Eğer Google’a girip “toplum mühendisliği” diye yazarsanız karşınıza çoğunlukla Türkiye’de dindarların, cumhuriyet rejiminin kendilerine reva gördüğü baskı, yasak ve dayatmalardan şikâyet ve eleştirileri çıkar. Haksız da sayılmazlar çünkü cumhuriyeti kuran irade dinin kamusal alanda görünürlüğünü büyük ölçüde sınırladı, dindarlığı “gericilik”le özdeşleştirip dindarlara “modernlik” dayattı; İslami cemaatlerin faaliyetlerine yasaklar getirdi, var kalmaya çalışanları mahkemeler, hapishaneler ve sürgünlerle bastırıp yıldırmaya çalıştı.Cumhuriyet rejiminin toplum mühendisliği projelerinin tek hedefi dindarlar değildi. Örneğin Kürtlerin kendi dillerini, kültürlerini geliştirmeleri engellendi; gayrimüslimler yok sayıldılar veya kimi zaman üzerlerine kışkırtılmış güruhlar sürülerek ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldılar...Devlet-mahalle el eleÖzetle bu ülke, toplumu kendi isteklerine göre şekillendirmeye çalışan iktidar sahiplerinden çok çekti. 90 yılda yaşanan gerginlik, kutuplaşma ve çatışmaların çoğunun arka planında devletin, toplumun belli kesimlerini kendi istediği sınırlar içerisine çekme gayretleri ve bunda zorlandığı zaman kendisine yakın toplum kesimlerini de işin içine katması vardır: Dindara karşı laik; gayrimüslime karşı Müslüman; Alevi’ye karşı Sünni; sağcıya karşı solcu; Kürt’e karşı Türk...Başbakan Erdoğan’ın “kızlı/erkekli” diye özetlenen son çıkışını işte bu kadim devlet geleneğinin bir devamı, yeni bir toplum mühendisliği projesi, dolayısıyla yeni bir gerginlik, kutuplaşma ve çatışma zemini olarak görmek gerekiyor. Nitekim dünkü gazetelerde, Erdoğan’ı en kritik konularda nerdeyse kayıtsız şartsız desteklemiş olan bazı isimlerin de benzer bir kaygıyla kendisine, henüz vakit varken fikrinden vazgeçmesini telkin ettiğini gördük.Batı’nın tavrıPeki ne olur? Hatırlanacaktır, Başbakan Erdoğan 2004 yılı ağustos ayında zinayı yasaklamaya kalkmış, Avrupa başta olmak üzere Batı’dan tahminlerinin üzerinde bir tepki görünce bundan caymıştı. Eğer ısrar etmiş olsaydı Türkiye’nin AB’den müzakere tarihi alması imkânsızlaşacak, Batı ile bağları zayıflamış olan AKP hükümeti ülke içinde derin devlet güçlerine karşı daha da kırılganlaşabilecekti.Şu anda gündemde olan toplum mühendisliği projesinin zinadan daha vahim olduğu açık. Ne var ki Türkiye büyük ölçüde AB rotasından sapmış durumda. Başbakan da bir süredir AB’yi “cumhuriyetten sonra en büyük proje” olarak sunmuyor; hatta tam tersine, ülkede yaşanan birçok sorundan AB’yi sorumlu tutuyor. Dolayısıyla ilk bakışta AB (ve diğer Batılı güçlerin) itirazının pek etkili olmayacağı, hatta Erdoğan’ı daha da bileyeceği düşünülebilir. Ancak gerek Başbakan’ın, gerekse siyasi iktidarın diğer önde gelen aktörlerinin Batı’yı aslında önemsemeye devam ettiklerini düşünüyorum. Özellikle Gezi direnişiyle birlikte yaşanan ciddi imaj yıpranmasını telafi etmeden yeni bir maceraya yönelmek hiç de akıl kârı olmasa gerek.Lakin bu konu esas olarak bizim kendi iç meselemizdir ve 90 yıl boyunca değişik toplum mühendisliği projelerinden yeterince yorgun düşmüş olan Türkiye ne yapıp edip gençlerin özel yaşamlarına devletin hoyratça müdahalesine izin vermeyecektir.
