Ne sonuç vereceği önceden belli işleri yapmaya devam etmenin en terbiyeli tanımı, tecrübelerden ders alma niteliğine sahip olmamaktır.Belki bu kez işe yarar diyerek aynı yanlışı tekrarlamanın dışında bir durum daha var. O da, tersi bir görüntü vererek, aslında olumsuz bir sonuç hedefliyor olmak...BDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasının yaratacağı sonuçlar bellidir. Yirmi yıl kadar önce, Kürt milletvekilleri kendi kimlikleriyle girdikleri Meclis’ten enselerinden tutularak atıldığından beri böyle icraatlar hep aynı sonucu vermiştir.Bu icraatların Kürtlerdeki yansıması, Meclis’te, merkez siyasette istenmedikleri kanaatinin yaygınlaşması olmuştur.O kanaatin yaygınlaşması dolayısıyla silahlı mücadele dışında yol alınmadığında ısrar eden Kürt siyasetlerinin, PKK’nın canına can kattığını görmemek de Ankara’ya özgü bir körlük hâli olmaya devam ediyor.***Dokunulmazlığı kaldırılmak istenen vekillere yönelik asıl suçlama, bölgede ıssız olmayan bir yolda silahlarıyla dolaşan PKK militanlarıyla kucaklaşmadır.Bu kucaklaşma, kuşkusuz gereksiz, anlamsız bir gösteridir. Bir faydası olamayacak, ama öfkeyi kabarttığından, barışçı çözüm için uğraşan herkesi de zor durumda bırakacak ve yasal siyaset yapanların barış istedikleriyle ilgili kuşkuları da besleyecek bir gösteridir.Buna, dokunulmazlıklarını kaldırarak vekilleri içeri atmak üzere harekete geçmekle karşılık verildiğinde, zar zor oluşturulmuş birkaç “güven köşesi” de tekrar dağıtılmış oluyor.Gerçek sonuçlar almanın yolunun “güven köşeleri”ni artırmaktan geçtiği ortadayken, bu köşelerin tahribinin açıklanması kolay değildir.***Dağdan indirme, silah bıraktırma gibi bir siyasi amaç varsa, bunun için “ovada siyaset” alanlarının bütün olumsuzluklara, bütün sabotajlara rağmen açık tutulması ve genişletilmesi şarttır. BDP’li birkaç vekilin tribün şovu bahanesiyle “esas siyaset” bir kez daha yaralanıyorsa Ankara’nın siyaseti daha da kuvvetli olarak sorgulanacaktır.Hatta Ankara, batmış yöntemleri tekrar tekrar çekmeceden çıkardıkça “aslında ne istediği” sorusu da meşru bir soru olacaktır.
AKP’nin muhafazakâr damarı, yargı paketlerinin dördüncüsü gündeme gelince yine frene bastı.Paketin, hükümet tasarısı olarak Meclis’e gitmesi ertelenmiş oldu.Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı bu dördüncü pakette, bundan önceki yargı reformlarının da gerçeklik kazanmasını sağlayacak birçok önemli değişiklik yer alıyor.Terörle Mücadele Kanunu’na, ilk çıktığı günden bu yana bir icraatın terör eylemi niteliği taşıması için şart olan “şiddet” kıstası açık bir şekilde konulmamıştı. Yasadaki belirsizlikler dolayısıyla uygulamada ortaya çıkan haksızlıkları, adaletsizlikleri artık herkes biliyor.Bu durumun yansımalarının, Türk yargısının alışkanlıklarıyla birlikte basına geniş bir baskı alanı yarattığını da herkes biliyor, dünya biliyor.***Dördüncü paketin önemli unsurlarından biri de meşhur 301’inci maddenin medeni ülkelerdeki gibi her türlü kin ve nefret suçunu kapsayacak hâle getirilmesidir. Bakanlığın önerdiği değişiklikle ilgili bazı “eksiklik” itirazları olsa bile, yeni madde bir “ilerleme” getiriyor.Bu madde dolayısıyla yaşananları da yine herkes biliyor, Ankara da biliyor.Pakette, Bakanlar Kurulu üyelerinin içine sinmeyen diğer yeniliklerden biri de “memurun korunması”na ilişkin değişiklik. Mevcut korunma sistemlerinin yarattığı ayrıcalıkları herkes bildiği gibi Ankara’daki herkes de biliyor.