Sözünü ettiğim harita farklı bir harita. Dağları, denizleri var olmasına var ama bir ülkeyi değil de ruhumuzu anlatıyor. Ruhumuzdaki toprağı, o toprağın içindekini, sözlerle yoğrulanı, öfke nehirleriyle kutsananı. Kısacası bu biziz. Ezber-ler, kemik ve kandan oluşan bizler. Ezberden kastettiğim çoğunluğun sesi diyebileceğimiz ‘benim dinim, benim mezhebim, benim dilim, benim inanışım, benim alanım, benim hepsi benim vb.’den yankılanan halüsinasyonlarla dolu o derin, durgun sularla kaplı, bilinçaltımıza kazınmış mahzen. 30 Temmuz. Sürgü kasabasında yaşananlar bunu bir kez daha düşünmeme yol açıyor. Mazlum-Der’in konuyla ilgili raporunu inceliyorum bir yandan. Ancak kafam hâlâ bulanık. (Olayların gelişmesindeki nedenlerden ötürü değil, linç histerisine neden bu kadar yakın ve yatkın bir toplum olduğumuz için). Rapor şöyle başlamış:‘Olay Yeri :Malatya İli Doğanşehir İlçesine Bağlı Sürgü Kasabasıdır. Kasaba Sünni yurttaşlarla Kürt/Alevi yurttaşların birlikte yaşadığı ve bu güne kadar etnik ve mezhebi çatışmaların/gerilimlerin görülmediği bir yerleşim bölgesidir. Nüfus dağılımına bakıldığında yaklaşık olarak nüfusun yüzde 85’inin Sünni, yüzde 15’inin ise Kürt/Alevi olduğu tahmin edilmektedir.’Fotoğraf aslında çok net. Yine de raporu okumaya devam ediyorum.Metni oluşturan konuşmalar olayların faili diyebileceğimiz kişilerle yapılmış. Hem ev sahipleriyle hem de davulcuyla yapılmış olan röportajlardan oluşan bir metin bu. Ve metni okuduğunuz zaman, eğer bu metin yansız bir biçimde kotarılmışsa, sadece ortada dönen tek bir cümle yüzünden bütün kasabanın birbirine girmiş olduğu fikrine kapılabiliyorsunuz. ‘Vay ezanımıza nasıl laf edilir’ ruhuyla ortaya atılmış ve bir linç histerisine bürünmüş bir kasaba halkı mevcut. (Kimsenin aklına ‘ne oldu kardeşim?’ sorusunu sormak gelmemiş de evin önünde toplanıp sloganlar eşliğinde İstiklal Marşı’nı söylemek daha anlamlı olmuş nedense!) Kaldı ki bu cümlenin edildiği bile meçhul, çünkü ev sahipleri böyle bir cümlenin kendileri tarafından söylenmediğini belirtmiş raporda. Davulcu ise duyduğu (!) bu cümlenin üzerine, cümlenin yaydığı ters haleyle bütün kasabanın galeyana geldiğini, bu galeyanı önlemek istediğini, ancak daha sonra buna gücünün yetmediğini söylemiş. Belli ki malum çoğunluk fikri burada da devreye girmiş ve kişisel haritalarımızı oluşturan (oluşturduğuna inanılan Sünni kimliklerdeki) o körkütük ses (‘çoğunluk benimmmm’ sesi) çok kısa bir sürede infilak etmiş. Şu bildik senaryo yani.Her ne kadar daha sonra yetkililerin verdiği demeçlerde ufak bir ‘olay’ın söz konusu olduğu söylense de Türkiye’nin böylesi bir linç histerisine yatkın bir ülke olduğunu, uzaklara gitmeye gerek yok, yakın tarihimizden çok ama çok iyi biliyoruz. ‘Küçük bir cümleymiş. Küçük bir şuymuş. Küçük bir buymuş. Bir anlık öfkesine yenilen bir halkmış. Ahmış, vahmış. Bize hiç yakışmıyormuş. Aslında hepimiz kardeşmişiz...’Bir dakika beyler!Linç dediğiniz olgu büyük olayların gölgesinde kendine yol açmaz ki. Onun kuytulardan alıp nefret yangınları için taşıdığı ateş çoğu zaman derinlerden cımbızla çekilmiş ve şekillenmiş olan bir cümledir, bazen bir sözcük, bazen sadece bir ifade. Büyük toplumsal kırılmalar tam da bu küçük ‘kaçaklar’dan, ‘çatlaklar’dan ürer. Ve umulmayanı, beklenmeyeni gerçekleştirir. Ve sonra da küllerin uçuştuğu yerlerde ‘neden’ soruları yükselir, şaşkın bakışlarla etraf incelenir, zabıt tutulur. Oysa havaya karışan her kül parçasında, o büyük yangına neden olan ilk kıvılcımın derinlerde saklı öyküsü vardır. O öykü bazen yangına körükle gidilmiş olan bir devlet arşividir, bazen körkütük politikalardır, bazense kibirle sıvanmış ‘hepimiz kardeşiz’ masalıdır. Tüm bu mişlerin içersinde aslında hepimize ait olan kodlar var. Önyargılarla beslenen bir ezber silsilesi. Haritamızın sınırları bunlar. Bizden olmayanı davul gürültüsüyle boğmayı tercih edişimiz. En önemli yaşam damarlarımızdan biri. ‘Miş miş miş...’Bırakın sözcüklerle oynamayı beyler. Kardeşliğin bu olmadığını hepimiz biliyoruz.
