleri anlaşılan Karakaş ve Göktürk gibi isimlerin iyiniyetli yorumlarına karşılık Güen cemaati, Başbakan Erdoğan’ın dershaneleri kapatma ısrarının nihayet sonuç vermek üzere olduğu düşüncesiyle tam bir alarm haline geçti; yayın organlarında dershanelerin kapatılmasının eğitim sistemine olumsuz etkileri açık ve detaylı bir şekilde, bu uygulamanın iktidar partisine nelere mal olabileceği daha dolaylı ve üstü kapalı bir şekilde yazıldı, anlatıldı. Buna karşılık ne hükümetten, ne iktidar partisinden, ne de hükümeti desteklediği bilinen kişiler, yayın kuruluşları ve yazarlardan, dershanelerin kapatılması lehine herhangi bir görüş dile getirildiğini görmedik.İşin ilginçliği şurada: Sahipsiz gibi görünen dershanelerin kapatılması projesi, dört bir yandan gelen eleştirilere rağmen hayata geçirileceğe benziyor. Tartışmaların ekseninde eğitim sistemiyle ilgili soru ve sorunlar var ancak geçen yazımdaki analizimde ısrarcıyım: Bu sadece dershane meselesi değil. Hatta daha ileri gidip, bu esasında bir dershane meselesi değil de diyebiliriz.Cemaatin kalbiŞöyle ki, bu ülkede yıllardır Gülen cemaati denince akla ilk olarak dershaneler gelir. Yine bu ülkede yıllardır, dershane denilince Gülen cemaati gelir. Çünkü Fethullah Gülen 1970’li yıllarda kendi bağımsız yapılanması için kolları sıvadığında ilk olarak yakın çevresine dershaneler açtırmıştı. Daha sonra dünya çapında ün yapan “Gülen okulları”nın temelleri de o dershanelerde atılmıştır.İlk başlarda Cemaat dershanelerine, onlara güvenen aileler çocuklarını yolladı. Kısa süre içinde bu dershanelerin başarısı dikkat çekince Cemaat ile doğrudan ilgili olmayan muhafazakâr aileler de çocuklarını yollamaya başladı. Bir aşamadan sonraysa Cemaat dershaneleri toplumun birçok kesiminin ilk tercihleri arasında yer aldı.Başbakan’ın eğitim sistemiyle ilgili birtakım kaygılar nedeniyle dershanelere sıcak bakmadığını söyleyenler var. Olabilir. Ama onca sorunu olan eğitim sisteminin en acil ihtiyacının dershanelerden kurtulmak olmadığı da aşikâr.Dolayısıyla fazla tevile gerek yok: Hükümetin hazırlığını yaptığı düzenlemenin ana hedefinde Gülen cemaatinin 12 Eylül, 28 Şubat gibi süreçlerde bile bir şekilde varkalmış olan dershaneleri bulunuyor. Diğer bir deyişle “dershane krizi”ni, geçen yıl Şubat ayında MİT kriziyle su yüzüne çıkan hükümet-cemaat çatışmasının doğal bir uzantısı, hükümetin Cemaat’e cevabı olarak görmek ve bu krizin eğitim sisteminden ziyade siyasi hayatımıza muhtemel etkileri üzerinde kafa yormak daha isabetli olacaktır.
Başbakan R. Tayyip Erdoğan‘ın dershaneleri kapatma ısrarından en fazla rahatsız olanların başında hiç kuşkusuz Fethullah Gülen ve onun lideri olduğu hareket geliyordu. Zaten bu nedenle de dershaneleri kapatma niyetinin ardında eğitim sistemiyle ilgili arayışlardan ziyade bazı siyasi hesaplar arandı. Daha açık konuşacak olursak, dershanelerin kapatılacak olması, geçen yıl şubat ayında MİT kriziyle su yüzüne çıkan hükümet-cemaat çatışmasının doğal bir uzantısı, hükümetin cemaate cevabı olarak görüldü.Ancak ortada birçok ciddi sorun vardı: Örneğin eğitim sisteminde sık sık yapılan düzenlemelerin dershanelerin kapatılmasına elverişli bir altyapıyı