Sorun ne Afyon ne de başka yerler. Kısaca Afyon günah keçisi olamaz. Yaşananlar başka bir sinyal veriyor.Televizyonlardan ‘her şey geçmişe göre daha iyi, eskiden günde 200 kişi ölürdü, bugün hiç değilse 10 kişi ölüyor’ tarzında tuhaf açıklamalarda bulunan, dahası ‘olup bitenleri ekranlara, gazetelere yansıtmayacaksınız’ diyebilen devlet yetkililerine bir sorum var. En son Afyon’da yaşananlar olmak üzere diğer illerde benzeri biçimde yaşananlar karşısında söyleyebilecekleriniz nelerdir?Neden derseniz şiddetin neredeyse bir amaç haline geldiği, bu uğurda uyguladığı hemen her türlü şiddeti ‘ama buna mecburuz’ diye sağa sola demeçler vererek açıklamaya çalışanların bugün Afyon’da yaşananları, doğuya giden otobüslerin taşlanmasını (ya da buna benzer bir sürü olayı) bir kez daha düşünmesi gerekiyor.Özellikle kasabalarda ve küçük şehirlerin içinde kendine yol bulan, ırkçılığa varan bir milliyetçilikten beslenen ‘çoğunluk’ duygusunun yarattığı, ‘kendinden olmayana’ yöneltilmiş bir baskı var . Bir ölçüde kuytuda olmanın verdiği güçle kendinden geçen ve nerede, ne şekilde ortaya çıkacağı belli olamayan bu öfkeye iyi bakmak, onu iyi tanımak önemli.Bu öfke tehlikeli. Bu öfke sakinleştirilmeli. Ama tam tersi yapılıyor.Kendinden olmayana karşı girişilen bu öfkede, yılların ayrımcılık politikalarının atmış olduğu adımlar kadar, bugün sürekli yalpalayan bir terör politikasının sarılıp durduğu etiketlerin etkisi de mevcut. Her firede toplumdaki linç duygularını kaşıyan demeçlerin verilmesi, şiddet politikalarının meşrulaştırılmasına yönelik kararların alınması, ırkçılığın derinleşmesine yönelik tavırların sergilenmesi bunlardan bazıları. Sonuçsa böyle oluyor.Ve bu sonuç, bu toplumda yaşayan herkesi çok yakından ilgilendiriyor.Yaşananları medya organlarına getirilecek yasakla bertaraf etmeyi planlayan hükümet, sorunu baskı politikalarıyla değil, ilk başta tasarlamaya çalıştığı gibi barışçıl yollardan çözme hususunda ısrarcı olsaydı bugün bunları konuşmuyor olacaktık. Barışı konuşuyor olacaktık. Kargaşa, nefret ve öfkeden beslenen ‘tüm’ şiddet odaklarının işine gelmeyen barışı!Barış yolu bu uğurda şiddetin bütün yollarını tıkayabilir ve hepimize derin bir nefes aldırabilirdi. Bu ülke insanının çoktan hak ettiği derin bir nefesti bu. Ve bu ülke hâlâ bunu hak ediyor.
