Daha bir hafta önce kürtaj yasasını tartışıyorduk. Kürtajın Uludere ile bağdaştırılmasındaki mantık zaafını anlamaya, anlatmaya odaklanmıştık. Havada uçuşan sözcüklerin Aziz Nesin’in öykülerinde gezinen kahramanların sözcüklerini aratmayacak halleri için ‘pes yahu, iyi de neden?’ diye soruyor ve en beterini yapıyor, bu olup bitenlere makul bir mantık kılıfı arıyorduk. Bu arada genç ölümlerinin haberi geldi. Bir başka kıyıya savrulduk. Öte yandan Eylül ayı içersinde Türkiye’nin çözmesi gereken eğitim sorunu gibi çok daha acil sorunları vardı. Ama bir dakika! Bu dağ gibi sorunlar bizi beklerken, bizim, nasıl derler, Suriye’ye atmamız gereken bir Osmanlı şamarımız vardı. Bakın bu çok önemliydi işte! Bu şamar atılmalıydı. Yoksa yaşayamazdık.Şamarcı oğlan ruhuyla hareket etmeli, hatta ‘bir şamarın nesi var, iki şamarın sesi var’ diyerek, şamar atma kapasitemizi, performansımızı genişletmeli, büyütmeli, irileşmeliydik. İrademizi ortaya koyacak olan serinkanlı, stratejik ve olgun cümlemiz de belliydi.‘Alırım ayağımın altına ha!’Tam da bu sırada çok ilginç bir gelişme oldu.Ölenler, gidenler, gidecek olanlar, dökülecek kanlar, evlatlar derken İngiltere’de Guardian gazetesi ilginç görüşleriyle toplumumuzu ‘sarsan’ bir kişinin söylediklerini ön plana çıkardı: ‘Suriye kendi içinde çatışırken Türkiye, bu fırsatı kaçırmamalı ve Suriye’yi işgal etmeli. Yoksa Yeni Osmanlıcılık çöker’ gibi insanı nefessiz bırakan ‘Survivor’ cümleleriydi bunlar.Egzotik bir adada tramplenden atlama ya da kalas sektirme tarzında bir yarışmada mıyız, yoksa yağmur yağdı diye 5 saat trafiği altüst olan megakentli bir ülkenin dertli, biçare insanlarından mıyız anlamakta zorlandık. Kafamız iyice karıştı. Yeni Osmanlı ‘cılık’ bir yarımadada ya da kurtlarla dolu bir vadide oynanan nereden bakarsanız bakın muhteşem bir yüzyıl sürecek bir gölge oyununun adı mıydı? Yoksa bizler, YÖK’ün yeni çıkardığı (YÖK bu, yapar mı yapar) ‘Yetenek Sizsiniz Türkiye’ adındaki bir sınavda ‘Çile Bülbülüm Çile’ şarkısıyla sınanacak olan pantomimciler miydik?Neyse ki bizim yerimize cümleler kuracak olan bu toplumun ‘akil’ insanları vardı da asıl işimizin bu ülkede sürekli (ama sürekli) yara alan demokrasiyi onarmak yerine sağa sola ‘Devletlüm’ şamarları atmak olduğunu söylüyor ve bize kim olduğumuzu hatırlatıyordu!Yoksa çökerdik.Titremeli ve kendimize gelmeliydik.***Bu yeni sistemin içindeki eski kafalılardan biri olarak tüm bunları Bertolt Brecht’in sözleriyle unutmak istiyorum.(Hiç değilse bu hakkımız saklı kalsın.)Gelecek Olan Savaşİlk savaş değil. Ondan önce başka savaşlar da oldu.En sonuncusu bittiğindeKazananlarla yenilenler vardıYenilen yanda yoksul halk açlıktan kırıldı.Kazanan yandaAçlıktan kırıldı yine yoksul halk.Madem konumuz Osmanlı ‘cılık’, gururumuzdan yerimizde duramıyoruz madem, üstelik ileri demokrasi de alıp başını gitmiş ya ben ve benim gibilerin pek de haberi olmadan, o zaman sadece zafer naralarının önsözlerini değil, o dönemde Anadolu’daki halkın savaşlardan ne kadar yorgun, yoksul ve yoksun düştüğünü de hatırlamalı. Savaşla gelen yıkımı, sonu, hüznü, kederi.
