Gül, “İran’ı dışlayarak olmaz. Rusya’nın, İran’ın muhakkak sürece angaje edilmesi gerektiğini her zaman söyledim” dedi. Gül, El Kaide gibi radikal unsurların Suriye’de ön plana çıkmasıyla ilgili, “Kesinlikle böyle bir şeyi tolere edemeyiz” mesajı da verdi.- Suriye ile ilgili son süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Kimyasal silahlardan tamamen arındırılmış bir Suriye’nin ortaya çıkması bizim tereddütsüz görmek istediğimiz bir manzara. Ama bunun bir kandırmaca, zaman kazanma girişimi olmaması, teyit edilebilir olması önemli. İkincisi, sanki kimyasal silah kullanıldı diye Suriye bu hale gelmiş, kimyasal silah kısmını kenara aldığımızda sanki ortada bir şey yoktu, tolere edilebilir bir durumdu gibi bir anlayışın asla ortaya çıkmaması gerekiyor. Bu çok önemli. Konuşmamda dikkat çekeceğim. Ama bizim kimyasal silahlarla ilgili alınan karara tereddüt etmediğimizi bilinmesini isteriz ve hatta takdir de ederiz. Bu nihayetinde bir arındırma ama bu arındırma mı olacak yoksa bu bir sözde mi kalacak, hâlâ riskler taşıyacak bir şey mi olacak? Bunlar kolay mekanizmalar değil tabii ki.‘Rusya angaje edilmeli’- Nihayi çözüm siyasi çözüm vurgusunu hep yapıyorsunuz. Burada İran çok önemli. Ruhani ile ilk defa yüz yüze görüşeceksiniz. Ne gibi öneri, eleştiri ve tavsiyeler olacak.Başından beri, siyasi bir strateji olmadan askeri bir müdahale bile olsa sonuç alınamayacağını söylüyorum. En başından beri uluslararası camianın noksanlığı budur. İran tabii ki önemli bir ülkedir. Türkiye nasıl Suriye ile her bakımdan ilgiliyse İran da öyledir. Dolayısıyla İran’la bu konuyu çok samimi bir şekilde konuşacağız. Daha önce de İran’a gidildi, gelindi ama ortak bir anlayış ortaya çıkmadı. Cenevre’de bir ara İran’sız bir şeyler düşünülüyordu, İran’ı dışlayarak olmaz. Rusya’nın, İran’ın muhakkak sürece angaje edilmesi gerektiğini her zaman söyledim. Bu neredeyse 1 yıl oldu. Şimdi gelinen nokta bunu gösteriyor.- Ruhani’nin çok değişik açıklamaları var. Hatta Obama ile görüşme ihtimali olduğu söyleniyor. Nükleer, demokrasi, terörle mücadele konularında Ahmadinejad ile farklı olduğu söyleniyor. İran’da gerçekten bir değişim, uluslararası sisteme entegre olma ihtimali var mı? Yoksa eski sistemin başka bir versiyonu mu?‘Çok olumlu görüyorum’İran köklü bir devlet. Diplomasinin de ne kadar köklü olduğunu biliriz. Bazen sakal ve sarık içerisinde İran’lıları görünce çok yanılgıya düşeriz. Hepsi gerçekten çok vasıflı olan diplomatları vardır. İran’da Ruhani’nin seçilmesi yeni bir dönemin başladığı kesin. Kendisinin özgeçmişine ve yaptığı konuşmalara baktığınızda da görürsünüz. Ama çok da önemlisi atamalarına baktığınızda da görürsünüz. Bunun en önemli işaretlerinde birisi dışişleri bakanlarıdır. Muhammed Cevad Zarif’i çok yakın tanırım. Diğer yaptığı atamaları da takip ediyoruz. Bu İran’da farklı bir dönemin başladığını gösteriyor ama bu nereye gider, nasıl olur göreceğiz. Ben bunu çok olumlu görüyorum. Kabil-i hitap kişiler çıkıyor karşınıza.- Sistem buna izin verecek mi? Geçmişte Hatemi büyük ölçüde, Rafsancani de biraz denedi ama kurulu düzen böyle açılımları set çekti...Bunlar nereye gider önce onu belirlemek lazım. İran İslam Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden sapma olacağını tahmin etmiyorum ama politikalarında daha uzlaşmacı, problemlerin çözümüyle ilgili daha diyaloğa açık, kendi içinde daha özgürlükçü olacaklarını tahmin ediyorum. Daha iki gün önce politik sebeplerle içeride olan çok sayıda kişiyi serbest bıraktılar. Gidişatın iyi yönde olduğu kanaatindeyim.- Ama görmek lazım diyorsunuz? İranlılar hem pragmatiktirler hem diplomasiyi iyi yaparlar. - Suriye söz konusu olduğunda El Kaide ve radikal unsurlar çok ön plana çıktı. Hatta muhalefetle kendi içerisinde önce Kürtler ile sonra Özgür Suriye Ordusu’yla radikal unsurlar savaşıyorlar. Bunların Türkiye’den girip çıktığı Batı medyasında çok dile geliyor. Bu konuda Türkiye’nin pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Gül: Radikalizm, terörizm gibi konular Türkiye’nin en önemli konularıdır. Hükümetin, askerimizin, güvenlik güçlerimizin, bizim Milli Güvenlik Kurulu’nda yaptığımız toplantılarda hep tartıştığımız tedbir alınması gereken konular bunlardır. Kesinlikle böyle bir şeye tolere edemeyiz. Sadece Suriye’ye değil bütün bölgeye tehdit oluşturacak ilerideki bir yapılanmaya, gelişmeye müsaade edemeyiz. Bunlar başka yerlerde görüldü. İlk defa karşılaşılan olaylar değil.