Uludere’de yaşadığımız facia ile yüzleşmemize bir türlü izin yok! Başta Genelkurmay’ın verdiği özlü ama hiçbir yere varmayan açıklamalar olmak üzere bu ülkenin genel stratejisi olan topu taca atma pratiği devam ediyor.Bu ülke topu taca atmaya devam ettiği müddetçe halk olarak ironik bir biçimde golleri yemeye devam edeceğiz. Üstelik bu goller ezberimizde saklı olan cümlelerle geçiştirilecek gollerden de değil. Uludere’de yaşananlar 21. yüzyılın Türkiyesi’nde, hemen herkesin gözü önünde, kameralardan yansıyan görüntüleriyle artık kaçılamayacak bir gerçeğe işaret ediyor. Buna rağmen eski ve tabuları korumaya meyleden reflekslerle başvurulan yer aynı: GEÇİŞTİRMEK. Bu ve buna benzer cereyan eden olaylar geçiştirildiği müddetçe de ayaklarımızın altından kayıp giden zemini seyretmeye devam edeceğiz.Kim ne derse desin Uludere 2000’li yılların Türkiye’sinde göz göre göre 34 insanın kaybına yol açmış olan bir faciadır. Bütün facialarda olduğu gibi kazananı da yoktur. Böyle devam ettiği müddetçe kaybedilen hanesine toplumsal boyutuyla eklenebilecek yeni bir bellek kaybını da eklemek durumundayız. Tıpkı Dersim’de olduğu gibi zaman tanımaz bir tavırla sürekli olarak birbirmizi suçlayıp durduğumuz ‘o bellek kaybının çatlaklarında’ neleri yitirdiğimizi görmek için allame olmaya da gerek yok. Tam da bu yüzden yıllar sonra yeniden açılacak ve yeni toplumsal savrulmalara yol açacak bir ‘Uludere Dosyası’ yerine bugün yaşananları gözden geçirmek elzemdir, boynumuzun borcudur. Bir insanlık borcudur Uludere. Ve bizlerin bunu bugün, hemen, şimdi onarması gerekiyor.Giden gitti. Bu konuda yapılacak hiçbir şey yok. Ancak hiç değilse geride kalanlara onurlarını iade edecek, yaralarına merhem olacak bir şeyler yapılmalı.Sınırlarının ötesindeki halkların yaşadıklarına pek duyarlı olduğunu ileri süren bir iktidarın (bunu dillendirirken mantığını çözemediğimo neoliberal Osmanlı retoriğini bir yana bırakacak olursak) aynı hassasiyetle Uludere için sahici bir şeyler yapması gerekiyor. Siyasi iktidarın yaptığı açıklamalarından anlayabildiğimiz kadarıyla Uludere’de yaşananların neden ve nasıl gerçekleştiğini muhtemelen kendisinin de tam olarak anlayamadığı bu kayıp için hiç değilse, EVET HİÇ DEĞİLSE, bir özür borçlu olduğunu yinelemek durumundayım. Başbakan ve bu olayın temel aktörleri Uludere’den dolayı özür dilemelidir. Stratejiler bunu gerektirdiği için değil, insanlık bunu gerektirdiği için.***Bu seneki Orhan Kemal Roman Ödülü Yiğit Bener’in oldu. Can Yayınları’ndan çıkan Heyulanın Dönüşü, ülkesini terk etmek durumunda kalan, yaşamını orada yitiren, ardından tekrar yaşama ve ülkesine dönen bir hayaletin öyküsü. Bizlere yaşamın anlamının ne olduğunu soruyor, sordurtuyor. Yaşamla birlikte ölümü de, elbette. Bu şöleni kaçırmayın derim.
