Bayramdan hemen önce Perşembe günü Reis Çelik’in Berlin ve Nürnberg’de ödül kazanan filmi Lal Gece’yi izleme fırsatım oldu.Çocuk gelinlerin dramanı anlatan filmde güveyi yılların sanatçısı İlyas Salman, genç gelini de Dilan Aksüt canlandırıyor. Genç gelinin dramını izlerken aslında yaşlı güveyin dramı daha çok ilginizi çekiyor. Zaten film de onun üzerinden yürüyor. Güvey, amcasının zoruyla namus yüzünden annesini öldürmek zorunda kalan, cezaevlerinde ömrü geçip giden biri. Annesi de tıpkı evlendiği kız gibi 13-14 yaşlarında babasıyla evlenmiş. Anlayacağınız dram üstüne dram.Film tek bir gecede geçiyor. Gerdek gecesi. Bir yanda katmanlanarak zehirlenen bir hayatın yükünü taşıyan yaşlı bir adam, diğer yanda çocukluğu bir düğünle başka bir yerlere evrilen küçük bir kız. İki kırık, tamamlanmamış hayat birbirinin üstüne yıkılıyor. Toplumun şiddetle kurduğu bağın kurbanları onlar. En önemlisi de sistemin bu ‘şiddeti’ şu ya da bu şekilde desteklemesi.Sırf bu şiddeti düşünmeniz için bile izlemenizi öneririm Lal Gece’yi.Sonrasında bir toplantıya katılıyorum: Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun düzenlediği bu toplantıda az sayıda katılımcıyla birlikte kadına yönelik şiddetin son altı ayda ulaştığı noktaya vurgu yapılıyor.İçler acısı olan bu konudaki toplumsal karnemizin giderek yukarı doğru tırmanması. Üstelik kadınların hemen hepsi tanıdıkları erkekler tarafından öldürülüyor. Kocalar, sevgililer, abiler. Bazen de Lal Gece’de olduğu gibi kendi oğulları tarafından...2001-2008 yılları arasında bu oran yüzde 47 iken şimdi yüzde 69’a ulaşmış durumda.Platformun elindeki verilere göre daha da ilginç bir sonuç var. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurulduktan sonra aile meclisi kararıyla kadınların öldürülme oranlarında yüzde 50’lik bir artış tespit edilmiş.2011 yılında kriz ve işsizlik sebebiyle öldürülen kadınların sayısı kadar kadın sadece 2012 yılının ilk altı ayında öldürülmüş durumda. Koruma talep eden kadınların yüzde 75’ine kağıt üzerinde tedbir kararı çıkartılmış olsa da bunlar gerçek bir koruma olmadığı için kadınlar yaşamlarını kaybetmeye devam ediyorlar.Platform çok önemli bir hususa parmak basıyor. 4+4+4 sistemi gibi uzun vadede (belki de yakın bir vadede) çocuk gelinler yetiştirmeye açık yapıları hayata sokmaya devam ettikçe , kürtaj hakkına karşı açıklamaları ve bu konuda getirdikleri yasaklarla kadını ev içine kapatmaya kararlı ‘kadın düşmanı’ politikalar ürettikçe bu cinayetlerin artmasına tanık olmaya devam edeceğiz.Korkarım ki böyle...Üstelik sadece cinayetle de sınırlandırmamak gerekiyor bunu. Kadınların uğradığı her türlü taciz ve şiddet bu içler acısı tablonun bir parçası olmaya devam edecek.Sırası gelmişken bir daha söyleyelim: Kürtaj yasası için geliştirilmesi planlanan ikna odaları da bu şiddetin bir türüdür ve hiç ama hiç masum değildir.Kadınlarını suskunluğa, çaresizliğe, lal gecelere mahkum bırakmaya eğilimli bir yapıya karşı mücadele etmek gerekiyor.Ki kadınlar bu ülkede her türlü erkek şiddetine maruz kalmasınlar artık.
Nermin, Seher ve Nuray...Başörtülü üç üniversite öğrencisinin öyküsü... Sevgili meslektaşımız Yıldız Ramazanoğlu zamanında başörtülü kızlara üniversitede uygulananlardan yola çıkarak bir kitap yazmış ve adını da ‘İkna Odası’ koymuştu. Bu son derece çarpıcı kitapta bu üç kızın idealleriyle yüz yüze kalmak zorunda kaldıkları ‘üniversite gerçeği’nin bambaşka olduğu anlatılıyordu. Bildiğimiz gibi, ikna odalarında başörtülü öğrencilere örtülerini açmaları dayatılıyor, kendilerine insanlığa sığmayacak aşağılamalar yapılıyordu.İkna odaları birer utanç odasıydı, insanlık dışı yerlerdi. En önemli yanları ise 1980’li yıllardaki resmi ideolojinin kadın bedeni üzerindeki egemenliğini dayatan yerler olmalarıydı. Başörtü sorununun çözülmesiyle birlikte bu insanlık dışı faaliyetin de sonuna geldik ve oh dedik.Şimdi ikna odaları tekrar karşımızda. Sadece el değiştirmiş ama hiç değişmeyen bir zihniyetle karşımızda dikilmiş duruyorlar. Galiba her dönemin kendine özgü bir ikna odası tipi var. Yaşadıklarımız bunu kanıtlıyor. Üstelik bunu yine kadın bedeni üzerinden meşrulaştırmak esas. Bu kez muhafazakârlığın sesiyle karşımızda ikna odaları. Kürtaj yasa taslağını takip ediyorum...Kürtaja karar veren bir kadının ikna odalarına götürülmesinden, orada kendisine kürtaj sahneleri gösterileceğinden bahsediliyor. Kadın orada caymazsa bu kez son aşamaya geçilecekmiş. Son aşama ise kalp atışları dinletmek!Bu yasa tasarısına göre kürtaj bir cinayet. Bu yüzden önüne geçilmeli, yaşamın kutsallığına saygı gösterilmeli. Yaşamın kutsallığına elbette saygı gösterilmeli ama bunu kürtaj üzerinden devlet eliyle yapmak bambaşka anlamlara gelebilir. Bu anlamların en vahimi ise kadının kendi bedeni ve yaşamı hakkında kendi başına karar veremeyeceği izlenimini yaratmak olsa gerek. Bu yasa adeta bunu yaratmak için çıkartılacak gibi. Bu noktada kürtajın bir cinayet değil, bir doğum kontrol yöntemi olduğunu ne kadar anlatmaya çalışsak da boş. Anlaşılan Nermin, Seher ve Nuray’ın çilesi hiç bitmeyecek!Devletin, eğer işi buysa elini kadın bedeni üzerinden çekmesini ve yaşamın kutsallığını kanıtlamak için çok ayrı alanlarda mücadele etmesini umuyoruz. Bunu umarken de sormadan edemiyoruz: Cenine gösterilen bu ehemmiyetin binde birini ‘üç-beş Mehmet’ diye özetleyen de aynı yapı değil miydi?Ya kalp atışlarını dinletmek? Bunun nasıl bir mantık olduğunu çözmeye çalışırken bu yasayı çıkaracak olanlara ‘asıl askere gönderdiğiniz gençlerin yüreklerini dinleyin hanımlar ve beyler’ demek istiyorum. ‘Bakalım onlar size neler diyecekler?’Kürtaj, yaşam kutsallığı kılıfı içinde kadın bedeni üzerine oynanan yeni bir oyun. Bu çok net.***Arife için sert bir yazı oldu farkındayım. Ancak yasa çıkarsa -ki çıkacak, öyle görünüyor- özellikle kadınları son derece hoyrat bir dönem bekliyor. İyi bayramlar.