‘Suriye bizim açımızdan bir milli güvenlik meselesidir’“BM Genel Kurulu’nun siyasetçilerin, devlet adamlarının bir araya geldiği büyük bir panayır olduğu söylenir eskiden beri. Herkes orada olduğu için birçok görüşme çok pratik bir şekilde, büyük protokollere gerek kalmadan yapılır.Ruhani ile görüşmeİkili görüşmelerimiz içerisinde belki en dikkati çekecek olanlar İran Cumhurbaşkanı ile yapacağımız görüşme. Kendisi cumhurbaşkanı seçilince telefonla arayıp konuşmuştuk. Fransız Cumhurbaşkanı Hollande ile görüşmemiz olacak. Genel kurullarda Amerikan Başkanları prensip olarak ikili görüşmeler yapmazlar. Çünkü biriyle yaparlarsa öbürüyle de yapacaklardır. Bizim zaten böyle bir talebimiz ve beklentimiz de yok. Bu genel kurulun şüphesiz en önemli gündemi Suriye. Müthiş diplomatik görüşmeler var. Bir görünenler, bir de perde arkasında olanlar var. Bu da genel kurulu çok daha önemli hale getiriyor. Bizim açımızdan Suriye birinci derece önemli bir konu, bir milli güvenlik meselesidir. Sadece Suriye’deki yaşananlar olarak görmemek lazım. Yaşananlar şüphesiz ki derinden bizi yaralıyor. Unutulmuş kimyasal silahların yeniden kullanılması, 100 bini aşan insanın ölmesi, insanları neredeyse yarısının göçmen hale gelmesi, bildiğimiz şehirlerin gözümüzün önünde yok olması, yakılması...‘Terdbir almalıyız’ Suriyeliler kadar bu acıyı hissediyoruz. Bunun da ötesinde, bu olayın yansımalarını bizi birinci dereceden tahlil etmemiz, öngörmemiz; uzun vadede gerektiğinde tedbir almamız gerekiyor. Uzaktaki bir ülke için belki işin bu safhası çok önemli olmayabilir ama bizim için çok önemli. Onun için bizim Suriye konusundaki çok aktif olmamız, hükümetimizin çok aktif olmasının anlaşılması gerekir. Suriye halkının yaşadığı ıstırabı duymak ve bunu bitirmek için çabalamak ayrı, bir de olayların neticelerinin radikalizmden göçe kadar yansımalarını ele almak ayrı. Genel kuruldaki konuşmamın en önemli kısmı buna ayırdım.”İç politika sorusu yanıtlamadıSalı günü BM 68. Genel Kurulu’nda konuşacak olan Cumhurbaşkanı Gül, İstanbul-New York yolculuğu sırasında gazetecilerle sohbet etti. Fehmi Koru (Star), Hasan Bülent Kahraman (Sabah), Soli Özel (Habertürk), İsmet Berkan (Hürriyet), Abdülhamit Bilici (Zaman), Aslı Aydıntaşbaş (Milliyet), Hilal Kaplan (Yeni Şafak) ile birlikte Gül’e özellikle Suriye, İran hakkında sorular yönelttik. Gül, PKK’nın çekilmeyi durdurması, yeni anayasa gibi iç politika sorularını cevaplandırmadı. ‘Pazar günü güzel bir maç olacak’Gül, derbiyle ilgili soruyu da yanıtladı: “Galatasaray gerçekten yaralı bir aslan. Bütün acısını almak için uğraşacaktır. Beşiktaş da çok iyi oynuyor. O yüzden güzel bir maç olacak.”
Vehbi (Ersan) ile 1970’li yılların sonlarında tanıştık. Farklı liselerde okuyorduk ama aynı sol hareket içindeydik. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle yakın tarihlerde cezaevine girdik, aynı davadan yargılandık. Ben ondan daha erken tahliye oldum ve yıllar sonra aynı meslekte, gazetecilikte buluştuk. Hatta bir dönem, 2000’li yılların başlarında, Metis Yayınları’nın, ağırlıkla gazetecilerin kaleme aldığı güncel kitapların yayınlandığı Siyahbeyaz dizisini birlikte yürüttük.Vehbi editörlükten fırsat bulduğu zamanda kafasındaki büyük proje üzerine çalışıyordu: 1970’lerde Türkiye Solu. Çok meşakkatli bir işti. Çünkü çok sayıda grup söz konusuydu, bir bölümü hâlâ varlığını sürdürüyor veya sürdürüyor gibi yapıyordu. Çok sayıda açık kaynak vardı ancak bunların ezici bir çoğunluğunu böyle bir çalışmada kullanmanın anlamı ve gereği yoktu.Pişman olma riskiBana göre en ciddi zorluk, sol grupların 12 Eylül’den sonra yaşadıklarını anlayıp anlatmaktaydı. Çünkü hemen herkesi kapsayan tam bir bozgun yaşanmış ama buna denk gelecek bir özeleştiri/muhasebeden hemen herkes kaçınmıştı. Gerek cezaevlerinde, gerek yurt dışında sürgünde ve kısmi olarak Türkiye’de, dışarıda devrimciliği sürdürme iddiasındakilerin anlatıları büyük ölçüde, 12 Eylül öncesindeki “güzel günler” ve sonrasındaki baskı ve zulümden ibaretti.Tabii bir de böyle bir çalışmanın niçin yapıldığı ve ne işe yarayacağı gibi acı bir soru vardı. 