AKP, on yıllık iktidar döneminde bütün seçimleri kazanmış ve çok az hükümete nasip olmuş bir çoğunluk rahatlığıyla çalışabilmiştir.Sadece tek başına anayasa değiştirmesine yetecek bir Meclis çoğunluğuna ulaşamamıştır.Buna rağmen, AKP de eski hükümetlerin çoğunluğunun şikâyetlerini tekrarlıyor.Önce konu, yürütmenin daha etkili olmasını sağlayacak bir başkanlık veya yarı başkanlık sistemi üzerine gündeme getirildi.Başbakan Erdoğan‘ın son çıkışı da yargı ve bürokrasinin icraatları engelleme refleksinden hareketle “kuvvetler ayrılığı”nın yarattığı zorluklar üzerine oldu.***“Kuvvetler ayrılığı” zaten en basit anlatımıyla, iktidar gücünün “sınırlanması” üzerine dayanan bir sistemin adıdır.Yasama yürütmeyi, yargı hepsini denetler.Yönetimi elinde tutanlar her zaman daha rahat yönetme yolları ararlar. AKP de kendine göre bir “daha rahat yönetme” arayışı içinde.Siyaset bilimciler, yönetim sistemlerini, siyasi sistemleri her yönüyle tartışıp duruyor, ama her tartışmanın içinde de bütün iktidarları “mutlak güç”ten uzak tutacak ve mümkün olduğunca geniş bir “yönetime katılma”yı sağlayacak tedbirler yer alıyor.***Şu anda bizim siyasi sistemimizde “arıza” tespit edenlerin çıkış noktaları “bize özgü” gerçeklerdir.Bürokrasi, modern demokrasilerin hiçbirinde olmayan bir özerk yapıyı korumakta direniyor. Bu durumun yürütme açısından anlamı, sistemin temeline ait olmayan bir “kısıtlayıcı yapı”nın mevcudiyetidir. Söz konusu yapının bir özelliği de yine demokratik sistemde meşru olmayan bir “siyasallaşma”yı barındırmasıdır.Yargı ise zaten, uzun bir süreçte yapılanmış “devleti koruma” reflekslerinden oluşan kimliğiyle her zaman siyasete müdahaleyi doğal bir hak hâline getirmiştir.Bu yapılanmalar, demokratik kültürün uzlaşmaya dayalı siyaset anlayışının tam tersi olan “savaş”a dayalı bir siyaset geleneğiyle kazandığı kuvvetini korumaya çalışıyor.***Bugünkü “bölünmüş toplum” ve birbiriyle kıyasıya savaşarak siyaset yapma hâli bu temel yapılanmalar sayesinde varlığını koruyor.Arızanın kalbindeki anahtar kavramlar “devlet düşmanlığı”, “ülkenin uçuruma götürülmesi” ve bunların çevresindeki “savaş ruhu”dur.“Savaşan kuvvetler” yapısı başlı başına bir “arıza” olarak yaşıyor ve mevcut sistemde asıl tamir edilmesi gereken budur.