Elimde sizlerle paylaşmak istediğim bir kitap var: Tel Dolap. Yaşamımıza hükmetmiş hızın gündelik saatlerimize yansıyan farklı bir boyutunu anlatan bir kitap bu. Nicedir bekletiyordum onu. Gümüşlük’teki edebiyat atölyesinden sonra girdiğim küçük tatil havası beni kitaba iyice yakınlaştırdı. Türkiye’nin hızlı ve bu hızla birlikte ağırlığına ağırlık katan gündemine ne kadar yakışır hiçbir fikrim yok, zaten bu gündemi yakalayabilmenin zaman zaman mümkün olamayacağını da düşünür hale geldim. Bakınız Suriye ile son yaşananlar.Bugün bu kitaptan bahsetmemin bir diğer nedeni de edebiyat atölyesindeki katılımcı öğrencilerimden (öğrenci dediğime bakmayın hepsi kendi alanlarında alıp başlarını gitmiş, kendileriyle ve yaşamla barışık profesyoneller) birinin bir yemek tarifi bloğu olması. Dahası, benim o bloğu kendisini tanımadan önce keşfetmiş ve anlatımdaki parlaklığa hayran kalmış olmam! Müthiş tarifler var orada ama bu tariflerin güzelliğine güzellik katan bir başka yan daha var. Bu bloğu hazırlayan bir erkek! Üstelik bunu kadın-erkek herkes için tasarlamış.Bana bloğu ziyaret edenlerin sayısının çok yüksek olduğunu, ‘kolay, daha da kolay, en kolay’ tariflerle katılımcı sayısının her gün arttığını söylediğinde aklıma ilk gelen yaşamlarımızdaki hız ve bu hıza yetişme telaşımız oldu. Mutfaklardaki o telaşlı temponun özellikle biz kadınlara oynadığı zaman zaman muzip, zaman zaman gerilim dolu oyunlar!Bu yüzden yaşamımıza yeni giren Ayizi Kitaplığı tarafından yayımlanan Semanur Sevim’in Tel Dolap’ının marifetlerini de sizlerle paylaşmak istedim. Tel dolap adı bana hep bir sürü şey çağrıştırır. Sevim’in Tel Dolap’ında da farklı bir ipucu yakaladım. Örneğin girişteki yazısının bir bölümü Türkiye’de çalışan kadınların genel halini pek güzel özetliyor:‘Her çalışan kadın gibi ben de ev işlerine yetişme konusunda sıkıntılar yaşıyorum. Yorgun argın ofisten çıktıktan sonra evde sıkı bir temponun beni beklediği düşüncesi bile gerilmeme yetiyor. Çocuk okuldan gelecek, yemek yapılacak, ortalık toparlanacak, çamaşır yıkanacak.’Sevim özellikle kış aylarında, zaman aralıklarının daha da kısaldığı kesitlerde mutfaklardaki hengâmeye özlü çözümler bulmuş. Bunun için yaz aylarının uzun günlerini bu işe katık etmiş, tariflerini genellikle buna göre yapmış. Kavanozlar, dondurma teknikleri, konserve ve komposto yöntemleri... Hepsi kitabın içine sığmış. Çevresinden topladığı bilgileri de onlara atıfta bulunarak vermiş Sevim. Ordu’dan Necla Güzelhan’ın sirkesiz fasulye turşusu, Hüsniye Abla’nın ezme turşusu, Nafiye Anne’nin böğürtlen reçeli bunlardan birkaçı sadece. Tokat’tan Gülay’ın asma yaprağı salamurası, dolmalık patlıcan kurusu, acılı kırmızı biber mezesini hazırlamak ve saklamak için yazın en güzel zamanlarındayız. Bunlarla birlikte zihnimize dolanacak öyküler de cabası!Bir domates ve biber tutkunu olarak gözüm hemen menemene ilişti. Tel Dolap’ın kışa kalacak menemen tarifi şöyle:5 kilogram domates1 kg sivribiber1 çay bardağı sıvı yağ1 yemek kaşığı tuzKuru fesleğenYapılışı:Domates ve biberleri yıkadıktan sonra iri iri doğrayın, domatesleri süzgeçte bekletip acı suyunu akıtınGeniş bir tencerenin içinde biberleri sıvı yağda kavurunBiberler sararınca domatesleri ilave edin ve pişirinTuzunu ilave ettikten sonra sıcakken cam kavanoza koyun, üzerine bir tutam fesleğen serpip, sıfır kapakla sıkıca kapatıp ters çevirinSoğuyunca ışık almayan bir yere kaldırın!Kış yumurtalarıyla kışlık menemen şölenlerini yaşamak istiyorsanız ‘bu tarifi bir düşünün’ derim.
