Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine açlık grevlerinin sona ermesi “masanın ucu”nu ve masaya oturulabileceğini gösterdi. Öcalan’ın bu çağrıda bulunmasını sağlamak için belli görüşmeler olduğu bilgisi de hızla yayıldı.Açlık grevine gidenlerin ortaya koyduğu üç talep vardı. ‘Mahkemede Kürtçe’ talebi gerçekleşmek üzere; zaten çoktan gerçekleşmiş olması gereken bir “hak”tır.Ana dilde eğitim ise başka çalışmalar ve siyasi gelişmeler gerektiriyor, birkaç günde yapılacak bir iş değildir.Grevcilerin “asıl” talebi Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması, avukatları ve yakınlarıyla görüşmesinin sağlanmasıydı. Asıl siyasi talep buydu ve fiilen gerçekleşti.Bu siyasi talebin amacı ortaya bir görüşme masasının çıkmasının ve masanın bir tarafına Öcalan’ın oturmasının yolunu açmaktır.***Öcalan’ın 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinin ardından, PKK’daki etkinliğinin devam edip etmediğine ilişkin çok tartışma yapıldı. Önceki gün itibariyle bu tartışma sona ermiş oluyor; Öcalan açlık grevlerinin durmasını isteyince grevciler ve Kürt siyaseti, anında bu isteğin yerine getirilmesi için harekete geçmiştir.PKK, terörü aşırı şekilde kullanan, açık siyasi hedefleri olan bir siyasi örgüttür ve Öcalan, en uzun ve kanlı Kürt isyanını yürüten bu örgütün lideridir. Meseleyi çözmekle yükümlü siyasi iradeler uzun süre bu gerçeği görmemekte ısrar etmiş ve sürekli olarak PKK’yı da, onun yönetici kadrosunu da teşhiste ve tahlilde yanlışlar yapmıştır.Son direniş ve sona erme şekli, herhâlde yanlış tahlilde ısrar edenlerin bunu görmelerini de sağlayabilir.***Açlık grevlerinin Öcalan’ın “talimatı”yla sona ermesinin ardından girişilecek en anlamsız tartışma da “hükümet mi kazandı PKK mı kazandı” tartışması olacaktır.Hükümet hapishanelerde ölümler yaşanmamasını, bu ölümler dolayısıyla kaçınılmaz gerilim ve çatışmaların “çıkmamasını” sağlamıştır.Açlık grevcileri de Öcalan’ın konumunu ve “muhatap” niteliğini göstermiş oldular.Bugün “masanın ucu”nun göründüğü söylenebilir, ama Türk tarafında olduğu gibi Kürt tarafında da masanın kurulmasını istemeyen, barış yolunda kendi etkinliklerini kaybedecekleri için direneceklerin varlığı da bir kez daha doğrulandı. Açlık grevlerinin sona ermesinin hemen arkasından yine saldırı ve şehit haberi geldi.Açlık grevleriyle açılan süreci iyi değerlendirmek ve barış karşıtlarının yapacakları her türlü provokasyonun üstesinden gelmek de siyasi iradenin sorumluluğudur.