1970’li yıllardaki gücünün kıyısına bile varamayan, her geçen gün etkisini yitiren ama geçmişteki yanlışlarının çoğunda ısrar eden yapıların söz konusu olduğu bir ortamda böyle bir çalışma, ne kadar objektif olursa olsun, yapanı pişman edebilirdi.Sevindirici mahcubiyetNeyse, birkaç gün önce Vehbi aradı ve kitabın nihayet çıktığını söyledi. Önce hangi kitap olduğunu anlamadım. Böylesi bir çalışmanın çok zor olduğuna o kadar şartlanmışım ve aradan o kadar zaman geçmiş ki unutmuşum. Ama İletişim Yayınları tarafından basılan 430 sayfalık “1970’lerde Türkiye Solu” beni mahcup etti. Ve böyle bir mahcubiyetten de son derece memnun oldum.1970’li yıllarda da “Türkiye solunda kim kimdir?” sorusu beni epey cezbetmişti. Zaten maşallahımız da vardı, nerdeyse her ay yeni bir grup ortaya çıkıyor; benim gibi meraklı arkadaşlar, kimden neden ayrıldıklarını çözmeye çalışıyorduk. Bu nedenle Vehbi’nin kitabını karıştırdığımda zaten bildiğim birçok şeyi hatırlamış oldum ama epey de yeni şeyler öğrendim.Özellikle 12 Eylül sonrasında, yani bizler içerideyken, dışarıda sol grupların var kalmak için nasıl çaba gösterdikleri ve neden büyük ölçüde başarısız oldukları konusunda çok ayrıntılı bilgiler var kitapta.Ortak tarih penceresiVehbi kitabın önsözünü şöyle bitirmiş: “Eğer sosyalist hareketin tarihine ortak tarih ve ortak deneyim penceresinden bakılırsa, bambaşka şeylerin görüleceği ve hissedileceğine inanıyorum. Her grubun farklı görüş ve pratiği, kendi tekilliğine mahkûm edilmediği ölçüde sosyalist hareketin zenginliğine dönüşebilir.Bu haliyle çalışmanın, sosyalist hareketin ya da siyasi grupların eleştirisini değil, anlamayı ve anlatmayı arzuladığı kendiliğinden anlaşılır. Eğer bunu başarabilirse amacına ulaşmış olacaktır.”“1970’lerde Türkiye Solu” kitabının bunu başarıp amacına ulaşacağına inanıyorum. Tebrikler ve teşekkürler Vehbi.
KCK Eş Başkanı Cemil Bayık, İMC TV Haber Müdürü Hamza Aktan’la söyleşisinde Fethullah Gülen ve hareketine yönelik sert eleştirilerde ve suçlamalarda bulundu. Bu şaşırtıcı değil çünkü Gülen cemaatiyle PKK’nın yıldızlarının hiçbir şekilde barışmadığı, aralarında özellikle Kürt gençlerini kazanma konusunda kıyasıya bir rekabet olduğu ve bu nedenle sık sık ihtilaf yaşandığı biliniyor.Şaşırtıcı değil çünkü Öcalan da BDP heyetiyle yaptığı ilk görüşmenin Milliyet Gazetesi tarafından yayınlanan zabıtlarında da görüldüğü gibi, Gülen ve hareketi hakkında suçlamalarda bulunmuştu. Murat Karayılan da, geri çekilmenin ilan edildiği basın toplantısına katılmak için Kandil’de bulunan bir grup Türkiyeli gazeteciyle sohbetinde, birdenbire konuyu Gülen cemaatine getirmiş ve Bayık’ınkine benzer sözler söylemişti.Gülen hareketi çözüme karşı mı?Öncelikle şunu vurgulamak lazım. Gülen ve hareketinin, Bayık’ın son söyleşide ileri sürdüğü gibi “çözüm sürecine karşı” olduğu tespiti fazlasıyla zorlama. Bilindiği gibi Gülen, 7 Ocak günü, yani süreç başlar başlamaz, “Sulh hayırdır, hayır sulhtadır” başlığıyla haberleştirilen sohbetinde hiç tartışmaya yer vermeyecek bir biçimde hükümetin başlattığı yeni girişime destek vermiş, hatta angaje olmuştu. Ne var ki geçen süre zarfında kendisinden de, cemaatin yayın organlarından da benzer çıkışlara tanık olmadık, hatta tam tersine, Gülen hareketinin sürece yönelik kaygı ve eleştirilerinin öne çıktığını gördük.Ta ki Gülen’in haziran ayında Irak Kürdistanı’nda, Erbil’de Kürtçe yayınlanan Rudaw Gazetesi’nden Rebwar Kerim’in sorularına verdiği yanıtlara kadar. O mülakatta Gülen’in özellikle ana dilde eğitimi “devletin vatandaşlarına karşı adil olmasının gereği” olarak tanımlamasının (http://rusencakir.com/Gulenden-Kurtce-egitim-acilimi-Gec-oldu-ama-iyi-oldu/2049) birçok açıdan bir dönüm noktası olduğunu söyleyebiliriz.Gülen hareketi sürecin neresinde?Ancak Gülen ve hareketinin çözüm sürecinin lehine görüş beyan edip pozisyon alması sürecin içinde aktif bir şekilde yer aldığı anlamına gelmiyor. Cemaatten görüştüğüm bazı kişiler hükümetin kendilerini sürece dâhil etmeye pek gönüllü olmadığından yakındılar. Eğer bu doğruysa, arkasında, yine Kürt sorununun çözümüyle alakalı bir önceki (Oslo) süreçle bağlantılı olarak patlak veren MİT krizi ve bunun hükümetle cemaatin arasını ciddi olarak açması olsa gerek.Öcalan ve PKK yöneticilerinin Gülen’e ve hareketine yönelik kışkırtıcı olarak tanımlanabilecek çıkışlarının asıl hedefinin onlarla savaşmak değil, tam tersine uzlaşmak olduğunu sanıyorum. Nitekim başta sözünü ettiğimiz söyleşide Bayık, cemaatle aralarındaki sorunları çözmek istediklerini, zaten taraflar arasında bazı görüşmeler olduğunu belirtmiş. Bildiğim kadarıyla Gülen ve cemaatin temsil etme durumundaki bazı isimleri Kürt siyasi hareketinin “yasal” koluna dâhil bazı isimlerle diyalog içindeler, ancak bu pozisyonu bir üst aşamaya sıçratıp PKK yöneticilerini ve Öcalan’ı muhatap almalarını, en azından şu aşamada beklemek pek gerçekçi olmaz.