oluşturduğu şüpheliydi. Dershanelerin yerine başka bir kurum konulup konulmayacağı, konulacaksa bunun ne olacağı belli değildi. Yıllar içinde oluşmuş devasa dershane sektörünün neye dönüşeceği de belirsizdi. Resmi ağızlardan yapılan “dershaneler okula dönüşsün“ çağrısını herkesi yerine getirmesi zordu. Kaldı ki mevcut sistemde özel okulların ciddi bir kontenjan sorunu vardı. Yeni okulların eklenmesiyle zaten küçük olan pastanın paylaşımında daha ciddi sıkıntılar yaşanabilirdi.Üç seçime rağmenÖte yandan siyasi açıdan da ortada bir dizi soru işareti vardı: Öncelikle iktidar partisinin, üç (yerel, cumhurbaşkanlığı ve genel) kritik seçime girecekken neden böylesine riskli bir adım atmakta kararlı olduğu bir muammaydı. Dershanelerin kapatılmasının Gülen cemaatiyle olan çatışmayı alenileştirip kızıştıracağı belliydi. Halbuki gerek son genel seçimlerde, gerekse 12 Eylül referandumunda iktidar partisi Gülen cemaatinin (özellikle medyasının) aktif ve cömert desteğinden epey yararlanmıştı. Bu desteğin kesilmesi, hatta rakip parti ve adaylara, kısmen de olsa yönelmesi hâlinde ciddi kayıplar yaşanabilirdi.Tam da bu nedenle dershanelerin kapatılması niyeti, hükümetin cemaate karşı bir tür uyarısı, meydan okuması, kimilerine göreyse blöfü olarak görüldü. Gerek hükümete, gerekse cemaate yakın birçok isim söz birliği etmişçesine “olayı fazla dillendirip büyütmemek lazım, nasıl olsa olmaz, olamaz“ diye konuşuyordu. Şahsen ben de Başbakan Erdoğan’ın, aralarında ne kadar sorun olursa olsun, tam da seçimler öncesi Gülen cemaatini bariz bir şekilde karşısına almak istemeyeceğini düşünüyordum.“Kan davası çıkmaz”Bu noktada şunun altını tekrar tekrar çizmek lazım: AKP iktidarıyla birlikte, daha çok da askeri vesayetin geriletilmesine paralel olarak, muhafazakâr camiada Erdoğan ve Gülen’i eşit ölçüde sevenlerin, ikisi arasında ayrım yapmayanların sayısı inanılmaz ölçüde arttı. MİT krizinin en çok bu kesimde travma yarattığını biliyoruz. Bunlar, aklıselimin galip geleceğine, krizin ne yapıp edip aşılacağına inanmak istiyorlar. Eğer dershane olayı ciddi bir kriz hâline gelirse en çok bu kesimi vuracak ve onların yaşayacağı kırılmalardan hem AKP, hem cemaat olumsuz anlamda etkilenecekti.Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı‘nın dershanelerle ilgili son açıklamaları bu kesimin korktuğunun başına geleceğinin işaretleriyle dolu. Avcı, ocak ayında yasal düzenleme yapacaklarını ve dershanelerin bir yıllık ömrü kaldığını net ve bağlayıcı bir şekilde dile getirdi. Yayın organlarına baktığımızda Gülen cemaatinin bu açıklamaları hayli ciddiye aldığını, dershaneler konusunda bir dönüm noktasına girildiğini kabul edip ona göre tavır ve strateji geliştirdiğini görüyoruz.Sorunu başından beri yakından izleyen bir isim, Gülen cemaatinin ruh hâlini şöyle özetliyor: “Bizim için son derece hassas bir konu çünkü bizde daha okullar yokken dershaneler vardı. Yaşananların tatsız olduğu muhakkak. Ama yine de biz yeni duruma da uyum sağlarız.““Peki dershanelerin kapatılması cemaat ile iktidar partisinin ilişkilerini nasıl etkiler?” sorusuna aynı kişi şu cevabı verdi: “Gönül kırıklığı yaşadığımız, yaşayacağımız kesin ama buradan bir kan davası çıkmaz.“DÜZELTME VE ÖZÜR Dün bir yanlışlık sonucu bugünkü başlıkla yazarımızın bir önceki yazısını tekrar yayımladık. Okurlarımızdan ve yazarımızdan özür diliyoruz.
Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın dershaneleri kapatma ısrarından en fazla rahatsız olanların başında hiç kuşkusuz Fethullah Gülen ve onun lideri olduğu hareket geliyordu. Zaten bu nedenle de dershaneleri kapatma niyetinin ardında eğitim sistemiyle ilgili arayışlardan ziyade bazı siyasi hesaplar arandı. Daha açık konuşacak olursak, dershanelerin kapatılacak olması, geçen yıl Şubat ayında MİT kriziyle su yüzüne çıkan hükümet-cemaat çatışmasının doğal bir uzantısı, hükümetin cemaate cevabı olarak görüldü. Ancak ortada birçok ciddi sorun vardı: Örneğin eğitim sisteminde sık sık yapılan düzenlemelerin dershanelerin kapatılmasına elverişli bir altyapıyı oluşturduğu şüpheliydi. Dershanelerin yerine başka bir kurum konulup konulmayacağı, konulacaksa bunun ne olacağı belli değildi. Yıllar içinde oluşmuş olan devasa dershane sektörünün neye dönüşeceği de belirsizdi. Resmi ağızlardan yapılan "dershaneler okula dönüşsün" çağrısını herkesi yerine getirmesi zordu. Kaldı ki mevcut sistemde özel okulların ciddi bir kontenjan sorunu vardı. Yeni okulların eklenmesiyle zaten küçük olan pastanın paylaşımında daha ciddi sıkıntılar yaşanabilirdi. Üç seçime rağmen Öte yandan siyasi açıdan da ortada bir dizi soru işareti vardı: Öncelikle iktidar partisinin, üç (yerel, cumhurbaşkanlığı ve genel) kritik seçime girecekken neden böylesine riskli bir adım atmakta kararlı olduğu bir muammaydı. Dershanelerin kapatılmasının Gülen cemaatiyle olan çatışmayı alenileştirip kızıştıracağı belliydi. Halbuki gerek son genel seçimlerde, gerekse 12 Eylül referandumunda iktidar partisi Gülen cemaatinin (özellikle medyasının) aktif ve cömert desteğinden epey yararlanmştı. Bu desteğin kesilmesi, hatta rakip parti ve adaylara, kısmen de olsa yönelmesi halinde ciddi kayıplar yaşanabilirdi. Tam da bu nedenle dershanelerin kapatılması niyeti, hükümetin cemaate karşı bir tür uyarısı, meydan okuması, kimilerine göreyse blöfü olarak görüldü. Gerek hükümete, gerekse cemaate yakın birçok isim söz birliği etmişcesine "olayı fazla dillendirip büyütmemek lazım, nasıl olsa olmaz, olamaz" diye konuşuyordu. Şahsen ben de Başbakan Erdoğan'ın, aralarında ne kadar sorun olursa olsun, tam da seçimler öncesi Gülen cemaatini bariz bir şekilde karşısına almak istemeyeceğini düşünüyordum. "Kan davası çıkmaz" Bu noktada şu noktanın altını tekrar tekrar çizmek lazım: AKP iktidarıyla birlikte, daha çok da askeri vesayetin geriletilmesine paralel olarak, muhafazakâr camiada Erdoğan ve Gülen'i eşit ölçüde seven, aralarında ayrım yapmayan insanların sayısı inanılmaz ölçüde arttı. MİT krizinin en çok bu kesimde travma yarattığını biliyoruz. Bunlar, aklıselimin galip geleceğine, krizin ne yapıp edip aşılacağına inanmak istiyorlar. Eğer dershane olayı ciddi bir kriz haline gelirse en çok bu kesimi vuracak ve onların yaşayacağı kırılmalardan hem AKP, hem cemaat olumsuz anlamda etkilenecekti. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı'nın dershanelerle ilgili yaptığı son açıklamalar bu kesimin korktuğun başına geleceğinin işaretleriyle dolu. Avcı Ocak ayında yasal düzenleme yapacaklarını ve dershanelerin bir yıllık ömürleri kaldığını net ve bağlayıcı bir şekilde dile getirdi. Yayın organlarına baktığımızda Gülen cemaatinin bu açıklamaları hayli ciddiye aldığını, dershaneler konusunda bir dönüm noktasına girildiğini kabul edip ona göre tavır ve strateji geliştirdiğini görüyoruz. Sorunu başından beri yakından izleyen bir isim Gülen cemaatinin ruh halini şöyle özetliyor: "Bizim için son derece hassas bir konu çünkü bizde daha okullar yokken dershaneler vardı. Yaşananların tatsız olduğu muhakkak. Ama yine de biz yeni duruma da uyum sağlarız." "Peki dershanelerin kapatılması Cemaat ile iktidar partisinin ilişkilerini nasıl etkiler?" sorusuna aynı kişi şu cevabı verdi: "Gönül kırıklığı yaşadığımız, yaşayacağımız kesin ama burdan bir kan davası çıkmaz."
Önce uzunca bir alıntı yapmak istiyorum: “Gezi olayları, kamplaşmayı ve kutuplaşmayı tırmandırıcı bir etki yaptı. İktidar kavgası sertleşti. İşin içine Kürtlerin de katılması dengeleri değiştirebilir, Kemalistlerin omurgasını oluşturduğu sokak çatışmaları, ülkeyi bir siyasi krizin içine sokabilirdi. BDP dikkatli bir çizgi izledi. Soldan gelen baskılara rağmen çatışmanın tarafı haline gelmedi. Direnişin ‘Kemalist omurga’sına ihtiyatla yaklaştı, esas olarak ondan uzak durdu.”Gezi direnişinin omurgasını kestirmeden “Kemalist” olarak tanımlayan, kamplaşma ve kutuplaşmanın tırmanmasından esas olarak, dile getirilen talepleri kriminalize eden hükümeti ve Başbakan Erdoğan’ı değil de Gezi direnişçilerini sorumlu tutan bu değerlendirmenin altındaki imza Oral Çalışlar’ın. Yazıyı merak edenler şuradan okuyabilir: (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ oral_calislar /kurtlerin_kemalistlerle_ittifaki-1154355)Onun bu tespitlerine katılmadığımı, Gezi direnişi sürecinde yazdıklarımdan haberdar olanlar bilir. Sadece şu kadarını söylemek yeterli olacaktır: Eğer Kemalistler, son 11 yılın en etkili toplumsal direnişlerinden birinin (belki de birincisinin) omurgasını çatabilecek kadar güçlü olsaydılar çoktan bambaşka bir Türkiye’de yaşıyor olurduk.Çalışlar’ın, BDP’nin özellikle başlarda Gezi’ye temkinli yaklaştığı ve bunun da hem direnişin, hem de Türkiye’nin akışını değiştirmiş olduğu tespitine herhangi bir itirazım yok. Ancak BDP’lilerin baştaki ürkekliğinin gerek Abdullah Öcalan, gerekse farklı PKK sözcüleri tarafından sorgulandığını da biliyoruz. (Bu konudaki detaylar için: http:// rusencakir.com /Kurtler-Gezi-direnisinin-neresinde/2048)Hükümeti kollama içgüdüsüHer ne kadar hükümet eylül ayı için alarm vermiş olsa da Gezi direnişinin yazın kaldığı yerden ve aynı güçte yeniden başlayacağına dair pek bir işaret yok. Bununla birlikte gerek Çalışlar, gerekse medyadaki bazı başka isimler, “Kürt siyasi hareketinin Kemalistlerle muhtemel ilişkisi”ni sorgulama görüntüsüyle Gezi’nin yeniden yaşanması hâlinde Kürtlerin buna bu sefer başından itibaren aktif bir şekilde dâhil olmasının önünü almaya çalışıyorlar.Aslına bakılacak olursa, Kürt hareketinin Gezi direnişiyle ilişkisini tartışmakta hiçbir sakınca yok, hatta bu zaruri. Ancak tartışmayı, daha ilk andan bazı (en hafif deyimiyle) yanlış okumaları (örneğin direnişin omurgasının Kemalist olarak tanımlanması) temel alarak yürütmeye kalkmanın pek bir işe yaramayacağı ortadadır.