Taraf Gazetesi’nin kurucularının gazeteden ayrılmasıyla kopan kavga, tartışmasız şunu gösterdi: Taraf, gazetecilik tarzıyla etkili olmuştur, yani işini yapmıştır. Taraf satış rakamlarının çok ötesinde etkiler yaratmış, dar çevrelerin bildiği, konuştuğu konuları geniş kitlelerin bilgisine açmıştır.Her yayın, her yayıncılık tarzı tartışılabilir; ölçüleri, kaynakların kullanımı açısından da eleştirilebilir. Ama her gazeteye kesilebilecek tek bir ceza vardır, o gazeteyi almamak ve okumamak.Taraf olayında başka bir şey oldu, birkaç taraflı bir öfke ve düşmanlık patlaması birkaç kanaldan boşaldı.Gazetecilikle ilgili bir tartışma yapılmadı, sanki bir “düşman mevzisi” düşmüş gibi heyecanlar yaratıldı.Tersi de yapıldı; gazetecilik savunması yerine, ölçüsüz karşı saldırılarla endazeyi iyice kaçıranlar da oldu.***Bir gazetenin kapanması ihtimaline sevinenlerin, bazı yazarların yazmayacak olması ihtimaliyle bayram edenlerin, başka bazı yazarların köşelerini kaybetmeleri üzerine en büyük tepkiyi gösterenler olması da “bir şey” gösteriyor.Öyle bir öfke birikmiş ki, bu çifte standardın ne kadar utanç verici bir durum olduğunu kimse umursamıyor.Bu savaşın taraflarında, basın özgürlüğünün sadece kendi tarafı için geçerli olup, başkalarının bu hakkı olamayacağı inancının bu kadar açık ifade edilmesi de bir açıdan yerinde oldu.Birikmiş öfkenin boyutunu, savaşın tarafları için bunun ölümüne-öldürmeye bir savaş olduğunu çok açık bir şekilde gördük.Böyle büyük öfkelerin her şeyin önüne geçtiği bir ortamda gazetecilik de siyaset de medeni mücadele alanı olamaz, sadece savaş alanı olabilir.***Bu ortamın yaratılmasından ötürü kimse kimseyi suçlamasın; bu ortam el birliğiyle yaratıldı, el birliğiyle kökleştirildi. Ama el birliğiyle çıkış mümkün değil; çünkü el birliği, en güçlü şekilde öfkelerin sivriltilmesi, düşmanlıkların her şeyin önüne geçmesi için çalışıyor.“Saf”ların herkes için ifade özgürlüğünü savunmaya, her gazetenin yaşamasının önemini anlatmaya çabalamasının şu anda bir hükmü yok. Bir süre daha da olmayacağı belli.Yine de Taraf’ın ve bütün gazetelerin yaşamasını dileyerek, meseleye bir saflık noktası daha koyabiliriz.
Kendimizi bildik bileli milletvekili “dokunulmazlığı” tartışılır. En şiddetli tartışmalar da adi suçlardan kovuşturulan bazı kişilerin yerel güçleri sayesinde milletvekili seçilip kovuşturmadan kurtulması durumlarında baş gösterir.Hep aynı şeyler söylenir; “şu durumlarda dokunulmasın bu durumlarda dokunulsun” lafları gider gelir.Ve tabii her tartışmada da siyaset biraz daha itibar kaybeder.“Kürsü dokunulmazlığı” diye bir kavram var ki, bu kavram her ortaya atılışında aslında en büyük zayıflığımız tekrar edilmiş oluyor:Deniyor ki “Vekil Meclis’te çıksın, kürsüde ne söylerse söylesin, takibata uğramasın.” Elbette uğramasın, ama her vatandaş da istediğini söylesin, yazsın, bağırsın, o da takibata uğramasın.***Aslında “milletvekili dokunulmazlığı” meselesi bu kadar basittir, açıktır:Bir milletvekili, trafik suçu işlerse, diğer vatandaşlar gibi kovuşturulur.Yolsuzluk yaparsa kovuşturulur.Hangi gerekçeyle olursa olsun şiddet kullanırsa da bütün vatandaşlar gibi kovuşturulur.Ama mesele bu basitlikte çözülemiyor. Çünkü meselenin bir “etik” tarafı var, bir de onun yanında “yargı” tarafı var.***Milletvekili dokunulmazlığının kaldırılamayacağını savunanlar basit bir gerçekten hareket ediyor.Mesela bir ilimizde rakip partiden bir milletvekili için asılsız bir ihbarda bulunulacak, o vekili sevmeyen, hatta “vatana zararlı” bulan bir savcı ile bir yargıç da tutuklama kararı alacak.Başka “tarafın” savcıları, yargıçları da kendi “zararlı” buldukları için aynı şeyi yapacak, her gün birkaç şehirden birkaç vekil için tutuklama kararı çıkacak.İhbar aldığını söyleyerek vekillerin evini basacak savcılar var mıdır?Maalesef yerel siyaset tecrübesi yüksek olanlar öyle ihtimallerden söz ediyorlar ki bütün milletvekilleri adına korkmak gerekiyor...***“Medeni” bir sisteme geçmek için “herkese özgürlük” ilkesi üzerinden ilerlemek yetmiyor.Birincisi, siyasi eğitim bakımından eksiğimiz pek büyük. İkincisi, yargı düzenimiz de adı çok anılan bağımsızlık-tarafsızlık açısından bayağı evrim geçirmeli ki, milletvekillerinin özel bir korunmaya artık ihtiyacı kalmamış olsun.Sonuç: Milletvekili dokunulmazlığı sistemi aşağı yukarı bu düzende devam edecek, bilinmeyen bir süre için...
