Dün hükümetin iki önemli isminin Gezi Parkı direnişi üzerine iki ayrı ve birbiriyle çelişen sözüne tanık olduk. İlk haber Washington’dan geldi. Burada Brookings Enstitüsü’nde konuşma yapan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “Türkiye’deki gösteri yapma hakkını, örneğin Gezi Parkı (protestolarını), sadece Avrupa’daki ülkelerle karşılaştırabilirsiniz, Orta Doğu ülkeleriyle değil. Eğer yanlışlar varsa da bunlar kanunlar çerçevesinde ele alınır ama kimse Türkiye’yi basın özgürlüğünün, toplanma özgürlüğünün, adil ve özgür seçimlerin olmadığı ülkelerle karşılaştıramaz. Türkiye’deki bu gösterilerin, Avrupa’daki gösterilerle benzer olmasından onur duyuyoruz” dedi.Başbakan R. Tayyip Erdoğan da, partisinin dünkü Meclis grup toplantısındaki konuşmasında sözü ne yapıp edip yine Gezi direnişine getirdi. Erdoğan uzun süre hafızalarda kalacak konuşmasında, yıllar önce bir ödül töreninde Ahmet Kaya’ya saldıranlara “Şimdi diyorlar ki ben o sırada tuvaletteydim ben o sırada dışarıdaydım. Ulan hepiniz oradaydınız. Kamera kayıtlarında hepinizi görüyoruz. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” diye seslendi.AKP liderinin bu “ulan”lı çıkışının kamuoyunda beğeni toplama ihtimali hayli yüksek. Ancak bundan hemen önce “Ahmet Kaya’ya kimler saldırdı?” diye sorup bunun cevabını “Gezi Parkı’nda bize saldıranlar kimse onlar saldırdı” şeklinde vermesi için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Çünkü dün gün boyu sosyal medyada fotoğraflarıyla ve isimleriyle bir kez daha teşhir edilen saldırganların Gezi direnişiyle herhangi bir ilgilerinin olmadığı, hatta bazılarının alenen direnişçilerin karşısında ve hükümetin yanında yer aldıkları biliniyor.Bitti ama ruhu yaşıyorDavutoğlu ve Erdoğan’ın ister olumlu, ister olumsuz anlamda konuşmalarında mutlaka Gezi’den söz etmek durumunda kalmaları, bu direnişin, AKP iktidarının 11 yılına, dolayısıyla Türkiye’nin yakın tarihine damgasını basmış olduğunu, fiilen bitmiş olsa da etkisinin ve “ruhu”nun varlığını daha uzun süre devam ettireceğini kanıtlıyor.Tabii sözünü ettiğimiz iki farklı haber nedeniyle ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Davutoğlu’nun ABD’de onur duyduğu Gezi’yi, Erdoğan onursuz bir eylemmiş gibi tarif ediyor. Aslında devletin Gezi’ye bakışındaki bu farklılık direnişin ilk günlerinde ortaya çıkmış, o tarihte vekaleten başbakanlığı üstlenmiş olan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de desteğiyle direnişin temsilcileriyle görüştükten sonra Gezi’nin mesajını aldıklarını belirtip çözüm mekanizmalarını işletmeye başlamıştı. Ne var ki Başbakan Erdoğan, Kuzey Afrika gezisi sırasında bir basın toplantısı vesilesiyle canlı yayında herhangi bir mesajın alınmasının söz konusu olmadığını söyleyip direnişi polis zoruyla bastırmakta ısrar edince Gül ve Arınç kendilerini geri plana çektikler ve bildiğimiz gelişmeler yaşandı.Davutoğlu’nun dönüşüDün Davutoğlu’nun Brookings’teki sözlerini duyunca aklıma tabii ki Cumhurbaşkanı Gül ve onun, New York’ta bir yatırım şirketinde yine Gezi hakkındaki bir soruyu “Bu ve benzeri olayların başlangıcı ile ilgili açıkçası gurur da duyarım” diye cevaplamış olması geldi. Gül aynı çizgiyi TBMM açılış konuşmasında da şu şekilde sürdürmüştü: “Gezi Parkı’nda çevre duyarlılığı ve şehir estetiği kaygılarını sergileyen gençlerin barışçı eylemlerini, demokratik gelişkinliğimizin yeni bir tezahürü olarak gördüm. Uzun yıllar yargısız infazlarla, işkenceyle ve vahim insan hakları ihlalleriyle anılmış olan ülkemizin, bu kez gelişmiş demokrasilerdekilere benzer kaygı ve taleplerle gündeme gelmesinde çekinilecek bir husus yoktu.”Hatırlanacaktır, Gezi sürecinde Davutoğlu, eylemciler hakkında herhangi bir “sempatik” hatta “empatik” bir çıkış yapmamış; hatta tam tersine Gezi’yi komplolarla açıklamaya ve karalamaya çalışanları haklı çıkaracak yorumları olmuş ve derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı.Keşke böyle bir konuşmayı aylar önce ve Türkiye’de yapmış olsaydı.