İnsanı anlatmak için belki ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ gerekir.Bir gazetenin on yılını anlatmak içinse bir zeytin ağacının ilk on yılını anlatmayı tercih ederim. İnsanın tersine, daha ilk başlarda yaşama 3-5 metrelik bir çalı olarak başlayan bir ağaçtır zeytin. Yaprakları oldukça sert, kâh koyu bir yeşil, kâh gümüş rengi olan bir mizaca sahiptir. Yaşaması için güçlü ve dayanıklı olması gerekir.İnsan denilen ilk on yılda kendini yaşam yolunda yeni yeni anlamaya, anlatmaya ya da tekmil anlamamaya başlarken, bir zeytin ağacı aynı zaman diliminde olgunlaşmaya başlar. İnsan için gelecek günler zor, seçimsiz, zihni darda bırakan bir ergenlikken, zeytin, dallarıyla yayvanlaşarak nam salmaya başlayacak gerçek bir ağaç haline dönüşmek üzeredir.İnsan için çözüm, öncelikle ne istediğini fark etmekken, o yaşlarda, zeytin ağacı zaten ne istediğini bilen bir yaşam saltanatı sürmeye gebedir. Gövdesi iyiden iyiye genişlemiş ve duru, sağlam gri bir renk almıştır.Kahır dolu yalnızlıklar ve düş kırıklıkları beklerken insanı, zeytin ağacının derdi boydan 15 metreye vurmak ve çok iyi meyveler vermektir.On yıllık bir gazete, bir zeytin ağacı demektir benim için. Örneğin 25. yılında en iyi mahsulünü verecek olan bir zeytin ağacı. Örneğin yüzyıllık yalnızlıktaki ‘o’ insanla buluşmasıdır bir masada. O insanın ekmeğine katacağı duru bir zeytinyağı olmak demektir, bir damak zevki, hemen her şeye katık edilecek bir cevap... Barış yolunda.***Nice yıllara Vatan. Değerli okurlarla.
‘Kaybetmekten kaybetmeye fark var. Evladının sonsuzlukta kaybolması var, gözünün önünden kaybolması var.’ Sema Aslan, Kozalak (İletişim Yayınları)Pek göze çarpmayan hayat hikâyeleri Sema Aslan’ın Kozalak’ında anlattıkları. Gazetelerin günlük sayfalarında kaybolmaya mahkzm, bazen oralara bile ulaşamayan hikâyeler bunlar.Onları okurken düşünmeye başlıyorsunuz. Kendi halinde insanların hikâyelerini okurken fark ediyorsunuz ki sizin de yanı başınızdan akıp giden onca sessiz hikâye var, bambaşka bir nehir olmuş zamanın akıntısıyla birlikte kayıp gidiyorlar. Bir gün, bir ay, bir yıl, hatta yıllar boyunca kendi göz hapsinize sığabilen ‘tanıdık’ simalar ve o simaların dışındakilerin unutuluşunun da denizaşırı sesi bu. Göze çarpmayan hayat hikâyeleri. Göze çarptıkları anda unutulmaya mahkzm hikâyeler de demek. Kalın çizgilerle çizilmiş gündem maddelerine bakıyorsunuz. Bu maddelerin arasına sıkışmış çocukları, gençleri, kadınları ve onların tekrarlanıp duran dramlarını, hızlandırılmış bir filmin koşturan kareleri gibi seyrediyor olmak bu yüzden mi? O dramlarda yatan, aslında hepimize sorumluluk yükleyen kısa kesişmeleri ertelememiz, unutmamız, yeni olaylarda hatırlamamız, sonra yine unutmamız... Unutuyoruz. Ya geçmişin ağır yükü var sırtımızda ya da geleceğin biteviye kaygısı. Böyle olunca geriye, yani şimdiki zamana, özlemek, ummak ya da beklemekten başka teğellenecek sözcük kalmıyor. Bir de ezber, pimini çekmeye hazır cümlelerimiz var tekmil kuşandığımız. Ancak bu arada özellikle çocuklar, gençler ve kadınların fırtınaya tutulmuş hikâyeleri akıp gitmeye devam