Öte yandan PKK ve Öcalan’ın, çözüm sürecinde (ve hatta sonrasında) ellerini daha güçlü kılmak için hükümet ile Gülen hareketi arasındaki gerginliği kollayacağını, elinden geldiğince tırmandırmaya çalışacağını; konjonktüre göre taraflardan birine daha fazla yanaşacağını ve hiç tereddüt etmeden tuttuğu tarafı değiştirebileceğini öngörebiliriz.Son olarak, Kürt siyasi hareketiyle Gülen hareketi arasındaki ilişkinin geleceği konusunda hükümetin alacağı tutumun da belirleyici olmasa bile etkili olacağının altını çizelim.Sonuçta bir iktidar mücadeleleri üçgeniyle karşı karşıyayız; olup biteni anlamak ve olabilecekleri kestirmek için her üç iktidar odağının diğer odaklarla ilişki ve sorunlarını ayrı ayrı değerlendirmemiz gerekiyor.
İlk başladığında çözüm sürecine “yeni İmralı süreci” demeyi tercih etmiştim. “Yeni”ydi çünkü daha önce de “demokratik açılım”, “Oslo süreci”, başka süreçler yaşanmıştı. “İmralı” vurgusu da ilk kez bu sefer sürecin merkezine Abdullah Öcalan’ın alınmış olması nedeniyleydi. Ama zamanla “çözüm süreci” tamlaması dillere yerleşti ve “yeni İmralı süreci” gibi isimlendirmeler kullanılmaz oldu. Bununla birlikte, sürece başından itibaren İmralı, yani Öcalan damga vurdu, hâlen vuruyor, bundan sonra da vuracağa benziyor.Öcalan’ın sahiden çözüm isteyip istemediğini sorgulamaya çalışanlar var. Bana göre istiyor. Hatta onun çözümden murat ettiğinin hükümeti (ve onu destekleyenleri) çok da fazla rahatsız edeceğini sanmıyorum. Zaten çözümün ne olması gerektiği hakkında pek bir tartışma olmadı, sorun yaşanmadı. Sorunların, sıkıntıların ve bugünkü gibi tıkanıklıkların çoğunlukla, çözümün “ne” olmasında değil “nasıl” olması gerektiği noktasında çıktığını görüyoruz.Kandil-İmralı iletişim hattıBiraz daha yakından bakalım: Öcalan BDP’li ziyaretçileri üzerinden yaptığı son açıklamasında sürecin “format”ının yenilenmesi, “diyalog”un “müzakere”ye dönüşmesi gerektiğini söyledi. Bir önceki açıklamasında da kendi konumunun “araçsal” olmaktan “stratejik”e evrilmesi gerektiğini dile getirmişti. Aslında bu iki beklenti birbiriyle örtüşüyor. Nitekim Öcalan her iki açıklamasında, BDP yöneticileri, avukatlar ve ailesi dışında medyayla, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle ve doğrudan PKK ile görüşmesi, iletişim içinde olması gerektiğini belirtmişti.Tıkanmanın Öcalan’ın PKK dâhil dış dünyayla iletişiminde yaşanacak zorluklardan çıkacağı başından beri belliydi. Örneğin mart ayı sonuna doğru Hasan Cemal’in Murat Karayılan ile yaptığı söyleşinin en önemli mesajı, İmralı ile Kandil arasında bir iletişim hattı (http://www.rusencakir.com/Imrali-Kandil-iletisim-hatti/1978 ) kurulması talebiydi. Daha sonra Kandil’de süreçle ilgili basın toplantısını yaptıktan sonra bir grup gazeteciyle sohbet eden Karayılan, burada da çok açık ifadelerle aynı talebi tekrarlamıştı. (http://www.rusencakir.com/Murat-Karayilan-Geri-cekilme-ancak-sonbaharda-biter-ama-Onderlik-daha-erken-istiyor/2003 )Bu bağlamda PKK’nın, geri çekilmeyi durdurma kararını, Öcalan’a rağmen, hatta onu zor durumda bırakmak için aldığı yolundaki iddiaların hiçbir anlamı kalmıyor. Tam tersine, örgüt bu yolla Öcalan’ın pazarlık gücünü artırmayı hedeflemiş olmalı ki son görüşme hakkında bilgi veren BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, onun da söz konusu kararı anlayışla karşıladığını söyledi.Hükümetin kaygısıAma bugüne kadar bu konuda çok somut ilerlemeler kaydedilmedi. Zaten Öcalan’ı sürecin merkezine alarak ciddi bir risk üstlendiğini düşünen hükümet, onun daha fazla görünür ve belirleyici olmasının (veya öyle gözükmesinin) muhtemel etkilerinden çekiniyor olsa gerek.O zaman bu tıkanıklık nasıl aşılacak? Örneğin hükümet iddialı bir demokratikleşme paketiyle “konum” ve “format” değişikliği taleplerini devre dışı bırakabilir mi? İlkin, “çok iddialı” bir paketin çıkması ihtimali çok güçlü değil. İkinci olarak, Kürt siyasi hareketinin temsilcileri “konum” ve “format”ta bekledikleri türden değişikliklerin işaretlerini almazlarsa paketin olumlu yönlerinin üstünü örtüp eksikleri ön plana çıkaracaklardır. Bu da sürecin gidişatını kesinlikle olumsuz yönde etkileyecektir.Görüldüğü gibi Öcalan’ın merkeze alınması nedeniyle umut vaat eden bir süreç, yine onun beklentilerinin hükümet tarafından karşılanmasının (en azından şu aşamada) güç olması nedeniyle tıkanabiliyor.Sürecin Öcalan olmadan ilerlemesi mümkün olmadığı için söz konusu güçlüğün aşılmasını umuyor ve bekliyoruz.