Bülent Arınç’ın adını ilk kez 1980’li yılların ortalarında duydum. İstanbul’da tanıştığım Refah Partililer (RP) Arınç’ın hitabetini öve öve bitiremiyorlardı. Milli Görüş geleneğinde iyi hatipler çoktu ama o tarihlerde 40’lı yıllarının başında olan Arınç “genç hatip“ olarak daha popülerdi. Yıllar sonra kendisiyle tanıştığımda tipik bir Milli Görüşçü siyasetçi olduğunu düşünmüştüm; kısa süre sonra yanıldığımı anladım: Daha öğrenciliği sırasında Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki harekete dâhil olan, ona bağlanan; gençliğinin en parlak yıllarını onun çizgisine adayan Arınç, önlerinin tıkandığını gördüğü anda Hocasını uyarıp eleştirmeyi ve en son aşamada onu ve hareketini terk etmeyi bildi.AKP’nin kuruluşunda çok sayıda eski Milli Görüşçü’nün bulunduğu doğrudur ama içlerinde “en Milli Görüşçü” olarak tanımlanabilecek kişilerin başında Arınç geliyordu. Nitekim AKP-SP ayrışması öncesinde bölünmeyi engelleyebilecek az sayıdaki isimden biri Arınç’tı ve Erbakan’ın yeni kurulacak partinin başına onun gelmesini kabul etmesi halinde R. Tayyip Erdoğan liderliğindeki yenilikçi kanadın ayrı parti kuramayacağı, kursalar bile ana gövdeden çok büyük parça koparamayacakları düşünülüyordu. Fakat Erbakan bir kez daha Arınç’ın kaderini belirledi ve onu AKP’ye doğru itti.Yanlışlar ve doğrularBenden yaşça epey büyük olmasına rağmen “saygı“ yerine “sevgi“den söz etmem saygısızlık olarak görülmesin ancak Bülent Arınç sevdiğim bir siyasetçidir. Sevgimi gizlemeye hiç çalışmadım ve bu yüzden, örneğin onun İslamcı damarının öne çıktığı kimi durumlarda söylediği bir söz, attığı bir adım nedeniyle kendi mahallemden tepkiler de aldım.Özellikle AKP iktidarı döneminde Arınç’ın yanlış olduğunu düşündüğüm söz ve icraatı muhakkak oldu ancak doğrularının o yanlışları fazlasıyla telafi ettiği kanısındayım. Onun TBMM Başkanı iken Irak tezkeresinin geçmemesi için gösterdiği çabalar bile tek başına yeterli olabilir. Ama bu kadarla kaldığını sanmıyorum: Demokratikleşme, Kürt sorunu, temel hak ve özgürlükler gibi hayati konularda Arınç’ın genellikle pozitif tutumlar takındığına tanık olduk.İlkeli ve vicdanlıArınç hakkında bir yazı yazıp “vicdan“ kavramını hiç geçirmemek olacak şey değildir. Gerçekten de vicdanlı bir siyasetçidir Bülent Arınç. Bunu değişik vesilelerle gördük ancak tek bir örnek vermek istiyorum: O, meslektaşlarımız Ahmet Şık ve Nedim Şener’in suçsuz yere içerde olduklarının farkındaydı ve birçok siyasetçi arkadaşlarımızdan vebalıymış gibi kaçarken o tahliyesinin ertesi günü Nedim’i arayıp geçmiş olsun dileklerini ve durumlarından dolayı yaşadığı üzüntüyü belirtmişti.Arınç’ın vicdanlı olmanın yanı sıra günümüzün en ilkeli siyasetçilerinden biri olduğuna inanıyorum. Bunu son kızlı/erkekli tartışmasında net bir şekilde gördük. TRT Türk canlı yayınında Başbakan Erdoğan’a sitem ve eleştirilerini açık, net ve beklenenden sert bir şekilde dile getiren Arınç o günden bu yana herhangi bir geri adım atmadı. Tam tersine, Başbakan’ın bu konuda bir yasal düzenlemeye gitme fikrinden caymasında onun çıkışının hayli etkisi oldu.Lakin bunu “Arınç’ın zaferi“ gibi takdim etmek de mümkün değil. Zaten o da partisini ve hükümeti daha fazla yıpratmamak için tartışmayı uzatmayıp önümüzdeki dönemde aday olmayacağını bir kez daha ilan etti. Bu yaptığını fedakârlık olarak nitelemek yanlış olmayacaktır.Kaderlerini Başbakan’a endekslemiş olan bazı kişilerin son günlerdeki Arınç’ı değersiz ve önemsiz gösterme çabalarının herhangi bir anlamı ve sonucu olacağını sanmam. Bülent Bey, her şeye rağmen özgül ağırlığını artırarak siyasete veda edeceğe benziyor.Umarım anılarını hiçbir otosansüre yönelmeden yazar/yazdırır da yakın tarihimizde doğru bildiğimiz yanlışları öğrenme imkânına kavuşuruz.