Şunu hatırlatmakta fayda var: Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç gibi isimlerin “mesaj alındı” şeklindeki çıkışlarına rağmen Gezi’nin mesajını yok saymaya, onu uluslararası bir komplonun parçası göstermeye çalışarak hem kendi iktidarına, hem de Türkiye’ye çok şeyler kaybettirdi. Bugün, esas olarak hükümete ve Başbakan’a yardımcı olmayı (onu yedirmemeyi) hedefledikleri anlaşılan bazı kişilerin Gezi’yi bir komplo olarak gösterme inatları kimsenin hayrına olmayacaktır.Yine de, tabii ki kendileri bilir.Öcalan pakete ne diyecek?Demokratikleşme paketinin Kürt siyasi hareketinde yarattığı hayal kırıklığını önce BDP, ardından PKK/KCK sözcüleri açık bir şekilde dile getirdiler. Ancak hükümete yönelik bütün itiraz, eleştiri ve suçlamalarına rağmen hiçbirinin çözüm süreci konusunda bağlayıcı sözler etmediğini biliyoruz. Bu da normal, çünkü daha önce yaşanan bir dizi krizde olduğu gibi bu sefer de son sözü Abdullah Öcalan söyleyecek. Hükümetin de bu olgudan hareketle daha rahat hareket ettiğini, Öcalan’ın “makul ve serinkanlı” yaklaşımına güvendiğini daha önceki deneyimlere bakarak anlayabiliyoruz.Yine de Öcalan’ın, hareketin dışarıdaki temsilcilerinin beklentilerini tümüyle elinin tersiyle itip siyasi iktidarla tam bir uyum içinde davranmasını beklemek yanlış olacaktır. Zaten BDP ve PKK’dan peş peşe gelen açıklamaların İmralı üzerinde bir tür baskı oluşturmayı hedeflediğini de düşünebiliriz.
Yakın bir zamana kadar Türkiye’nin önde gelen gündem maddelerinden biri Mısır, orada yaşanmış olan askeri darbe, buna karşı direnen devrik Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi yanlılarının gösterileri ve rejimin onları bastırmak için giriştiği katliamlardı. Öncelikle Başbakan Erdoğan olmak üzere devletin ileri gelenleri sürekli Mısır’dan söz ediyor, insanlar sokaklarda, parklarda dayanışma eylemleri düzenliyor, sosyal medyada profil resimleri Rabia işaretleriyle değiştiriliyordu.Ve birdenbire Mısır konuşulmaz oldu.Ne Mursi tahliye oldu ve görevine döndü, ne de askeri rejim sona erdi. Üstelik darbe karşıtı gösteriler de bitmedi: Yasaklanmış olmasına rağmen İhvan (Müslüman Kardeşler), eskisi kadar güçlü olmamakla birlikte başta Kahire olmak üzere ülke çapındaki eylemlerini sürdürüyor.Kuşkusuz her şeye rağmen Mısır’ı unutmamaya ve unutturmamaya çalışan kişi ve çevreler mevcut ama genel olarak baktığımızda Orta Doğu’nun bu kilit ülkesinde yaşananların Türkiye’nin gündeminden düşmüş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun birkaç nedeni var. Öncelikle, 20 Ağustos’ta kaleme aldığımız değerlendirmedeki (http://www.rusencakir.com/Misir-neden-cok-onemli-Turkiye-ne-yapabilir/2085) temel hususların büyük ölçüde geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bunların ilki, darbeye karşı direnişin uluslararası alanda hemen hemen hiç destek bulamaması, Türkiye’nin bu noktada nerdeyse yalnız kalmasıdır. Öyle ki Ankara’nın örneğin Suriye konusunda