Aslında Başbakan Erdoğan’ın “kızlı-erkekli” diye özetlenen son çıkışı üzerine yazmayı pek düşünmüyordum. Çünkü onun başlattığı yaşam tarzlarını temel alan bu türden tartışmaları, 28 Şubat sürecinde RP lideri Necmettin Erbakan’ın meşhur ettiği tanımlamayla “suni gündem” olarak görüyorum. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin çok daha önemli, sahici ve yakıcı gündem maddeleri var.Örneğin bugün BDP, Suriye sınırına inşa edilmek istenen duvarı protesto etmek için mayınlı arazide başlattığı açlık grevini ölüm orucuna dönüştüren Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan ile dayanışma eylemi düzenliyor. Yakın bir zamana kadar Suriye sınırlarındaki mayınları temizleyip buraları tarıma açmaya düşünen Türkiye’nin bugün sınıra duvar inşa etme noktasına gelmesi başlı başına acı bir olay.Öte yandan Ankara’nın Suriye sorununa ek olarak “Suriye Kürtleri” diye bir sorunu var ki, giderek daha öncelikli hâle geliyor. Bu sorunun özünü, Abdullah Öcalan, dolayısıyla PKK çizgisindeki PYD’nin her geçen gün daha fazla güç kazanması oluşturuyor. PYD sadece Ankara’yı değil Erbil’i, yani Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni de rahatsız ediyor ve iki taraf bu rahatsızlığı gidermek için birlikte hareket ediyorlar, ama şu ana kadar pek başarılı oldukları söylenemez. Suriye Kürtleri ile ilgili sorunun varlığı, doğal olarak, zaten başka nedenlerle tıkanmış olan “çözüm süreci”nin yol almasını da iyice zora sokuyor.Mahalleye göz kırpmakNe var ki, özellikle son iki yılda Başbakan’ın muhafazakâr yaşam tarzını ülkede hakim kılmaya yönelik çıkışlarının sadece sözde kalmaması ve uygulamaya geçirilmesi, “bunlar suni gündem” deyip tartışmadan uzak kalmayı imkânsız kılıyor. Bazı mülki amirlerin, ortada herhangi bir yasal dayanak olmamasına rağmen Başbakan’ın sözlerini “talimat” olarak kabul edip kolları sıvadıklarını açıklamaları da olayın vahametini tek başına gösteriyor.Erdoğan, üniversite öğrecilerinin kızlı/erkekli aynı evlerde oturmalarını engelleme ısrarına gerekçe olarak “velilerden gelen şikâyetleri” gösteriyor. Bu da bizleri ister istemez Prof. Şerif Mardin’in Mayıs 2007’de kendisiyle yaptığımız bir söyleşi (http://www.rusencakir.com/Prof-Serif-Mardin-Mahalle-havasi-diye-bir-sey-var-ki-AKPyi-bile-dover/749) üzerinden tartışmaya soktuğu “mahalle baskısı” kavramına yeniden başvurmaya mecbur ediyor.Şerif Hoca şöyle demişti: “Türkiye’de ‘mahalle baskısı’ diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de oydu. ‘Mahalle baskısı’ bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır. Bu havanın AKP’den bağımsız olarak Türkiye’de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla AKP değil de, bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır.”Prof. Toprak’ın araştırmasıAralık 2007 - Temmuz 2008 tarihleri arasında, Açık Toplum Enstitüsü ile Boğaziçi Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Projesi tarafından desteklenen bir çalışma yapıldı. Sorumluluğunu tanınmış siyasetbilimci, Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Binnaz Toprak’ın üstlendiği bu çalışma kapsamında 13 ilde 265’i erkek, 136’sı kadın olmak üzere toplam 401 kişi ile görüşülüp “mahalle baskısı” kavramının gerçeğe tekabül edip etmediği araştırıldı.Sonuçta ortaya çıkan “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı 183 sayfalık rapor bize, baskının sadece mahalleden değil devlet ve cemaatlerden de kaynaklandığını gösteriyordu. Gençlerin, kadınların, Alevilerin, çoğunluğun hoşuna gitmeyen farklı yaşam tarzı tercihi olan kesimlerin şikâyetlerini okuyunca insanın içini derin bir ürperti kaplıyordu.Geçen zaman içinde hükümetin “muhafazakâr mahalle”den geldiğini iddia ettiği “talep ve şikâyetler”den hareketle özel hayatlara müdahale etmek istediğine ve yer yer bunu başardığına tanık olduk. Bu durumun zaten mevcut olan “mahalle baskısı”nı daha da artırdığını, artan mahalle baskısının da devleti daha fazla baskıcı hâle getirdiğini söyleyebiliriz.Bu döngüsel gidişatın ne ülkenin, ne de ülkeyi yönetenlerin hayrına olduğu açık. Şimdilik Prof. Mardin’in sözünü ettiğimiz söyleşinin başlığına çıkardığımız uyarısıyla yetinelim: “Bazı İslami alt-çevreler ortaya çıkıyor. Mahalle havası dediğimiz şeyin bu İslami alt-çevrelerle yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum. Bu yeni şekil AKP’yi de döver.”Not: 23 Mayıs 2008’de düzenlediğimiz ve Şerif Mardin’in de katıldığı “Mahalle Baskısı: Ne Demek İstedim?” başlıklı tartışmalı toplantının metnini okumak istiyorsanız: http://www.rusencakir.com/Prof-Serif-Mardin-Mahalle-Baskisi-Ne-Demek-Istedim/2028
Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül yıllar sonra CHP’ye geri döndü. Muhtemelen önümüzdeki seçimlerde ana muhalefet partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı o olacak. Kuşkusuz Gürsel Tekin başta olmak üzere başka aday adayları da var, ancak CHP yönetiminin, kendisinin istemesi durumunda Sarıgül’ü aday göstermemesi bu aşamadan sonra çok zor görünüyor. Çünkü onun dışında herhangi bir adayla seçime girip başarısız sonuç alınması hâlinde “Sarıgül olsaydı böyle olmazdı” seslerinin yükseleceği ve mevcut parti yönetiminin ciddi bir şekilde sarsılacağı ortada. Hatta böylesi bir krizin ardından aynı Sarıgül CHP’nin liderliğine bile talip olup kazanabilir de.Galiba CHP’nin Sarıgül ile ilgili sıkıntısının temelinde tam da bu olgu, yani onun belediye başkanlığını parti liderliği ve mümkünse oradan da başbakanlık için düşünüyor olması yatıyor.Peki sahiden Sarıgül CHP’nin başına geçebilir mi? Bu sorunun en kestirme cevabı “neden olmasın!”dır. Tıpkı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir önceki yerel seçimlerde yaptığı gibi İstanbul’da kazanmasa bile partisinin oylarını bariz bir şekilde artırması hâlinde Sarıgül’ün CHP için “yeni umut” olması ve yaşanacak ilk ciddi krizin ardından da CHP’nin lideri olması herhâlde kimseyi şaşırtmayacaktır. Hele İstanbul’u CHP adayı olarak kazanması hâlinde önünün alabildiğine açılacağı da muhakkaktır.Sarıgül’ün farkıMustafa Sarıgül denilince akla Türkiye’nin dört bir köşesine yazılmış olan “Çare Sarıgül” sloganı geliyor. Tabii burada esas kastedilen onun Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek yegâne siyasi lider olduğu. Ancak şu ana kadar bu sorunların ne olduğunu ve bunlar için hangi çözümleri önerdiğini Sarıgül’ün ağzından pek (yoksa “hiç” mi demeliydim?) duymadık. Çünkü o kendisini hep “siyaset yapmayan bir siyasetçi” olarak gösterdi.O zaman soruyu şöyle sormak lazım: Siyaset yapmamayı bir meziyet olarak gören ve gösteren bir siyasetçi ne için ve nasıl bir çare olur?Sarıgül olgusunu anlamak için galiba bu sorudaki “ne”den ziyade “nasıl”a odaklanmak gerekiyor. Çünkü Sarıgül, bugüne kadar merkez sol siyasetçilerde pek alışık olmadığımız bir yönüyle dikkat çekiyor: Toplumun tüm kesimlerine hiçbir çekince olmaksızın gitmesi, kendisini onlar gibi birisi olarak göstermesi ve bu arada onlara hizmet götürmesi.Örneğin Sarıgül’ün siyasi kariyeri boyunca baş örtüsü konusunda yasakçı bir tavır izlediğini görmedik. Hatta bu yüzden mahallesinde kendisine şüpheyle yaklaşanlar oldu, benzer durumdaki birçok kişiye yapıldığı gibi ona da “cemaatçi” etiketi yapıştırıldı. Ne var ki Meclis’in nihayet (ve çok şükür) yıllar sonra baş örtülü milletvekillerine de açılmış olması ve CHP’nin de bu konuda kriz çıkarmamış olması Sarıgül ve benzeri isimlerin tutumunun doğru olduğunu gösterdi.Tekrar Sarıgül’ün neye çare olabileceği konusuna dönecek olursak: Sarıgül, aşırı ideolojik vurgular nedeniyle her geçen gün daha fazla kendi içine kapanan CHP’yi daha geniş kitlelere açma potansiyeline sahip bir isim.Ancak ortada ciddi bir sorun var: Herkese ulaşmanın yol ve yordamlarını bilmek, herkesin oyunu almak anlamına gelmiyor. Yani Sarıgül’ün, topluma ulaşma konusunda CHP’de çok fazla kişide olmayan bu meziyetlerini siyasi duruş ve programlarla pekiştirmesi şart.Eğer her zaman olduğu gibi, yanlış yapmamak için hiçbir şey yapmama, söylememe tutumunu sürdürürse belediye başkanlığının ötesine geçebilmesi pek mümkün gözükmüyor.