MİT kriziyle birlikte açığa çıkan AKP ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki, “yeni tür iktidar savaşları“ adını verdiğimiz gerginlik, tarafların karşılıklı olarak frene basmasıyla bir ölçüde unutulmaya yüz tutmuştu ki hükümetin dershaneleri kapatmak için kolları sıvamasıyla birlikte yeniden su yüzüne çıktı. Zaman Gazetesi’nin önceki gün, dershaneleri kapatmak için hazırlandığını ileri sürdüğü yasa tasarısına karşı yaptığı yayınla birlikteyse tam bir meydan muharebesine tanık oluyoruz.Örneğin Gülen bizzat tasarı hakkında, İslam tarihinden örnekler vererek çok sert eleştiriler getirdi (http://www.herkul.org/herkul-nagme/391-nagme-egitime-darbe-plani/). Onun bu eleştirileri “Eğitime darbe planı“ başlığıyla ve “Ülkemizin geçirdiği değişik darbe dönemlerinde de benzer plan ve entrikalar görülmüştü; fakat, onlar, dindarlara karşı husumetini açıkça ortaya koyan insanların eliyle olmuştu. Bu defa her fırsatta ‘kardeş’ olduğunu söyleyen, aynı safta yer tutan ve hizmet erlerinin yüzüne gülen bazı kimseler tarafından bir kısım planların yapıldığı ve uygulamaya konulacağı yazılıp çiziliyor” gibi cümlelerle takdim edildi.Benzer bir şekilde dünkü Zaman Gazetesi de “Böyle bir yasa darbe döneminde bile uygulanamadı” spotuyla tasarıya karşı tavrını manşetten sürdürdü. İlginç olan yine dün Sabah Gazetesi’nin, yine manşetten, Milli Eğitim Bakanlığı’nın açıklamasına dayanarak Zaman’ı yalancılıkla suçlamasıydı.Görüldüğü gibi dershane konusunda taraflar tüm güçleriyle giderek şiddetlenen bir kavgaya tutuşmuş durumdalar. Önce konuyla ilgili birkaç tespitimizi dile getirip ardından bazı kritik soruları gündeme getirmek istiyoruz:Tespitler- Cemaat tartışmayı esas olarak dershanelerin belli bir ihtiyacı karşıladıkları, yerlerine yeni bir şey getirmeden kapatılmalarının gençleri zor durumda bırakacağı iddiası üzerinden sürdürmek istiyor. Hükümetin bu iddiaya karşı çok güçlü argümanları olduğu söylenemez. Daha çok bu proje üzerinde uzun zamandır çalıştıklarını ve dershanelerin özel okullara dönüştürülmesini teşvik edeceklerini söylüyorlar.- Cemaatin, dershaneleri kapatmanın girişim özgürlüğüne darbe anlamına geleceği ve sınavlara hazırlanmanın yeraltına itileceği şeklindeki argümanlarına da hükümet çevrelerinden dikkate değer cevaplar geldiği söylenemez.- Aslında böyle cevaplar beklemek de bir yerden sonra pek gerekli olmayabilir zira yaşananın sadece bir dershane sorunu olduğu söylenemez. Başından beri altını çizmeye çalıştığımız gibi hükümetin son dershane hamlesinin esas hedefi eğitim sistemini yeniden yapılandırmaktan ziyade Gülen cemaatine ciddi bir darbe indirmek. Buna bağlı olarak, konuyu eğitimbilimin değil siyasetin penceresinden tartışmak daha anlamlı ki yaşanan da o.- Gülen cemaatinin dershanelerin kapatılmasını engellemek için medya ağırlıklı yoğun bir kampanya yürütmeye başladığını görüyoruz. Bu minvalde, hükümetin Oslo’da PKK’ya verdiği söz yüzünden dershaneleri kapatmaya yöneldiği gibi aşırı zorlama bir iddianın bile ilk günlerden itibaren cemaat çevrelerinde dillendiriliyor olması, bu kampanyanın geleceği hakkında ipuçları veriyor.Sorular1) ilk akla gelen soru, Başbakan Erdoğan‘ın tam da yerel seçimlerin (ve ondan kısa süre sonra yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin) arifesinde neden böyle bir risk aldığı. Acaba nispeten daha az kritik olan yerel seçimlerde bu adımı atıp cemaatin sandıktaki gücünü mü ölçmek istiyor?2) Dershane konusu cemaatin siyasi tercihlerini nasıl etkileyecek? Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın son açıklamasını “cemaat AKP ile mesafesini daha da açıyor“ diye yorumlamıştım. Bunun da ötesine gidip AKP’nin rakiplerini destekleme noktasına varabilirler mi?3) Dershaneler üzerinden yaşanan kavga başka alanlara da sarkabilir mi? Örneğin yurt dışındaki Gülen cemaati okullarına yönelik devlet teveccühünde bir değişiklik yaşanır mı?4) Bugüne kadar hem hükümet hem de cemaatle iyi ilişkiler içinde olan kişi ve kurumlar da bu kavgada taraf olmak zorunda kalacaklar mı? Böylesi bir yarılmadan kim kârlı, kim zararlı çıkar?5) Cemaat ve hükümete ayrı ayrı karşı olan kişi ve odaklardan bu kavgayı uzaktan ve keyifle izlemenin dışında müdahil olmaya kalkışan çıkar mı?Nasıl olsa bu konuyu daha çok yazıp çizeceğimiz için sorularımıza burada nokta koyalım ve izlemeye devam edelim.