Balyoz davası sanıklarından, henüz kesinleşmemiş 18 yıl hapis cezası almış olan emekli tümgeneral Ahmet Yavuz’dan gelen mektubu dün aynen yayınlamaya başlamıştık. Bugüne kalan bölümünü aynen yayınlıyoruz.***Ahmet Yavuz4 B-11 Silivri29 Ekim 2012Sayın Okay GÖNENSİNYazar Vatan Gazetesi“Sayın Gönensin,(Dün bu köşede yer alan mektubun devamı)“Sanıkların lehine olan yüzlerce delili adli emanete kaldıran soruşturma savcılarının, bu verileri iddianameye aleyhte yansıttığını; HSYK’ya yapılan şikayete hiçbir işlem yapılmadığını biliyor musunuz?Suça konu planların (tamamı dijital, imzasız) Office 2007 versiyonu ile yazılmalarının (suç tarihi 2003) ortaya çıkmasından (mart 2012) ve bu gerçeği tekrar tekrar ortaya koyan bilimsel raporlar alınmasına rağmen mahkemenin bilirkişiye gitmeyi reddettiğini biliyor musunuz?Biliyorsanız bunu hukuka uygun buluyor musunuz?POPPER’ci bir yaklaşımla bu dava ilk günden çökmüştü... Delil olarak ortaya dökülen ne varsa binlerce defa yanlışlandı. Dava bu formatıyla kimseyi mahkum edemez derken (siyasi konuşmalar yapmak suçtur, As. Cz. Kn. 148’inci madde bu konuyu düzenlemiştir, konuşanlar bütün konuşmaları üstlenmişlerdir, bu suç bu mahkemenin konusu değildir) en ağırından cezalar verilmiştir. Amaç askeri vesayeti ortadan kaldırmayı sağlayacak bir yargılama yapmaktır. Bunun neresi hukuktur?Bizce Komisyon bütün bunları biliyor ve diyor ki: ‘Hayır, sizi inceleyemeyiz, çünkü arkasından çapanoğlu çıkar, başımız belaya girer.’Bunun neresi ahlak, vicdan, bilim ve demokrasi değeleri ile bağdaşıyor? Sonuna kadar gitsinler mi acaba?İnsanlar bizi aptal yerine koyuyorlar. Aslında milleti aptal yerine koyuyorlar. Milletimiz pek sorgulamaz. O inanır. Nereye ve ne zamana kadar? Gerçekle temas edip vicdanı harekete geçinceye kadar. Vicdanı harekete geçtiğinde de hesabını sorar kendisini aldatanlardan.Biz büyük bir sahtekarlıkla karşı karşıyayız. Demokrasiyi savunduğunu iddia eden bir azınlık, hukuksuz bir şekilde yargılanmamızı ve mahkum edilmemizi demokrasinin zaferi olarak sundular. Hukuksuz bir demokrasi olabilir mi? Bu davaların tümünde yapılan hukuksuzluklara tanıklık etseydiniz bambaşka bir görüşe sahip olurdunuz. Bundan eminim.Sayın Gönensin,Askeri hapishanelerde yapılan bütün haksızlıklar, aşağılıklar, insan onurunu zedeleyen ne varsa hepsi ortaya dökülsün; muhatapları utandırılsın ve cezalandırılsın!Silivri mahkemelerinde yapılan hukuk ihlalleri de sergilensin ve ‘Silivri Türkiye’nin Gulag’ıdır’ demeyenlerin nasıl utanacaklarını hep birlikte görelim.Sadece geçmişin yanlışlıklarına karşı çıkmak demokratlığa yetmiyor. Bugüne de, bugüne de... Saygılarımla.Ahmet Yavuz”
Balyoz davası sanıklarından, henüz kesinleşmemiş 18 yıl hapis cezası almış olan emekli tümgeneral Ahmet Yavuz’dan bir mektup geldi.Sayfa düzeni nedeniyle iki güne bölerek aynen yayınlıyorum.***Ahmet Yavuz4 B-11 Silivri29 Ekim 2012Sayın Okay GÖNENSİNYazar Vatan Gazetesi“Sayın Gönensin,22 Ekim 2012 tarihli “İşkencecinin rahatlığı” başlıklı yazınızı okudum. Bir şeyler yazmaya yeltendiğimde “Sonuna Kadar Gitmeli” başlıklı yazınızı yayınladınız. Ben ikisine birden cevap vermeyi uygun buldum. Çünkü sizin iki yazınızdan dolayı muhataplarınızdan biri benim. Bir Silivri tutuklusu. Balyoz davası sanığı. Emekli bir general. 18’liklerden.1980’i üsteğmen rütbesinde karşılamış, yüzbaşı rütbesinde uğurlamış, o günlerin büyük çoğunluğunu da sokakta geçirmiş birisiyim.O dönemde yapılanların bir kısmından utanç duydum o günlerde. Bugün de duyuyorum aynı utancı.Sıkıyönetim görevlerinde binlerce subayın görev aldığını biliyorum. Ama siz, bu binlerce subaydan çok düşük bir oranının işkence ve kötü muamele nedeniyle aramızdaki saygınlıklarını daha o günlerde yitirdiklerini biliyor musunuz? Geriye kalan temiz insanları haksız yere suçlamış olmuyor musunuz?Silivri’de yatanlar arasında işkenceye muhatap olanların varlığından haberdar mısınız?82 Anayasasına bugünleri görerek “hayır” diyenler var, biliyor musunuz?Bunları belki bilmiyorsunuz, bilseniz bile, bu dönem, Silivri’dekilerin toptan suçlanmasını gerektiriyor. Siz de üstünüze düşeni yapmış mı oluyorsunuz? Darbecilikten sonra şimdi de işkencecilikle suçlanıyoruz! Pes doğrusu.Bir psikopatın rahat davranışlarından yola çıkarak suçsuz insanlara suç yamamak, bana, kime ait olduğunu hatırlayamadığım bir sözü hatırlattı. Şöyle demiş düşünür: “Küçük çocuklar her öğrendiklerini genelleştirmeyi, büyük çocuklar ise önlerine çıkan çeşitli genelleme fırsatlarından özenle kaçınmayı tercih ederler.”Biz kimiz, neyiz, hangi haksızlıklara maruz kaldık?Bunlar sizi hiç mi ilgilendirmiyor? Bir dönemin birikmiş yanlışlarından sorumlu günah keçileri miyiz? Biraz insaf gerekli değil mi?“Sonuna Kadar Gitmeli” demişsiniz TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun çalışmaları için. Evet, biz de, sonuna kadar gidilebilsin ve gerçekler ortaya serilebilsin diye, müracaat ettik bu komisyona. Tabii reddedildik. Bize verdikleri yanıta siz de ulaşabilirsiniz.“Darbe dönemlerinde gerçekten neler yaşandığını halk çok az biliyor” diye bir cümleniz var; tam da gerçeği yansıtıyor. Peki Balyoz davasında halk gerçeği biliyor mu? Örneğin siz bir gün gelip oradaki komediyi izlediniz mi?Biz 50.000 imza toplayarak Adalet Bakanlığı’na müracaat ettik: “Mahkemelerin gidişatını halk görsün, TV’lerde duruşmalar yayınlansın” dedik. Buna kulak tıkandı. Bundan siz haberdar mısınız? Halk izleyemediği şeyden nasıl haberdar olacak?Bir başka örnek: Balyoz iddiaları kamuoyuna yansıdığı günlerde 1’inci Ordu Askeri Savcılığının görevlendirmesiyle ilk teknik bilirkişi raporunu hazırlayan Jandarma Gn. K.lığı bilişim uzmanı J. Muhabere yüzbaşıA. Hakan ERDOĞAN, 1’inci Ordu bilgisayarlarında yerinde inceleme yapıyor ve rapor veriyor: “1’inci Or. Bilgisayarlarında suça konu planların izine rastlanmamıştır.” Bu raporun Şubat 2010’da Beşiktaş Savcılığında kaybolduğunu, Mayıs 2011’de mahkemeye sunulmasına rağmen bir değer ifade etmediğini biliyor musunuz?(Yarın devam edecek)
Bir siyasi tıkanmanın varlığını tespit etmek için, tıkanmanın boyutunun artma eğilimlerini görmek için siyaset uzmanı olmak gerekmiyor.Sadece Başbakan’ın ve CHP Genel Başkanı’nın son on beyanatını arka arkaya okuyunca tıkanmanın seyir defterini çıkarabilirsiniz.İdam cezası gibi bir konunun tartışılıyor olması bile tıkanmanın itirafından başka bir şey değildir.Siyasi iradenin her köşesinin bir diğerini işaret ederek “onun yüzünden” diye bağırması, yakın geçmişin çok tanıdık sahnelerini hatırlattığı için de “bu manzaradan darbe bile çıkar” diye en umudu yitirmiş sesler dahi duyulur oldu.***2000’lerin ortasında, 90’lı yılların kâbuslarını biraz olsun geride bırakırken Türk toplumunun önüne ciddi ve açık bir pusula konulmuştu. Avrupa Birliği hem pusulaydı hem hedefti hem de muasır medeniyet kavramının bugünkü görüntüsünü ifade ediyordu.Bu hedef, medeni bir toplumda yaşamak isteyen bütün Türk vatandaşları gibi Kürtler için de çok somut bir içeriği ifade ediyordu.Kuşkusuz o günlerde de yıllarca beslenmiş korkuların etkisinden kurtulamayan kesimlerle, korkunun esas olduğu bir toplumun efendiliğine alışmış olanlar bu hedefe bütün imkânlarla karşı durdular. Bugün de duruyorlar.***Ancak Türk toplumu esas sorunun cevabını verirken Avrupa Birliği hedefinden güven aldı. Korkuların, kin ve nefretlerin egemenliğinde kapalı bir toplum mu, hemen yanı başımızda olduğu gibi, bütün demokratik hakların sonuna kadar sahibi olan, korkularını geride bırakmış bir toplum mu?Türk halkı bu sorunun cevabını, sandık her ortaya çıktığında açık olarak verdi.Bugün, “Türk halkının sorunu yoktur, beklentileri karşılanmıştır, mevcut sorunlar ‘düşmanlar‘ın yarattığı suni sorunlardır” diye düşünenlerin siyasi tarihimizi tekrar gözden geçirmeleri gerekiyor. Eğer bunu yaparlarsa, çok açık bir “pusula ayarı”na ihtiyaç olduğunu göreceklerdir.Pusula tekrar Avrupa Birliği eksenine dönerse bugünkü tıkanmanın bütün ilaçlarının “Avrupa Birliği reformları” adı altında toplanan sürecin içinde olduğunu da görebilirler.Bu pusula ayarı hızla hayata geçirilmezse “yine darbe olur mu” korkusundan “aslında darbe oldu da haberimiz mi yok” ruhuna inanılmaz bir hızla geçeriz.
Taksim olayı, yeni alan projesi çerçevesindeki tartışmalar, bizi bize çok iyi anlatan bir “örnek olay”dır. Taksim Meydanı ve çevresinin baştan aşağı yeniden düzenlenmesiyle ilgili proje bir yıl kadar önce ortaya çıktı, Başbakan Erdoğan da projenin “asıl sahibi”nin kendisi olduğunu ilan etti.Bu projenin hayata geçeceğinin kesinleşmesiyle birlikte yaşananlar, tam bize özgü hâllerin Taksim çerçevesinde tekrarı oldu.Herhâlde Taksim ve çevresinde bazı düzenlemelere ihtiyaç vardı. Olabilir, İstanbul’un merkezi ve simgelerinden biri olan bu meydana el sürülmeyecek diye bir kural yok. Ama konuya “İstanbullular”dan başlarsak, en büyük şehrimizin sakinlerinin böyle bir talepleri olmadığı ortada. Buna rağmen uzmanlar, şehrin geleceğini düşünenler yine de bazı düzenlemeler yapabilirler. Ve yapılacak her şey halka sorulmalıdır diye bir kural da yok.Ama İstanbul’da yaşayanların asıl en büyük sıkıntısı “trafik.” Yöneticilerinden talepleri de bu soruna çözüm bulmalarıdır.***Taksim Meydanı’nın bir yıl trafiğe kapanmasının trafik sıkıntısına yapacağı büyük katkılara aldırmadan bu işe girişmek “bize özgü” hâllerden biridir.“Nasıl olsa bu sıkıntıyı çekiyorlar, biraz daha fazla çeksinler, ama iş bitince güzel olduğunu görecekler” gibi bir mantıkla bu işe girişilmesi, İstanbulluları projeye ısındırma çabası gösterilmemesi maalesef fazla eskide kalmış bir yönetim “ruhu”nun bizde yaşadığını gösteriyor.Başka bir “yönetici ruhu” daha var, o “ruh” da diyor ki, “bu meydanın sahibi halktır, dolayısıyla projeyi halka bıkmadan usanmadan anlatmak, açıklamak, halkı inandırmak zorundayız.”Eğer ortada bir tereddüt varsa, ki tartışmanın başından beri çok fazla tereddüt açıklandı, o zaman da yapılacak iş doğrudan halka sorulur. Bu da bizim “hâlimiz”in bayağı yukarılarındaki bir “halkı ciddiye alma hâli”dir.Taksim Meydanı’nı, halka tam anlatmadan, halka sormadan, halkı ısındırmadan baştan aşağı değiştirmenin arkasında bir de “büyük eserle tarihe geçmek” merakı var ki, bu da tersini yapmanın eseri daha da büyüteceğini anlayamama hâlidir.Taksim Meydanı üzerinden kendimizi biraz daha tanıma fırsatımız oldu. Bundan sonra olay çeşitli inatlaşmalar içinde gelişecek, sonu ne olursa olsun, gereksiz savaşlara bir savaş daha eklemiş olacağız.
Başbakan Erdoğan bir süredir ölüm cezasıyla ilgili görüşler açıklıyor. Önce herhangi bir atıfta bulunmadan ölüm cezasının kalkmış olmasıyla ilgili tereddütlerini ifade etti. Sonra Norveç’te kitlesel kıyım yapan kişiye verilen cezanın hafifliğinden söz ederek, yanına böyle bir suçun cezasının ölüm olması gerektiği görüşünü ekledi. Son olarak da “terör” suçlarında ölüm cezasının geri getirilebileceğini açıkça söyledi.***Ölüm cezası ülkemizde, medeni ülkelerdeki fikir ve uygulama gelişmelerine bakıldığında hem geç kaldırıldı hem de “istemeden” kaldırıldı.Bilindiği gibi PKK lideri Türkiye’ye idam edilmemesi koşuluyla verilmişti; dönemin üç partili koalisyon hükümeti idam cezasının kaldırmış ve Öcalan’ın asılmayacağı güvencesini vermişti.Ölüm cezasının toplumumuzdaki tarihine girmeye gerek yok, ama hâlâ “sallandıracaksın üçünü beşini, bak bu işler nasıl düzelir” duygusunun, bu düzeyde bir kıraathane felsefesinin varlığını koruduğuna da kuşku yok. Bu geri düşüncenin en veciz ifadelerinden biri de, 12 Eylül askeri yönetiminin başının “asmayalım da besleyelim mi” sözü olmuştur.Ölüm cezası gelişmiş toplumlarda çok uzun tartışılmıştır ve bu toplumlar kendi kıraathane filozoflarına rağmen “ileri” tavırlar almış, bir daha da geriye dönmemişlerdir.***Başbakan’ın durup dururken böyle bir konuyu gündeme getirmesi, yaygın olarak PKK’ya karşı bir hamle olarak algılandı. Erdoğan açıkça söylemese de ifadeleri “siz gerilimi tırmandırırsanız biz de sizi asarız” diye okunuyor.Bu arada şunu da hatırlamak gerekiyor ki ölüm cezası geri getirilse bile Öcalan’ın tekrar yargılanıp bu cezaya çarptırılması “hukuken” mümkün değildir.Sonuçta, siyasette gerilemeyi, sorunu çözme yolunda ilerleme sağlayamamanın sıkıntısını gösteren bir dil ortaya çıkmış oldu ve bu dilin de toplumda belli bir karşılığı vardır.***Bu dil, sorunun çözümüne yeni kilitler vurur, ama toplumun belli kesimlerinin duygularının okşanmasıyla oy olarak bile geri dönebilir.Eğer hesap buysa, bu hesabın anlamı siyasette ciddi bir gerilemedir.Siyasette gerileme sadece “bahtsız bedevi” atışmasında ortaya çıkmıyor; böyle bir gerileme hattına girildiği zaman durum, her köşede, her tartışmada kendisini gösteriyor.
AKP’nin Meclis anayasa komisyonuna açıklanması, savunulması çok zor bir “başkanlık sistemi” önerisi getirmesi üzerine gelen yorumların çoğunda “mümkün değil” ifadesi vardı.Bu önerinin Meclis’teki diğer partilerden destek alması “mucize” olduğuna göre, AKP’nin bu hamlesini açıklamak oldukça zor. Bir yorum da, AKP’nin “pazarlığı” bu ‘imkânsız‘la açarak, diğer partileri daha “ortada” bir noktada ikna etmeye çalışacağı şeklinde.Böyle şeyler başka ülkelerde olabilir, ama muhalefet partilerinden herhangi birinin “yarı başkanlık” diye nitelenebilecek bir değişikliğe destek vermesini beklemek de hayaldir.AKP, yerel seçimlerin mantıklı gerekçelerle öne alınmasını bile gerçekleştiremedi, vazgeçmek zorunda kaldı. Herhalde AKP’nin “siyaset üreticileri” birkaç haftalık bu olayı unutmuş değillerdir.***Başbakan Erdoğan’ın “2023 planı”nın ana hatları epeydir herkesin malumu.Erdoğan, Cumhuriyetin yüzüncü yılında, ikinci cumhurbaşkanlığı döneminin sonunda, siyasi hayatını “başarı haneleri dolu” bir lider olarak tamamlamak istiyor.Bu hedef siyaseten de meşrudur, “olabilirliği”nin temelleri de vardır.Başkanlık sistemini getiren bir anayasanın “olabilirliği”nin temelleri ise zayıftır.Türk halkı “ille de başkanlık veya yarı başkanlık sistemine geçelim” diye tepinmiyor. Konuya hâkim olanlar arasında da böyle bir değişimin gerekliliğine ikna olmuş olanların azınlıkta kaldığı ortada.Bu çerçevede bir pazarlık da mümkün görünmediğine göre, başkanlığa geçiş yönünde bir ısrarın AKP’nin siyasi karnesine “başarısızlık” olarak yazılacağı da bellidir.Bu hamle, eğer AKP açısından “en azından denedik, ortamın uygun olmadığını gördük” veya “bu dönemde daha yoğun tartışılmasını sağlamak için yaptık” gibi gerekçelerle açıklanırsa, siyasi olgunluk açısından bir yara teşkil etmez.Ama öneri, siyasi bir “hayat-memat” konusu olarak gündemde tutulmaya devam edilirse ve olay “ya böyle ya hiç” çatışmasına ulaşırsa, tekrar edelim; 2023 hayaline hep birlikte veda ederiz.2023’te hâlâ 40 yıl öncesinin “askeri anayasası” ile yönetilen, dolayısıyla da asıl meseleyi hâlâ çözememiş bir ülkede yaşayanların hiçbirinin “övünme, gururlanma” gibi bir hakkı olmaz.