Karl Marx ve Friedrich Engels’in 1848 yılında kaleme aldıkları Komünist Manifesto “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Komünizm hayaleti” diye başlar ve şöyle devam eder: “Avrupa’nın tüm eski güçleri bu hayalete karşı kutsal bir sürek avı için ittifak hâlindeler.”Buradan esinlenerek şöyle bir cümle kurabiliriz sanıyorum: “Türkiye’de bir hayalet dolaşıyor: Gezi hayaleti.”Yıllarca bu ülkeyi yönetenler toplumu hep “komünizm hayaleti” ile korkutmuş; kendi yarattıkları sorunların sorumluluğunu komünistlere yüklemiş; demokrasi, temel hak ve özgürlükler konusundaki her türlü ihlali, gecikmeyi vs. komünizmle mücadele bahanesiyle meşrulaştırmaya çalışmışlardı.Bir süredir, komünizm yerine “Gezi hayaleti”nin devrede olduğunu görüyoruz: Örneğin olimpiyatların alınmamasının, İstanbul’un trafik sorununun ardında Gezicileri arayanlar çıkmıştı; dün de Türkiye Gazetesi, Marmaray’da yaşanan aksaklıkların sorumluluğunu manşetten Gezicilere yükleyerek bu hezeyanın varmış olduğu noktayı gözler önüne serdi.Nedir bu Gezi ruhu?Marx ve Engels, komünizme karşı sürek avından “Komünizm, artık tüm Avrupa iktidarları tarafından bir güç olarak kabul edilmiştir” sonucunu çıkarmışlardı. Biz de kendisi geride kalmış olmasına rağmen, siyasi iktidarın (ve onun destekçilerinin) Gezi direnişiyle bir şekilde ilişkide olan kişilere karşı sürdürdüğü sürek avından (işlerini kaybedenler, kara listeye alınan sanatçılar, yurtlarından çıkarılan öğrenciler...) ve kesintisiz devam eden karalama kampanyalarından “Gezi direnişi bitmiş olsa bile onun ruhunun varlığını sürdürüyor olma ihtimali siyasi iktidarı rahatsız ediyor” sonucuna varabiliriz.Tam da bu noktada, bir kez daha “Nedir bu Gezi ruhu?” sorusuyla karşılaşacağımız muhakkak. Malum, Gezi’de birbirinden farklı, hatta birbirine zıt farklı toplumsal kesimlerin, siyasi düşünce sahiplerinin, birçok kimlik hareketinin temsilcilerinin bir arada bulunması kafaları epey karıştırdı. Örneğin, şu günlerde bu konuda bir saha araştırması yürüten Boğaziçi Üniversitesi’nden siyaset bilimci dostum Prof. Hakan Yılmaz Gezi’yi “kimlik hareketleri sonrasında ortaya çıkan siyasi arayışın metropoldeki ilk görünümü” olarak niteleyip “çok kültürlü yeni bir toplum modeli arayışı” olarak görüyor.Sol ve kimlik siyasetleriArtık, geçen hafta peş peşe iki yazıyla yaptığımız HDP (Halkların Demokratik Partisi) değerlendirmesine devam edebiliriz. Bu yazılarda özetle, “Bu daha başlangıç” sloganını öne çıkarmasına rağmen HDP’nin Gezi ruhunu tam olarak yansıtamadığını ileri sürmüştüm. HDP’den bazı isimler de, örneğin partilerinde “gençlik kotası” bulunduğunu hatırlatarak ya da farklı Gezi bileşenlerinden katılımcıları göstererek bu eleştirileri abartılı ve haksız bulduklarını söylediler.1980 sonrası Türkiye sosyalistlerinin en temel sorunlarından biri, yükselen kimlik siyasetlerine ayak uyduramamak olmuştu. Bunun sonucunda Kürtler, Aleviler, feministler, çevreciler, LGBT bireyler ve diğerleri, büyük ölçüde sol grupları terk edip kendi hareketlerini inşa ettiler veya var olan hareketlere dâhil oldular. Ancak yakın zamanlarda, Türk solunun Kürt siyasi hareketiyle ittifak hâlinde olan bölümünün, kimlik hareketlerine karşı mesafeli tutumdan uzaklaşabildiğini gördük ki bunların çoğu HDP içinde yer alıyor veya ona sıcak bakıyor.Lakin HDP’ye baktığımızda Prof. Yılmaz’ın işaret ettiği “kimlik hareketleri sonrasında ortaya çıkan yeni siyasi arayış”tan ziyade farklı kimlik hareketlerinin yan yana durmasını, tabii bir de kaderini büyük ölçüde Kürt hareketinin kaderine bağlamayı görüyoruz.Bu hâliyle, Gezi hayaleti Türkiye’de yalnız başına gezinmeye devam edeceğe benziyor.