***AKP kurulduğu günden itibaren kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak niteleyen bir siyasi parti. Bu iki sıfatın bir arada yaşamasının zorluğuyla ilgili tartışmalar bir yana, AKP iktidarının ilk döneminde “demokrat damar”ın öne çıkması sayesinde önemli reformlar yapılabilmiş ve bugün dördüncü yargı paketi gibi gerçekten önemli bir dönüşümün sınırına gelinebilmiştir.Ancak yakın dönem AKP’sinde “muhafazakâr damar” oldukça sık olarak, en çok da Kürt meselesindeki tıkanmalar çerçevesinde kendisini gösteriyor.Dördüncü yargı paketinde terör suçlarının şiddet unsuru üzerinden netleşmesine itiraz da AKP’deki bu refleksin son örneğidir.***AKP, “demokrat damarı” öne çıktıkça gelişmiş, halk desteğini artırmıştır. İktidar çevresindeki yeni siyaset üreticileri, bunu göremedikleri sürece “muhafazakâr” tıkanmaların yolunu açmış oluyor.“Bana yetecek kadar demokrasi” anlayışının altında “kısmen demokratlık” değil, “sıfır demokratlık” vardır.AKP’de bunu gören, bilen damar geride kaldıkça hâlen yaşanan tıkanmaların ömrü fena hâlde uzayacaktır.
Türkiye’nin sol, sosyalist, komünist parti geleneği cumhuriyet öncesine gider. Osmanlı’nın son döneminde de Marksist düşüncelerden esinlenmiş sol partiler ortaya çıkmıştı. Türkiye Komünist Partisi cumhuriyetten eskidir. 1946-1950 arasındaki kısa “serbestlik” döneminde de komünist partiye dayanan veya farklı sosyalist anlayışlardan etkilenen sol partiler ortaya çıkmış, bunlar da çok partili düzene geçme ama demokrasiye geçememe ortamında kapatılmış, yöneticileri, üyeleri hep ağır baskılara uğramıştı.Siyasi hayatta en etkili sosyalist parti, 1960 sonrası özgürlük dalgasıyla birlikte sendikal harekete dayanan Türkiye İşçi Partisi (TİP) olmuştur.***Türkiye’de sol siyasetin köklerinin epey eskiye dayandığını hatırlatmak için böyle bir tarih özeti yaptık. TİP’ten ve 1968 gençlik hareketlerinden sonra sosyalist sol farklı renkleri ve boyutlarıyla, “fraksiyonları” ve iç savaşlarıyla hep siyasi hayatta var oldu.12 Eylül 1980 darbesinin ardından, Özal’ın Türk Ceza Kanunu’nun 141-142’nci maddelerini kaldırmasıyla tekrar yasal sosyalist, komünist partiler ortaya çıktı, ancak doğrusunu söyleyelim, geçen yaklaşık 30 yıl içinde sol, siyasi hayatta etkili bir konuma sahip olmadı.Solda ortaya çıkan fikri boşluk, zaten oldukça eskiye dayanan, 60’lı yıllarda “askeri darbeye destek olmak, Kemalistleri sola çekerek iktidara ortak olmak“ şeklindeki pragmatik politikalarla daha da büyüdü.Bu fikri boşluk içinde en kaba milliyetçi-devletçi refleksler bile kendilerini “sol” gibi sunabilmiş, buna kendilerini de belli bir kesimi de inandırabilmiştir. Hâlâ da inandırmaktadır. Çünkü devletçi-milliyetçi ruh, 90’larda Refah Partisi’nin yükselişi, 2000’den itibaren de AKP’nin kuruluşu ve iktidarının yarattığı tedirginlikler üzerine kurduğu tepki politikalarını yine sol muhalefet gibi sunarak zihni karmaşadan kendine dayanak sağlamıştır.Kendilerini sol olarak niteleyen siyasi partilerin çoğu, şu anda “AKP karşıtlığı”nı aşamayan platformlarda siyaset yapmaya çalışmakta, bu konumlanmanın doğal sonucu olarak birkaç kelime ve kavram farkıyla milliyetçi-devletçi-laikçi bir platformda CHP ve İP çevresinde sıkışmaktan kurtulamamaktadır.