Merakla demokratikleşme paketini bekliyoruz. Ankaralı meslektaşlarımız pakette ana dilde eğitimin olmayacağını, cemevlerine yasal statü verilmesi konusunun da muğlak olduğunu söylüyorlar. Şaşırtıcı değil, ancak umarım bu kulis bilgileri doğru çıkmaz. Şaşırtıcı değil, çünkü bizde hükümetler değişse de devlet, sayıca az olan etnik ve inanç topluluklarının taleplerine hep mesafeli yaklaşır, onları kırmızı çizgiler içinde hapsetmeye çalışır ve bunu da çoğunluğu oluşturan toplulukların kaygılarıyla meşrulaştırmaya çalışır.Pakette ana dilde eğitim konusunda Kürtlerin, cemevleri konusunda Alevilerin beklentilerinin yerine getirilmemesinin çözüm sürecine olumsuz etkisi olacağı kesin, ancak süreci sabote edeceği, hatta sonlandıracağı yolundaki iddialar abartılı. Bununla birlikte söz konusu adımların şimdi atılmaması hâlinde Türkiye, yine gereksiz yere zaman ve enerji harcayacaktır. Çünkü eğer demokratik bir ülke olma iddiamızı, geliştirerek koruyacaksak, ana dilde eğitim ve cemevlerine yasal statü verilmesi gibi eşikleri er ya da geç aşmak zorundayız. Bunlar ne kadar yakın zamanda gerçekleştirilirse o kadar rahat ederiz, ne kadar geciktirirsek de o kadar sancı çekeriz.Kardeşlik hukuku ve dayatmasıŞunu artık çok iyi biliyoruz: Türkiye’de ne zaman sayıca az olanların bazı haklı talepleri “kırmızı çizgiler”in dışına taşıyor görünüp ertelenecek olsa hemen “kardeşlik” söylemi devreye sokulur, bu kez de öyle olacağa benziyor. Aslında bunda bir sakınca yok, çünkü “kardeşlik” cumhuriyetin temellerinden biridir. Ama tek temeli değildir. Örneğin “özgürlük” ve “eşitlik” de cumhuriyetin olmazsa olmazlarıdır.Özgürlük ve eşitliği geri plana atıp sadece kardeşliği vurguladığınızda doğal olarak büyüklük/küçüklük (sayıca çokluk/azlık) ayrımı devreye giriyor ve abiler/ablalar küçük kardeşe kendisi için en iyisinin ne olduğunu öğretiyor, eğer itiraz ederse ona “azla yetinmesini” telkin ediyor. Bu dayatmacı kardeşlik tavrının Kürtlerde yol açtığı refleksi daha önce çok ele almıştık (mesela http://www.rusencakir.com/Artik-bana-kardesim-deme/1898 ).Sünniler itiraz etmezse...Benzer bir durumun Aleviler için de geçerli olduğunu en son gündeme gelen yan yana cami ve cemevi projesinde de görüyoruz. Bilindiği gibi bu projeyi Alevi olmayan çok sayıda yazar güçlü bir şekilde destekledi ve karşı çıkan Alevileri de yine güçlü bir şekilde eleştirdi. Örneğin Zaman’da Mümtazer Türköne şöyle yazdı:“Bu projeye, Sünni kesimden herhangi bir itirazın gelmemesi bile tek başına Türkiye’de katettiğimiz uzun mesafenin önemli işaretlerinden biri. Ama yine de karşı gelenler çıkıyor. Varlıklarını, Aleviliğe değil, Alevi sorununun çözümsüzlüğüne bağlayanlar bu güçlü çözüm adımını durdurmak için şiddet yüklü protesto eylemlerine girişiyor.”Öncelikle Sünni kesimden itiraz gelmediği iddiası aynı gün Yeni Şafak’ta çıkan Hayrettin Karaman Hoca’nın yazısıyla geçerliliğini kaybetti. Kaldı ki doğrudan Alevileri ilgilendiren bir projenin doğruluğunun ölçüsü Sünnilerden itiraz gelmemesi olunca, itiraz eden Aleviler de “parazit” vb. gibi tanımlara layık görülebiliyorlar.Tatmin ve rızaNormal şartlarda ana dilde eğitim ve cemevlerine statü verilmesi gibi konular temel insan hakları kapsamına girer, tartışılması bile abestir. Ancak “kırmızı çizgiler” nedeniyle hâlâ bu sorunları çözemiyoruz. Aslında o kadar da zor değil: Kürtleri ve Alevileri tatmin edecek ve toplumun geri kalan kesimlerinin de razı olabileceği formüller geliştirilebilir.Lakin bizde hep eski alışkanlıklar devreye giriyor ve Kürtler ile Alevilere, sayıca çok olan toplulukları tatmin edecek çözümlere rıza göstermeleri dayatılıyor.Bu kısır döngüden bir an önce çıkılması dileğiyle...