Ankara’da Kürt politikaları belirlenirken kuşkusuz “oy hesapları” da yapılır, siyasi adımların etkileri ölçülmeye çalışılır.Tabii bu hesaplar yapılırken önce “Kürtler neden AKP’ye oy veriyor” sorusunun sorulması ve soruya çok açık yanıt verilmesi gerekir...Kürtler uzun süre önce merkez siyasi partileri terk ettiler. Tercihlerinde dini referansların da etkisi vardır ama AKP, yeni bir şeyler söyleyeceğine inandırdı ve söyledi de.Kürtlerin “merkez” siyasette yer alması kuşkusuz AKP’ye oy veren Kürtleri de memnun eder. Bu çok doğal, çünkü farklı Kürt siyasetlerinin yasal merkez siyasette ağırlığının artması, terörden uzaklaşmayla eş anlamlı olarak görülür.***Kürtler AKP’ye oy verirken, referandumda tercihlerini BDP’ye rağmen göstermeye çalışırken tartışmasız bir amaçla davranıyor.Ama Kürt vekillerin dokunulmazlığını kaldırma girişimi ortaya konulduğu zaman AKP’ye oy verenlerin “iyi oldu” diye düşüneceğini sanan siyasetçiler fena halde yanılırlar.Şu andaki görüntü yine “Kürtlerin itildiği” şeklinde. Ve hiç kimse, en etkili AKP’liler de Kürtleri bunun aksine ikna edemez.“Kulaklarından tutar atarız” diye parmak sallayan bir siyasetin sonuçları bu kadar açık iken, adına “KCK operasyonu” denilen “toplama” faaliyetlerinin de canlanmasının sonucu bellidir.Yargı cephesinde yumuşama beklenirken, dördüncü paketle “terör” kavramındaki bulanıklığın giderilmesi için uğraşılırken yeni operasyonlar da yine aynı algıyı yaratacaktır, yaratmıştır.PKK’nın etkisi dışında kalmaya çalışan, farklı siyaset yolları üretmek için uğraşan Kürt siyasetleri de aynı uyarıda bulunmaya devam ediyorlar.***Kürtleri itmek kolaydır, hem de o kadar kolaydır ki, on yıldan az bir sürede CHP bu konuda kendisini sıfırlamış, temel meselenin tümüyle dışına düşmüştür.Kürtlerin AKP tarafından itilmesinin sonuçlarından en önemlisi, barış umutlarının en alt düzeye sürülmesidir.Barış umut olmaktan çıktığında “neden AKP” sorusunun cevabını vermek AKP’ye oy verenler için de kolay olmayacaktır.AKP’deki Kürtler konuşuyorlar; bir yandan onlara kulak verirken itmekte de ısrar etmenin hiçbir gerekçesi olamaz.