G.Saray'ın Kopenhag ve Kayserispor maçlarındaki üstün performanslarından sonra Arena’da zevkli bir maç bekliyorduk ancak hayâl kırıklığına uğradık. Özellikle ilk 45 dakikada ne yaptığını bilmeyen, Konyaspor’un presine sık sık yenik düşen bir G.Saray vardı. Orta sahanın ve defansın hatalarına Muslera da ayak uydurunca konuk ekip çok kolay bir golle öne çıktı. Ve ilginç bir şekilde presini de sürdürdü. İlk yarı böyle bitecek derken yine ‘çare’ Drogba devreye girdi ve Umut’un sağ kanattan yaptığı ortaya kafayı vurarak eşitliği getirdi.MUSLERA&SELÇUK ŞAŞIRTTI2. yarıda da büyük ölçüde benzer bir maç seyrettik. Etkisiz G.Saray atakları, orta saha ve defansta pas hataları ve Konyaspor’un karşı atakları. Kimilerine göre sorun kanatların Umut ve Burak’a emanet edilmesinden kaynaklanıyordu, ancak Kayseri deplasmanında da aynı formül denenmiş ve tutmuştu. Bu sefer olmamasının bir nedeni belki Sneijder’in daha 5 dakika dolmadan sakatlanması ve yerini çok kötü gününde olan Emre Çolak’a bırakmasıydı. Ama Sarı-kırmızılıların sorunu tek bir oyuncunun sakatlanmasıyla izah edilemeyecek kadar ciddiydi. Drogba dahil bütün takımı kapsayan genel bir yorgunluk ve yetersizliğe tanık olduk ki; özellikle Emre, Muslera, Semih ve Selçuk’un taraftarı olumsuz anlamda epey şaşırttığını söyleyebiliriz.KAYBETME ENDİŞESİ...Maçın son dakikalarında yazıyı yazmaya başladığımda, hemen yanımdaki Milliyet yazarı Kadri Gürsel, “Bu maçtan ne anladın ki yazacaksın?” diye sordu. Sahiden pek bir şey anladığımı söyleyemeyeceğim, fark yapabileceği bir maçta son düdük çalana kadar puan kaybetme endişesiyle ayakta durmaya çalışan bir takımın taraftarı olmak kesinlikle iyi bir şey değil.
Dünkü yazıyı “Kürt hareketinin sahiden sosyalist sola ihtiyacı var mı? “(http://www.rusencakir.com/Kurt-hareketinin-sahiden-sosyalist-sola-ihtiyaci-var-mi/2155) sorusuyla bitirip başlığa da aynı soruyu çıkarınca, bazı okuyucular benim cevabımın “hayır“ olduğunu düşünmüş. Değil, bugünkü yazıya saklamış olduğum cevabım “evet“ti. Hatta daha öteye giderek, tüm Türkiye’nin sahiden sosyalist sola ihtiyacı olduğuna inanıyorum. (Aslında bu inanca 14 yaşımdan beri sahibim ve onu her şeye rağmen korumaya çalışıyorum.)Ama sahici bir sosyalist hareketin ve hareketliliğin olması şartıyla. Türkiye böyle bir hareketle 1960 sonlarından 70 başlarına ve 1970’lerin ortalarından 12 Eylül 1980 darbesine kadarki süreçlerde belli ölçülerde sahipti. 80 sonrasındaysa bir türlü kendisini toparlayamadı ve özellikle din, mezhep ve etnisite temelli kimlik hareketleri karşısında sürekli geriledi. Sonuçta günümüz itibariyle kendi ayakları üzerinde duran, belli bir toplumsal desteğe sahip etkili bir sosyalist hareketten söz etmemiz mümkün değil.Dolayısıyla şu değerlendirmeyi rahatlıkla yapabiliriz: Sosyalist solun var kalmak için Kürt siyasi hareketine daha fazla ihtiyacı var.Amaç uyumsuzluğuNitekim son dönemde genel kamuoyunun belli ölçülerde aşina olduğu bazı sosyalist şahsiyetlerin bu popülariteye ulaşmasında Kürt hareketinin katkıları yabana atılamaz. HDP (Halkların Demokratik Partisi) ile tek tek kişilerin değil genel olarak sosyalist