İranlı düşünür Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” adlı kitabı (Çeviren Haldun Bayrı) 1991 yılında Metis Yayınları tarafından basılınca hem sol, hem de İslami entelektüel çevrelerde geniş bir ilgi görmüştü. 6 yıl sonra İran’a ilk kez gittiğimde ilk söyleşimi onunla yapmış ve reformcu Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanı olmasından duyduğu sevinci görmüştüm. Ancak ülkesinin geleceği hakkında çok da umutlu değildi ve galiba haklı çıktı.12 yıl sonra, yine Metis, yine Haldun Bayrı çevirisiyle yeni bir Shayegan kitabı yayınladı: Melez Bilinç. Kitapta Shayegan’ın değişik tarihlerde kaleme aldığı, yine “geleneğin ideolojikleşmesi”, “tarihte tatil”, “kültürel şizofreni” gibi kavramları tartıştığı yazıları yer alıyor. Ama ben bugün kitabın “Arap dünyasının uyanışı” başlıklı önsözüne değinmek istiyorum. Çünkü yazarın 2009’da İran’da seçimlerdeki usulsüzlüğe karşı Yeşil Hareket, 2011’de Tunus’taki “Yasemin Devrimi” ve hemen ardından Mısır’daki Tahrir hareketi üzerine yaptığı bazı saptama ve yorumların Gezi direnişini daha iyi anlamada hayli yararlı olduğunu düşünüyorum.“Rizom” ve ağaçÖncelikle Shayegan, Ferhad Hüsrevhâver’den yararlanarak İran, Mısır ve Tunus’taki hareketlerin ortak noktaların en önemlilerini şöyle sayıyor: “Seküler olmaları, yurttaş saygınlığıyla ilgili talepler, ilkel Batı-aleyhtarlığını reddetmeleri, cinsiyetler-arası eşitliğin daha güçlü bir biçimde kabulü, yeni orta sınıfların su yüzüne çıkışı, başlarında siyasî bir önder bulunmayışı ve yeni iletişim teknolojileri.” Bu noktaları Gezi’de de gözlemek mümkün.Shayegan, bu hareketleri anlamada, Gilles Deleuze’ün, internetin ortaya çıkmasından çok önce FÈlix Guattari’yle birlikte yazdığı “Kapitalizm ve Şizofreni” kitabında geliştirdiği “rizom” kavramına başvuruyor. Alıntılıyorum: “Belli bir yere kök salan ağaçtan farklı olan rizom, her nokta herhangi bir başka noktayla bağlantı kurabildiği için, sonsuz bir ağın oluşmasına imkân verir. Kopsa da, kırılsa da, yeniden uç verir ve başka yönlere yayılır. Ne başı bellidir, ne de sonu; durmaksızın doğa değiştirir, dolayısıyla başkalaşımların kaynağıdır. Bir yandan katmanlara ayrılmış ve mekânı belirginleştirilmiş olmasına rağmen, yine de mekânların dışına çıkaran hatlarla hareket eder; bu hatlar sayesinde yeni temas bağları, başka iletişim ağları oluşturarak ilerler. Hükümetler, gergin tavırları ve felç edici ağırlıklarıyla ağaç şekilli sistemler halinde kalırken, toplumlar ise çeşitlenir, git gide daha fazla göçebeleşir ve yeni dönüşümler doğurma potansiyelini yok etmeksizin, birbirini tutmayan çok sayıda unsuru uç uca getirir. Tahran, Tunus ya da Kahire sokaklarındaki göstericilerin çoğunun gerçek anlamda liderleri olmaması da bundandır: Hiyerarşik bir emir-komuta zincirinden komut almadan kendi kendilerine örgütlenmektedirler.”“Hem fotoğrafçı, hem birey”Shayegan’ın, İran sokaklarındaki gözlemlerinin Gezi deneyimiyle ciddi ölçüde örtüştüğünü görüyoruz: “Her İranlı tek bir kişiydi ama muazzam dal budak salmış bir ağ içinde diğerleriyle bağlantı halindeydi; sokaktaki her kişi hem fotoğrafçı hem birey’di, adeta başlı başına bir muhabirdi; öyle ki, mesajını ânında gönderirken, ötekilerle uyum içinde kendi kişisel görüşünü ifade ediyordu; bu ‘kişisellik’ de oradaki herkesin bütünleyici benliği olabiliyordu.”Ve komplo teorileri: “(İran’da) Hükümetin iddia ettiği gibi yabancı medya tarafından kullanılmaktan ziyade, olayların can evinde çekilmiş görüntüleri dünyanın üzerine boca eden ve olaylara kendi yorumunu dayatarak batılı medyayı ustalıkla kullananlar, bilâkis göstericilerdi. Reformcuları -tıpkı Suriye’de olduğu gibi kitle halinde tutuklayarak hareketin kafasını koparma kararı aldığı zaman iktidarın elinden kaçan da tam bu oldu. Siyasi alanda sesi çıkanları zararsız hale getirirken, iktidar, sistemi temelinden sarsan denetim-dışı tüm ajitasyonlardan ilelebet kurtulacağını zannediyordu. Oysa ilk başta hiç böyle bir şey olmadı, çünkü kendi kendini üreten ağlar işlerine herhangi bir komut almadan devam ediyorlardı; özerklerdi ve başlangıçtaki dinamizmin ivmesiyle kendi başlarına iş görüyorlardı. Bunun kadar önemli bir olay daha var: Heterojenleşme, yani bir başka oluş, bir başkalaşma, bir başkalığı ağırlama süreci, ya da, Guattari’nin deyişiyle, ‘sürekli bir tekrar tekilleşme süreci.”Aktaracak çok şey var ama son bir alıntıyla bitiriyorum. “İşin püf noktası, dünyayı alt üst eden dönüşümlerle uyum içinde olmaktır ya da Octavio Paz’ın deyişiyle, dansa ayak uydurmak ve o günün ritmine uymaktır” diyor İranlı düşünür.Dansa ayak uyduramayan ve uydurmamakta ısrar edenlere özellikle önerilecek bir kitap Melez Bilinç.
