Dünkü yazımızda (http://rusencakir.com/Hukumet-olmaktan-devlet-olmaya-terfi-edince/2150) AKP hükümetinin ülke içinde sistemin kontrolünü tam olarak ele geçirdikten, diğer bir deyişle hükümet olmaktan devlet olmaya terfi ettikten sonra uluslararası güç odaklarına karşı bağımlılıklarından sıyrılmaya çalıştığını, bunun da yeni sorunlara yol açtığını yazmıştık. Bugün bu paradigma değişikliğinin yol açtığı krizleri Ortadoğu bağlamında daha ayrıntılı ele almak istiyoruz.
Aslına bakılacak olursa Ankara’nın dış politikada Batılı müttefiklerini rahatsız eden çıkışları bugüne özgü değil. Başbakan yardımcısı Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığını da üstlendiği dönemde özellikle İran, Suriye ve Filistin gibi konularda atılan adımların ABD ve İsrail’i çok öfkelendirdiğini ve günah keçisi olarak “başdanışman” Ahmet Davutoğlu’nun seçilmiş olduğunu biliyoruz. Aralık 2004-Haziran 2007 arasında Washington’da gazetecilik yaparken farklı kollardan yürütülen ve Türkiye’den de bazı kişi ve odakların destek verdiği karalama kampanyalarını yakından gözleme imkanım olmuştu. Tabii ki bu kampanyayı yürütenler AKP hükümetinin çok ileri gitmesi durumunda tercihlerini ordudan yana yapacaklarını ima ediyorlardı, hatta içlerinden bazıları böyle bir tercih yapma hatasına düştürler. Kuşkusuz en çarpıcı hatanın altında, AKP hükümetine yönelik bu kampanyaları abartıp 27 Nisan e-muhtırasını hazırlayan dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın imzası bulunuyor.
Temel yanlışlar
Bugün dış politikada AKP hükümeti karşıtı kampanyalar hemen hemen aynı odaklar ve nerdeyse aynı aktörler tarafından yürütülüyor, ancak hedef tahtasında artık Davutoğlu değil MİT Müsteşarı Hakan Fidan var. Ayrıca Türkiye, eskisi gibi Şam ve Tahran rejimleriyle yakın ilişki içinde olduğu, onları kayırıp kolladığı gerekçesiyle değil, Ortadoğu’da kendi başına davranmaya çalıştığı için hedef alınıyor.
Hükümetin, kimi zaman “Yeni Osmanlıcılık” gibi tabirlerle değersizleştirilmeye çalışılan, dış politikada olabildiğince küresel güç odaklarından bağımsız hareket etme arayışını olumlu buluyorum. Ancak teorik açıdan doğru olanın pratiğe başarılı bir şekilde yansıtılmış olduğu kanısında değilim. Bu konudaki eleştirilerimi 23 Ağustos tarihli yazıda (http://rusencakir.com/Ortadoguda-yalnizligin-degeri-ve-bedeli/2089) toparlamaya çalışmıştım. Tekrar etmeyeceğim ama bazı ana unsurları hatırlatmakta fayda var:
1) İran’a karşı olduğu malum olan Füze Kalkanı’nın Türkiye’ye yerleştirilmesinin kabulü, Tahran ile olan ilişkilerin, dolayısıyla bölgenin tüm dengesini bozdu;
2) Bölgede tırmanan mezhep eksenli kutuplaşmadaki nötr konumundan dereceli de olsa uzaklaşıp, küresel güç odakları karşısında değil bağımsızlığa herhangi bir özerkliğe bile sahip olmayan Körfez ülkeleriyle daha fazla yakınlaşmanın anlamsız olduğu Mısır darbesinden sonra ortaya çıktı;
3) “Arap baharı”nı öngöremeyen Ankara, Mısır ve Tunus’ta işbaşına gelen İslamcıların ve onların rakiplerinin güçlerini yanlış hesapladı;
4) AKP hükümeti en büyük hesap hatasını ise Suriye konusunda yaptı. Esad rejiminin bir an önce düşmesine aşırı angaje olması, AKP iktidarından zaten hoşlanmayan bazı odaklar tarafından alabildiğine suiistimal edildi, iş onun El Kaide destekçiliğiyle suçlamaya kadar vardırıldı.
Zayıf düştüğü için
Eğer hükümet, bu türden vahim stratejik hatalar yapmasa bu denli yalnız kalmaz ve bölgenin en önde gelen aktörlerden, oyun kurucularından biri haline gelirdi. Eğer küresel odaklarla bağımlılık ilişkilerinden sıyrılma gibi alkışlanacak bir niyet pratiğe başarılı bir şekilde yansıtılmış olsa son günlerde tanık olduğumuz türden karalama kampanyaları da kolay kolay yaşanmazdı. Yani Türkiye güçlendiği için değil yaptığı hatalar nedeniyle zayıf düştüğü için karalama kampanyalarının muhatabı oluyor.
Bu döngüden sıyrılmanın nasıl mümkün olduğunu tartışmayı, çözüm sürecini merkeze alarak yarına bırakalım.
Dış politikada doğru teori, yanlış pratik
Haberin Devamı