birlikte hareket ettiği Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin çoğu alenen ve gürültülü bir şekilde darbecilerin yanında yer aldı. İkinci olarak da, İhvan’ın darbe karşıtı cepheye toplumun diğer kesimlerini katmada son derece yetersiz ve başarısız kaldığı artık çok daha net bir şekilde belli oluyor. Sonuçta, dışarıda ve içeride iyice yalnızlaşan İhvan’ın askeri rejime karşı istikrarlı bir strateji geliştiremediğine ve peş peşe mevzi kaybettiğine tanık oluyoruz. Bununla birlikte İhvan’ın silahlı mücadeleye yönelmeme ve tabanındaki radikalleşme eğilimlerini dizginlemedeki başarısının hakkını vermek lazım. Ne var ki İhvan’ın bu hassasiyetinin Türkiye dâhil dünya çapındaki bazı İslamcı çevrelerde artık eleştirilir olduğunu da kaydetmek gerek.Direksiyon hükümetteİhvan’ın kısa ve orta vadede yeniden iktidara gelmesi ihtimalinin azalmasına paralel olarak Ankara da Mısır politikasını değiştirmeye yöneldi. Zira askeri rejimi toptan reddetme tavrı sadece Türkiye’nin bu ülkedeki çıkarlarını tehlikeye atmakla kalmıyor, aynı zamanda Ankara’nın Mısır konusunda hiçbir işlevi kalmamasına yol açıyordu. Bu durum, aslına bakılacak olursa İhvan’ın da hayrına değildi.İşte bu politika değişikliği doğal olarak ülkemizde Mısır’ın daha az konuşulur olmasına neden oldu. Çünkü ne zamandır ülkemizde AKP iktidarından bağımsız (hatta özerk) bir İslami hareket söz konusu değil; Türkiye ve dünyada yaşanan gelişmelere karşı geliştirilen İslamcı tepki ve inisiyatifler büyük ölçüde hükümet politikalarının birer uzantısı görünümünde. Dolayısıyla hükümet gaza basınca İslamcı kişi ve hareketler de gaza, frene basınca da frene basıyorlar.Gezi faktörüSon olarak ülkemizde Mısır’ın unutulmasının Gezi Parkı direnişiyle ilişkisine değinelim. Şurası muhakkak: Eğer Gezi direnişi olmasa, hükümet ve onu destekleyen çevreler bu direniş karşısında ne yapacaklarını bilemez hâle düşmeseler Mısır’da yaşananlar ülkemizde bu kadar gündemde olmazdı. Gerek Başbakan Erdoğan, gerekse onu “yedirmeme” telaşına düşmüş olanlar, hem gündemi değiştirmek, hem de Gezicileri şeytanileştirmek için Mısır’da yaşananlara dört elle sarılmışlardı. Örneğin alelacele ve ucuz analizlerle Gezi direnişçilerine yönelttikleri “darbeci” suçlamasının Mısır darbesiyle kanıtlanmış olduğunu söyleyebildiler. Türkiye’de genç insanların hayatlarını kaybetmelerine karşı gösterdikleri kayıtsızlığı Mısır’daki çocuk ve gençlerin rejim tarafından katledilmesine ağıtlar yakarak dengelemeye çalıştılar...Uzatmaya gerek yok: Gezi direnişi bittiği (veya öyle göründüğü) için Mısır’ı gündemde tutmaya pek ihtiyaç kalmamışa benziyor.Acaba öyle mi?
Ne zaman Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı karşılaştıran, aralarındaki farkları irdeleyen ve birbirleriyle siyasi rekabet içinde olup olmayacaklarını sorgulayan bir analiz yapılsa hemen iki uçtan birden itirazlar yükselir. İlk grupta 2002’den beri Türkiye’yi tek başına yöneten AKP’den memnun olanlar yer alır. Bu kişiler, “AKP’nin alternatifi çıksa çıksa yine AKP içinden çıkar” önermesini ciddiye aldıkları için bu türden değerlendirmeleri “nifak” ve “fitne” olarak görür, kesin bir dille reddederler. Onlara göre Gül ile Erdoğan kardeştir, hep kardeşlik hukuku içinde hareket etmişlerdir ve cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştığında yine bu hukuku işletip aralarında bir tür iş bölümü yapacaklardır.İkinci gruptaysa AKP iktidarının muhalifleri yer alır. Onlar “AKP’nin alternatifi çıksa çıksa yine AKP içinden çıkar” önermesini ciddiye almaz, hatta muhalefeti zayıflatmak için bizzat AKP’liler tarafından çıkartıldığına inanırlar. Kaldı ki Gül ile Erdoğan arasında ciddi, köklü farklılıklar bulunduğuna inanmaz, en fazla “üslup” farkı olduğunu düşünürler. Dolayısıyla bu ikilinin şu ya da bu şekilde iktidar mücadelesine girişme ihtimalini yok sayar ve bu yoldaki yorumları da aldatma olarak görürler. Hatta daha ileri gidip Gül’ün “iyi”, Erdoğan’ın “kötü polis”i oynadığını ileri sürerler.Zenginleşen tartışmaBu sefer de öyle oldu. Cumhurbaşkanı Gül’ün bu yılki TBMM açılış konuşmasında da Gezi olayları, basın özgürlüğü, çoğulcu demokrasi, Suriye gibi temel konularda Başbakan Erdoğan’dan farklı görüşler dile getirmesi üzerine doğal olarak başlayan tartışma her iki kesim tarafından boğulmak istendi. Ama tartışma her şeye rağmen sürüyor ve cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça daha da zenginleşip tırmanacağa benziyor. Bu tartışmadan ne çıkacağını, ne gibi siyasi sonuçlar çıkacağını kestirmek kuşkusuz mümkün değil. Ne var ki bugün yaşananlara baktığımızda, en azından “iyi polis-kötü polis” oyunu oynanmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü böylesi bir oyun, ancak iki tarafın anlaşmış olması hâlinde mümkün olabilir. Fakat Gül ile Erdoğan’ın yakın gelecek için anlaşmış olduklarına dair elimizde hiçbir kanıt, hatta işaret yok.Kardeşlik hukukunun sınırlarıKuşkusuz aralarındaki hukuktan hareketle, kimin cumhurbaşkanı adayı olacağı (Gül ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birbirleriyle yarışacaklarını söylemek gerçeküstünün de ötesinde bir tahmin olur) ve bu kişi Erdoğan olacaksa yerine AKP’nin liderliğini kimin üstleneceği gibi kritik konuları sorunsuz bir şekilde çözeceklerini düşünebiliriz.Ne var ki 2007 genel seçimlerinden sonra yaşananlar, “kardeşlik hukuku”nun “sıfır sorun” anlamına gelmediğini bize göstermişti. Seçim zaferinin ardından AKP lideri Erdoğan, Gül’ün adaylıktan feragat etmesini ve yerine Çankaya’ya “düşük profilli” bir ismi yollamayı tercih etmiş, ancak Gül ısrar edince Meclis tarafından kolaylıkla cumhurbaşkanı seçilmişti.Daha yakın bir zamana bakacak olursak, Meclis’teki AKP çoğunluğunun oylarıyla Cumhurbaşkanı Gül’ün ikinci kez aday olmasına yasal engel çıkarıldığını ama Gül’ü rahatsız ettiği anlaşılan bu oldubittinin Anayasa Mahkemesi tarafından bozulduğunu görürüz. (Bütün bu tartışmalı konuları hatırlamak için Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Ahmet Sever ile geçen yıl yaptığımız ve epey ses getiren söyleşiye göz atmanızı öneririm: http://www.rusencakir.com/Cumhurbaskani-pekala-yeniden-aday-olabilir-neden-olmasin——Soylesi-Cumhurbaskanligi-Sozcusu-Ahmet-Sever/1793Verilebilecek daha çok örnek var, ancak şimdilik burada keselim ve önümüzdeki döneme Gül ile Erdoğan ilişkisinin damga vuracağını bir kez daha tekrarlayalım.