Ne zaman Kürt sorunu hakkında, Kürtlerin talep ve beklentileri lehine bir şeyler yazsam “Siz Kürt müsünüz?” diye soranlar çıkıyor. Aynı şekilde ne zaman Alevi sorunu hakkında, Alevilerin talep ve beklentileri lehine bir şeyler yazsam “Siz Alevi misiniz?” diye soranlar oluyor. Soranlar da biliyor olsalar gerek, ne Kürt ne de Aleviyim. Aslına bakılacak olursa Kürt ve/veya Alevi sanılmaktan rahatsız oluyor da değilim. Buna karşılık bu tür soruları yöneltenler için üzülüyorum, ama asıl üzüntüm, Türkiye’de sayıca çok olanların, sayıca az olanların talep ve beklentilerine genellikle kayıtsız kalmaları, sayıca çok olmalarının kendilerine bu hakkı verdiğine inanmaları.Yine de belli ölçülerde mesafe aldığımızı kabul etmeliyiz. Yakın bir döneme kadar resmi görüş, Kürt diye bir şey olmadığı, kendilerine Kürt diyenlerin aslında “dağ Türkleri” olduğu önermesi üzerine şekilleniyordu. Alevilik için de benzer bir durum söz konusuydu, sistemin merkezinde olanından muhalefetinde yer alana kadar herkes Alevilere “var ama yok” muamelesini uygun görüyordu. Evet bunları büyük ölçüde aşmış gözüküyoruz ama Kürtlerin de Alevilerin de temel talep ve beklentilerinin karşılanmasının epey uzağında olduğumuz da bir gerçek.Kavramların yetersiz kaldığı anlarBu tıkanıklığı aşmamızda şu kavram işimize yarayabilir: Diğerkâmlık. Yıllar önce böyle bir sözcüğün varlığından Tanıl Bora sayesinde haberim oldu. O gün bugündür, birçok köklü sorunumuz üzerinde düşünürken bu kavram işime çok yaradı. Bugün Türkiye’de birçok konuda yaşanan ciddi krizler ve kamplaşmaların aşılmasında diğerkâmlığın çatışan taraflarca belli ölçülerde benimsenmesinin şart olduğunu söyleyebiliriz, ama maalesef bunun çok ama çok uzağındayız.Bu noktada son dönemlerde dilimize iyice yerleşen “ötekileştirme”, “nefret söylemi”, “kutuplaşma” gibi başka bazı kavramlara bakmak yararlı olabilir. Örneğin son Gezi direnişiyle birlikte Türkiye’de öyle bir yarılma yaşandı ki, bu kavramlar bile durumu açıklamada yetersiz kaldı. Siyasi iktidara yakın bazı basın yayın oranlarının ve gazetecilerin Gezi direnişi ve direnişçileri hakkında yazıp söylediklerini “ötekileştirme” diye adlandırmak çok zayıf kaçacaktır. Özellikle hayatlarını kaybeden gençler hakkında pek bir üzüntü dile getirilmemesini, hatta bazı dezenformasyonlarla neredeyse ölümlerin meşrulaştırılmaya çalışılmasını da “nefret söylemi” ile karşılamaya çalışmak mümkün olmayacaktır.Yükleri birlikte sırtlanmakTürkiye ne zamandır, taşıyamayacağı kadar ağır yükleri sırtlanmış durumda. Her geçen gün yükler hafifleyeceğine daha da artıyor. Bu yükleri taşımanın güçlüğü, hatta imkânsızlığının asıl nedeni, tarafların, özellikle sayıca çok olan ve iktidarı ellerinde tutanların, bunun sadece sayıca az olanların görev ve sorumluluğu olduğuna inanmaları ve bunu dayatmaları. Halbuki sayıca az olanların o yükün altına kalmaları hâlinde sadece onlar değil tüm ülke kaybedecek.Dolayısıyla bu yükleri hep birlikte taşımamız gerekiyor. En çok da sayıca çok olanların, sayıca az olanların kimliklerini kabul etmeleri, onlara eğreti kimlikler dayatmaktan vazgeçmeleri ve onların temel taleplerini yerine getirmeyi daha fazla ertelememeleri gerekiyor.Kısacası diğerkâmlık egemen olmazsa hepimiz bu yükün altında kalırız.