hareketin toplumda yeniden kök salmasının hedeflendiği anlaşılıyor ki bunun ne derece mümkün olduğunu tartışmayı, dünkü yazımızda bıraktığımız yerden sürdürelim.Bir yanda HDP’nin yakalamış olduğu bazı fırsatlar ve şanslar, diğer yanında yer yer açmaza dönüşen bazı sorunlar/şanssızlıklar söz konusu. Örneğin HDP’nin ana amacı Kürt hareketinin “Türkiyelileşme“ arayışlarına bir cevap vermek mi, yoksa sosyalistlere bir zemin sunmak mı? Ya da her iki amacı birden gerçekleştirmek mümkün mü? Eğer, dün de değindiğimiz gibi, Kürt hareketinin sol ağırlıklı tavanıyla milliyetçi, İslami kaygı ve beklentilerin de yoğun olarak yaşandığı tabanı arasında bir uyum sorunu olmasaydı, bu belki, o da bir ölçüde mümkün olabilirdi. Ama HDP’de bu iki amaç arasındaki gerilim daimi bir sorun potansiyeli olacağa benziyor.Öcalan faktörüHDP’nin en büyük şansı, bunun bir Abdullah Öcalan projesi olması. Öcalan’ın ilk dile getirdiğine birçoklarına “eklektik, gereksiz, zamansız, saçma, imkânsız” vb. gelen birçok görüş ve projesinin zamanla belli ölçülerde hayata geçtiğini veya geçme ihtimalinin belirdiğini gördük. Örnek çok ama onun devlet tarafından muhatap alınıp çözüm sürecinin merkezine konulmuş olması, çok değil, birkaç yıl önce çok kişi için hayaldi, ama gerçek oldu.Ne var ki Öcalan bütün bu projelerini çok güçlü bir örgüt ile yaygın ve her geçen gün daha da artıp güçlenen bir kitle desteğiyle gerçekleştirdi ki sosyalist solun en büyük eksikleri bunlar.HDP’nin bir diğer şansı, dün de ele aldığımız gibi, Gezi direnişi gibi mevcut siyasi yapıları kökünden sarsan tarihi olayın ardından ilk kongresini yapmasıydı. Eğer Gezi direnişi HDP’yi oluşturan kesim ve aktörler tarafından iyi okunmuş olsa ortaya bambaşka bir siyasi oluşum çıkabilir ve statükoyu tıpkı Gezi direnişinin yaptığı gibi sarsabilirdi. Ama olmadı. Bunun bir nedeni Kürt hareketinin daha ilk başladığı andan itibaren Gezi’ye mesafeli yaklaşmış olması ve bütün özeleştirilere rağmen bu mesafeyi tam olarak kapatmamasıdır. Bir başka nedense, sosyalistlerin Gezi’nin LGBT, Aleviler gibi diğer bileşenlerinden bazı isimleri aralarına katmakla Gezi ruhunu HDP’ye taşımış olduklarını sanmaları olsa gerek.Lice deneyimiHalbuki Gezi’nin ana omurgasını belki de ilk ciddi siyasi eylemlerini burada yapan; medyanın ve polisin kendilerine yönelik tavrından hareketle Kürt sorununu daha iyi kavrayan, Kürtler ve Kürt hareketiyle kendiliğinden bir şekilde empati kuran kişiler oluşturuyordu.Haziran ayı sonunda, Medeni Yıldırım’ın hayatını kaybettiği Lice olaylarından sonra (http://www.rusencakir.com/Lice-olaylari-uzerine-birkac-hizli-not/2052) şöyle yazmıştım: “Gezi direnişiyle birlikte İstanbul ile Diyarbakır, Taksim Meydanı ile Newroz Meydanı arasındaki mesafe hızla kapanmaya başladı. Gezi direnişçilerinin akşam forumlarında Lice’yi tartışması, bunun için yürüyüşler düzenlemesi de Türkiye toplumunun ‘hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır’ durumundan sıyrılmakta olduğunu gösteriyor.”Belki aceleye geldiğinden, belki başka nedenlerle HDP bu yeni dinamiği yakalamaktan uzak görünüyor. Samimi olarak yanılmış olmayı diliyorum.