İki gündür Bodrum, Gümüşlükte’yim. Latife Tekin’in ve çalışkan ekibinin vahasında, hep birlikte yoktan var ettikleri Gümüşlük Akademisi’nde. Edebiyatseverlerle birlikte doğayla iç içe, üç güne sığdırmaya çalıştığımız yoğun bir edebiyat maratonuna çıkmış durumdayız!Etrafın sakinliği, İstanbul’da bıraktıklarımı neredeyse aratmayacak cinsten.Hele o trafik!Burada kendimizi bıraktığımız edebiyatın engin sularında, ağaçlar, horozlar ve esintisi hiç bitmeyen Myndos rüzgârında yaşama dair unutmuş olduklarımızı yeniden gözden geçirme, hatırlama ve yaşamla buluşturma noktasındayız.Atölyeye başladığımız gün olan 21 Haziran’ı, yaşamlarımızın en uzun gününün 2012’ye denk düşen bu kesitini ‘Zamanın içersinde neredeyiz?’ sorusuyla karşıladık. Herkes kendi 21 Haziran’ını, o uzun güne denk düşen geçmişi kaleme alırken, ne tuhaf, Gümüşlük’ün altındaki ‘şimdi ve hep orada kalacak olan’ antik kalıntılara söyleyecek pek de bir söz bulamadık. Eski ile yeninin, geçmiş ile şimdinin insan yaşamındaki hükmü, değeri, etkisi bu yüzden bulanıklaştı.Ancak biz yine de kendi tarihimizin 21 Haziran’larında bazen hayali bir tilki sürüsünün peşine takıldık, bazen erken başlayan bir doğuma gittik, kimi zamansa karşı tepeleri çalmış yeni binaların bulanık gururuna takıldık. Zorla uyutulmaya çalışılan çocukların geçmek bilmez ikindilerine el attık, büyümenin ne olduğunu o uykulara mahkum hallerimizle düşünmeye çalıştık, Müzeyyen Senar’ın bir öyküye saklanacak olan sesine kulak verdik, konuşmalarımızı yerli yersiz bölen horozun sesine takıldık.Myndos’un eşliğinde tüm bunların hemen hepsi yazıldı, okundu ve yeniden yazıldı!En çok Orhan Kemal’i, Nahit Sırrı Örik’i, Virginia Woolf’u, D. H. Lawrence’ı ve Katherine Mansfield’i andık bu buluşmada. Onların zamansızlıklarına, zamansızlıklarının edebiyatla bütünleşen seslerine, bizlere fısıldadıklarına baktık. Bu seferki 21 Haziran onların sembolleri, karakterlerine yükledikleri, yaşamdan çaldıkları ve sonsuza bıraktıklarıyla büyüdü, hacimlendi. Orhan Kemal’in Çikolata öyküsünde endişelenince kırmızı kurdelesi sararan kız çocuğunun peşine takılmamız ve öyküdeki caddenin bozuk parkelerinden geçen mavi Desoto’nun tozunu hep birlikte yutmamız bu yüzdendi. Lawrence’ın kahramanı Mabel’la birlikte dibi çamurlu o göle düşmemiz, orada bir süre nefessiz kalışımız da. Mansfield’ın Ölü Albay’ın Kızları’ını düşünmemiz, düşünmemiz, düşünmemiz. Belki bu yüzden 2012 senesinin 21 Haziran’ı yaşamımın neredeyse en uzun günüydü! Sabaha karşı 4’te başlayan bir yolculukla Gümüşlük’e uzanan zihnim, İstanbul ve Bodrum’dan gelen birbirinden değerli katılımcıların ‘en uzun’ günleriyle birleşince bir sürü olay örgüsü, kahraman ve çocukluk anılarıyla uzayıp giden bir serüvenle zenginleşiverdi.Edebiyat atölyelerine her zaman sıcak baktım. ‘Atölyelere devam edince yazar olunur mu?’ sorusunu ise cevapsız bırakmayı yeğliyorum. ‘Edebiyatı solumak bazen her şeydir’ demek bu sorunun yanıtı değil elbette. Ancak bazen edebiyatı solumak her şey anlamına gelebilir. Gümüşlük Akademisi bunu bana yeniden hatırlattı. En uzun günde, o güne saklanmış bir de en kısa gece öyküsü olduğunu, bu öykünün çocukluğumdan kalan sihirli bir cibinlikle bambaşka hayallere taşınabileceğini de bu sayede keşfettim.Gümüşlük’ten, o cibinlikle yeni sabahlara uyandığım Myndos’tan hepinize selamlar.