ediyor. Çoğu günlük alaboraların içinde bir var bir yok halleriyle eriyip gidiyorlar tarumar gündemimiz içinde.Bir parkta kaydıraktan kayarken sırtına kurşun yemiş bir çocuğun kırık yaşamı, o yaşamla anne babasına bıraktığı acı donup kalıyor zihnimizde ve çabucak eskiyor örneğin. Oysa buna müdahale etmek gerekiyor. Silah kullanmanın bu ülkedeki resmiyetine müdahale etmek, ‘bir dakika’ demek... Ya da başka şeyler...Bir otobüs durağına terk edilmiş can çekişen bir kadının bize anlattıkları da pek yer etmiyor belleğimizde. 34 kişinin tecavüzüne uğrayan bir kız çocuğu için adaletin verdiği karara diyecek sözlerimiz de en fazla iki günlük. Bir kavşakta umursamaz bir sürücünün arabası altında ölen bir genç için hatırlayabileceklerimiz de sınırlı. SBS sınavında kendini asan bir çocuğun yalnızlığı nedense bir starın yalnızlığından daha az ilgimizi çekiyor. Seloteybe sarılmış bir tabut gördüğümüzde içimiz titriyor titremesine ama kafamızı kurcalayan yer hâlâ o seloteybin iğreti varlığı oluyor; gençleri tabuta sokan sistemi eleştirmek için sözcüklerimizin hemen hepsi karaborsada sanki. ‘Şehit haberlerine yasak’ getiren bir sistemi allayıp pulluyoruz da bunun o gencecik çocukların hayatını iyiden iyiye karartmak anlamına geleceğini düşünmek istemiyoruz- nedense. Şiddete karşı çıkmak vatanı az sevmek oluyor, nedense...Geride sonbahar yaprakları gibi kavrulmuş, yalnız, başı sonu olmayan, karambolde izini kaybettiğimiz hikâyeler kalıyor. Çocuklar, gençler, kadınlar. Onların izini kaybederken kendi izimizi de yitirdiğimiz tutsak hikâyeler.Tam da burada Sema Aslan’ın Kozalak’ından, birkaç satırla bitireyim bugünkü yazımı:‘Bir sonram olsun istiyorum, bir sebebim olsun. Öncemi çaldım çırptım, öncemi başkasınınmışçasına saçtım savurdum, öncemi törpüledim. Anımsanacak bir önce kalmadı, umacak sonra da yok belki.’ ***Biraz umutsuz bir yazı oldu. Ama yalnız bıraktığımız ‘gerçek hikâyelerin’ yanında lafı bile olmaz.
İlknur Özdemir, İranlı yazar Samed Behrengi’nin ‘Küçük Kara Balık’ ve ‘Bir Şeftali Bin Şeftali’sini yeniden dilimize çevirdi. Bunun haberini alır almaz kitapları edinip yeniden okudum. Kim bilir kaçıncı kez okuyorum bu iki kitabı! Nihayet fark ettim, sanki ‘hatırla, unutma’ demek için okuyorum Behrengi’yi. Malum, çağımız esaslı bir unutma çağı.Behrengi benim kuşağım için farklı bir milat galiba. O ve onun gibi yazarların sunduğu iklimle şu an yaşadığımız arasında derin bir çatlak var. Düşün gerçekle kuramadığı bir iletişimsizlik söz konusu çağımızda. Çağımızın düşü gerçekle mayalanamayacak, sadece uzak cennetlere taşınma yoluyla insanı ‘kurtaracak’ dumanlar içersindeki bir diyardan ibaret sanki. Cennet... Sisler içersinde olduğu için inanç mekanizmalarının bu kadar kuvvetle devreye girmesine şaşmamalı. Galiba o hayalin betimlemesi ne kadar muğlak olursa insan beyni o kadar inanç yükleyebiliyor ona. İnanç yüklemek ise şimdiki zamana yönelik bir atılım yerine hep ertelenecek bir yarın demek. Benim kafamı kurcalayan da bu zaten. İnanırken içinde bulunduğumuz zaman ve mekanın neden elimizden kayıp gittiği sorusu. Oysa bütün eylemlerimizi şimdiki