***Yeni kurulan partinin adı “Yeşil ve Sol Gelecek Partisi“dir. Bu partinin hazırlıkları sırasında ve kuruluşuyla birlikte yapılan ilk açıklamalar, kurucularının zaten bu tespitten hareket ettiklerini gösteriyor.Milliyetçi, devletçi, laikçi gibi kavramların sol düşüncede yerlerinin olmadığını anlatmak kolay olmayacaktır.Sosyalizmin, Sovyetler Birliği deneyinden ibaret olmayan bir “dünya tasavvuru“ olduğunu anlatmak da kolay değildir.Yeni sol parti, gerçek bir sol parti olarak gelişmeyi umut ettiği ve bugünkü ağır engellere rağmen bunda ısrarcı olduğu sürece, Türk toplumunun geleceğine ilişkin demokratik ve insani politikalar üretebildiği sürece Türk siyasetinde bir yer sahibi olabilir.Bunda başarılı olursa da bugün her alanda yaşanan “yanlış bölünme-kutuplaşma“nın giderilmesine en büyük katkıyı sağlamış olur.
Uğur Mumcu, 1993 yılının ocak ayında otomobiline bomba yerleştirilerek öldürüldü. Mumcu’nun siyasi kimliği ve yazdıkları dolayısıyla herkes hemen radikal sağa, İslamcı tarafa baktı.Hizbullah adı çevresinden üç kişiye ulaşıldı; ikisi yakalandı, ağırlaştırılmış müebbet aldı, biri ise hiç yakalanmadı.Sanıklara yataklıktan yargılanan bir kişi, “yataklık ettimse, polisime jandarmama ettim” demiş, hemen tahliye olmuş ve beraat etmişti. İlk sorular da bu noktada ortaya çıktı.***Cinayet ertesinde, yargı sürecinde ve sonrasında olanları Güldal Mumcu kitabında anlatıyor.- Yıl 1995, davaya savcı olarak atanan Kemal Ayhan, “kim yaptı” sorusuna şu cevabı veriyor: “Uluslararası istihbarat örgütleri, biraz mafya ve karanlık güçler, diyeyim.”Savcı Ayhan, bu görüşmeden üç ay kadar sonra evinde ölü bulunuyor, soruşturma ve otopsi yapılmadan toprağa veriliyor. Talimatı veren, Başsavcı Nusret Demiral’dır.***- YIL 2000, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, “MİT hiç yardım etmiyor” diyor.Yine yıl 2000, Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı konuşuyor: “Bize bulun diyorlar. Bulun ulan! denmiyor! MİT, emniyet, siyaset arkamızda tam durmuyor.”- Yıl 1996, Yeşil kod adıyla bilinen Jitem tetikçisi şahıs Mumcular’ın evine geliyor. “Olayın failini bulsak, sonra etrafından da birkaç kişi bulunsa yeter mi?” diye soruyor; Güldal Mumcu’nun “bütün gerçeği istiyorum” demesi üzerine “Siz hepsini istiyorsunuz. O zaman üç tane gül alacağım. Birini Başbakanlığa, birini Çeçenistan’a, birini de Uğur Bey’in öldürüldüğü yere koyacağım” diyor.Binadan çıkarken, taziye defterine şöyle yazıyor: “Olayların hepsi açığa çıksın! Bütün gerçekler açığa çıksın! Artık yeter! Buraya gerçek adımı da yazıyorum. Gerçek adım Mahmut Yıldırım. Buraya yazıyorum. Gerçekler açığa çıksın.”Ertesi gün defter yerinde yoktur ve bir daha da bulunamaz.- Yıl 1997, eski başbakan, daha sonra tekrar başbakan olacak olan Bülent Ecevit konuşuyor:“Bana yapılan suikastı, ardındakileri araştırırken hep duvarlara çarptım. Eşiniz arı kovanına çomak sokmuştu.”***Bu özet bile, insanın ailesinin güvenliği için kaygılanmasını anlamaya yeterlidir.Güldal Mumcu bunları açıklamak için beklemiştir, şimdi CHP’den Milletvekilidir, Meclis Başkan Vekilidir.Güldal Mumcu’nun kitabı üzerine harekete geçecek savcılar vardır, olmalıdır.Bu ülkenin siyasi cinayetler ülkesi olmaktan çıkmasını gerçekten isteyen siyasi iradelerin, o savcılara harekete geçmeleri için destek olmalarını istemek, bunda ısrar etmek zorundayız.