Başbakan Erdoğan‘ın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan önceki gün Star Gazetesi’nde adıyla, dün de Yeni Şafak Gazetesi’nde “Yasin Doğan“ müstearıyla, geçtiğimiz hafta sonu ilk kongresini yapan HDP (Halkların Demokratik Partisi) üzerine iki ayrı yazı yazdı. Öncelikle bu iki yazı bize hükümetin HDP olayını epey ciddiye aldığını gösteriyor.Peki Akdoğan (dolayısıyla hükümet) bu partiye nasıl bakıyor? HDP’nin, Abdullah Öcalan‘ın talimatıyla BDP’nin “Türkiye partisi“ne dönüşmesi amacıyla kurdurulduğunu biliyoruz. Akdoğan ise HDP’nin bu hedefe ulaşabileceğine inanmıyor, hatta Kürt siyasi hareketinin Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olabileceğini ima ediyor.Onun bu yaklaşımı Kürt hareketinin tabanında da rağbet gördüğünden, “Çözüm sürecinin tam ortasında ve yerel seçimlerin arifesinde böyle bir şeyin zamanı mı, ne gerek var?“ türünden yakınmaların epeydir seslendirildiğinden de haberdarız.Uyum sorunuOrtada çok ciddi bir uyum sorunu olduğu muhakkak. Şöyle ki, PKK 1970’li yılların sonlarına doğru Marksist-Leninist bir örgüt olarak doğdu, bu doktrine sahip kadrolar tarafından yönetildi ancak en büyük gelişimini solculuktan Kürt milliyetçisi çizgiye doğru yönelerek gerçekleştirdi. Sonuçta bugün Kürt siyasi hareketinin, büyük ölçüde sosyalist düşünceye sahip kadrolar tarafından yönetildiğini ama tabanda ezici çoğunluğu oluşturanların temel motivasyonunun Kürtlük ve Kürt kimliği olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla hareketin tavanı Kürt olmayan solcularla bir şekilde beraber yürümek isterken, taban bunu çok fazla dert edinmiyor, hatta böyle bir ihtimalden, kendi yürüyüşünü zora sokabileceği için uzak durmaya çalışıyor.Önceki akşam Çankaya Köşkü‘nde 29 Ekim resepsiyonunda karşılaştığım BDP’lilerle sohbet ettiğimde benzer kaygılara tanık oldum. İçlerinden biri, HDP içinde yer alan sosyalist soldan kişi ve gruplara, zor zamanlarda yanlarında oldukları için minnet duyduklarını hatırlattı, ancak bu kesimlerin ülkenin batısında pek bir toplumsal karşılığı bulunmadığının da altını çizdi. Hatta ona göre, sosyalist solun HDP’deki ezici ağırlığı, Kürt siyasi hareketinin diğer toplumsal/siyasi çevrelerle mümkün olan ilişkilerinin önünü kesebiliyor.Gezi faktörüEğer HDP ilk kongresini, örneğin geçen yıl yapmış olsaydı belki üzerinde konuşmaya bile kalkmaz, “nasıl olsa fos çıkacak” der ve geçerdik. Ancak Gezi direnişiyle birlikte Türkiye’nin bütün siyasi kalıpları altüst olduğu için “Bu daha başlangıç...“ sloganıyla yola çıkan HDP için “acaba...“ ile başlayan sorular soruyoruz. Çünkü HDP içindeki solcuların “Gezi ruhu“nu partiye taşıyabilmeleri durumunda marjinallikten sıyrılmaları ve onu “dışı Türk, içi Kürt“ bir parti olarak algılanmaktan kurtarmaları ihtimal dâhilinde.Peki bu ne kadar mümkün? Şahsen çok mümkün olduğunu sanmıyorum, çünkü HDP içinde yer alan (dışında kalanların çoğu da öyle aslında) sosyalist soldan isimlerin Gezi’ye büyük ölçüde eski kalıplarla baktıklarını düşünüyor ve görüyorum. Örneğin, eğer “Gezi ruhu” denilen olguyu anlamış olsalardı, büyük bir kısmı yeni bir partide bu kadar ön plana çıkmaz, yerlerini genç ve yeni isimlere bırakırlardı.İnenler ve çıkanlarŞu notu mutlaka düşmek lazım: Genç Abdullah Öcalan, başta Mahir Çayan olmak üzere 1970’li yılların Türk sosyalistlerinden esinlenerek yoktan bir Kürt siyasi hareketi yarattı. Buna karşılık, Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş‘in, İbrahim Kaypakkaya‘nın ve diğer devrimci liderlerin takipçisi olma iddiasındaki solcular bir zamanların güçlü sol hareketinin adım adım yok olmasının önüne geçemediler.O zaman önümüzde şu sorular duruyor: Sosyalist solun yeniden güçlü bir şekilde varlık göstermesi mümkün mü? Mümkünse nasıl? Kendi Öcalan’ını çıkartarak mı? Değilse, sosyalistlerin tek seçeneği Kürt hareketine küçük bir parça olarak eklemlenmek midir?Ve tabii ki esas soru: Kürt siyasi hareketinin sahiden sosyalist sola ihtiyacı var mı?