Her zaman Samsun’a çıkılmaz a bu sabah da avluda volta atmaya çık(Can Yücel)***17-31 Mayıs. Bu iki haftayı Gözaltında Kayıplar Haftası olarak defterlerimize not edelim. Yanına da başka bir not iliştirelim: ‘Böyle bir hafta olur mu?’ Cevap basit olsun: ‘Gözaltında insanları kaybetmek bir gelenek haline gelmişse olur.’Bin operasyon yapmakla övünen ve muhtemelen bu övünmesiyle ‘kötü çocuklar’ı nasıl sinek gibi avladığını düşünen eski bir emniyet müdürünün açıklamalarına denk düşen bir hafta bu.Gözaltında Kayıplar Haftası.Bin operasyon yaptığının gururuyla dolu bir emniyet müdürünün sesine karışır kayıplar. Ya biz?Bu açıklamalarla daha da silikleşen kayıp genç yüzleri pek de seçmez zihnimiz. Meslek aşkının operasyon aşkına denk düştüğü zamanlar ve ruhlara daha çok ilgi duyarız, belki o yüzden. Meslek aşkını tavaf ederiz. Bizi teröristlerden, kötü çocuklardan kurtardığı için minnettarızdır o ve onun gibilere. Şükürler olsun sana Rabbim! Ama o kötü çocukların neden ‘kötü’ olduğunu, neden ‘kötü’ sıfatı yediğini sormak aklımıza gelmez. Ülkemizde teröristin tanımı da tıpkı iyiler, kötüler, vatanseverler, vatansevmeyenler, vatanı orta şeker sevenler vb. sıfatlar gibi iktidarların dalgalarıyla yeniden, yeniden ve yeniden tanımlanır, üretilir, yaygınlaştırılır. Ama bunu bile önemsemeyiz. Önemli olan meslek aşkıyla yapılmış olan ‘kötü çocukları’ temizleme operasyonlarıdır! Kimin öldüğü, kimin kaldığı, geride kimin yüreğinin hop edip tutulduğunun pek de bir önemi yoktur. Gerçi duygusallığı severiz. Ama bize benzeyen insanların duygularıyla.Her şey nettir kafamızda. Temizlik yapılmıştır. Bin kere. Ve bin kere ‘temizizdir’ artık! Elbette temizlikten ne anlıyorsak.Temizlik operasyonlarını, hayata döndürme operasyonlarını seven, sevdiren bir ülkede yaşamaktan pek de rahatsız olmayız. Bin operasyon. Birçoğu gibi binbir öyküyü ve kayboluşu, yitişi barındırır içinde. Ama pek de kimsenin umurunda değildir bu. En fazla, evet an fazla eski, soluk, geçmişte kalan o yüzlerin ailelere yansıyan şimdisi, bir dizi rehaveti içersinde gönlümüze bir düşüp bir kayboluverir. Zira çok meşgulüzdür. Yapılacak işlerimiz, binecek uçaklarımız, varacak ülkelerimiz, o ülkelerden edinecek kârlarımız, iş toplantılarımız vardır. ‘O şimdinin’ müreffeh bir ülke terennümüyle kendini Fenerbahçe-Galatasaray maçı denklemine indirgemiş hali asıl önemli olandır. Osmanlı padişahlarının maceralarının büyülediği anların halleridir hallerimiz. Gözaltında kaybedilen insanların ülkesinde yaşıyor olmamız pek de rahatsız etmez bizi.Bin operasyon yaptığının gururuyla dolu bir emniyet müdürünün sesine karışır kayıplar. Ya biz?Sadece gözaltında değil, dışarda, yaşarken de insanları kendi kendilerine kaybettiren tuhaf bir ülkede yaşamaktayızdır. İzimizi bulduğumuzda o izin içinde kendi sesimizi yitirmeye mahkum bırakıldığımız bir ülkede.Ama yine de gençlere yaptıklarımızın yanında solda sıfır kalır bu şatafatlı, ‘gelişmekte olan’ izsizlik.***Gençlerine olmadık işleri (zulüm demeye dilim varmıyor!) yapan bir ülkede bir gençlik bayramı daha.Cezaevine tıktığımız, kaybettiğimiz, yok ettiğimiz, önyargılarla, müfredat bulamacıyla, meslek aşkıyla, savaş naraları, milliyetçilik retoriği, dini telkinler, aldırmazlık ve umursamazlıkla ‘insan olma haritasında’ soluklaştırmaya devam ettiğimiz bütün gençlerimizin bayramını kutluyorum!(Aman be kızım hiç mi iyi bir şey yok diyebilirsiniz şimdi. Var elbette var. Gençler var. Yaşlı da olsa içinde baharı yaşatanlar var. Var, var. Sözüm onlara değil zaten.)