Uzun bir gazetecilik serüvenim yok ama ne yazarsam yazayım genç kayıpları konusunda hep aynı şeyleri yazıyorum, yazmaya da devam edeceğim.Bu ülkede gençler ölüyor. Irmağın karşılıklı iki kıyısında, bulutlu ve rüzgârlı bir günde sert akan bir ırmakta hızla yakalamak istercesine gölgelerini. Oysa o gölgeler birbirinin üzerine düşen, kırılan, kırıldıkça birbirinin içine saklanan, saklandıkça da zaman aşımına uğrayan, yok sayılan gölgeler. Karşılıklı iki ayrı kıyıda olmaları, ayrı iklimlerde, ayrı dünyalarda olmalarını gerektirmiyor.Yoksul çocuklar ölüyor ırmağın iki kıyısında. Gölgelerini yakalama yarışındalar ve her seferinde bu topraklarda gezinen ‘taraf olmanın’ dehlizinde kayboluyorlar.Benim en çok dertlendiğim husus bu. Bunun adına, ülkemdeki tüm gençleri önemsemek diyebilirsiniz.Bu ülkede yoksul gençler ölüyor.Neredeyse evlerinde aynı yemeğin piştiği evlerin çocukları. Ateşin düştüğü evlerinde en çok ana babalarının sessiz gözyaşlarını kerpiç evlerine döktüğü ailelerin evlatları.Yoksulluğun rengi ve tercih etmesi umulan kaderi bu.Sözün bittiği, olayın bitmediği yer.Ve ne yazık ki bu işin kaymağını yiyenler için de izlenilmesi aşikâr olan bu meşum kader yolunun varacağı yerin adı da, sanı da, ruhu da, palazlandığı yer de burası: Yoksulluk .Sözün bittiği, kanın akmaya devam ettiği yer.Gençler.Gençler ölmeye devam ediyor.Savaş sözcüklerinin içersine sığıştırılarak. Yok sayılarak. Hiç sayılarak.Ne yazık ki bu kirli savaş gençlerin kanıyla besleniyor.Daha Urfa Cezaevi’nde yaşananları anlamaya çalışırken bakıyorsunuz yine gençlere olanlar olmuş.Hainler, kötüler, düşmanlar, kin kusmalar, nefret sözcükleri.Oysa gerçeğin sesi çok farklı. Gençler ölüyor. Olan sadece gençlere oluyor. Ateş sadece ama sadece düştüğü yeri yakıyor.Sonuç? Derin bir unutuş. Derin bir kin. Yani savaşın beslendiği temel cepheler.***Gazetecilikle başladığım bu yazıya bir edebiyatçı olarak devam edeyim. Böyle zamanlarda çok tıkanıyorumVe yine böyle zamanlarda başucu kitaplarımdan biri olan Ingeborg Bachmann’ın, Malina’sına sığınıyorum. Sizlerle daha önce paylaşmıştım bu satırları. Yine paylaşayım.‘Bir gün gelecek insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarını unutacaklar. Bir gün gelecek insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür olacaklar. Kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar.’Özellikle bu son cümle ülkemin yaşadığı buhranlı ve sert gündem açısından şu aşamada, şimdilik, belki uzun bir müddet daha ulaşılması, denenmesi ve yaşanması anlamında olanaksız bir cümleymiş gibi görünüyor bana. Ancak yakın dostlarımla paylaştığım şu yalın cümle de önemli .Ne olursa olsun umudu yitirmemeli.