zamanın gücüne borçluyuz. Ertelenen, ötelenen, fallanan hiçbir şimdiki zamanın gelecek zamana faydası yok. Varsa da gelecek zamanın rivayeti biçiminde var. Olacakmış, edecekmiş, gelecekmiş... Sözünü ettiğim muğlaklık bu işte.Oysa Behrengi’nin anlattıklarında düş, gerçekleşebilecek bir adım olarak mevcuttur. Çocuk zihninizle ‘Küçük Kara Balık’ın cesaretini takip ederken, er ya da geç yüzdüğünüz ırmaktan bir gün okyanusa erişmeyi düşlemek işin özüdür. Elbette cesaretin ne olduğunu anlamanız için de birebirdir bu takip. Cesaretin korkmamak değil, tuhaf bir paradoksla korkmanıza rağmen göze alacaklarınız olduğunu bilmek. Üstelik bu cesareti ilk başta varlığınızın keşfi olarak gerçekleştirmek... Sonucu ne olursa olsun ‘değerdi’ diyebilmek. Aras Nehri’nde boğularak yaşamını yitirdiğinde gencecikti Behrengi. O genç yaşına rağmen yazarlığı sınır tanımayacak biçimde parlamaya başlamış bir yetenekti. Bugün hâlâ onu okuyoruz ve bir kez daha tanık oluyoruz bu pırıltıya. O pırıltıda sadece ölümsüzleşen masallar mevcut değil, aynı zamanda genç ve her yaştaki okura şimdiki zamanı dönüştürmeye, gerçeğin ve yaptığı işin sorumluluğunu üstlenmeye dair çok sağlam mesajlar da saklı. Kısacası insana yönelik bir ‘inanç’ var o satırlarda. İnsanı kullanmaya, sömürmeye, elinden düş gücünü çalmaya yönelik sistemler için ne büyük tehlikedir bu! Cennetin şimdiki zamanda insan iradesi, öngörüsü, özsaygı ve özgüveniyle de mümkün olabildiğini anlatmak... Büyük tehdit! Bu yüzden Behrengi’nin dönemin rejimi tarafından öldürüldüğüne şaşmamak gerek. Serap Deliorman’ın desenleriyle KırmızıKedi Çocuk’tan çıkan bu Behrengiler’i çocuklarınızdan (kendinizden de) esirgemeyin derim.***Çocuk deyince yazmadan duramayacağım. Bugün 1 Eylül. Dünya Barış Günü. Bir başka barış gününe yine bir sürü acıyla, insanlık adına sayısız utançla giriyoruz. 14 yaşındaki Ö.C’ye tecavüz davasında tutuklu sanıkların tümü tahliye edildi. Daha ilginci Sakarya Baro Başkanı’nın sanıkların avukatı olduğu öğrenildi. Hatırlayacağınız gibi Fethiye davasında da aynı şey oldu. Toplu tecavüz davaları kestirmeden ‘yakinim olur’ düzeniyle çözülür hale geldi! Adaletin, üstelik böylesi bir güne uyabilecek ‘anlamlı’ mesajı olsa olsa budur: Cennet tecavüzcülerin ayakları altındadır.
Haşmet Babaoğlu ‘Sıradanlaşan kadınlar ve kötülük’ başlığı altında ilginç bir yazı yazdı geçenlerde. ‘Facebook’a, Twitter’a girince o süslü püslü fotoğraflarının yanına en ağır, en zalim nefret cümlelerini yazmaktan çekinmeyen...Kadınlar...Evet! Onlardan söz ediyorum.Orta sınıfın haset, nisbet, rekabet cephesinde bütün enerjileriyle saf tutan kadınlardan...Çünkü biz erkekler kendi aramızdaki iktidar kavgaları; kuyruğu dik tutma zavallılıkları ve kaybetme korkusunun anaforunda çoktan kaybolduk!Ama kadınlar direniyorlardı.Umut onlardaydı.Şimdi... İyilik ile kötülüğü ayıran kalın çizgi kadınların eliyle bulanıklaşmaya başladıysa eğer, eyvah!’ diyor.Benim bu yazıdan çıkardığım sonuç: Kadınlar barış dilini unuttular! Ben buna inanmıyorum. Buradaki asıl sorun ülkemizde ya da dünyamızda gerçek bir özgürlük alanı sayabileceğimiz ve oraya herkesin koşulsuz olarak girebileceği canlı bir ‘alanın’ henüz yaratılamamış olmasıdır. Elbette hıza, nesnel sayılabilecek bilgi akışına diyecek sözüm yok. Bu konuda teknolojiye hayranım. Ancak teslim etmek gerekiyor ki genellikle dünyamızdaki hayalsizliğin tutsaklığını gösteren bir dil dönüyor twitter’da. Çok güzel cümlelere, dünyayı dert edinmiş olanlarına rastlasak da hayalini kurduğumuz o canlı buluşma yeri olamıyor twitter. Orada akan cümlelerin çoğu kızgın, sanallıktan, görünürken aslında tamamen görünmez olmaktan cesaret alan ‘bir çakarım bir de yer çakar’ cümleleri. Bu cümleler ve o cümlerde hakim olan dil neyi temsil ediyor?Başta twitter olmak üzere, orada dolaşan dilin umduğumuz bir özgürlük dili olmadığı aşikâr. Neden derseniz hâlâ özgürlük ‘istediğimi söylerim’ mantığıyla örülüyor ülkemizde ve dünyada. Bu bir tür tutsaklık. O tutsaklık, biraz dikkat edersek aslında bize çağın insanını anlatıyor. Gelelim sadede. ‘Özgür olmak hiç de disiplinsiz olmak demek değildir’ der Ursula Le Guin. O hayal büyücüsü. ‘Hayal gücünün düzenlenmesi hem sanatın hem de bilimin tekniğidir. Bir şeyi disiplin altına sokmak, onu baskı altında tutmak değil, eğitmek, gelişmesi, harekete geçmesi, verimli olması için teşvik etmek demektir- bu şey ister şeftali ağacı olsun ister insan zihni’ diye de ekler. Le Guin’e hak vermemek mümkün değil. Özgürlük bir disiplindir. Öğrenilecek, deneyimlenecek bir yaşamsallık. Tam da burada özgürlüğü isterken, sistemin insanlara bunu sunma konusundaki ‘hor görüsüne’ bakmak gerekiyor. Bir zihindeki ‘hoşgörü’ kendiliğinden doğmuyor çünkü. Onun beslenmesi, iyi topraklarda büyümesi, çoğalmasına izin verildiği müddetçe mümkün olabiliyor. Peki bunu insana neler sunabilir? Aile? Okul? Toplum? Medya?İnsanlara erkeklerin maçoluğuyla beslenen iktidar kavgasını anlatarak, onları sıradanlığın, yalanlarla örülü reel bir dünyanın, savaşın, rezil yarışların içine sokarak, beyinlerini ‘para her şeydir, görünmek her şeydir’ diye yıkayarak, olup biteni ezberleterek varılacak bir dil değil özgürlüğün dili. İnsanlara yaşamı, hayal gücünü, yaratıcılığı, doğayı, her birinin insanın içinde olduğunu, barışın her gün ama her gün inşa edilmesi gereken zor ama olanaksız olmayan bir umut olduğunu bıkmadan, usanmadan anlatarak kavuşulacak bir dildir o. Özen, dikkat, yoğunlaşma gerektiren bir dil.Dünyaya barışı ancak ve ancak bu türden bir dile inandığımız zaman getirebiliriz. Cümlelerin gerçek tılsımına erdiğimizde. Ne dediğimizi gerçekten fark ettiğimizde. Sıradanlaşanın ve kötüleşenin kadınlar olmadığını, sıradanlaştıranın sistemin kendisi olduğunu ve bunu durmadan kötülük tohumlarıyla pompaladığını fark ettiğimizde. Sıradan kötülüğün tavan yaptığı bu çetrefil yolda ben kadınlara barışın öncülüğünü yakıştırmaya devam edeceğim. Ve dünyaya (belki bir gün twitter’a da) en çok onların, bu sahici dili kavramış ruhlarıyla, bir gün gerçekten barış geleceğine inanmaya. Barış, gerçekten özgür olabilmeyi başaranların dilidir.***Çok önemli: Vicdani retçi Halil Savda’ya, Uludere’den Ankara’ya barış için yürüyen ona ve cesaretine sevgiyle, saygıyla...
Yaşar Seyman’ın hem gazeteci hem de sendikacı kimliğiyle gittiği yerlerdeki izlenimlerini anlatan ‘Göçmen Kalem’ (Bilgi Yayınevi) adlı kitabını okuyorum. Seyman’ın kalemi dünyada eşitlik arayan bir kadının kalemi. Coşkulu, siyasi, çoğulcu, insani, yer yer şiirsel... ABD’ye yaptığı ziyaret esnasında yolculuklarının vazgeçilmez telli defterlerini ve kartlarını almak için girdiği dükkânda çevirmeninin sözlerini bizlerle paylaşmış:‘Amerikalılar öğrenmek konusunda oldukça fanatikler. Her şeyin yeniden, daha doğru bir şekilde öğrenilebileceğine inanırlar. Bu nedenledir ki kitapçı dükkânları, kütüphane rafları How to Do? (Nasıl Yapılır?) kitaplarıyla doludur. Köpek Nasıl Terbiye Edilir? Parti Nasıl Verilir? Kolesterol seviyeniz nasıl kontrol edilir? gibi...’Nasıl Yapılır? Bu soru kendi halinde bir Amerikalı için çok doğru bir soru olsa gerek. Her şeyin yeniden ve daha doğru bir biçimde hayata geçirilebileceği alanlar için biçilmiş bir kaftan. Üstelik tamamen Amerikan malı. Yavaş yavaş (?) bütün dünyaya yayıldığını da biliyoruz. İşin hikmeti bu aslında! ‘Amerikan halet-i ruhiyesi bütün dünyaya hızla nasıl a-k-t-a-r-ı-l-ı-r?’‘Geç bunları anacım, olan oldu zaten’ diyebilirsiniz.Peki geçiyorum.Sorular yine de uzayıp gidiyor.‘Çoksatar olmanın on temel yöntemi. Nasıl çok satılır?’‘Kitleleri hemen nasıl etkileyebilirsiniz?’‘Nasıl meşhur olunur?’‘Twitter’da takipçilerinizi nasıl çoğaltabilirsiniz?’‘Facebook’ta nasıl mesajlaşılır?’‘Patronunuzu bu post-İslam çağında kötü bir yazar(kötü bir çocuk) olmadığınıza nasıl ikna edebilirsiniz?’‘Hükümet yandaşı olduğunuzu nasıl kanıtlayabilirsiniz?’‘Sansür nasıl meşru kılınır?’Eğlenceli. Böyle takılırken nedense aklıma gündelik hayattaki nasıllar ve bu nasılların vardığı yerler değil de birden Suriye düşüveriyor. Suriye deyince de aklıma ilk başta ABD geliveriyor. Ortadoğu, ABD ve şu meşum ‘nasıl yapılır’ soruları...Bu ‘nasıl yapılır?’ sorusuna ‘Bir Ülke Nasıl İşgal Edilir?’ diye bir başlık daha eklemek gerektiğini düşünüyorum. Aslında bu tür soruların bir sürü tali başlığı olabilir. Kılıf desek daha doğru aslında. Örneğin ‘Bir ülkeye en kısa zamanda demokrasi nasıl getirilebilir?’, ‘Bir ülke nasıl değiştirilebilir?’ vb. Laf aramızda ABD bu işten asırlardır hiç vazgeçemediğine göre bu konuda hâlâ bir öğrenme sıkıntısı var galiba.Elbette bu durumu destekleyecek başka sorular da ortaya atılabilir.‘Bir ülkeye demokrasi getirilirken başka ülkeler nasıl gaza getirilir?’ şeklindeki bir başlığa ne dersiniz?Peki ya şu sorular:‘Suriye’de durduk yere başımıza ördüğümüz (başımıza örülen) çoraptan nasıl kurtulacağız?’‘Hatay’daki su gittikçe ısınırken pirincin taşı nasıl ayıklanır?’‘Bu kendim ettim kendim buldum kâbusundan on aşamada nasıl kurtulunur?’Zor sorular. Ama çözümsüz olduklarına inanasım gelmiyor. Nasıl mı?Yaşar Seyman’ın kitabıyla başladık, onunla bitirelim. Yanıtımız da bu olsun. Yıllarca önce Seyman’ın da katıldığı Freidrich Ebert Vakfı’nın düzenlediği ‘Türk-Alman Forumu’ adlı toplantının kilit cümlesine ne dersiniz?‘Demokrasinin demokratlara ihtiyacı var.’