Açlık grevlerin muhasebesinde, en anlamsız tartışma “kim kazandı” sorusu üzerine yapılıyor. Böyle bir tartışma üzerinden ortaya bir siyaset çıkmasını sağlamak mümkün değildir.PKK’nın açlık grevi gibi bıçak sırtı bir eyleme girişmesi önemli bir hamle oldu. Bu hamlenin ardından Hükümet’in, bütün duygusal lafların edilmesine ve sert üslubun öne çıkarılmasına rağmen “çözüm” hattı üzerinden hareket etmesi sayesinde bir “açılım” ortamının şartlarının yaratıldığı söylenebilir.***Uzunca bir süre, Hükümet’in kullandığı dil dolayısıyla siyasi alanın daraldığı ve “asayişçi” bakış açısının egemen olduğu bir dönem yaşadık.Bu “asayişçi” mantık siyaseti geriletince de Kürt siyaseti hamle önceliği kazandı.Açlık grevlerinin ölümsüz sona ermesinde Abdullah Öcalan’ın hamlesi de PKK ve Kürt siyasetiyle ilgili birçok yanlış kanaatin bir kenara bırakılması gerektiğini gösterdi.Ankara, siyaset yollarını tıkadığı sürece, siyaset ve hamle alanını başkalarına bıraktığı gerçeğini de bu vesileyle görmüş olmalıdır.***Açlık grevleri krizini yönetmekte yine, Hükümet’in öfkeli lafları bir kenara bırakarak, sonuç alacak bir çalışmayı gerçekleştirmesi de kendine güven sağlamış olmalıdır.Bugün için “gerçek hamle,” yol haritası ortaya çıkarmanın koşullarını yaratacak bir siyaset alanı açmak olacaktır.Kürt siyaseti de siyaset alanının genişlemesine katkıda bulunduğu sürece bir “yol haritasına” doğru ilerlemek mümkün olabilir.Başbakan Erdoğan’ın silah bırakılması hâlinde örgütün yönetici kadrolarının başka ülkelere gitmesiyle ilgili sözleri de “yol haritası” arayışının yeni bir adımı olarak görülmelidir.***Mahkemelerde Kürtçenin yasal bir hak olmasıyla birlikte, KCK davalarının hızlandırılması ve beklenen tahliyeler sayesinde önemli bir “hava değişikliği” sağlanması da pekâlâ mümkündür ve böyle yapılmalıdır.Başbakan’ın “silah bırakma” şartını tekrar etmesi doğaldır ve bu şartın tekraren ifade edilmesi siyaset alanının genişlemesini engellemez.Bugün gelinen aşamada BDP’ye bir kez daha siyasete katkıda bulunma yolu açılmıştır. BDP’nin de “savaş dili”nin terk edilmesinde Ankara’ya yardımcı olması için koşullar uygundur ve BDP bunu sağlamak zorundadır.