Tam da Türkçe Olimpiyatları’na denk düşen bir sıradaydı. Reklamlarda, dev panolarda Afrika’dan, Yakın ve Uzak Doğu’dan gençler Türkiye’yi ne kadar sevdiklerini söylüyorlardı. Üstelik bunu ifade ederken ‘Sofu soğan yemez, bulunca sapını komaz’ tarzında günlük hayatta pek de yaygın olmayan deyimler ve atasözlerini sıralıyor, insana ‘vay be’ dedirtiyorlardı. Her şey o sırada oldu işte. Taa okyanusun öte ucundan dua gibi bir haber geldi.Hayır, hayır okyanus ötesi diye kilitlendiğimiz o yerden ve tahmin ettiğiniz o haberden, ülke olarak nefeslerimizi tuttuğumuz o husustan bahsetmiyorum.Bu yeryüzünü önemseyen bir dua haberiydi. Bizi ve bizim coğrafyamızı da çok ilgilendiren bir haber. Ancak gündemin ağırlığının altında kalabilecek, yok sayılacak bir yanı da vardı çünkü doğrudan doğayı ve tüm canlıların yaşam hakkını ilgilendiriyordu!Ne mi?Ülkemizde bir Ilısu Barajı’mız var. Dıştan bakıldığında insanda yeni bir olimpiyat ruhu (Baraj Olimpiyatı, Tarih Nasıl Yok Edilir Olimpiyatı vb.) canlandıracak cinsten. Görkem onda, vaat onda, şu onda, bu onda. Gelin görün ki işin bir de arka planı var. (Eyvah!)Ne mi?Ilısu Barajı Dicle Vadisi’ni, Hasankeyf’i doğa ve kültürel doku bakımından tehdit ediyor değerli okurlar. Doğal ve tarihi değerleri bakımından o müthiş coğrafyayı silmenin bir başka adı Ilısu. Bu konuda çok sayıda mektup alıyorum. Toprak Ana, Mezopotamya’da başkadır, bilen bilir. 2014’te bitmesi planlanan baraj, bu ihtişamı dünyaya bedel Ana’ya o dünyayı dar etmeye niyetlenmek üzere.Okyanusun ötesindeki habere gelecek olursak: Ilısu Barajı ile aynı ruhu paylaşan başka bir baraj daha var. Taa Brezilya’da: Belo Monte Barajı. Brezilya hükümeti Birleşmiş Milletler Rio+20 Buluşması’na ev sahipliği yapmaya hazırlanırken, o da ne! Zirvenin yapılacağı Rio kentine 3 bin kilometre uzaklıkta bir protesto gerçekleşiyor. Tahmin edersiniz ki toplantının katılımcılarının pek de umursamayacağı, muhtemelen ‘hıh’ diyerek bu insanlara bir grup anarşist vb. diye burun kıvıracağı ve kendi ciddi dünyalarındaki yapboz tasarımlarına daha da asılacakları bir protesto bu. Protestonun sahipleri ise Amazon yerlileri, çiftçiler ve dünyanın farklı yerlerinden gelen baraj karşıtı aktivistler. Rio’daki toplantıdaki klimadan havaya karışacak sözcüklere yeni deyimler, sözcükler ekleyecek seslerin sahipleri onlar. Tahmin edeceğiniz gibi ‘Brezilya ah bilsen seni ne kadar çok seviyoruz, sen bir ana sen bir baba her şey oldun artık bana’ tarzında cümleler de değil bunlar! Onların cümleleri Amazon Nehri’nin önemli bir kısmını talan edecek Belo Monte Barajı için. ‘Xingu Nehri özgür aksın!’Anadolu’da Dicle Vadisi’ni tehdit eden Ilısu Barajı’na karşı kampanya yürüten Doğa Derneği’nin de yer aldığı bu protestoda dernek başkanı Güven Eken’in Amazon’daki eylemde yaptığı açıklamaya kulak kesilmekte fayda var. Yeryüzünü korumanın ne kadar önemli olduğuna dair önemli bir mesaj bu. ‘Eğer Brezilya’da Amazon nefes vermezse, biz Anadolu’da nefes alamayız. Ilısu ve Belo Monte barajları, dünyada büyük barajların yarattığı yıkımın birer sembolü. Her ikisi de dünyanın en önemli doğal ve tarihi değerlerine karşı açık birer tehdit. Amazon, dünyanın akciğerleri, Mezopotamya ise, medeniyetlerin beşiği. Türkiye, Brezilya ve dünya halkları ne Hasankeyf’in, ne de Amazon’un yok olmasına izin vermeyecek,’ diyor Eken.***Önemli bir mesaj da okurumuz Berna Özüdoğru’dan. Doğrudan İstanbul, Bakırköy Belediyesi’ni ilgilendiriyor. Mesajı olduğu gibi paylaşıyorum:‘Bakırköy Belediyesi’nin barınağında şu anda hayvanlar bu sıcakta beton, küçük odalarda demir parmaklıklar arkasına hapsedilmiş durumdalar. Ayrıca, geceleri ses gitmesin diye de kapalı odalara hapsediliyorlar. Onların imdat seslerine lütfen kulak verin.’Okurumuzun Bakırköy Belediyesi’ne yaptığı bu çağrıyı son derece önemli buluyorum. Onların seslerine lütfen kulak verelim.
Mesajlarını alır almaz hemen sizlerle paylaşıyorum. Kısa bir süre önce, malum nedenlerden ötürü kadınların kürtaj hakkını geri almak için bir platform kuruldu. Adları da olayların gelişmesine pek uygun düşen bir ad: Kürtaj Haktır Karar Kadınların Platformu. Hükümetin nüfus politikaları konusunda çok net konuşuyorlar: ‘Ne bedenimizin ne doğurganlığımızın nüfus politikalarına alet edilmesine izin vermeyeceğiz.’Platform, sadece kürtajın yasaklanmasını değil, kürtajın yapılmasına yönelik sürenin kısaltılmasını da bir cinayet olarak nitelendiriyor, bu durumun kadınları istenmeyen gebelikler konusunda meşru olmayan yollara iteceğinin altını çiziyor. Üstelik çok daha önemli bir noktaya değiniyor: Kürtaja yol açan istenmeyen gebeliklerin çoğunun sorumluluğu korunmayı reddeden, doğum kontrol yöntemlerini uygulamayan erkeklerdedir. Platform bu tespite bağlı olarak çarpıcı olduğu kadar atlanılmaması gereken bir talepte bulunuyor:Erkekler için de doğum kontrol merkezleri oluşturulsun!Belki böylece ülkemizdeki kimi erkekler istenmeyen gebelikler konusunda kadınları kaderleriyle baş başa bırakmaz, istenen gebeliklerde de doğum işinin (öncesi ve sonrasıyla) uzun ve emek isteyen özverili bir süreç olduğunu fark eder ve sadece kadınlarla özdeşleşen gebeliğin aslında bir ortak sorumluluk, üstlenilmesi gereken ortak bir yaşam deneyimi olduğunu da görebilirler.Çok kısa bir süre içersinde Türkiye’nin 22 ilinde eş zamanlı oturma eylemleri gerçekleştiren ve kadınların bedenlerine sahip çıkmalarını bir hak olarak gündeme taşıyan platform mevcut düzenlemelerin genişletilmesini ve kürtaj süresinin 12 haftaya kadar uzatılmasını da talep ediyor.Şimdi ise başka bir ortak eyleme imza atmak üzereler.Yarın saat 16.00’da İstanbul’da, Pangaltı’dan Taksim’e ‘Kürtaj Haktır, Karar Kadınların’ diyerek yürüyecekler. Aynı gün ve saatte Ankara ve İzmir’de de yürüyüşler ve mitingler var. Ankara’daki Cebeci’den başlıyor ve Kolej Kavşağı’ndaki mitinge ulaşılıyor. İzmir’de ise Gündoğdu Meydanı’nda kadınlar toplanacak ve karar kadınlarındır diyecekler.İyisi mi aradan çekileyim ve sözü onlara bırakayım:“Sizleri yürüyüşümüze, kampanyamıza destek vermeye, yasakçı, denetçi, kadın düşmanı politikalara yol vermemeye çağırıyoruz.Eğer geç kalır ya da hep birlikte karşı durmazsak kürtaj yasaklanacak! Sağlıksız koşullarda kürtaj yaptırmak zorunda kaldığı için binlerce kadın hayatını kaybedecek, kürtaj karaborsası oluşacak, kadın cinayetleri ve şiddet artacak, kadınlar eve hapsolacak, kadınlar daha da yoksullaşacak.Kürtaj Haktır Karar Kadınların Platformu”İletişim: kurtajhaktirkararkadinlarin@gmail.comFacebook: http://www.facebook.com/events/427273233973668Twitter: https://twitter.com/#!/kararkadinlarinYasakçı ve denetçi politikalara yol vermemek için 17 Haziran Pazar günü saat 16:00’da Pangaltı Metro çıkışında olmayı unutmayalım.
15 yaşındaki bir çocuğun bu dünyadan ‘kendi tercihiyle’ dedesinin yanına, bilinmez bir dünyaya, cennete giderken yazdığı mektubunun başlığı bu. SBS adı verilen o sınavdan hemen önce.‘Sevgili ailem! Böyle olmasını istemezdim. Ben de isterdim bu dünyada yaşamayı. Ama başarılı olamıyorum!’Nasıl büyükleriz bizler!‘Hepimize mi bu sitem?’ diye içlenebilirsiniz şimdi.Aynı içlenmeyle cevabım şudur:Bu ve benzeri sınavlara, bu sınavların yarattığı rezilliklere göz yumduğumuz müddetçe, evet hepimize.Bir gecekonduda, bir iple sonsuz bir yalnızlığa terk ettiğimiz bu çocuk-lar bizim geleceğimiz olabilir mi?Bizi bir yana bırakalım. Bu çocukların gelecek diye kendilerine çizdikleri ne anlama gelebilir?A,B,C,D,E.Yaşam 5 şıktan ibaret bir test kitapçığı olabilir mi?Onlar bunun böyle olmadığını bizlerden bin kat daha iyi biliyor. Bizler onların yaşlarındayken ana babalarımızdan farklı olarak bu hayati gerçeği bilebildiğimiz kadarıyla. Ama çaresizce boyun eğdiğimiz o yazgı gibi. Bizzat o yazgıyı yeniden üretmek adına içine büyüdüğümüz felçli hallerimiz gibi.Nasıl bir geleceğin içersine tıkıştırıyoruz onları?Yaşamda 5 şık mı vardır sadece?Adana’nın A’sı, Bursa’nın B’si, Ceyhan’ın Csi, Denizli’nin D’si.Eee?Sonuç?Bunun yerine bir düşüncenin açılımının, zerrelerin kıymetinin, anların es geçilmemesinin önemini neden anlatmıyoruz onlara? Bu kadar mı meşgulüz? Neden detaylar bu kadar önemsiz?Bu kadar mı benzetmek istiyoruz onları kendimize?Bu kadar.Bu kadar mı erken?Bu kadar.Özsaygısı olmayan ama A’yı bilen, B’yi tahmin eden, C’de biraz duraksayan, D’de kafası hafif karışan, E’de hırslanan, yarışan, yarışan, yarışan çocuklar, gençler olarak hemen, bir çırpıda büyümelerini istiyoruz onlardan.NİYE?Elbette daha çok yarışsınlar, BAŞARILI olsunlar, FARK yaratsınlar diye.Fark yaratmak mı?Canhıraş bir yarışın içinde görev aşkıyla yanan bir bina yöneticisi, bir umum müdür, bir ‘bişey’ olsunlar diye mi bu koşturma? Birbirini gammazlayan, alenen meslektaşını hedef gösteren, hükümeti yağlayıp yıkayan gazetecilerden olsunlar diye mi? Dilinden küfür eksik olmayan milletvekillerinden olsunlar diye mi? Canlıları bombalayacak pilotlardan olsunlar diye mi? İşkence görenlere sağlam raporu verecek doktorlardan olsunlar diye mi? Nükleer santral yapmayı bir devlet stratejisi olarak aklına koyan mühendislerden olsunlar diye mi tüm bu telaş? Belediyenin talan ettiği alanlara gökdelen projeleri, beyaz saraylar çizen mimarlardan olsunlar diye mi? Görev aşkını insanlık ve yaşam aşkına yeğleyen büyüklerden olsunlar diye mi bu hengâme? Tuhaf ihalelerin beyaz atlı prensleri, kibirli prensesleri olsunlar diye mi bu fark yaratma, başarılı olma yarışı?Korkarım ki evet.***Cumartesi günkü sınavda o çocukları 15 yaşında uğurladık sınav salonlarına. Sınav bitiminde çıktıklarında yüzlerindeki gölgede 30 yaşındaki insanların çizgileri vardı.Çocuklarını ‘mühürlenmiş bir başarı formülü ve ezbere indirgenmiş bir fark yaratma’ adına sınavlarda boğan bir toplum yaşamda çakmaya mahkum değil midir?Sahi onlara neden ilk önce insanlığı öğretmiyoruz? Ya da onlara neden sadece insanlığı öğretmiyoruz? Asıl başarının bu olduğunu, asıl fark yaratmanın buralardan geçtiğini neden anlatmıyoruz, anlatamıyoruz onlara? Ezberlenmiş bir başarıyı değil, işini, kendini, insanları, doğayı, yeryüzünü, çoğulluğu, çoksesliliği, kısaca yaşamı seven insan yetiştirmenin erdemi niçin bu kadar ürkütücü?Neden mi dersiniz?Muhtemelen bu yolu izlersek kendimizi çok yalnız ve çaresiz hissetmekten korkuyoruz. Başarının ezber tanımlarına yaslanmak daha kolay görünüyor, belki o yüzden.Üstelik A,B,C,D,E kimilerinin çok ama çok işine geliyor.Belki de Ankara’nın A’sı ve şürekâsı bunu istediği için, kim bilir.Belki de bizler sürekli ‘Ben bilmem büyüklerimiz bilir’in B’sini içimizde bir cam fanus (C), bir darağacı (D), bir ezber(E) gibi yaşattığımız için.