On yıl önce bugün, İstanbul’da, iki eylemci, eş zamanlı olarak iki ayrı sinagoga bomba yüklü araçlarla intihar saldırıları gerçekleştirdi. Beş gün sonra yine İstanbul’da, yine eş zamanlı olarak bir İngiliz bankasıyla İngiltere Başkonsolosluğu’na iki intihar eylemcisi yine bomba yüklü araçlarla girdi. Böylelikle 15 ve 20 Kasım 2003 günleri Türkiye’nin El Kaide ile tanışmasının miladı olarak kayıtlara geçti.Önümüzde şöyle bir soru var:Aradan geçen 10 yıl içinde Türkiye El Kaide’ye karşı nasıl bir sınav verdi?Bu soruya iç açıcı bir cevap verebileceğimizi düşünmüyorum. Çünkü toplumsal açıdan baktığımızda, öncelikle El Kaide olgusunu anlamaya yönelik herhangi ciddi bir çabaya tanık olmadık. Bunun yerine büyük ölçüde komplo teorilerine itibar edildi. Sonuçta Türkiye toplumu bu terör saldırılarını bir an önce unutmak istedi ve unuttu.On yıl boyunca El Kaide konusunda devletin de benzer bir tutum içinde olduğunu gördük. Bir yandan, düzenli operasyonlarla bu uluslarötesi şebekenin yeni eylemler düzenlemesi, diğer yandan Türkiye’yi “transit ülke“ olarak kullanması istendi. Ancak El Kaide olgusuna karşı toplumsal bir duyarlılık yaratma konusunda devletin herhangi bir ciddi çabasına tanık olmadık. Öte yandan, her ne kadar bazı çok önemli yöneticileri yakalanmış (ve bunlardan bazıları ABD’ye teslim edilmiş) olsa da El Kaide’nin Türkiye’yi, özellikle Irak’a geçişlerde kullanmasının mutlak manada engellenebildiği de söylenemez.İçimizdeki El KaideCumhurbaşkanı Abdullah Gül, BM Genel Kurulu için bulunduğu New York’ta sık sık Suriye’deki El Kaide varlığı ve Ankara’nın bu konudaki tutumu hakkında sorulara muhatap oldu. Bu şaşırtıcı değildi çünkü El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olan silahlı grupların gerek Esad yanlılarına, gerekse Kürtler başta olmak üzere rakip gruplara yönelik vahşet sınırlarını aşan şiddeti Baas rejiminin zulmünü bile gölgeler hâle gelmişti. Üstelik El Kaidecilerin lojistik anlamda Türkiye’yi kullandıkları yolundaki iddiaların ardı arkası kesilmiyordu. Nitekim benzer sorularla son Avrupa gezisinde Başbakan Erdoğan da karşılaştı. Ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da uluslararası kamuoyunda El Kaide konusunda Türkiye söz konusu olduğunda algıların gerçeğin önüne geçtiğini kabullenmek durumunda kaldı.Algı ya da gerçek: Türkiye’nin ne yapıp edip, bir an önce adının El Kaide ile birlikte anılmasının önüne geçmesi gerekiyor.Mezhepçiliğe sonAncak bunun tek yolunun El Kaidecilere gittiği varsayılan bazı askeri malzemelere el koymak ya da kimi şüphelileri gözaltına almak olduğunu düşünenler yanılırlar. Her şeyden önce sürekli ertelenen El Kaide ve onun savunuculuğunu yaptığı görüşlerle yüzleşmek şart. Örneğin Irak’ı bir “cihad alanı“ olarak kabul ettikleri andan itibaren El Kaide yöneticileri, o zamana kadar üstünü örtmüş oldukları mezhepçiliklerini, daha doğrusu Şiiliğe yönelik düşmanlıklarını öne çıkarttılar. Bunun Suriye’deki iç savaşla birlikte zirveye ulaştığını hep birlikte gözlüyoruz. Dolayısıyla El Kaide ile mücadelenin önde gelen adımlarından biri kesinlikle mezhepçi politikalardan uzak durmak olmalıdır.Ankara uzun bir süre Orta Doğu’da mezheplerüstü bir strateji izliyordu. Ne var ki Suriye’deki çatışmalarla birlikte Suudi Arabistan’ın başını çektiği Sünni Bloku’na doğru bir yöneliş yaşandı. Bereket Washington’un Tahran ile ilişkilerini yumuşatmasına paralel olarak Türkiye de başlangıçtaki pozisyonuna dönme kararı aldı. Davutoğlu’nun son Irak ziyareti bunun ilk ciddi (ve olumlu) adımıdır. Ardından İran ile karşılıklı ziyaretlerin olması bekleniyor ki zararın neresinden dönülse kârdır diyelim.El Kaide demişken, başta Suriye olmak üzere, dünyanın dört bir tarafında bu şebekeyle ilişkili bir şekilde gönüllü olarak savaşan çok sayıda Türkiyeli var. Daha önceki bir yazımızda (http://www.rusencakir.com/Eve-donus/2079) ortaya attığımız şu soru son derece hayati: Bunların içinden bazıları ülkelerine dönmek isterse (ki muhtemelen çoğu dönecektir) Türkiye’de ne yapacaklar?