AKP’nin “Türk modeli başkanlık sistemi” ile ilgili teklifi biraz daha geliştirilmiş olan şekliyle açıklandı.Önerilen “Türk modeli”, farklı ülkelerde uygulanan modellerdeki kimi unsurların bir araya getirildiği bir model.Bu modeldeki yapının en temel unsurlarından biri bakanların, başkan tarafından Meclis dışından atanması.Milletvekilleri ise sadece yasama görevi yapabiliyor, vekillikten istifa etseler bile bakan olamıyor.Bu yapıda, bakanlar “başkana bağlı teknokrat” durumundadır; siyasi altyapıları olmadığı gibi, “dışarıdan” oldukları için, partiden, Meclis’ten gelecek her türlü siyasi baskı ve etkiden muaf tutulmuş oluyorlar.“Teknokrat bakan”, geleceğe doğru siyasi bir hevesi olsa bile zaten her bakımdan; bakan olarak kalabilmesi için de ileride siyaset yapabilmesi için de tümüyle başkana bağlıdır.Bakanlar kurulu, bu yapısı ve siyasetten kopukluğu dolayısıyla sadece başkana karşı sorumlu bir “sekretarya” niteliğindedir.Başkan partili olabilecektir, partisinin lideri olarak kalabilecektir. Dolayısıyla Meclis’e kimin gireceğini kimin girmeyeceğini yine kendisi belirleyecektir. Meclis grubu da böylece doğrudan başkana bağlı olacaktır.***Başkan, Meclis’i ve teknokrat hükümeti yönetirken, iki unsurun birbiriyle ilişkisi kesilmiş olacağı için, birbirlerini etkilemelerinin, ortak siyasetler geliştirmelerinin yolları da kesilmiş olacaktır.Başkan Meclis’i feshetme ve ülkeyi seçime götürme yetkisine sahip olacağı için zaten başkanın gözünün içine bakan bir Meclis’in başkanın belirlediği hatların dışında siyaset geliştirme, “denetim” yollarını zorlama imkânları da pratikte ortadan kalkacaktır. Bu sistemde Meclis’in yarısının üç yılda bir yenilenmesi de söz konusu olduğundan, başkan milletvekillerini daha da sıkı kontrol altında tutabilecektir.Eğer Meclis’te kazara başkanın partisinden başka bir çoğunluk oluşursa, başkanın “bu şekilde yönetemiyorum” diyerek ülkeyi tekrar tekrar seçime götürmesi de mümkündür.Bu şekildeki bir “Türk modeli”, gerçekten “Türk modeli” olur.Kuvvetlerin birbirini denetleme imkânının olmadığı, bütün kuvvetlerin tek tek merkeze, başkana bağlı olduğu bir model, günümüzün dünyasında sadece “Türk modeli” olarak kalır.
Orta Doğu’nun karmaşık siyasi ve toplumsal ilişkilerini, şiddetli hesaplaşmalarını anlamak için içine girmek gerekiyormuş.Atak ve etkili dış politika yürütmek, yakın çevremizle daha ilgili olmak gibi hedeflere kimsenin itirazı olamaz. Tabii ki bir tek koşulla; bataklığın içine sürüklenmemek koşuluyla.***Bu coğrafyada kimse başkasının çocuğunun ölümüne üzülmez, kendi çocuğu ölünce herkese onu göstererek “düşmanın insanlıktan nasibi almadığını” anlatır.Çocuk öldürmek konusunda bu coğrafyada kimsenin kimseye söyleyecek sözü yoktur.Orta Doğu’daki karmaşanın boyutlarını bizim durumumuz da gösteriyor.Suriye ile hasmane ilişkiler içindeyiz. İsrail ile de hasmane ilişkiler içindeyiz.Suriye ile İsrail de savaş ilişkisi içinde.Irak’ta Şiilerle aramızın iyi olduğu söylenemez, ama yine Şiilerle ilişkileri kötüleşen Kürtlerle hasmane olmasa da olumlu denilemeyecek bir ilişkimiz var.Filistinlilerin Hamas’ını bizim hasmane ilişki içinde olduğumuz Suriye ve Suriye dolayısıyla aramızın serin olduğu İran destekliyor, onlara silah vermeye devam ediyor. Biz de Hamas’ın Filistin halkının temsili açısından “meşruiyetini” kabul ediyoruz, itilmemesi için çaba gösterdiğimiz gibi İsrail’e yönelik saldırılarını “kendini koruma” olarak görüyoruz.“Stratejik” müttefikimiz ABD ise Hamas’ın saldırgan olduğunu düşünüyor, İsrail saldırılarını meşru savunma olarak görüyor.Zaten Rusya ile Suriye meselesi dolayısıyla bir “serinlik” yaşıyoruz.İşte bu karmaşaya, içinde yer alan bütün oyuncuların şiddetin her türlüsünü kullanarak siyaset yapmalarına, ittifakların sürekli değişmesine “bataklık” deniliyor...***Bu bataklık da bütün bataklıklar gibi “girmesi kolay çıkması zor” bir bataklık. Her an yeni bir “hasmane ilişki” sahibi de olabilirsiniz, açık bir düşman sahibi de olabilirsiniz, kimin kumanda ettiği bilinmeyen bir saldırının hedefi de olabilirsiniz.***Bu coğrafyada herkes “adam gibi ölmek” hattında politika yapıyor; bu hattın dışında olmak da, eğer amaç barışa bir nebze katkıda bulunmak, çocuk cinayetlerini durdurmak ise, hiç kimseyle “hasım” olmamaktan geçiyor.Esas olanın herkesin “insan gibi yaşaması” olduğunu anlatmaktan geçiyor.