Ergenekon’da son aşamaya gelindi, kararlar ve temyiz sürecinden sonra “teknik” olarak bitse de bu dava “bitmemiş bir dava” olarak kalacaktır.Böyle önemli bir “siyasi” davanın bitebilmesi için önce “neyin” yargılandığının bilinmesi gerekiyordu. Oysa dört yılı aşkın bir süredir “esasen” neyin yargılandığı anlaşılmış, anlatılmış değildir.***Bu dava yaklaşık yüz elli yıl boyunca oluşmuş bir siyaset geleneğinin davasıdır.O gelenek dava konusudur çünkü, bu “kuvvetlerin” siyasete ve topluma yön verme maksatlı icraatlarının meşru kaynağı yoktur.Bu “kuvvetler” iktidar olmak için şiddetin çeşitli türlerini kullanmayı doğal bir faaliyet tarzı olarak benimsemiştir.Böyle bir davanın çeşitli aşamalarını yürüten heyetin neyi yargıladığını anlayabilmesi için, Osmanlı’nın sonundaki Teşkilat-ı Mahsusa‘yı da bilmesi gerekir, Mustafa Kemal’e suikast planlayanların “ruhunu” da tanımaları gerekir...***Bu siyasi davanın “ilk” olması bir bahane olamaz, davanın yürütülüş şeklindeki siyasi bilinçsizliğin açıklaması olamaz. Çünkü bu yüzden davanın esasının kamuoyuna anlatılması zorlaştığı gibi “ehem ile mühim” bol bol karıştırılarak tam tersine insanların esastan uzaklaşmasına yol açılmıştır.Olayın esasının anlatılması zorlaştıkça da, dava toplumdaki kutuplaşmanın bir parçası hâline getirilmiştir.Bu, “davalılar”ın başarısıdır ve bu sayede sürekli olarak esastan uzaklaşma sağlanmıştır.Ergenekon adı verilen dava ve çevresindeki faaliyetlerin sadece bir “ucu”, o da oldukça “titrek” bir şekilde yargılanınca birçok “teknik” hata da kaçınılmaz olmuştur.***Kararlar ve sonraki süreç ne olursa olsun, bu dava “bitmemiş” olacaktır.Davanın bitmesi için şu anda sanık durumunda olanların aslında “neyin yargılanmak istendiğini” anlamaları gerekiyor.Dava bitmediği için insanlar hâlâ “Türkiye’de tekrar darbe olur mu” sorusunu sormaya devam ediyor.Bu soru ortaya çıktıkça tepki gösterenler önce bu davanın bitmemiş oluşu üzerinde dururlarsa “esas”a katkıda bulunurlar.Yüz elli yılda kökleşmiş bir “görev tanımı”nın değişmesi için “ana dava”nın bütün boyutlarıyla tamamlanması gerekiyor.
BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması girişimi AKP’nin içinden de sağduyulu bir sesin yükselmesini sağladı.Diğer siyasi partiler gibi AKP’nin iç yapısı da demokratik tartışmalara açık değildir. Partinin tepesi siyasetleri belirler, yapı bütün düzeyleriyle o siyasetlere uyar.İlk kez içeriden, Kürt meselesiyle ilgili tepenin yürüttüğü siyasete açık olarak tepki gelmesi çok önemlidir, bu vekiller Kürt kökenlidirler, Kürtlerin AKP’ye verdikleri oylarla seçilerek gelmişlerdir.***Son genel seçim öncesinde AKP’de “çatışmacı” ve “asayişçi” bir dilin öne çıkmaya başlaması değişik yorumlara yol açmıştı. Kürt meselesinde ilk gerçek ve demokratik açılımları başlatmış kuvvetli bir iktidar partisinin dilindeki değişiklik, PKK saldırıları ve şehitlerin yarattığı duygusal ortam üzerinden değerlendirildi ve “mazur” gösterildi.Aradan geçen sürede bazı iniş çıkışlara rağmen, Hükümet’in zaman zaman “müzakere” yollarını açmasının yarattığı olumlu tepkiler öne çıkarılarak iyimser beklentiler devam ettirildi.***Kürt vekillerin Meclis’ten hapse gönderilmesi girişimini, 1994’teki büyük kırılmanın tekrarı olarak görenler içinde AKP’de siyaset yapan Kürtlerin de bulunması AKP için büyük anlamlar taşıyor.Türkiye’nin Kürt vatandaşlarının kabaca yarısı PKK’nın ve çevresindeki politikaların etkisi altındayken, yaklaşık yarısı da AKP’ye oy veriyor. Kürt seçmenin bu kesimi savaş devam etsin diye değil, “temel mesele çözülsün” diye AKP’yi seçiyor ve geçen on yılın tecrübesiyle bu meseleyi çözüm yoluna sokacak tek siyasi gücün AKP olduğuna inandıklarını da açıkça belirtiyorlar.***AKP’nin içinden yükselen sağduyulu tepki, Kürt meselesi ve terörle ilgili olarak öne çıkmış olan eski devletçi tavırların hemen terk edilmesini istiyor. Bu tavrın devamında AKP ile AKP’ye oy veren Kürtler arasında bir “kırılma” yolu açılacağını şu anda söylemek mümkün değil.Ama açık olan, PKK etkisinde olmayan Kürtlerin de ülkenin genelindeki sağduyulu beklentilere uygun siyasetlere “hızla” geri dönülmesini bekledikleridir.Kürt vekillerin hapse atılması girişiminin “hayırlı” sonucu AKP’nin Kürt meselesiyle ve kendisine oy veren Kürtlerin ve bütün ülkenin beklentileriyle ilgili ciddi bir değerlendirme yapması olabilir, olmalıdır.
Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ın bazı önemli konularda farklı görüşler ifade etmeleri yeni değil. Her farklılığın da dikkatle izlenmesi çok doğal, çünkü siyasetin en tepesinde gerçekleşecek değişikliklere fazla zaman kalmadı.Görüş farklılığı ortaya çıktığında AKP çevreleri, daha çok aslında bir görüş farklı olmadığı, görüş farkı gibi algılanan durumun sadece “üslup farkı” olduğu yorumunu getiriyorlar.Üslup farkının nedeni de, Cumhurbaşkanı’nın konumu gereği daha “kucaklayıcı” olması, Başbakan’ın ise güncel politikada kamuoyuna daha açık mesajlar vermesi, açık tavır alması gerektiği şeklinde açıklanıyor.Tabii ki bu açıklamanın devamında “Neden Başbakan da değişik kesimleri kucaklayan, herkese güven veren bir üslup kullanmasın” sorusu var ve bunun cevabı AKP’liler açısından da kolay değil.***“Üslup” denilen şey aslında “siyaset”i oluşturan unsurlardan biridir ve siyasiler kendi pozisyonlarına göre tercihlerde bulunurlar.Erdoğan daha 1994’te; yerel seçimde İstanbul belediye başkan adayı olduğu gün “dobra dobra” konuşmayı seçmiş, bugüne kadar da öyle gelmiştir. Bu “üslubun” siyasi getirisi olduğuna kuşku yoktur. Fakat bir süredir de tartışma konusu.Gül ile Erdoğan’ın üsluplarından başlayarak, önemli meselelerdeki tavırlarında fark olup olmadığı bundan böyle çok daha fazla bir dikkatle izlenecektir.AKP’ye oy verenler de vermeyenler de izleyecektir; sadece Ankara’nın “ince” siyasetle yatıp kalkan siyasileri ve bürokratları arasında değil, ülkenin her köşesinde bu konu konuşulacaktır.***Erdoğan bir buçuk yıl sonra görev yerini değiştirecek. Bu bir buçuk yıl içinde, cumhurbaşkanı yetki ve sorumluluklarını değiştiren bir anayasanın yazılması ihtimali giderek sıfıra yaklaşırken, yine de halk tarafından seçilmiş olması dolayısıyla bir “farkı” olacağına kuşku yoktur.Erdoğan Çankaya’ya çıkarken AKP’nin “kuvvetli lideri” olarak çıkacaktır ve partisinin yeni yapılanmasında birinci söz sahibi olacaktır.Cumhurbaşkanı Gül’ün de Başbakan Erdoğan’ın da bundan sonra sarf edecekleri her kelime, her kelimenin hangi vurguyla söylendiği, her vatandaş için büyük ilgi konusu olacaktır.Her siyasi pozisyon farkında olduğu gibi, görüş birliklerinde de yakın geleceğin işaretleri aranacaktır.