Ne kadar takip edebildiniz bilemiyorum. Geçtiğimiz günler (10-16 Mayıs) Engelliler Haftası idi. Birleşmiş Milletler’e üye ülkelerde kutlanan bu haftanın ülkemizde nasıl bir karşılığı olduğunu anlamaya çalıştım. Bunun için biraz haberlere baktım. Şu meşhur ‘prime time-ana haber bülteni’ haberlerine. Engellilere ne kadar yer verildi, bu konuda ne türden haberler yapıldı diye. Sonuç tahmin edeceğiniz gibiydi. Sanki Türkiye’de tek sınıf, tek renk, tek din, tek duygu, tek insan tipi, tek lider, tek parti, tek doğru (offf) varmışçasına aktarılan o haberler arasında yolumu kaybettim ve engelliler konusunda bir yazı kaleme almaya karar verdim.Öncelikle bu konuda beni asıl rahatsız eden hususu paylaşmak isterim sizinle. Bu ülkede engellilere yönelik iki temel bakış açısının olduğunu düşünüyorum: İlki ‘ah canım yazık’, ikincisi ise ‘iyisin hoşsun da mümkünse benden uzak ol arkadaşım’ yaklaşımı. İkisi de temelde bir reddi barındırıyor. ‘Sen farklısın ve sınırlarını bil, benden uzak dur’ mantığını.İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyan Samet Fidan’a bunu sordum. Samet görme engelli, Diyarbakır doğumlu, fakültede karşılıksız bursla okuyan, gelecekte adını sıkça duyacağımıza inandığım pırıltılı öğrencilerimden biri. ‘İnsanların sana, engellilere karşı tutumunu nasıl buluyorsun?’ diye sordum ona. Onun ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’ diye bir yaşam denklemi vardır, hemen o denklemin üzerinden cevap verdi. O masalda cücelerin şahsında bütün kör ve sakatların, sağır ve dilsizlerin dışlanması gereken, cinsiyetsizleştirilmiş (hatta güruhlaştırılmış diye bir eklemeyi de ben yapayım) kişiler olduklarını hatırlattı. Beyaz mı beyaz kar gibi Pamuk Prenses’in dışladığı cücelerin algılanış biçiminin bir topluma nasıl işlediğini paylaştı benimle.Tam da o noktada Diyarbakır’la İstanbul arasındaki köprüyü, farkı ve benzerlikleri sordum ona. İnsanların ona yaklaşırken Pamuk Prenses ruhunu takip edip etmediklerini, coğrafya bağlamında farklılıklar sergileyip sergilemediklerini.Bakın neler söyledi:‘Bu köprü benim için bazen bir otobüs, bazen bir uçak olmaktan öte bir şey değildir. Aslında köprü falan da yoktur çünkü köprü dediğiniz, birbirinden uzak olan, aralarında kendilerine benzemeyen şeyler bulunduran varlıkları bağlamak için kullanılan bir oluşumdur. Diyarbakır, İstanbul ya da gezdiğim kadarıyla Anadolu’daki bir başka şehir birbirine o kadar benzerdir ki farklılıklar şehircilik açısından ya da yedi cücelere bakış açısından köprüye ihtiyaç duymayacak kadar iç içedir. Tabii bu yine engellilere bakış açısından kaynaklanan bir durumdur. Gerçi her yerde, her insanda birbirinden farklı şeylerle karşılaşabiliyorsunuz. Fakat bugüne kadar karşılaştığım insanların çoğunda, en radikalinden en liberaline yedi cücelere bakış açısı bu genellemeye mahkumdur. Zira bilinçli diye nitelendirebileceğimiz insanlar da bu toplumsal bilinçaltından etkilenmiş insanlardır. Bu genellemeyi bozacak insanlar ise ancak istisna oluşturacak kadar azdırlar. Bunun dışında toplumun engelliye bakış açısı Diyarbakır’da ya da İstanbul’da olmasına göre değil, engelliyle diyalog kurmasına ya da ona acımasına bakar. Bunlardan acıma tarafında olanların bir kısmı yolda yürüyen bir engelli gördüklerinde niçin niçin niçin diyerek acımalarını belli ederken, bir kısmı ise engelliyi kendi kafasına göre bir yerlere yönlendirir. Diğer bir kısmı da engelliyle diyaloğa hiç girmez eğer varsa yanındakiyle bir diyalog kurar.’Samet burada başına gelen bir örneği de paylaştı benimle. Fatura ödemeye gittiğinde ona eşlik eden arkadaşının ilk elden muhatap alınan kişi olmasının ortamda, zihninde, ruhunda yarattığı tuhaflıklardan. Konu onun konusuyken muhatap alınan kişinin, ona eşlik eden ‘sağlam’ kişi olmasından yana duyduğu rahatsızlıktan. Birey yerine konulmamaktan.Farklı olanlar yok mu diye sordum. Varmış.‘Diyalog kurmaya çalışanlar vardır. Ancak bunlar da sizinle belirli bir çizgiye kadar diyalog kurarlar. Tercihlerinizi sizlere direkt sorarlar, sizle kurdukları diyalog başka bir insanla kurduğu diyalogdan farklı değildir, fakat toplumsal bilinçaltının ortaya çıktığı durumlarda yeni bir Pamuk Prenses’le karşılaşmanız her zaman mümkündür.’***Pamuk Prenses ve yedi cüceler masalını yeniden okumamız gerekiyor galiba. Prensesliğimizin ya da prensliğimizin saltanatının altındaki dipsiz kuyuyu daha net görebilmek için. Bu tip masalların aslında neye, nelere odaklandığını, sembollerin ne anlama geldiğini daha net keşfedebilmek için. Farklı bir mercek her şeyi altüst edebilir.
Takım tutmayı becerememiş biriyim. ‘Sen ne anlarsın!’ diyebilirsiniz şimdi. Ne derseniz haklısınız. Oysa futbolla çevrili bir evde büyüdüm. Geçmişin içine saklanmış tatil günleri hem radyodan hem de televizyondan yükselen maç sesleriyle hatırladığım anlardır.Yazmıştım bunu galiba. Babam uzun yıllar futbol oynamış bir doktordur, dayımın amatör ligdeki kaleciliği meşhurdur. Ya şimdi? Farklı sayılmaz. Eşim Ruşen Çakır siyasetin içine gömülmüş bir gazeteciyken spor yorumları da yazmaya başladı. Gözümün bebeği oğlum hararetli bir Cimbom taraftarı. Cimbomlu öğrencilerimin bir kısmı Ruşen ve oğlum Ali Deniz’in stattaki hallerini benden daha iyi biliyorlar! O stat hallerini az çok bilirsiniz hepiniz. Bu sonraki günlerde sınıftaki dersleri hem kolaylaştıran hem de zorlaştıran bir yan.Neyse efendim, Cumartesi günü kalkıp Kadıköy Yoğurtçu Parkı’na gittim. Amacım oradaki kitap şenliğini izlemekti. Yoğurtçu Parkı Kadıköy’ün en çok sevdiğim parklarından biridir. Bir kitap fuarına evsahipliği yapması ayrı bir heyecan verdi bana. Kozyatağı Rotary Kulübü ve Kadıköy Belediyesi’nin işbirliği ile gerçekleştirilen şenliğin bu yıl üçüncüsü düzenleniyordu? 30’dan fazla yayınevinin katılımcı olduğu şenliğe başka bir şenlik eklenmişti. Tahmin edeceğiniz gibi park sarı lacivert bir haldeydi. Bir sürü taraftar çimenlere yayılmış, akşama doğru başlayacak maçın heyecanını hafifletmeye çalışıyorlardı. Uzun zamandır parkı bu kadar kalabalık görmemiştim.Bir anda tuhaf bir hisse kapıldım. Maç için duyulan bu heyecanın kitap standlarına doğru akabileceğini ve futbol ruhunun kitap okuma ruhuyla buluşabileceğini hayal ettim. Davul zurnalarla parka yayılan heyecanın kitaplara da sıçrayabileceğini. Ortam çok uygundu buna. Köfte ekmek, düdük sesleri, yaşam ve işte orada, üç metre ötede duruyordu kitaplar, başka bir yaşam kanıtı olarak!Haydi gençler ve hep genç kalacaklar!Hayır. Boş yere kapılmış olduğum bir hayaldi bu. Kimse kitapların olduğu yere doğru gitmiyordu. Satın almayı bıraktım, merak bile etmiyorlardı şenlikte olup bitenleri. Onlar için önemli olan derbi maçı öncesi ve sonrası yaşanacak olanlar, kupayı kimin eve götüreceği, maçta atılacak sloganlar ve o gece sokaklarda yaşanacak olan coşkuydu. Son derece insanca bir beklentiydi bu.Ama ben yine de kitaplarla futbol arasına giren o derin yarığı düşündüm.Sporla okumak arasındaki o derin çatlağı.Aradaki tek fark bedendeki farklı kasları çalıştırıyor olmalarıydı ve ikisi de insan için gerekliydi.Ardından fanatiklikle okur arasındaki farkı düşündüm.Özellikle de Galatasaray kupayı kazandıktan sonra stadyumda yaşanan arbedeyi izlerken.Havaya atılan minderleri, sahaya dolan insanları, biber gazını, dumanı, maskeleri.Kitaplarla yaşam arasına giren o derin yarığı düşündüm. Bu yarık nasıl kapanabilir gibisinden sorular işte.***Sadece Galatasaray’ı değil bir seneden beri verdikleri mücadeleden dolayı Fenerbahçe’yi de kutluyorum ve sonraki senelerde bu büyük camiaların sadece taraftarlığa değil kitap okumaya, ırkçılık karşıtlığına ve oyunun centilmenliğine yönelik kampanyalara da imza atmalarını hayal ediyorum.***Bu hafta için birkaç kitap önerim var:Ayşe Sayın’ın dilimize kazandırdığı Siegfried Lenz’in ‘Almanca Dersi’ (Everest), Sevin Okyay’ın çevirdiği Jonathan Franzen’in ‘Özgürlük’ü (Sel) , Fatmagül Berktay’ın Hannah Arendt’in politika anlayışını tartıştığı ‘Dünyayı Bugünde Sevmek’ (Metis) adlı kitapları.Gençler içinse önerim otistik bir kardeşin yaşadıkları karşısında bunalan bir ablanın çarpıcı öyküsünü anlatan ‘Kardeşimm Benim’ (Günışığı Kitaplığı, Cynthia Lord, çev. Nazlı Tancı).Futbolsuz gününüz olmadığı gibi kitapsız gününüz de olmasın.
Perşembe günü gençlerle eski 4320 sayılı kanunu, yeni haliyle 6284’ü (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) konuştuk. Onların görüşleriyle dile getirmek gerekirse yeni yasa kadını birey olarak öne çıkaran bir yasa değil onun toplumsal rolünü pekiştiren bir araç. Kısaca, kadını toplumsal kurallar çerçevesinde eş ve annelik başlıkları altına sığıştırmaya çalışan bir söyleme tutamak haline getirilmiş bir yasa.Bu sohbetin ardından Diyanet TV’nin protokol töreninde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın aileyle ilgili yaptığı açıklamalarına göz attım. “Aile yapımız ABD, Avrupa etkisiyle biraz bozuldu ama bunu yeniden inşa etmemiz lazım. Evliliği külfet görenlere, nikahsız birlikteliklere karşıyız” diyor Arınç.Arınç’ın bu cümlelerini önemli buluyorum ve mercek altına almayı önemsiyorum.Aile yapımız ABD, Avrupa etkisiyle bozuldu: Buradan kastedilen Türkiye’nin ruhunu ele geçirmiş olan Batılılıksa, bu bugünün konusu olamaz ki. Üstelik bu açıdan bakıldığında sadece aile yapımız değil bütün ruh yapımızın da bozulduğunu söyleyebiliriz. Batı ve Doğu arasına sıkışıp kalmış rüzgârlara açık kalplerimizi ailenin çatısı altında onarmaya yetecek hangi güçtür, bunu anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Besbelli ki bedel yine aileden kastedilen kadına kesiliyor, kesilecek! Şu yuvayı yapan dişi kuşa!Ne bitmez yuvaymış ki yüzyıllardır aynı fasıl devam ediyor. Ders kitaplarından yasalara, reklamlardan medya diline uzanan o dilimde yuvayı yapan kadın (yoksa yuvası yapılan kadın mı demeliyim?) ne zaman birey olacak peki? Bu kadının kendi seçimleri olamayacak mı? Çevresini saran toz bulutu içersinde ‘etraf ne der’ diye değil kendi bedenini kendi seçimleriyle donatmasına, bu paramparça hayat tecrübesinde kendi kalbini ve idrakini kendi yara bantlarıyla onarmasına, sarmasına neden izin yok?Ha şu da önemli: Kadın bunu ilk olarak kendisi fark edecek, tamam. Birey olmanın özgünlüğünü ve bu özgünlüğün ona sunabileceği özgürlük alanına kendi verdiği mücadeleyle ulaşacak. Ama unutmayalım ki bu mücadele için bile makul bir eğitim ve donanıma sahip olması gerekiyor. 21. yüzyılın içersinde havasız kaldığını anlaması ya da soluk alıp verdiği havanın kirliliğini, ağırlığını seçebilmesi için yaşamına, toplumuna, dünyaya geniş açıyla bakabileceği bir düşünce silsilesine sahip olmanın eşiğine gelmiş olması.Her şey onun kararı olmalı. Nihayetinde yaşamın bütün anlamını onun bedenine, bedenindeki incecik bir zarın varlığına monte etmeye çalışan bütün sistemleri, bu sistemden beslenen söylemleri tek tek görebilmesi için. Ancak ve ancak bu koşulda vücudundaki bütün zarların tehdit altında olduğunu fark edecektir. Özellikle de kulak zarının! Kulaklarını sürekli tırmalayan şu ‘Namuslu ol yoksa yanarsın!’ cümlesinin.Bu eşiği aileyle atlar ya da atlamaz. Bu kadının kendi sorunudur. Protokol açılışlarındaki bayrak-makas ilişkisine indirgenemeyecek hayati bir sorun. ‘Yeniden inşa edilecek’ (yeni) bir şey varsa o da devletin kadın bedeninden elini (artık, bir zahmet, lütfen, n’olur!) çekmesidir.***Bu kadar laf ettikten sonra Anneler Günü’nü kutlamak abes mi kaçar? Sanmıyorum. Annelik dünyanın en keyifli deneyimlerinden biri ama bunu bıraksınlar da bizler keşfedelim. Anne olup olmamaya kendimiz karar verelim. Doğurup doğurmayacağımıza, kutsal olup olmadığımıza, cennetin ayaklarımızın altındaki haline vb. vb. vb.Sevgili anneler ‘gününüz’ kutlu olsun. Çocuklarınızı namus takıntılı kişiler olarak değil, insan olmanın keyfini çıkartacak bireyler olarak yetiştirmeye bakın. Çocuklarınızı çok ama çok umursayın ama mümkünse, başarabiliyorsanız onlara saçlarınızı süpürge etmemeye özen gösterin. Hem kendi mutluluğunuz hem de onların mutluluğu için.***İçimden bir his Bülent Arınç’ın bu dediklerime hak vereceğini söylüyor.
Fatma Çoban’la tekrar haberleştik. Şubat ayında kendisiyle ilgili bir yazı yazmıştım. Van’da kas hastalığıyla yaşarken tekerlekli sandalyesinde depreme nasıl yakalandığını paylaşmıştım sizlerle. Ancak daha ötesi de vardı. Fatma Çoban bir kas hastası olarak yaşadıklarının başkalarına yol göstermesini de istiyordu. O, yaşamını sadece Van’daki kas hastalarına değil, Türkiye’deki bütün kas hastalarına adamış bir insandı da. Bütün gün bilgisayar aracılığıyla hastalara ulaşıyor ve onların ihtiyaçlarının karşılanması konusunda elinden geleni yapıyordu.(Yazıyı tekrar hatırlatalım: Tekerlekli sandalyedeki depremhttp://haber.gazetevatan.com/tekerlekli-sandalyedeki-deprem/429803/4/Haber)Yazının ardından kas hastalarına destek vermek isteyen çok sayıda gönüllü çıkmış ve ‘ne yapabiliriz?’ diye ona sormuş. Bu onu çok sevindirmiş. Doğrusu ben de sevindim. Hem yazdıklarımın bir işe yaramasına, hem de bu ülkedeki iyi insanların varlığına. Hatta bir tane okurumuz bir ilimizdeki genç bir kas hastasının her türlü eğitim masrafını karşılamaya bile başlamış. Kendisine buradan teşekkür ediyorum.Gelelim Fatma Çoban cephesindeki son gelişmelere. Onun bana ilettiği mektubu size aktarıyorum.“Bizler, Kas Hastaları Hasta Gönüllü Ağı (HASGAP) olarak, hayatının çok büyük bir bölümünü, tedavisi mümkün olmayan kas hastalıklarıyla mücadeleye adayan ve bu amaçla kurduğu Türkiye Kas Hastalıkları Derneği’ni bugüne kadar sırtında taşıyan çok değerli bilim insanı, aydın ve gönül dostu Prof. Dr. Coşkun Özdemir’in omuzlarında taşıdığı yükü alabilmek amacıyla bir proje tasarladık: 100 Altın İnsan Projesi.100 Altın İnsan Projesi ile Türkiye Kas Hastalıkları Derneği’ne, onun kas hastalıkları ve sonuçlarıyla mücadelesinde ihtiyaç duyduğu bütçenin sağlanmasını hedeflemekteyiz.Hasta-Gönüllü Ağımızın üyeleri olarak, ülkenin dört bir yanında sahip olduğumuz büyük kısıtlara aldırmadan bu güzide derneği yaşatacak altın kalpli insanları bulabilmek amacıyla yola koyulduk. Çoğumuz evimizden dışarı çıkamamakta, bir kısmımız sadece parmaklarıyla ağ faaliyetlerine katılmakta, bazılarımız ise bir solunum cihazına bağlı olarak bizlere güç ve enerji taşımaktadırlar.Sizden Hasta-Gönüllü Ağının bugünlerde üzerinde ağırlıklı olarak durduğu 100 Altın İnsan Projesi’ni toplumun bizi görmeyen kesimleriyle paylaşmanızı ve ülkemizdeki altın kalpli insanlara bizi anlatmanızı rica ediyoruz.Gönül beraberliğimizin daim olması dileğimizle.HASGAP - Kas Hastaları Hasta Gönüllü Ağı YöneticisiFatma Çoban (fatma.coban@kasder.org.tr)100 Altın İnsan Projesi Türkiye’deki yaklaşık 100 bin kas hastasına yardım elini uzatmayı amaçlıyor. Temelde parasal destek istiyorlar ancak asıl amaç bu değil. Hayatı maddi ilişkilerin dışında ‘paylaşarak’ yaşayabilenlere ve bu paylaşımdan gerçekten mutlu olanlara ulaşabilmeyi, hep birlikte bir yerlere varabilmeyi umuyorlar.Bu umutlarının karşılık bulmasını diliyorum.***Seyfi Teoman. Salı günü o gitti.Başarılı genç yönetmeni çok erken yitirmenin üzüntüsü içersindeyim.
Yıldızlı bir elbise sunuyor bana tezgâhtar. Onun da yüzünde aynı yıldızlardan var. O ışıl ışıl tebessümüyle bana elbiseyi göstermeye devam ediyor. Siyah bir şifonun üzerinde akıp gidiyor yıldızlar gümüş renginde. Bedenin üst kısmına oturan şıklığı belden sonra büyük bir serbestlikle toprağa doğru akıyor elbisenin. Uzun müddet elbise, ben ve tezgâhtar mağazadaki kuytu bir köşede, mağazanın enerjiyi az tüketen solgun ışığında o yıldızların arasında yolculuk yapıyoruz.Herkesin bir yıldız öyküsü vardır diye düşünüyorum o sıra. Benimkisi yıllar önce bir muayenehane odasında doktorun elinin altındaki ekranda gözüküyor. Oğlumun ilk kalp atışıyla tanıştığım an o. Bir yıldız gibi atıyor kalbi.Elbiseye bakıyorum. Elbisedeki binlerce yıldızın sırrını çözmeye çalışarak, bunun beyhude bir uğraş olduğunu bilerek.Yıldızlar. Güneşli bir günde, hıdrellezin o müthiş devinimiyle bulmaya çalıştığım yıldızların öyküsü, tuhaf bir biçimde beni, çocuklarını o ya da bu şekilde yitiren ana babaların yanına bırakıyor. Özellikle de çocuklarını Türkiye’nin sert iklimine kaptırıp evlatlarını mevsimsiz bir şekilde yitirmiş olanlara.Dahası da var. Hıdrellez günü, 6 Mayıs 1972 yılında olup bitenleri hatırlıyorum. Türkiye’nin tarihinden kayan o üç yıldıza bakıyorum şimdi. Deniz, Yusuf, Hüseyin. Siyasi söylemlerin içindeki parlaklıklarını zihnimde hep muhafaza ederek, o büyük devrim hayalinin onları daha da güzelleştirdiği fotoğraflarında, sloganları, yumrukları, değişecek bir Türkiye umudunun onlardan insanlara yayılan dalgalarını değil de, yine o fotoğraflarda, görünmez bir gümüş zerresi olarak yıldızlarını arayan ana babaların iğde kokularına karışan hüznünü seçiyorum. O ana babalar için her sene insanlarla buluşan o bayram, hıdrellez nedir, neyin ışığı, rengi ve kokusudur diye. Kırk yıl bu. Dile kolay!Bir yandan da Türkiye’deki nice gencin idam sehpasına doğru yürümesine o ya da bu şekilde onay verenlerin bugün yaşamdan ne umduklarını, bu yaşlı halleriyle tedirgin bir ölümü beklerken cennet diye neyi özlediklerini merak ediyorum. Bahara, mucizeye ve keramete eremeyecek yüreklerinde gezinen yıldızsız gecelerini de. “Anılarım” diye yazdıkları, yazacakları kitaplarını da. Merak ediyorum etmesine ama empati kurmak için değil. Sadece onların o duygularını anlayarak bir daha böylesi felaketlerin yaşanmamasının denklemini çözebilmek için. Hiç değilse kağıt üzerinde.İçim daralıyor. Yıldızlı elbiseyi bahar gibi gülen tezgâhtara bırakıyorum. Dükkândan çıkıp deniz kenarına varıyorum ve bütün yıldızlı dileklerimi hayalimdeki bir kağıda yazıp suya bırakıyorum. Tahmin edersiniz ki dileğim çok yalın oluyor.Bu ülkede bir daha hiçbir genç asılmasın artık.Ve sonra hızır gibi, dua gibi sözcükler düşüyor aklıma. Denizdeki pırıltılarla birlikte mırıldanıyorum.Geceyarısı bir bile olsa gençler iyi bakın yıldızlara, onlardaki o sonsuzluğa.