Pazartesi günü “Alevilere Alevilik öğretmekten bir vazgeçseniz...” başlıklı bir yazı (http://www.rusencakir.com/Alevilere-Alevilik-ogretmekten-bir-vazgecseniz/2102) yazdım ve Alevi dedesi Prof. İzzettin Doğan ile Fethullah Gülen’in “ortak projesi” olarak bilinen yan yana cami ile cemevi inşa etme fikrini eleştirdim. Aynı gün Hürriyet Gazetesi’nde Taha Akyol ile Ahmet Hakan, ertesi gün Radikal’de Eyüp Can bu projeyi alkışlayan yazılar kaleme aldılar. Bu arada Gülen cemaatinin yayın organlarında da Ankara Mamak‘ta Cami-Cemevi ve Kültür Merkezi’nin temelinin atılması haberi olumlu bir şekilde verilirken, buna yönelik Tuzluçayır’da yaşanan olaylı protestolar “bir avuç marjinal”in ürünü olarak gösterildi.Çok verimli, canlı ve hayati bir tartışma söz konusu. Tartışmanın nedenleri olarak da Kürt sorununda en azından zihniyet anlamında olumlu açıdan önemli değişiklikler yaşanırken Alevi sorununun hâlâ el yakan bir tabu olarak varlığını sürdürmesi; Kürt sorunundaki “ret, inkâr ve asimilasyon” politikalarından vazgeçildiğini resmen açıklayan devletin eşit bir duyarlığı Alevi sorununda nedense göstermemesi; örneğin cemevlerine statü tanımamakta ısrar etmesi gibi hususları sayabiliriz.Devletin bu tutumunun Sünni muhafazakârlar ve onların örgütlü yapıları tarafından büyük ölçüde benimsenmesi işleri daha da zorlaştırıyor. Bütün bunlara konjonktürün, özellikle Gezi direnişi ve Suriye krizinin, doğrudan ya da dolaylı biçimde Aleviliği yer yer öne çıkarmasını da ekleyebiliriz. Şöyle ki Suriye’deki iç savaşın tüm bölgeye sıçrama riski ve bunun “mezhepler savaşı” veçhesine bürünmesi ve ülkemizi de etkisi altına alması söz konusu.Yakınlaşma değil yakınlaştırmaÖzellikle Gülen cemaatine yakın bazı tanıdıklarım, sözünü ettiğim yazımı tam da bu sıraladığım olgular temelinde eleştirdiler ve bana “böylesine kritik bir ortamda Alevi-Sünni yakınlaşmasını hedefleyen böyle bir projeye neden karşı çıkıyorsun?” diye haklı görünen bir soru yönelttiler. Eğer bunun “Alevi-Sünni yakınlaşmasını” sağlayabilecek bir proje olduğuna inansaydım tabii ki karşı çıkmazdım. Bana göre bu projeden her iki tarafın birbirine doğru adım atması değil, olsa olsa Alevilerin Sünnilere biraz daha fazla yakınlaştırılması çıkar.Çünkü Türkiye’de bir “cami sorunu” yok, buna karşılık devasa bir “cemevi sorunumuz” var. Gidip gitmemeleri ayrı konu, ancak Aleviler camiye karşı çıkmazlar, fakat çok sayıda Sünni’nin “cemevi de nereden çıktı? Tek ibadet yeri camidir” dediğini biliyoruz ki onlara ülkeyi yönetenlerin hatırı sayılır bir bölümü de dâhil. Kısacası, eğer Alevi-Sünni yakınlaşması gibi bir derdimiz sahiden varsa esas hedef kitlemiz sayıca çok olanlar, yani Sünniler olmalıdır. Bu bağlamda, eğer yan yana cami ve cemevi projesini ortaya atacaksak ilk temeli pazar günü Ankara’da yaşandığı gibi Alevilerin çoğunlukta olduğu bir semtte atmamamız gerekir.Prof. Doğan ve Cem Vakfı konusuBir diğer konu da Alevileri kimin temsil ettiği, edebileceği tartışması. “Aleviliği Alevilere öğretme” eleştirisine bazı Sünni dostlar “Prof. İzzettin Doğan Alevi değil mi, Cem Vakfı Alevi kuruluşu değil mi?” diye itiraz ettiler. Doğru, İzzettin Hoca ülkemizin en önde gelen Alevi şahsiyetlerinden biri, Cem Vakfı da aynı şekilde kendini kanıtlamış bir Alevi kuruluşu. Ancak Prof. Doğan ve Cem Vakfı’ndan farklı yorumlara sahip olan nice Alevi şahsiyet ve kurum var Türkiye’de ve Avrupa’da.Geçen yazıdaki sözlerimi tekrarlamak istiyorum: Devlet ve Fethullah Gülen başta olmak üzere bazı Sünni muhafazakâr şahsiyetler, Prof. Doğan’ın yaklaşımını kendilerine daha yakın görüyor, kendisine birtakım imkânlar sunarak onu bir tür “Türkiye Alevilerinin gayrıresmi temsilcisi” olarak tescillemek istiyorlar. Aleviliğin ne olduğu/olması gerektiği tartışmasına bu şekilde müdahale edip, gruplar ve şahıslar arasındaki rekabette alenen taraf tutmanın yanlış olduğu kanısındayım. Bu nedenle Tuzluçayır’daki olayları “marjinallerin işi” diye kriminalize edip değersizleştirmeye çalışmak yerine Alevilerin önemli bir bölümündeki rahatsızlıkları anlamanın vesilesi olarak masaya yatırmak daha isabetli olacaktır.