‘Nerede o eski olimpiyatlar?’ diye söze başlamayacağım. Bu sözün yaşadığım zaman dilimi anlamında olimpiyatlara ve onların temsil ettiği ruha yetmeyeceğini biliyorum. Bunun için Zeus onuruna yapılan Eski Yunan’a gitmek gerekir ki, bu da ayrı bir serüven anlamına gelebilir.Londra Olimpiyatları’nda yüzme yarışmalarını izliyorum. Teknolojinin baş döndüren görüntüleriyle birlikte kırılan olimpiyat ya da dünya rekorlarını izlerken, seyirciye anında sunulan seçenekler karşısında insanın aklı duracak gibi oluyor. Sanki oradayız, sanki havuzun kenarına tünemişiz, tünerken de anbean rekorları sayıyoruz.Geçen yüzyıldan itibaren değişen bir çehresi olduğunu hemen hepimiz biliyoruz olimpiyatların. Şahsen her seyrettiğim yeni olimpiyat yarışında, tıpkı her seyrettiğim Eurovizyon yarışmasında olduğu gibi insan gücünü değil, çoğunlukla medya ve teknolojinin görsel olarak ön plana çıkardıklarını izliyor ve bunu çağımızın kaçınılmaz bir yazgısı olarak değerlendiriyorum.Diyeceksiniz ki ne olmuş, bu neyi değiştiririr? İnsanlar yüzüyor, koşuyor, biz de bunu evlerimizde en görkemli haliyle izliyoruz.Körfez Savaşı sırasındaki savaş enstantanelerini hatırlıyorsunuz değil mi; savaşın yeniden üretildiği ‘evlerimizdeki’ o savaşı? Bütün dünya olarak tanıklık ettiğimiz ve bir bilgisayar oyununda geziniyormuşçasına gezindiğimiz o savaşı? Bir oyuna indirgenen bir savaştı o. O savaşı aslında televizyon şirketlerinin kazandığını da biliyoruz. Nedense insanlık tarihi açısından gerçekleşen o çok önemli kırılma da zihnimde gezinip duruyor bu yazıyı yazarken.Diyeceksiniz ki o bir savaştı. Savaşla olimpiyatların ne ilgisi olabilir?Belki tam da burada günümüzde oyunun ve rekabetin ne anlama geldiğini tekrar sormamız gerekiyor. Günümüzde oyun ne anlama gelmektedir, bunu tekrar tekrar düşünmemiz. Bir araç mı yoksa bir amaç mıdır oyun?Ekranda seyrettiklerim oyunun bir araç olduğunu söylüyor bana. Amacınsa her koşulda ama her koşulda para kazanmak olduğunu!Olimpiyatların klasikten moderne, modernden medya ve teknolojinin zaferiyle taçlanan ‘yeni’ tüketim üslubuna teğellenen haline bakmak için söylüyorum bunu. Kısacası oyunun anlamının tamamen değiştiği yeni bir ‘olimpiyat ideolojisi’nden bahsetmek gerekiyor. Bir yandan aristokrasinin ya da üst sınıfların elinden diğer sınıfların eline geçen, halka sunulan, belli ulusların egemenliğinden küresel bir boyuta taşınan, ırk ve cinsiyet tanımaz ulusötesi bir çoğulluğun içindeymiş hissini veren bir gösteri de bu. İşin en cazip yanı da bu aslında. Bir dünya arenasında olduğunuzun size hissettirilmesi. Gerçekten yaşanan bu mu sizce? Bir diğer yandan bakıldığında (aslında) devasa şirketlerin tekelinde şekillenen ve neredeyse çarkların işleyiş düzeninin yeni bir yansıyış biçimi olan bir şovla karşı karşıyayız. Dediğim gibi benim kafamı bulandıran yer tam da burası. Olimpiyatların, sporcuların ve sporun araç haline getirildiği bir şova dönüştürülmüş olması.İnsanın o dayanıklılığını bize sunan pek bir şey yok. Varsa yoksa kırılan rekorlar, kazananların hızla ekrandan akan sevinçleri, kısa kes Aydın havası olsun tarzındaki madalya törenleri, sürat, çabukluk ve bolca yakın çekim var bu gösteride. Kısacası sadece sonuç var. O da sadece galip gelen için. O da sadece küçücük bir andan ibaret olan madalya törenine kadar.Gerisi yeni yarışlar, yeni yakın çekimler... Yavaşlatılmış çekimlerde bile gözetilen hızın yavaşlatılmış halinin estetiği ön planda, insanın sarf ettiği emeğin gerçek rengi ve yüzü değil.Sporcuların ne kadar figüranlaştırıldıklarının farkına vardınız mı? Sahi kim onlar?Sanırım büyük oyunun küçük birer parçası.Büyük oyun ne mi?Elbette çarkların yeni dünya düzenine göre hızla dönüş biçimi ve biz seyircilerin bundan aldığı tarifsiz (belki de çaresiz) keyif.