Ünlü sosyal bilimci David Harvey’in konferansının ardından kafamızda belirmiş olan ‘Ne tür bir kent istiyoruz’ sorusu sadece İstanbul’u değil, hemen hemen bütün illeri ve elbette bu illerdeki sistemin işleyiş biçimlerini de tekrar düşünmemize yol açtı. Harvey’in bu sorusuna paralel biçimde geliştirdiği kentsel bir örgütlenmenin ve buna bağlı olarak, olup bitenlere ortak bir ses çıkarabilmenin mümkün olup olmayacağını sormaya başladık.***Bu paragrafı yazdıktan sonra cumartesi günü bindiğim taksiciyle olan diyaloğumuzu hatırladım. (Monolog da denebilir.)Kadıköy’de cezaevindeki öğrencilere destek için bir yürüyüşün yapıldığı, TMK (Terörle Mücadele Kanunu) ve ÖYM (Özel Yetkili Mahkemeler)’nin protesto edildiği gündü. Taksi şöförü kısa bir süre sonra bana dönüp yüzünü ekşitir bir biçimde şu cümleyi sarf etti:- Abla sen burada in istersen, Kadıköy’de yine bir haller var!Hiç sesimi çıkarmadım. Biraz daha gittik. Yine aynı cümle.‘Yürüyorlar, demek ki memnun değiller bir şeylerden’ diye mırıldandım. O ise benim bu sözlerimi bekliyormuş meğerse!‘Memnun değilseler bassın gitsinler bu ülkeden!’ dedi. ‘Onların bu saçmalıkları yüzünden ekmek paramızdan oluyoruz!’Aramıza Haziran gününün erken bastıran kurak yaz sıcağı ve arabaların gereksiz kornalarıyla birlikte ‘bir sakız çiğnersem belki açılırım’ duygusu o sırada girdi. Küçük, ferah bir mola özlemi de denebilir.O ise bunu bir yenilgi olarak kabul etmişti besbelli.‘Sen burada in abla, in!’Bir inat bulutu sindi üstüme. ‘İnmeyeceğim’ dedim kendi kendime.Aynadan bakıştık.O sırada milim milim ilerlediğimiz trafikte yanımıza bir başka sarı araba daha yanaştı. İnsanın kendini durduk yere suçlu hissetmesi için bir sürü cümleyi de o taksici sıraladı.‘Kadıköy delirmiş yine! Yine yürüyorlar. Bıktık bunlardan bıktık.’‘Her şeye isyan!’ dedi benim taksi şoförü. Yine aynadan bana bakıyordu. ‘Bunları otobüslere bindirip sabahtan kapatacaksın bir stada, orada bağıracak çağıracaklar, akşam da evlerine dönecekler! Maksat bağırmak olsun. Bağırır bağırır susarlar! Herkes de rahat eder.’Bu fikir çok tuhaf geldi o zaman. İçinde nefes alınamayan trafiğe rağmen çok tuhaf. Bir şeyleri protesto etmenin, aynı kentte yaşayan insanlar tarafından tecrit edilmesi, dışlanması, yok sayılması, hatta aşağılanması gereken bir davranış biçimi olarak algılanması.Yürüyorlar ve trafiği mahvediyorlar!Yürüyorlar ve gecikmeye yol açıyorlar!Protesto ediyorlar ve huzurumuzu kaçırıyorlar!Bu mantığın merkezi otorite tarafından yaygınlaştırılmasını tartışmıyorum bile. Onların görevi bu zaten. Farklı bir ayrıştırma yaratarak eyleme katılmayan ‘kent sakini’ üzerinde psikolojik bir tedirginlik yaratmak ve bunu bol kepçe kullanmak.Hatırlayalım, benzeri bir biçimde merkezin THY grevinde de yaşattığı buydu. Uçuşlar gecikti, hastalar yerlerine ulaşamadı, iş görüşmeleri zamanında yapılamadı gerekçesiyle kamuoyunu kendi tarafına çekmeye çalışan şu zihniyetin de çıkış noktası. Özünde gerçekten ama gerçekten insandan yana olup olmadığını sorgulayamayacağımız bir bulanıklığın yaratılmasıyla kendine yer açan şu her şeyi kâra dönüştüren kapitalist zihniyet. O bulanıklık içersinde kimsenin aklına ‘yahu kendi elemanını bu kadar hor gören bir yapı gerçekten insanı düşünüyor mudur?’ sorusu pek de gelmedi, gelse bile yaratılan karambolde buhar olup gitti.Evet cumartesi günü huzurumuz kaçtı.Esasen huzurumuz kaçmalıydı.Huzurumuz kaçmalı!Bir ülkede gençlerin ve geleceklerinin hapsedilmesi toplumun bir bölümünü değil, hemen hemen bütününü ilgilendiren bir gerçektir. Bugün bir sürü genç haklarını aramaya çalışırken cezaevine konmuş durumda.Burada yürüyüşçülere kızmak yerine adaletsizliğe kızmak gerekiyor. Adaletsizliğe karşı tavır almak. Huzur aranacaksa asıl bu isyanda aranmalı!Taksi serüvenimi ise ne siz sorun ne de ben söyleyeyim!