15 yaşındaki bir çocuğun bu dünyadan ‘kendi tercihiyle’ dedesinin yanına, bilinmez bir dünyaya, cennete giderken yazdığı mektubunun başlığı bu. SBS adı verilen o sınavdan hemen önce.
‘Sevgili ailem! Böyle olmasını istemezdim. Ben de isterdim bu dünyada yaşamayı. Ama başarılı olamıyorum!’
Nasıl büyükleriz bizler!
‘Hepimize mi bu sitem?’ diye içlenebilirsiniz şimdi.
Aynı içlenmeyle cevabım şudur:
Bu ve benzeri sınavlara, bu sınavların yarattığı rezilliklere göz yumduğumuz müddetçe, evet hepimize.
Bir gecekonduda, bir iple sonsuz bir yalnızlığa terk ettiğimiz bu çocuk-lar bizim geleceğimiz olabilir mi?
Bizi bir yana bırakalım. Bu çocukların gelecek diye kendilerine çizdikleri ne anlama gelebilir?
A,B,C,D,E.
Yaşam 5 şıktan ibaret bir test kitapçığı olabilir mi?
Onlar bunun böyle olmadığını bizlerden bin kat daha iyi biliyor. Bizler onların yaşlarındayken ana babalarımızdan farklı olarak bu hayati gerçeği bilebildiğimiz kadarıyla. Ama çaresizce boyun eğdiğimiz o yazgı gibi. Bizzat o yazgıyı yeniden üretmek adına içine büyüdüğümüz felçli hallerimiz gibi.
Nasıl bir geleceğin içersine tıkıştırıyoruz onları?
Yaşamda 5 şık mı vardır sadece?
Adana’nın A’sı, Bursa’nın B’si, Ceyhan’ın Csi, Denizli’nin D’si.
Eee?
Sonuç?
Bunun yerine bir düşüncenin açılımının, zerrelerin kıymetinin, anların es geçilmemesinin önemini neden anlatmıyoruz onlara? Bu kadar mı meşgulüz? Neden detaylar bu kadar önemsiz?
Bu kadar mı benzetmek istiyoruz onları kendimize?
Bu kadar.
Bu kadar mı erken?
Bu kadar.
Özsaygısı olmayan ama A’yı bilen, B’yi tahmin eden, C’de biraz duraksayan, D’de kafası hafif karışan, E’de hırslanan, yarışan, yarışan, yarışan çocuklar, gençler olarak hemen, bir çırpıda büyümelerini istiyoruz onlardan.
NİYE?
Elbette daha çok yarışsınlar, BAŞARILI olsunlar, FARK yaratsınlar diye.
Fark yaratmak mı?
Canhıraş bir yarışın içinde görev aşkıyla yanan bir bina yöneticisi, bir umum müdür, bir ‘bişey’ olsunlar diye mi bu koşturma? Birbirini gammazlayan, alenen meslektaşını hedef gösteren, hükümeti yağlayıp yıkayan gazetecilerden olsunlar diye mi? Dilinden küfür eksik olmayan milletvekillerinden olsunlar diye mi? Canlıları bombalayacak pilotlardan olsunlar diye mi? İşkence görenlere sağlam raporu verecek doktorlardan olsunlar diye mi? Nükleer santral yapmayı bir devlet stratejisi olarak aklına koyan mühendislerden olsunlar diye mi tüm bu telaş? Belediyenin talan ettiği alanlara gökdelen projeleri, beyaz saraylar çizen mimarlardan olsunlar diye mi? Görev aşkını insanlık ve yaşam aşkına yeğleyen büyüklerden olsunlar diye mi bu hengâme? Tuhaf ihalelerin beyaz atlı prensleri, kibirli prensesleri olsunlar diye mi bu fark yaratma, başarılı olma yarışı?
Korkarım ki evet.
Cumartesi günkü sınavda o çocukları 15 yaşında uğurladık sınav salonlarına. Sınav bitiminde çıktıklarında yüzlerindeki gölgede 30 yaşındaki insanların çizgileri vardı.
Çocuklarını ‘mühürlenmiş bir başarı formülü ve ezbere indirgenmiş bir fark yaratma’ adına sınavlarda boğan bir toplum yaşamda çakmaya mahkum değil midir?
Sahi onlara neden ilk önce insanlığı öğretmiyoruz? Ya da onlara neden sadece insanlığı öğretmiyoruz? Asıl başarının bu olduğunu, asıl fark yaratmanın buralardan geçtiğini neden anlatmıyoruz, anlatamıyoruz onlara? Ezberlenmiş bir başarıyı değil, işini, kendini, insanları, doğayı, yeryüzünü, çoğulluğu, çoksesliliği, kısaca yaşamı seven insan yetiştirmenin erdemi niçin bu kadar ürkütücü?
Neden mi dersiniz?
Muhtemelen bu yolu izlersek kendimizi çok yalnız ve çaresiz hissetmekten korkuyoruz. Başarının ezber tanımlarına yaslanmak daha kolay görünüyor, belki o yüzden.
Üstelik A,B,C,D,E kimilerinin çok ama çok işine geliyor.
Belki de Ankara’nın A’sı ve şürekâsı bunu istediği için, kim bilir.
Belki de bizler sürekli ‘Ben bilmem büyüklerimiz bilir’in B’sini içimizde bir cam fanus (C), bir darağacı (D), bir ezber(E) gibi yaşattığımız için.