Kompostonun içinde yüzüyor gibi yaşıyoruz kentte. Özellikle yakın mesafelerde yürümekten kaçıp çeşit çeşit minibüslere biniyorum şu aralar. En ferahı, ölü saatlerin minibüsleri. Klimasız, nemli ama havadar bir ortam, camlar kapılar açık, yolcu az, yer geniş, hız yerinde. Minibüslerdeki şoförlerin aynalara yansıyan yüzlerinde gördüklerimle onların hayatına girmeye çalışıyorum. Kiminin yüzünde hor görülmüşlüğün umursamazlığı, kimininkinde ekmek parası çıkarmanın gayreti mevcut. Ama ne olursa olsun hepimize hakim olan, kentle birlikte bize eşlik eden bir ortak davamız var şimdilerde: Sıcak. Fazlasıyla bunaltıcı olsa da herkesi birbirine tanıdık yapan ve koşulsuzca herkesin ‘benimsediği’ bir tema bu.Bu haldeyken minibüsün sağ tarafına asılı, sıcaktan gevşemiş yazıya bakıyorum. ‘Haksızsam aramızda kalsın.’ Aklımı sıcaktan alıp başka bir yerlere taşıyor bu cümle. Hak aramayı kavga ve öfkeyle sürdürmeyi seven ve hak arama dendiğinde çoğunlukla kendi hakkını aramayı planlayan bir toplum için, aslında yine bu toprakların insanlarını anlatan bir söz gibi geliyor bana.Bu cümlede yatan neşeyi takip etmek istiyorum ilk başta, hüznü takip etmek yerine. En azından bu cümlenin anlattıklarını coşkuyla düşünmeye çalışmak. ‘Sus sus kimseler duymasın’la da anılabilecek, içinde ser verip sır vermemeyi, ketumluğu, ağzı sıkılığı ve bununla birlikte gelecek olan dostluğu temsil edebilir bu cümle. Bu küçük ortaklıkla oluşabilecek aynı cephede olma ruhunu da.Ama bir diğer yandan insanların birbirine yaptıkları haksızlıkları, bu haksızlıkların sümen altı edilmesinin alışkanlık haline gelmesine, konuşulmadığı müddetçe büyüyen yarıkların yarattığı travmalara, bu travmalarla gelişebilecek olan patolojik durumlara da kapı aralayabilir. Haksızsam aramızda kalsın cümlesi ‘haksızlığını görmememek için ne yapmalıyım?’ sorusuna denk düştüğünde ‘sana ihale verelim anacım, rüşvet verelim, pay verelim’ biçiminde ilginç yerlere de varabilir.Haksızsam aramızda kalsın, adaletin gelgit akıllı bir kader ağı yaratmaya çalıştığı bir ülkede yeni adaletsizliklerin, böylesi bir adaletsizliği adalet gibi göstermeye çalışanların elinde hakikatmiş gibi bir karşılık bulabilir.Haksızsam aramızda kalsın, unutkanlığı kimlik gibi taşıyan bir toplumda bir süre sonra haklılıkla haksızlık arasındaki farkın silinmesine ve o toplumda yaşayanların her yolun mübah olduğu izlenimine kapılmasına neden olabilir. Öyle ki bundan üretilen suskun ortamda en haksızlar en haklı konumunda kendilerine yer açmayı en doğal ‘hak’ sayabilir, karşılarındakileri buna inandırabilir, en fecisi, kendileri de buna inanabilirler. Sonrasında bundan da beteri vuku bulabilir. Bir süre sonra şunu mırıldanmaya başlayabiliriz:Haklıysam aramızda kalsın!***Sinem Sal Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan ‘Anekta’ adlı şiir kitabında şöyle demiş: ‘tüm kıyıları çekmek isterdim kendime,sırf kimseler kimseleri geride bırakarakbir yerlere gelmesin diye.’O kıyının adı şimdilik sıcak. Herkesi kucaklayan, kavrayan, soluksuz bırakan neme bulanmış temmuz sıcağı. Belki bir gün ‘hak, adalet ve özgürlükler’ için de aynı durum söz konusu olur.***Kürtaj hakkı üzerine panelKadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, bugün saat 14’de İstanbul Beyoğlu’nda TMMOB Büyük Salon’da ‘Kürtaj hakkımızı konuşuyoruz’ başlığıyla bir panel düzenliyor. Panelin konuşmacıları kadın hastalıkları ve doğum uzmanı Dr. Yeşim İşlegen ile Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu temsilcisi Sanem Deniz Kural.
Türkiye matematikte dünya sıralamasında sondan ikinci oldu.Olası ilk tepkimiz şu olabilir: ‘Yalan söylüyorlar!’İkincisi: ‘Herkes bize düşman, kimse Türkiye’yi sevmiyor.’Üçüncü: ‘Onlara Osmanlı’yı hatırlatacak bir şamar lazım, şamar!’Dördüncü: ‘Ah, Atatürk yaşasaydı ah!’Beşinci: ‘Sonuncu kimmiş?’Altıncı: ‘Matematik de neymiş?’Yedinci: ‘CHP kendini toparlamalı artık’(?)vs.Oysa son yıllarda yapılan lale antetli anket araştırmalarına göre (adları gizli kalsın) Ortadoğu ve Balkanların gülü, son istatistiki ‘ciddi’ bulgulara göre Avrupa’nın sümbülü ve adını saklamamıza gerek yok Kurtlar Vadisi’ne göreyse gelecek yılların dünya hakimi olacak Türkiye’ye bu yapılmamalıydı.Yapılmamalıydı evet. Neden mi? Hemen sekizinci cevaba bakalım.Sekizinci cevap: ‘Ee kardeşim 2+2=4, her şey ortada yani. Gökdelense gökdelen, sulara baraj kurmaksa al sana baraj, nükleeere gülümsemekse al sana nükleer santral umutları ve daha neler neler. Her şey yolunda. Neyimiz eksik gelişmiş ülkelerden? Matematikmiş! Varsın matematikte de sonuncu olalım. Pardon sondan ikinci.’Yalnız bir şey daha var. Şu ünlü matematikçi John Nash’in söyledikleri. Türkiye’nin matematikte dünya sıralamasında sondan ikinci olduğunu öğrenince şunu söylemiş Nash: ‘İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet yoktur.’İyi matematik bilgisiyle adaletin kurabileceği bağ nedir acaba, ne olabilir? Hadi iyisinden vazgeçelim, matematik bilen bir toplum muyuz biz? Denklemlerden, formüllerden, cebir, geometri vs. den bahsetmiyorum. Analitik düşünceyi, neden sonuç ilişkilerini, sayıların ardında uzanan felsefeyi öğrenebilmiş bir toplum muyuz? Peki bunları bilmenin ya da anlamanın (asla ezberlemenin değil, bütün eğitim sistemimizin oturtulduğu temel olan ezberlemenin, ezberletmenin değil!) adaletle kurduğu ilişki ne olabilir?***İngiliz yazar George Orwell’ın 1984 romanındaki kahramanı Winston, başlığa koyduğum basit toplamayı 5 ile sonlandırarak (2+2=5) işin rengini değiştirmeye, kendi bireyselliğini vurgulamaya çabalar. Feci bir totaliter rejim vardır ortalıkta. Dolayısıyla çaresiz Winston’ın kurduğu bu denklem geleneksel yargıların karşısına dikilmiş bir tavır olarak da sayılabilir. Gelin görün ki totaliter bir rejim için Winston’ın varlığı ve düşünce biçimi duyulmayacak, görülmeyecek, umursanmayacak, kısaca özelliği olmayan kişisel bir hikaye olmaya mahkumdur. ‘Hadi oradan’ der parti yöneticisi, ‘Hadi Winston git işine, bizim uğraşacak çok önemli işlerimiz var be kardeşim!’O önemli işlerin ne olduğunu kitap boyunca takip edip dururuz. Herkesi tek tip bir üniformaya sokma derdidir önemli işlerin adı. Tek tip düşünceye, benzer duygulara, benzer ruhlara, basmakalıp ve birbirinin aynısı olan hayallere. Bu düşüncelere, duygulara, ruhlara, hayallere sahip olmayanların ise sonu tutsaklıktır! Çünkü herkes birbirine benzemek durumundadır. Ve herkes ‘Büyük Abi’yi sevmek zorundadır. Büyük Abi de Büyük Abi’dir hani. Her yerde ve her zaman abilerin en büyüğü ve en tartışılamayacak olanıdır, her yerde gözü vardır, her yerden insanlara ‘bakar’ ve onları izler. Dedik ya asıl önemli olan tek tipliktir. Tek tipliği dayatan bir iktidar vardır ve ona biat etmesi gerekenler. Ötesi boştur, boşluktur ve kendi olmak isteyen, farklı şeyler söylemek isteyen herkes ama herkes ziyan, deli, terörist olarak kabul edilir. ***İster 8+3, ister 4+4+4. Eğitimizde tek tip insan yetiştirme fikri değişmediği sürece (şimdilerde bunun adı dindar gençlik oldu), kendine benzemeyenden nefret eden, farklılığı hemen her zaman düşman gibi gören ve kendi çıkmayan sesine her zaman ama her zaman bir Büyük Abi sesi arayan, adaleti o Abi’nin gölgesinde yaratmaya çalışan bir toplum olmaya devam edeceğiz. Her türlü denklemi ezbere bilen, sınavlar aşan, sınavlardan taşan, sınavlarla sarhoş olan ama kendi yaşam denklemini bir türlü kuramayan, gerçekleştiremeyen insanlardan oluşan bir toplum. Yüzyıllardır böyle. Hemen hepimiz için.
Güllaçla haşır neşir olduğumuza göre ramazandı, kim bilir hangi ramazan. Güllacın katmanlı bir tatlı olduğundan bahsedip duruyorduk. Şeker, süt, fındık ya da ceviz, her şey kıvamında olmalıydı. Ne ilgisi vardı, tam olarak çıkaramıyorum şimdi, beyaz kağıt torbadan çekip aldığı yuvarlak nişasta kıtırını parçalamadan süt dolu kaba gömerken demişti galiba ‘kızım mutlaka bir mesleğin, gerçek bir altın bileziğin olsun...’Burada sözü yarım kalmış olmalı. Hafif pelteleşmiş nişasta tabakası geniş cam tabağa yayılacak kıvama geldiğinden mi, kafasından tuhaf tuhaf başka şeyler geçtiğinden mi, zaten hep biraz tuhaftı, farklı konulara, boşluklara, zamansızlıklara atlamış olmalıyız onunla.Yine bir ramazan günü, güllaç kokularının, pidelerin buhar ve renklerine karıştığı zamanlar yanı başımızdan ağır ağır geçip giderken bu eksik cümleyi hatırladım. Bu hatırlayışın nedeni basit bir tesadüfe dayanıyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in çalışan kadınlar için verdiği kreş sözüne. Gaziantep’te Şehit Aileleri Derneği’ni ziyaret eden Şahin, çalışan kadının yanında yer alacakları bir çalışmanın içerisinde olduklarını söylemiş, devletin vereceği sosyal desteğe vurgu yapmış. Dünya örneklerinden yola çıkarak yapmış oldukları araştırmalarda yeni kreşlerle beraber yeni istihdam alanlarının da açılacağını vurgulamış. ‘Sosyal devlet olarak çalışan kadının yanındayız’ demiş. Demiş demesine de bu kreş sözünün verildiği zamanlara denk düşen bir sırada Habertürk Gazetesi’nde çok ilginç bir araştırma sonucu yer aldı. Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırmaları Vakfı’nın yaptığı araştırmaya göre Türkiye’de çalışan kadın sayısında geçen yıla oranla yaklaşık 500 bin azalma var. Bu sonuca göre ev kadını sayısı bir yılda yaklaşık 500 bin artarak 12.2 milyona çıkmış.Kısacası bu gidişle kreş açmaya falan gerek kalmayabilir! Ve kadınlar dünyanın en zor işi olan ev kadınlığını tercih etmeye devam edebilirler. Elbette birçok nedeni olabilir bu artışın. Öncelikle, kadınlar iş arıyor ve bulamıyor olabilirler. İşverenlerin kadınlara güveni azalmış olabilir. Kadınlar gerçekten çalışmak istemiyor olabilir, vb...Ancak çok net bir gerçek var: Son yıllarda Şahin’in tabiriyle söyleyecek olursak ‘sosyal’ devletimiz kadınları cins cins muhazakâr politikalarla evlere yönlendiriyor, bunu hepimiz biliyoruz. Şahin’in iyi niyetli bir politikacı olduğunu bilsem de bunu yazmak durumundayım. Zira iş onun iyi niyetini aşmış durumda. Kürtaj rezaleti ortadayken, kendisinden ‘aman efendim bunlar muhafazakâr politikaların işleri değildir, zaten ileri demokrasi bunu gerektirir’ tarzında tuhaf açıklamalar yapan pişkin ‘erkek’ meslektaşlarına karşı net bir duruş sergilemesini beklemek çok mu gereksiz kaçardı?Gereksiz kaçmazdı. Söz konusu edilen ileri bir demokrasi anlayışıysa hayır, kaçmazdı.Ama sorun da burada zaten. Demokrasinin algılanış ve dayatılış biçiminde.Tam da burada asıl sorularım şunlar: Bir kadına üç çocuk doğur diyen bir devlet yapısı kreşle bu işi çözebilir mi? Gücünü cinsiyetçi kutuplaşmalardan alan bu sistemin içersinden nitelikli, güvenceli işi olan altın bilezikli kaç kadın çıkabilir? Kadın istihdamı denilen o şey şimdiki erkek egemenliğinin yarattığı bu sert, tek yanlı, tek sesli fırtınadan korunabilir mi? Yoksa istenen ucuz kadın emeği midir? İstenen sadece bu mudur?Dedim ya güllaçtan buralara geldim. Her şeyin katmanlı ve kıvamlı olması gerektiğinden. Bir de oradaki o eksik kalmış cümle var ya onun yüzünden. Onu tamamlamak benim işim olsun bu ramazanda. ‘Kadınlara yaşamlarına yön verebilme şansı verilmeli.’Ve bunun için de erkekler, sermaye ve devlet iyi niyet ve açık görüşlülükle kadın emeğine hep birlikte sahip çıkmalı.***Bir yandan kadınlara kürtaj yasağı getir, bir diğer yandan sosyal devlet ayağıyla kreş şansı sun, bir gün onları tutuculuğun kuyusuna at, ertesi gün çalışanın yanındayız de. Bir tarafta ucuz emek peşinde at koştur, bir diğer tarafta... Oooo. Bu ne perhiz bu ne güllaç bulamacı.
Ege’den azıcık Akdeniz’e uzanan adalı bir yolculukta gemimiz kıyılara yaklaşırken hemen her seferinde bize eşlik eden martılara bakıyorum. Kanatlarındaki kadim güce, dayanıklılığını esnekliğinden alan o enerjiye. Yıllar önce John Steinbeck’in bir kitabında okuduğum insanların endişelerinden kuşlara bulaşmış olan o hastalıklı panik uçuşundan eser yok havanın içersindeki süzülüşlerinde. Temkinli ama yaşama güvenerek, huzurlu ancak rehavet içinde kavrulmayacak bir dinçlikleri var. Yolu bilen ama her seferinde yeni bir yola çıkıyormuş duygusuyla dolu bir heyecan içersindeler. Ortadoğu’nun martıları çoktan Akdenizli olmayı öğrenmiş! Bunu mırıldanırken bir seferinde Buket Uzuner’in ‘Bir gün bütün dünya Akdenizli olacak’ cümlesi düşüveriyor zihnime. Onun bunu söylerkenki gevrek coşkusu.Evet, bir gün bütün dünya Akdenizli olsa güzel olurdu. Hayal mayal. Bunu martılar başardığına göre insanlar da başarabilir! Başarabilir başarmasına da...Bunları düşünürken Büşra Ersanlı’nın ve sonrasında Mahmut Alınak’ın tahliye kararlarını duymak hüzünlü bir coşkuya bırakıyor zihnimi. Bir yanda martılar, gökyüzü, bir yanda tahliye haberleri, bir diğer yanda içerdeki nicesi.Soru hep tekrarladığımız soru olup çıkıyor:Neden?Evet soru yine bu. Sanırım birçoğumuzun zihninde de ne zamandır geziniyor bu yalın soru. Çekilen acıların tortuları yıllara bulaşacak, yeni kızgınlıklar ve nefretler doğurmaya gebe bir toplumu yaratmayı kim, niçin ister? Bu değerli insanlara ve içerde tutulan daha nicesine reva görülen psikolojik eziyet ve işkencenin nedeni nedir? Bu insanları içerde boş yere tutmanın vebalini üstlenebilecek olanlar sığındıkları kör kuyulardan hangi yüzle aramıza karışacak (elbet bir zaman sonra onların da emeklilik yaşı gelecek) ve tarihin içersinde yerlerini alacaklar? Yoksa onlar da resimler yaparak ruhlarını dinginleştirmek mi isteyeceklerdir sonrasında? Buna hangi tuval, hangi tarih, hangi vicdan dayanır? Bu gökyüzü hepimizin değil mi? Neden onu ‘bir avuç’a indirme sevdası hâlâ bu kadar baskın? Oysa bu toplum ‘Bir Avuç Gökyüzü’nü (ve nicesini) dönüp dönüp okumuş ve yaşanmışlıklardan ders çıkarmayı ‘öğrenmiş’ bir toplum olmalıydı. Öyle olmalıydık.Martıların başardığını daha önceden başarmalı ve intikamlar yerine yaşamın keyfi ve esiniyle yola revan olmalıydık.Revan olmalıydık da... Olmadı.***Bu arada geçmişimin hatıralarında saklı iki değerli insan göçüp gitti. Onları anmadan olmaz.İlki Kadıköy Kız Lisesi’nde tanıdığım Betül Demirağ’dı. Bana öğretmenliğin ne olduğunu ve ne olamayacağını yaşatan, anlatan gerçeküstü güzellikte bir insandı Betül Demirağ. Öğrencileri ve meslektaşları onu, onun yaşama kattığı rengi asla unutmayacak. Diğeri ise tiyatromuzun büyük ustası Güngör Dilmen’di. Büyüklüğü, ustalığı bir yana, benim için çok ayrı bir anlam ifade ediyor(du) Güngör Dilmen. Yazılarımı ilk gören ustaydı o. Kuzguncuk’taki evlerinde o ve eşinin bana gösterdiği ufkun ne kadar değerli olduğunu anlatmam mümkün değil. Biliyorum ki tiyatro yaşadığı müddetçe o da eserleriyle sahnede yaşamaya devam edecek. Kısaca sonsuza kadar. ***Tatil bitti, ben yine buralardayım. Kaldığımız yerden devam. Beni merak eden sevgili okurlara sevgi, şükran ve saygılarımla.
Güzel, ekru bir gelin. Mutsuz gibi görünüyor. Mutsuz belki biraz ağır kaçtı, hafif endişeli ya da bıkkın desem daha doğru olur. Saçlarımı dalgalandırmak için girdiğim kuaförde benim gibi gelip geçicilerin anlık bakışlarına toslayarak o karmaşık duyguların arasında sıkışmış bıkkınca bekliyor gelin. Bir-iki saat sonra başlayacak tantanada yüzüne iliştireceği gülümsemeyi dinlendirir, ona ince ayar yapar gibi bir halinin olduğu da söylenebilir.Bulunduğumuz mekanda vınlamayla gezinen klimanın serinliği fönlerin yeknesak sıcağına karışıyor. Ilık ılık esen, yayılan tuhaf bir serinlik bu. Zaman zaman iklim tanımaz kıyılarda hafif bir meltem gibi başlayıp tayfuna dönen, zaman zamansa o tayfunlardan ‘mutedil’ rüzgârlara kendini bırakan yıllanmış evliliklerin sakar bir provası gibi sanki.Gelin bu iniş çıkışlı rüzgârdan pek memnun değil. O besbelli dengeli bir yaşam özleyenlerden ancak henüz bu dengeyi nasıl sağlaması gerektiğini bilemiyor. Taşıdığı giysinin dantelli gübürlerini bu esintinin iniş çıkışına göre kollamaktan yorgun düşmüş şimdiden. Gelin başı denilen özel makyajdan nasiplenmiş , topuzunun arasından akan tülün gölgelediği yüzünde saatlerdir bekliyor olmanın izlerini taşıyor. Şimdiyse daha yoğun bir biçimde bekliyor. İçinin kaygısı yüzünün narin çizgilerine vurmuş, fondöten ve ten rengi pudranın hakimiyetini delip çıkıvermişler ortalığa.Nerede kaldı?Belki de bu yüzden yayvan odanın içini tavaf eden hava beni her defasında gelinin tedirgin bakışlarına ve bu bakışlardaki sorunun saklandığı yere taşıyor. O bakışların kilitlendiği yer olan manasız bir duvar saatine. İki oktan kısa olanının tık tık tık diye saniyeleri atıp tuttuğu, ötekisininse değil saniyeleri, hayatı bile pek umursamadığı bir duvar saatine. Saatin arka planındaki sigorta şirketinin adına ve bu adın işaret ettiklerine. Zamanın kıymetini vurguluyor besbelli bu ad ama şu anda kimin umurunda!Gelinin yakınları, kayınvalidesi, görümcesi, arkadaşları... Saçlarını paketleyen bigudileri, pedikürlü ayakları arasına sıkışmış pamuklarıyla yalpalayarak yürüyenleri, manikürlü elleriyle içerdeki ağır havaya el sallayanları... Hepsinde bir volta ruhu hakim. Bir aşağı bir yukarı volta atıp duruyorlar odada. Ve hep aynı yerde buluşuyorlar. Sigorta şirketinin saatinde.‘Cep telefonu da cevap vermiyor!’ diyor kayınvalide.‘Trafikte kalmışlar’ diyor onun yaşlarında, saçlarını maşalatan bir diğeri.‘Of ya’ diyor gençten biri. Bir yandan da saçlarındaki kabarıklığa dikkat çekiyor. ‘Biraz şunları yandan alsana’ diyor. ‘Şöyle arkaya arkaya tarasana, yüzüme düşer gibiyken arkaya atsana onları.’Kuaför bunun yerçekimi kurallarına aykırı bir şey olduğunu bilse de bu gerçeği sözcüklere dökme konusunda ketum davranıyor. ‘Tamam, ‘ diyor, ‘Siz hiç merak etmeyin.’Saat bir saniye daha tıklıyor.Güzel gelin tasalı gelin olmuş, ‘Yok, biz yetişemeyeceğiz fotoğrafçıya’ diyor içli içli.Hava ağır ağır dönüyor. Saat yavaş yavaş tıklıyor.Yok. Gelmeyecek.Manikür, pedikür, kaş, şu bu. Yok, gelmeyecek. Maşa, fön, boya, şu bu.Yok.Yok yok derken içeriye tuhaf bir lacivert doluyor. O dolan renkle birlikte bir de bakıyoruz ki o gelen ‘bizim’ yakışıklı, ter içindeki damatmış!‘Barış ya!’Bu bizim bezgin gelinin sesi! Sesi bezginlikten coşkuya, coşkudan neşeye kayan bizim gelinin sesi.‘Barış oğlum, e oğlum nerede kaldınız! Daha fotoğraflar çekilecek. Nikaha ne kaldı ki!’Bu da kayınvalide.‘Valla trafik vardı anne.’‘İlahi Barış!’Ben de dahil herkeste bir rahatlama, bir heves, bir mutluluk ki görmeyin... Bir derin oh be.Bütün barışlar geç olsa da bir düğün telaşındaki gibi keşke böyle, keşke hep böyle gelse ‘bizim mahalleye’!***Sevgili okurlar, bir parça dinlenmek istiyorum. Bir süre yazılarıma ara vereceğim.
Bir ülke var. Adını biliyorsunuz. Son yıllarda alıp başını gittiği söyleniyor. Alıp başını gittiği yer talan mekanizmalarının boy gösterdiği hayli meçhul bir yer olsa da kimileri ona ısrarla ileri demokrasi ülkesi deyip duruyor.Hemen belirteyim ben bu ileri demokrasi lafından hiçbir şey anlamayanlardanım. Dolayısıyla ‘ama ama ama’ diye veryansın edenlere ‘niye niye niye’ diye soracak bir sürü sorum var.Şimdi bu ileri demokrasi ülkesinde önümüzdeki hafta, ne kadar (sahi ne kadar?) ileri bir demokrasiyle soluk alıp veren bir ülke olduğumuzu kanıtlayacak yeni bir sayfa açılıyor.Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın duruşması. Hocamız 8 ay süren tutukluluğunun sonrasında, 2 Temmuz’da KCK İstanbul Ana Davası kapsamında Silivri’de yargılanmaya başlayacak.Son derece nahoş bir sürecin kilitlendiği bir nokta burası. Neden derseniz sadece işini yapan, işini yaparken bilimin yaşamla kuracağı devinimi esas alan, uluslararası akademik çevrelerde tanınan saygın bir öğretim üyesini aylardır içerde tutuyorsunuz. Buna kılıf, gerekçe olarak gösterdiğiniz hususlarsa gerçekten ileri bir demokrasi ülkesine yakışmayacak, uymayacak, bu anlayışa bol gelecek nedenler. Yasal bir siyasal partide, partinin Anayasa Komisyonu’nda ve Siyaset Akademileri’nde yer almak...Aylardır içerde tuttuğunuz gerçek bir biliminsanı için geliştirdiğiniz nedenler bunlar işte! Onun elini taşın altına koymaktan çekinmemiş tavrı. Bu sert, ayrıştıcı, kutupları ve kutuplaşmayı seven öfkeli coğrafyada insanlığıyla bize göstermeye çalıştıkları.Ne kadar farkındasınız bilmem, bu ülkede ifade özgürlüğünü yargılıyorsunuz baylar ve bayanlar.İfade özgürlüğünü yargılarken sadece bir üniversite hocasını değil, bu ülkedeki üniversite dokusunu, üniversiteyi üniversite yapacak düşünce özgürlüğünü de baltalıyorsunuz. Bu hepimizi yaralayacak bir tavırdır. Hepimizi.Bilmem anlatabiliyor muyum?Sizler düşünceyi, sadece sizin tekelinizde olan biçimde ‘düşünce’ olarak kabul eden bir zihniyeti yaratmak için durmadan didiniyor, yaratmış olduğunuz bu kumdan kaleye hizmet etmeyi kutsallık addediyorsunuz nicedir.Üniversiteyi, öğrenciyi ve hocasını tek tip bir zihniyet içinde ablukaya alıyorsunuz ve ardından buna ileri demokrasi diyorsunuz.Öyle bir ileri demokrasi ki hocası içerde, öğrencisi içerde, düşünce içerde.Tüm bunlar içerde, cezaevindeyken, özgürlüğün tanımı nedir, bunu anlamakta zorlanıyorum, çok zorlanıyorum.***Geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın tutuklanması sonrasında kurulmuş GIT (Türkiye’de Araştırma ve Öğretim Özgürlüğü Uluslararası Çalışma Grubu)’in öncülüğünde bir toplantı yapıldı. ‘Akademideki Hak İhlalleri’ dosyası çerçevesinde hem Büşra Ersanlı’ya hem de üniversitelere özgürlük mesajı verildi.Evet üniversiteler için kırmızı bir alarm bu. Neden mi?Neden ortada.‘Bugün, bilgilerini, tespitlerini ve araştırma sonuçlarını toplumla paylaşan ve bilhassa tabu sayılan konularda akademik çalışmayı önceleyen biliminsanlarının, giderek artan baskı ve yıldırmalarla karşı karşıya bildikleri bilinmekte.’Üniversiteler kimindir? Bu soruyu yeniden düşünme zamanı.GITTürkiye için detaylı bilgi: info@gitturkiye.orgWeb: http//gitturkiye.org