Başbakan geçen hafta yeni anayasayla ilgili umudunun azaldığını söylemiş, ancak herhangi bir yönde karar işareti vermemişti. Bunun ardından Meclis komisyonunun AKP’li üyelerinden oldukça “radikal” bir teklif geldi.Açıklandığı kadarıyla AKP’lilerin önerisi tam bir başkanlık sisteminin ana hatlarını içeriyor. Ülkeyi bütün yetkileri elinde toplayan, halkın seçtiği bir başkan, milletvekili olmayan başbakan ve bakanlar yönetecek.Bakanlar siyasetten gelmedikleri ve milletvekili olmadıkları için ‘başkan’ın partisiyle bağları da zayıf olacak, Amerikan sistemine çok yakın bir yapı kurulacak.Kanun teklifleri Meclis içinden geleceği için, -tabii ki Başkan ile Meclis çoğunluğunun aynı partiye ait olmaları hâlinde- Meclis’i de fiilen ‘başkan’ yönetecek.Başkan, veto hakkıyla Meclis’ten istemediği bir karar ya da kanun çıkmasını önleyecek, bütçeyi de başkan yapıp Meclis’in onayına sunacak.***Yapının ana unsurları böyle oluşunca, ilk anda ortaya çıkan görüntü, dengeleyici herhangi bir ağırlığın bulunmadığı, her şeye hâkim bir ‘başkan’ın aklına ve “iyiliği”ne bırakılmış bir sistemdir.Bu yapıyı formüle edenler, hâlen uygulanmakta olan başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinde, ‘başkan’ın “elini tutan” her unsuru tablodan silmişler.Ayrıntısına girmeden ve öneri sahiplerinin niyetlerini okumaya kalkmadan da böyle bir sistemin tümüyle kilitlenme ihtimalini görmemek mümkün değil.Meclis çoğunluğunun ‘başkan’ın partisinden olacağını kimse garanti edemeyeceğine göre bu sistemde bütün yapının kilitlenmesi her zaman geçerli bir olasılıktır ve bu olasılığın ucunda da çok daha büyük krizler vardır.***Diyelim ki AKP, geniş uzlaşmaya dayalı medeni bir anayasa yapılamayacağı kanısı edindi ve böyle bir anayasa teklifiyle, halkın önüne gitme kararı aldı.Bu gibi durumlarda yakın siyasi tarih çok öğretici örneklerle doludur.Örneğin 1968’de öğrenci hareketleriyle başlayan büyük toplumsal dalgalanmaların toplumun geniş kesiminde yarattığı tepkiler üzerine zamanın devlet başkanı General De Gaulle kendi yetkilerini artıran bir teklifle halka gitmişti. Yorgun Fransızlar yine de General’e hayır dediler, o da anında evine gitti ve kendisini anlamayan Fransızlara küstü.AKP’lilerin yeni anayasa için böyle bir sistem teklifiyle gelmeleri, umut bir yana, medeni anayasa niyetinin bile kalmadığının işareti olabilir. Eğer öyleyse başka bir “2023” hayal etmeye şimdiden başlasınlar.