“Böyle de macera olur mu?” Demeyin.Maceraların en esaslısı, en çetrefil olanıdır hatırlamak!Son iki gündür böylesi bir maceranın içindeydim! “Hatırlama Macerası”, Goethe Enstitülerinin ve edebiyat dergisi “Die Horen”in Güneydoğu Avrupa ülkelerinden 23 yazarın katılımıyla oluşturdukları uzun vadeli bir projenin adıydı. Bu kez sahnede İstanbul Goethe Enstitüsü vardı ve Makedonya’dan Nikola Madrizov, Avusturya’dan Dimitri Dinev’le Eskişehir (Eskişehir Anadolu Üniversitesi), Bursa (Uludağ Üniversitesi) ve Çanakkale’de (18 Mart Üniversitesi) hatırlayışın izini sürdük. “Sürdük” diyorum ama İstanbul’daki koşuşturmalarımdan ötürü Çanakkale’deki buluşmaya katılamadım ve tuhaf bir biçimde bir parçam o kıyıda kaldı! O kıyı ve o kıyıdan Balkan düşlerine uzanan zamansızlıkta.Evet, “Hatırlama Macerası”nın özünde Balkanlar ve göç vardı. Ancak Balkanlar ve göç olgusu kadar, bu başlıklara sığışabilecek, bazen de sığışamayacak bir sürü katman da mevcuttu. 90’lı yıllarda Bulgaristan’dan Avusturya’ya göç etmek durumunda kalmış olan Dimitri Dinev’in dilimize de çevrilmiş “Melek Dili” (Çev. Cemal Ener, Kanat Yayınları) adlı kitabından okuduğu pasaj Viyana Merkez Mezarlığı’na saklanan o göçmen dilinin adıydı da sanki. Yeri ve yurdu olmayan insanların sığındığı bir “dil” ve yerdi orası. Bir göçmenin ait oldukları ya da olamayacakları için biçilmiş kaftandı mezarlıklar. Sonra Dinev “Yağmur” adlı bir öyküsünden bahsetti. Bulgaristan’da bir köyde Bulgarlarla Türklerin ortak kullandıkları bir mezarlıktan. Sürekli kemiklerinin aidiyetinin hesabını yapan iki ulustan. Sonra bir gün şiddetle yağan bir yağmurun ardından birbirine karışan kemiklerden, ruhlardan. Aidiyet nedir sorusunu bir kez daha düşündürten o hayali yağmuru Dinev’in sesiyle birlikte dinlemek apayrı bir deneyimdi!O yağmurla birlikte ben de dedemin geçmişinden çekip aldığım “Arı” adlı öykümü okudum ve Batı Trakya düşlerine daldım, Dimetokalı oluverdim! Balkan Savaşları’ndan başlayan göçün, Edirne’ye, oradan İstanbul’a uzanan kırık öyküsünü paylaşırken, yaşamın koleraya, çamura, açlığa ve savaşa bulanan göç yağmurunun altındaki soluk rengini de yaşadım. Ne kadarı bana ait, ne kadarı geçmişe bilemeden, artık pek de umursamaksızın aradaki farkı. Gölgeler ve meleklerle birlikte edebiyatın içerisinde tuhaf bir pusulayla yol bulmaya çalışırken, bazen bunun bile önemli olmadığını fark ederek. Makedonya, Üsküp doğumlu şair arkadaşım Nikola Madrizov’un satırlarında bularak bazen kendimi. Bazen sadece susarak.Madrizov’un dizeleri ne mi diyordu? Gerçek şiir ne derse onu! Kısacası hakikat ne diyorsa onu.Gölgeler Aşmakta BiziBir gün karşılaşacağız,kâğıttan bir kayık ilenehirde küllenen karpuz gibi.Dünyanın erinçsizliğiniiçimizde yaşatacağız. Avuçlarımızlagüneşin ışığını karartacağız ve el feneriyleyaklaşacağız.Günlerden birinde rüzgârestiği yönde durağan olacak.Kayın yapraklarını gönderecektireşikte duran pabucumuza.Kurtlar masumluğumuzunpeşine düşecektir.Kelebekler yanaklarımızakendi tozunu dökecektir.İhtiyar bir nine her sabahbekleme odasında masalımızı anlatacaktır.Şimdi dediklerim bileönceden söylenmiştir. Rüzgârı bekliyoruzHudut kapısındaki iki bayrak gibi.Bir gün tüm gölgeleraşıp geçecek bizi.(Çev. Meralj Asimov)***Bir gün tüm gölgeler, evet haklısın Nikola.n (Projeyi merak edenler için:www.goethe.de/wagnisdererinnerung)