Başbakan, birkaç kez başkanlık sisteminin tartışılması gerektiğini söyledi. Böyle radikal bir siyasi ve idari sistem değişikliğine taraftar olduğunu da açıkça belirtti.Bu açıklamalarının her birinin ardından birkaç AKP’liden daha “destek” açıklamaları geliyor, birkaç yorum yayınlanıyor, sonra da konu bir kenara alınıyor.İktidar partisinin kuvvetli liderinin bu kadar açık tavır aldığı ve neredeyse “hayati” denilebilecek bir konu ortaya çıktığında toplumda ve siyasette bir karşılığının olması gerekir.Ama olmuyor. Üniversiteler var, anayasa hukuku kürsüleri var, idare hukuku kürsüleri var, siyaset tarihçileri var; böyle bir değişiklik gündeme geldiğinde konuyu didik didik etmeleri beklenir.Sivil toplum örgütleri var, hukukçu örgütleri var, barolar var. Bunların da konuyu enine boyuna tartışmaları beklenir. Kimse kımıldamıyor.Son olarak Meclis komisyonuna AKP’li üyeler bir teklif getirdi, o teklif üzerine bile doğru dürüst bir tartışma yaşanmadı. Bunun anlamı, toplumda, sivil toplumda böyle bir değişiklik fikrinin bir yansıması olmamasıdır.***İlgisizliğin nedenlerinden biri, toplumun bütün kesimlerinin önceliğinde “asıl mesele”nin bütün ağırlığıyla varlığını sürdürmesi olabilir. Bu kadar radikal bir siyasi ve idari değişim ihtimalinin düşüklüğü de olabilir.Şu andaki siyasi yapı bellidir ve bu yapıdan başkanlık sistemini de içeren bir anayasa çıkması gerçekten olağanüstü düşük bir ihtimaldir.CHP’nin de, MHP’nin de, BDP’nin de parti olarak bu değişime destek vermeleri mümkün görülmüyor. Meclis aritmetiğinden, referandumsuz ya da referandumlu değişiklik için destek sağlanmasının tek “pratik” yolu “transfer”dir.Ancak üç muhalefet partisinden üçer beşer vekil bir anda “aslında AKP’ye daha yakın olduklarının farkına varır“ ve parti değiştirirse gerekli sayıya ulaşılabilir. Böyle bir çözüm de AKP’nin ve bütün siyasi yapının itibarının sıfırlanması olacağına göre AKP’nin böyle bir zorlamaya gitmesi de son derece düşük ihtimaldir.Bunlardan çıkacak bir tek sonuç var: AKP başkanlık sistemi meselesini gündeme getirmez ve medeni bir anayasa öncelik verirse toplumun beklentilerine de cevap vermiş olur.Yerel seçimlerin erkene alınması gibi görece basit bir konunun Meclis’te çözülememiş olması herhalde AKP kurmaylarına “gerçek durum”u da göstermiştir.