Bülent Arınç BDP’li milletvekillerine bazı köşe yazarlarını tavsiye etti. Herkesin seçimi kendinedir ama işin rengi başka bir nahoşlukta. Böyle bir tavsiyeden çok bunun bir devlet yetkilisi tarafından yapılması beni rahatsız etti. Dahası da var. Arınç’ın ‘damarımıza basan gazeteciler var’ demesine şaşırdım. Gerçekten. Belki de yazarlık diye başka bir şeyleri, ‘büyüklerini kızdıran kötü çocuk’ fikrinden uzak bir yerde şu aralar sisler içersine saklanmış duran bir mesleği anladığım içindir, kim bilir! Arınç yazarları hâlâ sınavlara girecek liseli çocuk mantığıyla değerlendiriyorsa bu onun seçimidir ama bu tavrı yazarlık mesleğine indirilen ufak çaplı bir darbedir de. Aslında ufak çaplı olduğu da pek söylenemez ya, hadi neyse.***Bu tuhaf hal karşısında Nobel’i kazanmış bir yazarın cümlesi düşüverdi aklıma. Avusturyalı yazar Elfriede Jelinek. Piyanist’in yazarı dersem belki daha net hatırlarsınız. Kitabı değilse bile filminden bir şeyler... Nobel Ödülü’nü kazandıktan sonra şöyle demiş Jelinek: ‘Bu ödülün Avusturya’nın yakasına iliştirilmiş çiçek olarak görülmemesi gerek.’Jelinek bunu belirtirken bir yazarın bir toplum için ne anlama geldiğini de vurguluyordu, eminim. Gerçekten yazarlar bir toplumun yakasına iliştirilmek üzere sırada bekleyen varlıklar değildirler. Hele ki devlet yetkilileri tarafından!Onların işi başkadır. Onlar yaşadıkları toplumların kaçtığı karanlıkları, dehlizleri resmedebildikleri zaman ya da bu resmedişi kendilerince gerçekleştirebildiklerinde ‘özgürce işlerini yapıyor’ ve yaşadıkları topluma bir şeyler katıyorlar demektir. Yazarın işi budur. Herkes onaylanmayı sever ama bir yazar bunu sistemden beklemeye başladığı zaman (ya da sistem bunu yarattığı zaman) artık işini yapamıyor demektir.Arınç ‘basınımızda sansür yok,’ diyor.Basınımızda sansür var Sayın Arınç. Devletin ‘basınımızda sansür yoktur’ demesi bile böyle bir sansürün olduğunun işaretidir.Günümüzde ‘muhalif’ yazarların başına gelenler ortada. Okurlarından teker teker sökülüp alınıyorlar. Gazeteciliğe ömrünü vermiş insanlar otosansür belasıyla boğuşup duruyor, gerçeği anlatan cümlelerini yumuşatmakla cebelleşiyor. Belki bu yüzden yumuşaklığın tanımı gibi sertliğin tanımı da farklı yerlere savruluyor.Hüzün verici.***Öğretmenlerimizin özellikle ‘eş durumu mağduriyeti’ ile ilgili yazdığı mektuplar iç burkucu. Atamaları yapılmadığı için psikolojileri çok bozuk. İl emirlerinin kaldırılması, eş-özür atamalarında hayata geçirilen zorluklar nedeniyle zor günler yaşıyorlar. Bu moralle eğitime nasıl başlayacakları sorusu ise yanıtsız kalıyor.