Geçen yıl bugünkü yazımı (http://haber.gazetevatan.com/cumhuriyet-kavraminin-icini-nasil-doldurduk-dolduruyoruz/489873/4/yazarlar) iki soruyla bitirmiştim: 1) 89 yılda cumhuriyet bu ülke insanlarına neler verdi? 2) Bu ülke insanları cumhuriyet kavramının içini nasıl doldurdu, dolduruyor?Artık 90. yıldayız ve geçen bir yıllık süre zarfında bu iki soruyu cevaplama noktasında bize yardımcı olabilecek epey gelişme oldu. Tabii öncelikle, başlığa da çıkarttığımız Gezi Parkı direnişi. Farkındayım, Gezi Parkı’ndan hareketle yaşananlara “direniş” denmesinden rahatsız olan çok kişi var. Olabilir, ancak dünyanın her yerinde toplumun bir kesimiyle devleti karşı karşıya getiren bu türden olaylara “direniş” denir. Yine farkındayım, cumhuriyet kavramıyla Gezi direnişini aynı cümle içinde kullanmak bile birçok kişiyi rahatsız ediyor. Olabilir, ama Gezi’de neyin niçin olduğunu daha iyi anlamak istiyorsak onu bu iki kavramla birlikte değerlendirmek şart.Gezi’nin cumhuriyetçi yönüBirçok kişi cumhuriyeti farklı tanımlayabilir, belki de Fransız ekolünden geldiğim için olsa gerek, benim tercihim hep Fransız Devrimi’nin o üç ilkesini, yani “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik”i öne çıkarmak olmuştur. Gezi’ye bu açıdan baktığımızda her üç ilkenin de direnişte baştan sona var olduğunu görüyoruz:1) Gezi direnişine insanlar özgür iradeleriyle katıldılar. Öte yandan bir çevre hareketi olarak başlayan direniş kısa süre içinde her türden hak ve özgürlük talebinin dile getirildiği bir arena oldu.2) Belli bir hiyerarşinin olmadığı Gezi’de herkes eşitlenmişti. Öte yandan direnişe katılanların en büyük beklentilerinden biri, siyasi iktidarın kendilerine eşit yurttaş muamelesi yapmasıydı.3) Gezi’de, o zamana kadar birbirlerini tanımayan veya birbirleriyle sorunları olan kesimler şaşırtıcı bir şekilde yan yana durabildiler.Ne var ki, toplumun bir bölümünde dayanışma ve kardeşlik duygularını pekiştiren Gezi direnişi, hükümetin uzlaşmaz tutumu nedeniyle toplumda zaten var olan kamplaşmayı daha da derinleştirdi.Hükümetin neden böylesine yanlış bir strateji izlediği noktasında aklıma öncelikle şu üç gerekçe geliyor:1) Daha önceki farklı toplumsal protestoların çoğunu polis zoruyla kolaylıkla bastırabilmiş olan hükümet yetkilileri bu sefer korku eşiğinin aşılmış olduğunu, tazyikli su+biber gazının artık pek etkili olmadığını anlayamadılar. Bunun verdiği öfkeyle tepkilerini giderek şiddetlendirdiler;2) Şu ya da bu şekilde, halkta Gezi’ye yönelik destek kadar, hatta ondan daha fazla tepki olduğu sonucuna varan Başbakan Erdoğan, bunu yaklaşan üç kritik seçim için kullanmaya karar verdi;3) Son üç gün boyunca ele almaya çalıştığımız gibi, Türkiye’de hükümet olmaktan devlet olmaya terfi etmiş olan AKP hükümeti, bunun verdiği özgüvenle uluslararası sistemle bağımlılık ilişkilerini azaltma yoluna girmiş; bu yüzden küresel güçlerin tepkisini çekmeye başlamıştı. Gezi direnişinin beklenmedik etkisini anlamakta zorluk çeken siyasi iktidar, bunu söz konusu küresel güçlerin komplosu olarak tanımlayarak bir taşla iki kuş vurduğunu düşündü.Yanlış yaptılar ve yanlışlarında ısrar ediyorlar. Hükümetin, vatandaşlarının talep ve beklentilerini dinleyip elverdiğince yerine getirmeye çalışmak varken, onları bir tür “vatan haini” gibi görmesinin 90. yılına giren cumhuriyetin ruhuna uygun olmadığı açıktır. Umarım en kısa zamanda bu yanlışlıktan dönülür.Herkesin Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarım.