Açlık grevi, “pasif direniş” türlerinin en sertidir. İnsanlar, kendilerini yavaş yavaş ölüme götürürler. Bunu bir amaç için yaparlar. Şu anda açlık grevindeki KCK ve PKK davalarından tutuklu olanların ve onlarla dayanışma için dışarıdan katılanların sayısının bine yaklaştığı söyleniyor.Sayının büyüklüğü bile olayın kolay geçiştirilemeyeceğini gösteriyor.Bin insanın kendi hayatını bu şekilde ortaya koymasının anlamı üzerinde düşünmek gerekir.***Açlık grevlerinin iki amacı açıklandı. Biri Kürtçenin anadil olarak kullanımıyla ilgili engellerin kaldırılması; bugün pratikte bunun anlamı davalarda Kürtçe konuşulmasının, ifade verilmesinin, savunma yapılmasının kabul edilmesidir.Çok bol tutuklusu olan KCK davalarının birçoğu, sanıkların Kürtçe konuşmasının mahkemelerce kabul edilmemesi nedeniyle kilitlenmiş durumda. Davalar ilerlemiyor, tahliye olması gerekenler de tahliye olamıyor.Açlık grevindekilerin açıklanmış ikinci amacı İmralı’da Abdullah Öcalan’a uygulanan, “tecrit” dedikleri görüşme kısıtlamalarının kaldırılması. Bu, Öcalan’ın mahkûmiyet koşullarındaki düzelmeyle birlikte ciddi bir siyasi boyut içeriyor.***Silah bırakma sürecine katılabileceğini söylemiş olan Öcalan’ın avukatları, yakınları ve başka kişilerle görüşebilmesi imkânının açılmasının getireceği “iletişim” olanaklarını kullanılma şekli ayrı bir konudur.Açlık grevindekiler, Öcalan’ın bu imkânların sağlanmasıyla, kendi istedikleri gibi, PKK’ya yakın olmayan Kürt siyasetlerinin de uzun süredir dile getirdiği gibi “birinci müzakereci” konumuna en azından “yaklaşmasını” istiyorlar.Bir “barış süreci” olacaksa, PKK’yı kuran, ne sıfatla anarsanız anın, Kürtlerin en çok sözünü dinlemeleri muhtemel kişinin bu süreçte yer alması giderek daha yaygın bir kabul görüyor. Benzer tecrübelerden geçmiş ülkelerde barışa nasıl ulaşıldığını bilenler bunu uzun süredir ifade ediyorlar.***Bir kez daha, açlık grevleriyle “kritik bir eşiğe” gelindi. Bu kaçıncı kritik eşik demeden önce açlık grevindekiler arasında ölümler olması ihtimalinin de giderek yaklaştığını düşünmek gerekiyor. Cezaevlerinden açlık grevcilerinin cenazeleri çıkmaya başlarsa yıkılması için herkesin uğraşması gereken duvara ciddi miktarda tuğla eklenmiş olur.
Yakın geçmişimizin kâbusları deşildikçe yeni bir tepki ortaya çıkmaya başladı: “Tamam bunları biliyoruz, artık bırakalım, bugüne bakalım.”Bu rahatsızlıkta kötü bir niyet okumaya gerek yok. Çok uzun yıllardır kendi tarihlerinden habersiz, bu topraklarda neler yaşandığından habersiz, azımsanmaması gereken geniş bir kesim rahatsız oluyor.O kadar uzun süre ve etkili bir “enjeksiyon”a tabi oldu ki, tarihi en çarpıtılmış hâliyle ezberlemek zorunda kaldı ki, kendisini rahatsız hissetmesi çok doğal.***“Geçmişle hesaplaşma” bizim için çok büyük bir alan ifade ediyor. 1915’ten başlıyorsunuz, 2005’e kadar geliyorsunuz. “Sünni Türk devleti” adına, onun kendilerinin malı olduğuna inanmışların kurduğu sahte dünya çoktan çöktü.Kendileri hâlâ bunun farkında olmadıkları gibi, şu anda olanları tek ve dar bir siyasi endeks açısından görmekte direniyorlar, öyle göstermek için de uğraşıyorlar.Batı toplumları kendi geçmişle hesaplaşmalarını demokrasiyi hazmederek yaptılar, yapmaya devam ediyorlar. Irkçılığı, ayırımcılığı, farklı olanı aşağılamayı, bu hesaplaşmayı sonuna kadar yaparak kendi toplumlarında “marjinal” hâle getirdiler.***“Geçmişle hesaplaşma” denildiği zaman ortaya çıkan “rövanş korkusu”nun karşısında hâlâ bir “restorasyon korkusu” vardır, çünkü geçmişin kâbuslarının altındaki korkular toplumumuzda hâlâ yaşamaktadır.“Rövanş korkusu”nun Türkçesi şudur: “Biz onlara zulüm yaptık, şimdi onlar bize zulüm yaparak öç alıyorlar.”“Restorasyon korkusu”nun Türkçesi de şudur: “Demokrasiden korkan kesimler kurumlar tekrar bir şekilde iktidar olurlarsa eski düzene döneriz, hem de daha ağır zulümlerle karşılaşırız.”“Rövanş korkusu”nu abartma üzerine kurulmuş siyasetlerin etkisiz hâle getirilmesinin yolları da bellidir, “restorasyon korkusu”nun kalmaması için yapılması gerekenler de bilinmektedir.Yüz yıllık korkuların üstesinden on yılda gelmenin zorluğu ortadadır. Bunun için uğraşanların daha çok uğraşması gerekiyor, “geçmişle hesaplaşma” deyiminin içinin her gün, her fırsatta tekrar tekrar doldurulması gerekiyor.
29 Ekim’de CHP’nin yapmayı planladığı mitinglere hükümetin ilk cevabı “yasaklama” oldu. Bu mitingler, AKP hükümetinin ilk dönemindeki Cumhuriyet mitinglerini fazlasıyla andıran bir “ruh”la gerçekleştirilmeye çalışılıyor olabilir. Bazı CHP’lilerin sözlerine bakılırsa aynı denemeyi tekrarlama hevesleri var.Cumhuriyet mitingleri AKP hükümetini askeri müdahaleyle devirme hazırlıklarının ayyuka çıktığı günlerde kamuoyu yaratma faaliyetlerinin bir parçası olarak uygulanmıştı. Bunlar bir tür “halk askeri göreve çağırıyor” gösterisiydi.CHP içinde kuvvetini koruyan “ulusalcı” damar bir kez daha benzeri bir deneme yapmak isteyebilir.Seçimle iktidara gelme ihtimalinin önümüzdeki on yıl içinde sıfır olduğunu kendisine oy verenlerin bile açıkça söylediği bir “ana” muhalefet partisinde tekrar “ulusalcı” damara dönüşten medet umulması tıkanmanın boyutunu gösteriyor.***Bu siyasi tıkanmadan çıkışın yolunun cumhuriyet mitinglerinin tekrarı olmadığını CHP’nin bir kısım erkânı görmemekte hâlâ ısrar ediyor.Öte yandan da bu mitingleri yasaklamak, gerilimi artırmak isteyenlerin değirmenine su taşımaktan başka bir şey değildir.Mitingleri yasaklamak kolaydır. Bu mitinglerle canlandırılmak istenen “demokrasi korkusu”na karşı tek ilacın demokrasi ve özgürlüklerin eksiksiz uygulanması olduğunu Ankara’da uzun süre oturanlar sık sık unutuyor.Kim isterse sokağa çıksın, mitingini yapsın, tepkisini göstersin, kin ve nefret saçan sözler dışında istediği fikri söylesin, şiddet olmadıkça da cop ve biber gazları çıkmasın.Hedef “yasaklamanın yasak olduğu”, insanların askeri darbeler dâhil, şiddetin hiçbir şeklinden medet ummadığı bir toplumda yaşamaktır.Cumhuriyet Bayramı, bu ülkede yaşayan herkesin ortak bayramıdır. Bayramı herkes, demokrasi karşıtı heveslerini kaybetmemiş olanlar da istediği gibi kutlasın. Bayramı demokrasi korkularını canlandırma vesilesi olarak kullanmak isteyenlerin çabaları da onların ayıbı olarak kalsın. Bu ayıbın karşısına “yasaklama”yla çıkmanın da bir başka ayıp olduğunu artık görelim.
Meclis’te şu anda en önemli çalışma Darbeleri Araştırma Komisyonu tarafından yapılıyor. Komisyona davet edilenler konuştukça, darbe dönemlerinde neler yaşandığını herkes öğreniyor.Anlatılanların yaşandığı günlerde, olan biteni çok az kişi bilir, onların da bir kısmı korkudan, bir kısmı da “siyaseten” susardı.İcraatların başında ve içinde onlar da tabii olarak susardı. Onlar bugün de susmaya çalışıyorlar.Meclis Komisyonu’nun araştırdığı olayların bazılarının yargı önünde olması dolayısıyla komisyonun çalışmasının yürümekte olan davalara müdahale niteliğinde olduğuna ilişkin bazı görüşler ortaya atılıyor.Bu görüşü öne sürenlerin bazıları düz hukuk mantığını savunuyor, ama bazılarının da komisyonun çalışmalarından rahatsızlık duyduğu açıkça anlaşılıyor.***Bu komisyon, gerçek bir geçmişin ayıplarının ortaya dökülmesini sağlama görevini üstlenmiştir. Gerçekler ne kadar ortaya dökülürse dökülsün, kime dokunursa dokunsun, komisyon gidebildiği kadar gitmelidir.Darbe dönemlerinde gerçekte neler yaşandığını halk çok az biliyor.Onlar bu darbelerin mecburiyetine bir şekilde ikna edildiler, sonradan duyduklarının da vatan haini mihrakların “kara propaganda”sı olduğu, “uçurumun kıyısından kurtarılmış” ülkeyi dünyaya kötü gösterme amacını güttüğü söylendi.Bu yüzden her şey sonuna kadar araştırılmalı, her ayrıntı kayda geçmelidir. Ve bütün bunlar da halkın bilgisine sunulmak durumundadır.***Meclis Komisyonu’nun yaptığı çalışmanın kapsamı dolayısıyla, uzadıkça bıkkınlık yaratabileceğini söyleyenler de var.Tam tersine, darbeler konusunda en sonuna kadar gidilmelidir ki, dünyanın bu saatinde hâlâ darbe savunmayı solculuk zannedenler de, darbeleri “bu iyi, bu kötü” diye ayıranlar da kendi tarihlerini öğrensinler.Askeri hapishanelerde neler olduğu, işkenceler, cinayetler sonuna kadar anlatılsın ki “Silivri Türkiye’nin Gulag’ıdır” diyenler utansınlar.Meclis’in Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun sonuna kadar gitmesi, görevini tamamına erdirmesi, “neden demokrasi” sorusuna verilecek en kuvvetli cevap olacaktır.
Milletvekili kendisine “bilfiil”, bizzat işkence yaptığını söylüyor, muhatabı inkâr bile etmiyor; “kılıksız” diye cevap veriyor. Rahattır.Dehşet verici bir rahatlık. Düzgün kılığıyla, üniformasıyla işkence yapmaktan, yapılmasından rahatsızlık duymak bir yana, ‘görevini yapmış olmanın huzuru içinde‘dir.Vatanı sevmenin kıstaslarını onlar tespit etmiştir, buna uygun olmayanlar “vatan haini”dir ve işkence görmelerinde bir sakınca yoktur.Şahıs, 12 Eylül döneminde, Mamak Askeri Cezaevi’nin komutanlığını yapmış olan bir emekli albaydır. Milletvekili de BDP’li Sırrı Süreyya Önder.***Emekli albayın rahatlığına dikkat etmek gerekiyor. Bu rahatlığa dikkat etmek gerekiyor ki, Silivri sakinlerinin görevlerini hangi duygularla yaptıkları, konuşmaları anlaşılsın.Emekli albay da rahattır, o da “keser döner sap döner” diye düşünmektedir.“Türkiye’de artık işkence odaları kurulmaz” diye aşırı güçlü bir kanaate sahip olanların bu emekli albayın rahatlığı üzerine çok düşünmeleri gerekiyor.Bu ülkede bir daha işkence odaları kurulmaz mı? Kurulur, hem de öyle bir kurulur ki, bugün “asla olmaz” diyenlerin ağızları açık kalır, bir daha da kapanmaz.Öyle kimselerin işkence odası kurmak için koşuştuklarını görürler ki gözleri fal taşından büyük açılır, kapanmaz.***Emekli albay rahattır, “Apo’nun partisi” diye konuşur, çünkü keserin sapın nereden döneceğini görmekte ve söylemektedir. İşkence odalarının neden tekrar kurulabileceğinin işaretini açık olarak vermektedir.Emekli albay rahattır, çünkü daha önce de, demokrasi kelimesini en çok kullanmış siyasilerin, “o gün” geldiğinde işkence odalarını en azından görmezden geldiklerine defalarca tanık olmuştur.“O gün”ün gelmesinin artık gerçekten imkânsız olmasının bütün koşullarını, tekrar; bütün koşullarını yaratmayan sivil siyasilerin “o gün” oturup “nerede yanlış yaptık” diye düşünmelerinin bir faydası olmayacaktır.Ancak o koşullar bütünüyle sağlandığında işkenceciliğini inkâr etmeyen emekli albaylar böyle rahat olamazlar.O emekli albayın fotoğrafı dün her yerde çıktı, herkes baksın, bu rahatlık üzerine düşünsün.
Siyasetin nasıl yapılmaması gerektiğinin o kadar çok örneğiyle karşılaşıyoruz ki, siyasetin iyi bir şey olduğuna istesek de bir türlü inanamıyoruz.Yerel seçim sathı mailine fiilen girilmiş durumdayken seçimin yapılacağı tarih konusunda bile makul olan üzerinden bir anlaşma sağlanamıyor.2014’te cumhurbaşkanı seçimi yapılacak. Ardından kışın yerel seçim yapılacak. Belki araya bir de anayasa referandumu mecburiyeti girebilir.Sıkışık seçim takvimi rahatlatmak amacıyla yerel seçimin 2013 sonbaharına çekilmesi makul bir öneridir.Bunu kendi başına tartışmak yerine CHP, büyükşehir belediyeleri kanunu da “pazarlığın” içine sokmak, iktidar partisini bu şekilde “sıkıştırmak” istiyor.***Büyükşehir belediyeleriyle ilgili kanun ve bağlı değişiklikler önemlidir, çok ayrıntılı tartışılmalıdır.Mesele yerel yönetimlerin güçlendirilmesi üzerinden ele alınmalı ve kanun bu amaca en uygun hâle getirilmelidir.Büyükşehir belediyeleri kanununu yerel seçimin öne alınması pazarlığının bir parçası hâline getirmek ise basit bir “gol atma” girişiminden başka bir şey değildir.***Yine yerel yönetimlerle ilgili olarak, İstanbul’da bir bölgenin Şişli ilçesinden alınıp Sarıyer ilçesine bağlanması girişimi üzerine kopan gürültü de ilginçtir.Tepki gösterenler önce dün bazı gazetelerde yer alan haritaya bir göz atarak bu bölgenin hangi belediyeye bağlı olması gerektiği sorusuna cevap verseler siyaseti bu kadar ucuzlatmamış olurlardı.Ayrıca tepki gösterenler daha önce bu bölgenin ANAP tarafından kendi partilerinin elinde olan Şişli ilçesine bağlandığını, böylece SHP’li Sarıyer ilçesinin elinden alındığını da hatırlamak ve hatırlatmak, sonra fikir beyan etmek durumundadırlar.***Eğer yerel seçimler 2013 sonbaharına alınırsa AKP “gol atmış” olmaz, sadece makul bir değişiklik yapılmış olur.CHP yerel seçimi 2014 kışında yaptırırsa da parti binaları dışında kimse kimseye “CHP AKP’ye amma gol attı” demez.Böyle ucuz siyaset yapma alışkanlığını devam ettirenler, Türk halkının, seçmeninin bunlardan çoktan bıktığını ve bıktığını da sandıkta sürekli olarak gösterdiğini anlamamakta ısrar ediyorlar.Sonra soruyorlar, “tek partili sisteme mi gidiyoruz” diye.
Başbakan, resmen “silahların susması” sürecine Abdullah Öcalan’ın katılacağını açıkladı. Açıklama MİT’in çalışmalarının üzerine kurulu olsa da bu, bir siyasi irade beyanıdır.Başbakan’ın açıklaması üzerine, “barış korkusu” sürmekte olan çevrelerden gelecek ağır suçlamalara halk itibar etmiyor, siyasi irade de bunlara itibar etmemek, aldırmamak, bunlardan etkilenmemek durumundadır.***Dünyada, benzeri çatışmalara, savaşlara son verecek süreçler son dönemde hızlandı.Kan bulaşmamış İskoçya sorununda Britanya hükümeti ile İskoçlar belirli bir süreç üzerinde anlaştı.Yine kan bulaşmamış Katalan sorununda Madrid hükümetiyle Barcelona yönetimi arasında bir siyasi tartışma ilerliyor.Filipinler’de çok kan bulaşmış Müslüman gerillalarla hükümet masaya oturdu, yine çok kan dökülmüş Kolombiya’da solcu gerillalarla hükümet Oslo’da masaya oturuyor...Bunların hepsinde farklı koşullar, farklı tarihi boyutlar, birikimler var, ama sonuçta hepsi masaya şöyle ya da böyle oturma iradesini gösterdiler.***Öcalan’ın devrede olması zaten sadece PKK’ya yakın olanların değil, Kürt siyasetinin farklı unsurlarının da önerisiydi.Öneriyi kabul etme aşamasına gelinmesi kolay olmadı, bunun da anlaşılabilir birçok nedeni var. Ama sonuçta bu önemli eşiğin de aşıldığı görülüyor.Önümüzdeki yeni süreçte, başarılı olunabilmesi için “siyasi iradeler”in kararlılık göstermesi kuşkusuz en önemli unsurdur.Kararlılık beklentisinin bir tarafında tartışmasız Başbakan Erdoğan’ın yürüteceği politika var.Diğer tarafta siyasi kararlılığı besleyecek olan da Kürtlerin en yüksek temsil yetkisini elinde tutmakta olan BDP’dir.Cumhurbaşkanı Gül’ün BDP’lilerle yaptığı görüşme bu yöndeki beklentilerin ve BDP’nin sorumluluklarının teyididir.***Yeni bir süreç için ilk adımlar atılmıştır. Devamının gelebilmesi için, bundan önceki süreçlerde yapılan yanlışları iyi değerlendirmek gerekir. Ama aynı zamanda bu yeni sürece katılımın genişletilmesinin yolları da aranmalıdır.“Barıştan korkan” cephenin tavrı değişmeyeceğine göre, “barıştan korkmayan” bütün siyasi ve sivil güçlerin bir barış seferberliği içine girmesiyle muhtemel zorlukları ve kasıtlı engellemeleri aşmak daha kolay olacaktır.
Suriye konusunda dış politika sözcülerinin sık sık kullandıkları bir niteleme var: Orta Doğu’da büyük güç olmak. Bu niteleme dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel dış politikasındaki temel bir değişiklik anlatılıyor...Ankara yönetimleri hep Orta Doğu’daki çatışmaların uzağında durma politikasını uyguladı.Bu politika değişikliği “Arap Baharı” denilen “halk hareketleriyle demokratik süreçlerin başlatılması” meselesiyle birlikte ortaya çıktı.Ankara’nın “Orta Doğu’da büyük güç olma” hedefi tartışılırken, önce mevcut “büyük güçleri” bilmek gerekiyor.***Birinci büyük güç “Sünni ekseni”dir. Bunun içinde, başında Suudi rejimleri, emirlikler ve Irak gibi ülkelerdeki siyasi örgütlenmeler vardır.İkinci büyük güç İran rejimi ve Suriye üzerinden, Irak Şiileri, Lübnan Şiileri ile Bahreyn’e uzanan “Şii ekseni”dir.Yakın dönemde bunların yanına, Sünni eksenden çıkmış “radikal İslam” da eklenmiştir.Üçüncü büyük güç de İsrail’dir, diğer ikisiyle savaş hâlindedir. İlk ikisi de kendi aralarında savaş hâlindedir.***Birinci Dünya Savaşı ertesinde Orta Doğu sınırlarını aşiret ve kabile yapıları üzerine ve o gün bilinen petrol yataklarına göre İngiltere ile Fransa çizdi.İki büyük savaş arasında ilk iki güç bir ölçüde durumu idare ettiler, ama İkinci Dünya Savaşı ertesinde İsrail’in kurulması yolunda ilk silahlı çatışmalar başladığından beri savaş hâlindedirler.Bu uzun savaşın tarafları dünyanın büyük güçleriyle oynayarak yakın düşmanlarına üstünlük sağlarlar, dünyanın büyük güçleri de bölgenin güçleriyle oynayarak etkinliklerini sürdürmeye çalışırlar.***Orta Doğu’da siyasetin yanında her zaman silah vardır, büyük kıyımlar vardır. Orta Doğu’nun büyük güçleri için siyasi mücadelelerde silah hep öndedir, kıyım yapmak olağan bir mücadele yöntemidir. Camiye de bomba konur, Şii pazarında siviller de öldürülür, Filistin mülteci kamplarında çocuklar da kılıçtan geçirilir, sinagog bombalanıp sivil Yahudiler de öldürülür.Bu coğrafyada “büyük güç olma” yollarını tartışırken haritanın tümünü görmek gerekiyor.Bir de alıntı yapayım; düşünmeyi, tartışmayı kolaylaştırmak için:“Başkan Roosevelt’in 1943 yılında İngiltere’nin ABD Büyükelçisi Lord Halifax’e Orta Doğu haritasını işaret ederek ustaca ortaya koyduğu gibi: ‘İran petrolü sizindir, Irak ve Kuveyt petrollerini paylaşıyoruz, Suudi Arabistan petrolü ise bizimdir.’ İşte böylece Amerika’nın Orta Doğu bölgesinde sancılı siyasi varlığı başlamış oldu.”(Stratejik Vizyon, Zbigniev Brzezinski, Timaş Yayınları, Mayıs 2012, s. 22)