PKK’nın silah bırakmasını istiyoruz. Akan kanın durmasını istiyoruz. İstiyoruz istemesine de bu iş biz istedik diye olmaz, olmuyor.Bu iş askeri operasyonlarla günlerce dağı ovayı vurarak da olmuyor. Sınırötesi manevralarla da. Terörü lanetliyoruz diyen politikacıların ezber cümleleriyle de.Kan kanı, ölüm ölümü getiriyor.Gaziantep’te sivil halka yönelik saldırı terörün en beter yüzünü bir kez daha sergiliyor bize. Masum insanlara yönelik saldırı. Ortada kol gezen şiddet hiç umulmadık bir zamanda, bayramın ikinci günü, kentin göbeğinde işin rengini bir kez daha ortaya koyuyor.Kim ne derse desin orada tek bir kod var: Şiddetin bu örgütü durduramayacağı kodu.Bu teröre teslim olacağız anlamına mı gelmeli?Hayır.Terör, terörle gelen şiddet en başta karşı durmamız gereken şiddet olmak durumunda.Bunun ardından devlet tarafından alınacak önlemlerin ise şiddetten değil sağduyudan beslenen önlemler olması çok ama çok önemli.Sağduyu ne olabilir?Bir devlet politikası olarak düşünüldüğünde, bunun ilk etapta terörizmin ne olduğu konusunda karar verilmesi olduğuna inanıyorum. İşine gelmeyeni terörist diye yaftalayan, cezaevine tıkan kriminal bir devlet kaosu var karşımızda. Üstelik bunun adına hukuk deniliyor. Akademisyenler, gazeteciler, yayıncılar... Bir bakmışsınız sivil halkı katledenlerle aynı kefeye konan bir sistem içersinde karşımızda! Bu da zemini sürekli kayganlaştırıyor, insanların kafasında bulanıklık yaratıyor, adaletin ne olduğu konusunda akıllar karışıyor. Bu kafa karışıklığından beslenen ise yine terörizm oluyor!Bu yüzden yasalar anlamında terörizmin tanımının netleştirilmesi gerekiyor. Öyle ki terörü önleyeceğim derken yeni terörler yaratılmamalı, halkta linç duygusu pekiştirilmemeli. Dahası insanları şiddete kışkırtan, terörü tetikleyecek kutuplaşmalar oluşturulmamalı, nefret dolu nutuklar yerine aklıselimin devreye girebileceği bir söylem benimsenmeli. ‘Ben devletim asar keserim’ tarzındaki hırçın, uzun vadede herkesin kaybedeceği şahin politikasından vazgeçip ‘ben devletim çözülmesine yardımcı olurum’ mantığıyla hareket etmek burada esas olmak durumunda.‘Akıl yoluyla çözmezsem ne olur’ diye ucuz kabadayılık yapmak da yine terörü besliyor, unutmayalım! Şiddet şiddetten beslenir, n’olur bunu akılda tutalım.Dahası, ‘suçlu yakalamak’ değil vatandaşlık haklarının esas olduğu bir hukuk sistemine yaslanmak hepimizi rahatlatacaktır. Kısaca insanlara potansiyel suçlu gözüyle değil, ilk etapta insan olarak yaklaşmak fikri. Kriminal, pus içindeki bir aynadan bakmak yerine bireysel hakların ön plana çıktığı ufuk açıcı bir pencereden bakmak.Terörün laneti, yaşam haklarını ön planda tutan gerçek adaletin ışığı ile çözülebilir. Kanla değil. Tedavi insanlıktan gelmeli. İnsanlığı destekleyen yasalardan, onarıcı yöntemlerden.Uludere’de devrilen minibüsün etrafını saran Gülyazı köylülerinin bize sunduğu resim budur. İnsanlık. O resme sahip çıkmalıyız, oradan ilham almalıyız.Keşke alabilsek.