Hafta sonu Diyarbakır’da ilginç şeyler yaşanacak. Irak’tan Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, yıllardır Türkiye’ye gelemeyen Kürt sanatçı Şivan Perwer’le birlikte gelip Başbakan Erdoğan’a eşlik edecekler. Ayrıca İbrahim Tatlıses de onlara katılacak ve Şivan ile düet yapacaklar.Bütün bu isimlerin bir araya gelmesinin birçok boyutu söz konusu. Şivan’dan başlayacak olursak: Genç yaşta Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan sanatçı kısa sürede dünyanın dört bir yanındaki Kürtler nezdinde popüler bir isim hâline geldi. Zamanla Şivan ile PKK hareketi arasında sorunlar çıktığını biliyoruz. Öyle ki nisan ayında kendisiyle Erbil’de yaptığımız söyleşinin başlığına onun “Öcalan bir mesaj daha çıkarsın ve desin ki Şivan’ı rahat bırakın!” sözlerini çıkartmıştı.(http://www.rusencakir.com/Sivan-Perwer-Ocalan-bir-mesaj-daha-cikarsin-ve-desin-ki-Sivani-rahat-birakin/2001 )Kürt sanatçı daha önce Avrupa’da Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’la görüşünce (ki Arınç da hafta sonu Diyarbakır’a gideceğini açıkladı), yine PKK çevrelerinin eleştirilerine maruz kalmıştı. BDP sözcülerinin daha şimdiden “AKP’nin seçim propagandası” olarak tanımladığı faaliyetlerin bir parçası olması, ister istemez kendisini hükümete daha fazla yaklaştıracak, Kürt siyasi hareketinden de uzaklaştıracaktır.PYD’nin önünü kesmekBDP çevreleri Şivan’a, “AKP’nin kendi Kürtlerini yaratma programı”na dâhil olduğu için kızıyor ve ona Kemal Burkay örneğini hatırlatıyorlar. Ne var ki, eğer sahiden AKP’nin böyle bir planı varsa bunun en önemli parçası Mesut Barzani olsa gerek. 2012 eylül ayındaki AKP Kongresi’nde de bir konuşma yapan (hatta tam o konuşurken salonda “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganı atılınca kafalar karışmıştı) Barzani, çok kritik bir zamanda Diyarbakır’a geliyor.Tabii ki ilkin akla yerel seçimler geliyor. Ardından Türkiye’nin yeniden iyileştirmeye çalıştığı Irak ile ilişkileri ve bu bağlamda Kürdistan’da çıkan petrolün durumu gibi ikili meseleler. Ne var ki Erdoğan-Barzani buluşmasının ana temasının Türkiye ve Irak değil de Suriye olacağı kesin gibi. Zira Suriye’deki “Rojava” diye adlandırılan Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölge, büyük ölçüde Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD’nin kontrolüne geçti. PYD bunu Ankara ve Erbil’in karşısına çıkardığı bütün engellere rağmen başardı.Görüldüğü kadarıyla Erdoğan ile Barzani, ayrı ayrı önünü kesemedikleri PYD’ye karşı birlikte ne tür stratejiler geliştirebileceklerini tartışacak ve zaman geçirmeden bunları devreye sokmaya çalışacaklar. Ancak bu tür ortak stratejilerin önünde ayrı ayrı engeller çıkacak. Örneğin Barzani, bazı Kürtlerin önünü kesmek için Türkiye ile anlaşma yapmakla suçlanacak ki çoktan bu tür itirazlar gelmeye başladı. Erdoğan da PKK’nın çözüm sürecini sonlandırma tehditlerine maruz kalacak.İmralı’dan geçen yolÖnlerine çıkabilecek engeller bir yana, şu soruyu sormak şart: PYD’nin elinden, Ankara’ya ve Erbil’e rağmen, El Kaide unsurlarıyla çatışa çatışa elde etmiş olduğu gücü ve mevzileri almak nasıl mümkün olabilir? Türkiye’nin de destek verdiği, Suriye’de rejimi devirmeye yönelik planların hemen tümünün çöktüğü; buna bağlı olarak Ankara’nın Bağdat ve Tahran’la ilişkilerini normalleştirmeye çalıştığı bir konjonktürde PYD’nin elinin daha da güçlenmiş olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla Erdoğan ve Barzani’nin PYD’yi köşeye sıkıştırmaya çalışmaktan ziyade onu kazanmaya çalışmaları daha akıl kârı olacaktır. Tabii böyle bir stratejinin yolunun İmralı’dan geçmek zorunda olduğu da açık. Öcalan’ın görüşmelerin “format”ını değiştirme talebini Suriye’yi göstererek meşrulaştırmaya çalıştığını unutmamak lazım.Eğer birileri Öcalan’ın karşısına Barzani’yi çıkartmayı planlıyorsa bunun tutacağının sanmam. Kaldı ki Barzani de kendisi için son derece riskli olan bu öneriyi herhâlde benimsemeyecektir.Gülen cemaati ve seçimlerFethullah Gülen hareketinin “amiral gemisi” olarak tarif edebileceğimiz Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) dün yazılı bir açıklamayla (http://www.gyv.org.tr/Aciklamalar/Detay/105/) cemaatin siyaset ve siyasi partilerle ilişkisini bir kez daha tarif etti. Bu açıklamanın hemen ardından yaptığımız bir değerlendirmeyi şu bağlantıdan okuyabilirsiniz: http://www.rusencakir.com/Gulen-cemaati-secimler-oncesi-hukumetle-arasindaki-mesafeyi-aciyor/2244
Tam bir hafta önce, yıllar boyunca duvarları kaplayan “Çare Sarıgül” sloganından hareketle, “Mustafa Sarıgül: Neyin çaresi?” diye sormuştuk. O yazıda Şişli Belediye Başkanı’nın CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olması hâlinde neler olabileceğini tartışmış ve önümüzdeki seçimden başarılı çıkması hâlinde CHP liderliğine doğru yol almasının muhtemel olduğunu ileri sürmüştük.Aynı yazıda Sarıgül’ün sergilediği “siyaset yapmayan siyasetçi” profilinin artılarının ve eksilerinin neler olabileceğini de masaya yatırmıştık. Kaldığımız yerden devam etmek için şu soru işimize yarayabilir: Sarıgül solcu mu?Sarıgül ve solKişisel olarak, yıllar sonra CHP’ye dönüş yapan siyasetçinin solcu olduğunu düşünmüyorum. Ama benim onun hakkında ne düşündüğümün bir önemi yok. Asıl Sarıgül’ün kendisini nasıl gördüğü ve gösterdiği; kamuoyunun da onu nasıl algıladığı önemli.Görebildiğim kadarıyla Sarıgül solcu olup olmadığı konusunda herhangi bir şey söylemiyor, buna pek ihtiyaç duymuyor ve galiba, kendisini solcu olarak deklare etmesinin yarardan çok zarar getireceğini düşünüyor. Hakkını verelim, gerçekçi bir strateji: Gençlik kollarından beri CHP’de (ve diğer merkez sol partilerde) siyaset yapan birinin mütemadiyen “ben solcuyum” demesine gerek yok. Hele Sarıgül gibi, CHP’nin geleneksel oy tabanından ötelere açılmak isteyen biriyseniz solculuğa vurgu sizin aleyhinize olabilir.Sarıgül ve Gezi direnişiSol ve solculuğun son yıllarda iyice etkisini ve itibarını kaybettiği; neyin sol, neyin sağ olduğunun iyice muğlaklaştığı bir dönemde Sarıgül’ün bu tür ideolojik/siyasi pozisyon alışlardan uzak durması anlaşılır bir şey ancak başta İstanbul olmak üzere tüm Türkiye’nin siyasi kalıplarını altüst etmiş olan Gezi Parkı direnişine karşı nötr duruşu için aynı şeyi söylemek zor.Anlaşıldığı kadarıyla Sarıgül, Gezi direnişine karşı da sol ve solculuğa karşı takındığı tavrı benimsemiş durumda. Mesela bir yandan, Gezi ruhuna yakın olduğunu bildiği/düşündüğü kişilere “Tabii ki ben de Geziciydim, belediye başkanı olarak direnişçilere sürekli yardım yolladım” diyor, diğer yandan CHP’ye mesafeli seçmeni kendisinden ürkütmemek için Gezi motifini alenen öne çıkarmıyor.Aslına bakılacak olursa Sarıgül istese de (ki tekrarlayalım: istemiyor, isteyeceğe de benzemiyor) Gezi direnişi savunuculuğu yapamaz. Çünkü onun şu güne kadar çizdiği belediye başkanı ve siyasetçi profili, Gezi eylemcilerinin karşı çıktığı AKP tarzı belediyecilik ve siyasetçilikten çok da farklı değil.Gezi direnişçileri, yaşadıkları kentin esas olarak bir rant alanı olarak görülmesine, kentin dokusuyla, kendilerine sorulmadan hoyratça (ve esas olarak yeni rant alanları açmak için) oynanmasına karşı çıkmışlardı. Sarıgül’ün belediyecilik anlayışının bu bağlamda Gezi direnişçilerini (ve tabii ki direnişe aktif olarak katılmasalar da benzer şekilde düşünenleri) tatmin edebileceğini hiç sanmıyorum.En çok kim sevinir?O zaman başlıktaki soruya gelebiliriz: Sarıgül kimin çaresi?Muhakkak ki işin yerel yönetimi de aşan çok ciddi siyasi bir yönü var. Yani AKP’den rahatsız olan birbirinden farklı kesimler İstanbul’un düşmesinin iktidara indireceği darbeden hareketle, eğer CHP aday gösterirse Sarıgül’ü herhâlde destekleyeceklerdir. Ama onun ötesinde başka bir realite var: R. Tayyip Erdoğan’ın 1994 mart ayında büyükşehir belediye başkanı seçilmesinden bu yana İstanbul hep aynı gelenek tarafından yönetiliyor ve bu devasa rant pastası büyük ölçüde o geleneğe yakın belli sermaye grupları arasında paylaştırılıyor; hatta bu paylaşım yoluyla yeni sermayedarlar yaratılıyor.Eğer Sarıgül (veya AKP’li olmayan bir başkası) İstanbul’da kazanırsa buna en fazla, 20 yıl boyunca dışlanmış olan sermaye grupları sevinecektir.
Bülent Arınç’ın TRT Türk canlı yayınında Başbakan Erdoğan’a sitemlerini dile getirmesine yapılan yorumların çoğunda buradan bir şey çıkmayacağı çünkü Arınç’ın “tamamen duygusal ve kişisel“ davrandığı belirtildi. Arınç’ın hareketinin “kişisel ve duygusal” olarak nitelenmesine itiraz etmek pek mümkün değil, ancak olayın sadece bunlardan ibaret olduğunu ileri sürmek doğru olmayacaktır.Çünkü Arınç sıradan bir isim değil, kendisinin de vurguladığı gibi belli bir “özgül ağırlığı“ var. Artı, hakkında yorum yapanların çoğunun ısrarla tersini söylemesine rağmen kesinlikle siyaseti iyi bilen, yaptığı müdahalelerle siyasi gelişmelere yön verebilen deneyimli bir siyasetçi.Kritik anlarda kritik müdahalelerArınç’ın yakın siyasi tarihimizdeki kritik müdahalelerine örnek olarak üç gün önceki yazımızda (http://haber.gazetevatan.com/arincin-sabir-tasi-catladi/582400/1/gundem) Fazilet Partisi (FP) kongresi, AKP’nin kurulması, Gül’ün cumhurbaşkanlığı, Gezi olaylarını vermiştik. Bunlara 1 Mart tezkeresini de eklememiz şart. Erdoğan o dönemde sadece AKP Genel Başkanıydı, siyasi yasaklı olduğu için milletvekili ve başbakan değildi ama Washington ile girdiği angajman nedeniyle Irak tezkeresinin Meclis’te kabulü için çok çaba sarf etti. Ancak 1 Mart 2003 günü bazı AKP milletvekillerinin ret ve çekinser oy kullanmasıyla tezkere geçmedi. Bu sonuçta, tezkereye karşı yoğun bir faaliyet yürütmüş olan dönemin Meclis Başkanı Arınç’ın rolü de büyüktü.Arınç yakın dönemde şike yasası gibi bazı uygulamalardan da rahatsız oldu ama sabır taşı “kızlı/erkekli“ olayıyla çatladı. Yapılan yorumlarda Arınç’ın Başbakan’a kendisini ofsayta düşürdüğü için sitem ettiği öne çıkarılıyor ancak onun hukuk kökenli bir siyasetçi olarak bu konuda yasal düzenleme yapılmasına kesin bir şekilde karşı çıktığı pek görülmüyor ya da gösterilmiyor.Geri adımda Arınç’ın payıBaşbakan Erdoğan, partisinin grup toplantısında öğrenci evleri hakkında “Buralarda nelerin olduğu belli değil. Karma karışık her şey olabiliyor. Anneler babalar feryat ediyor. Bu adımlar atılacaktır. Bunlara da kusura bakmasınlar muhafazakâr demokrat olarak müdâhil olmak zorundayız. Bu yaşam tarzına müdahale değildir” diye konuşmuş; yurt dışına çıkarken de bir soruyu “aynı daireyi kız ve erkeklerin birlikte paylaşma durumları var. Bu konuda pek çok şikâyet aldık. Muhafazakâr demokrat bir iktidar olarak bu konunun çalışmasını yapacağız” diye cevaplandırmıştı. Kendisine valilerin bu konuda hangi yetkiye dayanacakları sorulduğundaysa “Bu düzenlemeden sonra gerekli yetkiyi alırlar“ demişti.Eğer Erdoğan’ın ülke dönüşünde, “Konuyu fuhşa, zinaya, evlere paldır küldür girmeye kadar getirdiler... Ailelerin şikâyetleri üzerine bir açıklama yaptık, konuyu nerelere getirdiler!“ demiş olması yasal düzenlemeden vazgeçtiğinin işaretiyse bunda kesinlikle Arınç’ın çıkışının etkisi olmuştur.Kriz derinleşir mi?Arınç’ın çıkışının ardından en çok “kriz yaşanır mı?” sorusu soruldu. Halbuki Arınç gibi deneyimli bir siyasetçinin, belli ki önceden hazırlanmış bir şekilde devlet televizyonunun canlı yayınında Başbakan’a yönelik itiraz ve şikâyetlerini bu kadar açık bir şekilde dile getirmesi başlı başına bir krizdi. Nitekim kısa süre sonra AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in neredeyse TRT kadar “resmi kanal“ hüviyetini hak eden NTV’de canlı yayına çıkması işin ciddiyetini gösterdi. Ertesi gün gazetelerin çoğunun Arınç’ın sözlerini değil de Başbakan’ın “Aramızda konuşur çözeriz“ tarzı açıklamasını manşetlere taşıması da yaşanmakta olanın bir kriz olduğunun kanıtlarıydı. Dolayısıyla esas soru “Kriz çözülür mü, yoksa derinleşir mi?“ olmalıdır.Önce Hüseyin Çelik’in, ardından Başbakan Erdoğan’ın, Arınç’a partinin ve hükümetin başında kimin olduğunu özellikle hatırlatmış olmalarının onu rahatsız etmiş olması kuvvetle muhtemel. Ama konu hakkında yorum yapanların çoğunun aksine Arınç’ın duygularıyla hareket edeceğine inanmadığım için sırf bu nedenle krizin derinleşmesinin söz konusu olmayacağını düşünüyorum.Özetle: Kişisel ve duygusal olmaktan çok siyasi bir sorunla karşı karşıyayız ve bunun çözümü de “gönül alma”dan ziyade soruna neden olan siyasi konularda uzlaşmadan geçiyor.***Son ana kadar muhabirlikte ısrar eden Savaş Ay‘ı kaybetmenin üzüntüsü büyük.Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.
Türkiye’de sosyal bilimlerin öncü isimlerinden Prof. Şerif Mardin’le 2007 yılının mayıs ayında Washington’da bir otel lobisinde buluşmuş ve ABD’de yayınlanmış olan son kitabı “Religion, Society and Modernity in Turkey” (Türkiye’de Din, Toplum ve Modernlik) etrafında sohbet etmiştik. 15 Mayıs 2007’de Vatan’ın kitap ekinde yayınlanan bu söyleşi (http://rusencakir.com/Prof-Serif-Mardin-Mahalle-havasi-diye-bir-sey-var-ki-AKPyi-bile-dover/749) o kadar yankı uyandırdı ki gazete yöneticileri beş gün sonra Pazar ekinde yeniden kullandılar.Şerif Hoca’nın o söyleşideki “Türkiye’de ‘mahalle baskısı’ diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de oydu. ‘Mahalle baskısı’, bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır. Bu havanın, AKP’den bağımsız olarak Türkiye’de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa, o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır” sözleri farklı görüşten gazeteciler ve siyasetçiler tarafından tartışıldı ve kavram hızla geniş bir kullanım alanı buldu.“Mahalle baskısı”nın AKP hükümeti karşıtlarınca bir muhalefet aracı olarak kullanıldığı kesindi. Bundan hareketle hükümet yanlıları da kavramı külliyen reddettiler, hatta bu kavramı kullananları “darbeci” olmakla bile suçladılar. O arada tabii ki Hoca’ya karşı akıl almaz ve saygısızca laflar ettiler.Azınlık çoğunluğa tabi mi olacak?Aradan 6 yıldan fazla zaman geçti. Bir başka profesör, ama bu kez bir ilahiyatçı, Hayrettin Karaman Yeni Şafak’taki köşesinde dün “Çoğunluğu kâle almamak” başlıklı bir yazı (http://yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/cogunlugu-kale-almamak/40566) kaleme alıp “Bireyler, muhtaç oldukları çoğunluğun hatırı için bazı özgürlüklerini ‘gönüllü olarak’ kullanmamalıdırlar“ diyebildi ve hemen ardından şu cümleyle yazısını noktaladı: “İnadına kullanırlarsa en azından mahalle baskısı, değerleri çiğnenen çoğunluğun hakkı olur.”Prof. Karaman sıradan bir ilahiyatçı değildir. Sosyal bilimlerde Prof. Mardin neyse Türkiye’nin yaşayan en önemli fıkıh (İslam hukuku) uzmanlarından biri olan Prof. Karaman da İslam ilimleri konusunda bir bakıma odur. Ama daha fazlasıdır. Prof. Mardin sadece kendisini temsil ederken Prof. Karaman yıllardır muhafazakâr camiada saygın konumlara sahip olmuştur. Son olarak çözüm sürecinde Akil İnsanlar heyetinde de yer almıştır.Hayrettin Hoca’yı yıllardır bilir, tanır, takip eder ve kendisine saygı duyarım. Onun yazılarının tevile ihtiyacı olduğunu da düşünmem. Zaten son yazısını okuduğunuzda her şeyi son derece açık bir şekilde yazdığını da görüyorsunuz. Yine de birkaç şey söylemek istiyorum:- Prof. Karaman yanlış ve iç barışı tehdit eden bir yaklaşım savunuyor.- Böyle bir yaklaşımdan ne demokrasi ne de evrensel anlamda temel hak ve özgürlükler çıkar.- İslami çevrelerde herkesin onun gibi düşündüğünü sanmıyorum, daha doğrusu biliyorum.- Keşke bu yazıyı 6 yıl önce yazsaydı da “mahalle baskısı” kavramını normal bir şekilde tartışabilseydik.Artık tartışabiliriz.Bülent Arınç’ın sabır taşı çatladıHükümetin ikinci ismi Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç dün TRT Türk’e çıkarak Başbakan Erdoğan‘a sitemlerini açıkça ifade etti. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik de NTV’de konuya ilişkin açıklama yaptı. Bu beklenmedik gelişme üzerine yaptığım hızlı bir değerlendirmeyi şuradan okuyabilirsiniz: Bülent Arınç’ın sabır taşı çatladı