Şu aranıp duran korkak ellerimi tutBu evleri atla bu evleri de bunları daGöğe bakalım (Turgut Uyar)Hüseyin Aygün’ü 48 saat yaşadık. Ülke olarak hop oturduk hop kalktık. Sonra o çıkıp geldi. Sanki Dersim’in dağlarından uzun bir yürüyüşten dönen çok tanıdık yorgun bir yolcu, o haliyle bile göğe bakan, bilgeliği göz kamaştıran insandı. Hem dağdakine hem ovadakine yardım edeceğini söyledi. CHP’nin Kürt politikasındaki yenilikler yönünde ettiği sözleri ise içimize tereddütle karışık bir avuç su serpti. Dersim ve elbette Türkiye bir kez daha kaybetmesin istedik. Hiç değilse bu kez. CHP tabanı hem Kürt hem de Türk gençlerine yaşamı sunmayı bir ilke kabul edebilirse, her şeyin rengi değişebilir. Değişebilir.Hüseyin Aygün’ün temsil ettiği milletvekili tipinin, bu ülkedeki yaygın inanışın tersine farklı bir profil çizdiğini biliyorduk. Gözlerinde kara gözlükleri ve transformer tipli koruma ordusuyla dolaşan milletvekillerinden değildi o. İşi insan olan, kısacası işini yapan bir vekildi. Meclis’in toplanmamasını üç-dört Mehmet öldü diye haklı göstermeye eğilimli bir zihniyetin pek de algılayamayacağı cinsten bir insanlıktan bahsediyorum. (Ne tuhaf değil mi olur olmaz ihalelere evet demek adına, hele hele binlerce insanın karşı çıktığı kürtaj konusunda Meclis kuralları delebiliyor, geceleri de çalışabiliyor ve aynı gece devleti koruyan yasa-lar çıkarabiliyor da ülkenin tuş olduğu, kan üzerinden yürütülen çirkinliklerin tartışılması ve insanın korunması için toplanmak zül görülebiliyor.) Enver’in (Aysever’in) coşkusuyla takip ettik Aygün’ü ilk kez canlı yayında. Ne yalan söyleyeyim bir sürü dua ettim, Kadir Gecesi’dir, tutar belki diye. Şu ülkede kimileri kimilerine yaranacak diye kan dökülmesin artık, gençler yaşasın diye. Sanırım bu dualarımda hiç de yalnız değildim ve ben de bazı insanlar gibi, o ara yani, hep birlikte göğe bakalım istedim. Göğe baktığımız zaman, eğer bakabilirsek ne kadar küçük olduğumuzu görmek için. İnsan yaşamının kısıtlı ama son derece değerli bir parça olduğunu o anlık anlayabilmemiz için.İş burada sonlanabilseydi keşke. Biliyordum ki sonra demeçler girecekti devreye. İntikam duyguları girecekti. Büyük laflar, büyük abiler, Valide Sultanvari cümleler, insanın içini kanırtan iktidarın şatafat yüklü sözleri boy gösterecekti. Kâbus kâbus üstüne, sakillikler sakillikleri, yalakalıklar yalakalıkları takip edecekti. Ama o an göğe bakmak istedim sadece. Hatta işi ilerletip bir üçüncü gözün gözüyle bakmak istedim bize. ‘Hepiniz buradan aynı gözüküyorsunuz’ diyen o gözün gözlerinden bize baktım. Bu aynılığın içerisinde sürüp giden savaşın-savaşların anlamsızlığına bir kez daha iç geçirerek.Hiç değilse bir müddet, öylece, yalnız olmadığımı hissederek göğe asılı kalsın istedim dileklerim.Gerçekten de parlak bir yıldızdı, kaydı gitti. Müşfik Kenter’i de kaybettik.
Olimpiyat başarılarımız ‘haydi kızlar’ dedirtiyor bizlere... ‘Haydi kızlar gururumuz olun!’ Onların rüzgârı yakalaması bana başka bir rüzgârı, Süreyya Ayhan ve onun hepimize anlattığı (ve bizim bir şekilde sümen altı ettiğimiz) başka bir öyküyü hatırlatıyor. Sanırım birçoğumuz Aslı Çakır Alptekin ve Gamze Bulut’u biraz da bu öykünün anımsattıklarıyla seyrediyor ve Süreyya’nın yaşadığı talihsizliklerin bu atletlerin başına gelmemesini diliyor. Süreyya’nın talihsizliği, neredeyse bir ilk oluşuydu. Büyük bir atletin yapması gerekeni, sadece işine yoğunlaşmasını sağlayamamak ise benzer bir tecrübesizliğin bir ülkeye mal olacak haliydi. Türkiye’nin atletizmle kuracağı profesyonel bağa mal olabilecek bir falso. Özellikle kız çocuklarını fişeklemekten alıkoyacak bir densizlik. Türkiye, hiç kuşku yok ki atletizmle gerçekten profesyonel bir anlamda tanışmış bir ülke olsaydı Süreyya’ya yaşatılan kahır hiçbir sekilde yaşatılmayabilir ve birini ya da bir şeyleri çok sevmekle hiç sevmemek arasında gidip gelen duygularımızın da manasızlığını deşifre edebilirdi.Elbette bu umulmadık zaferin ardından hatalar olacaktı. Ki oldu. Ancak bu hataların bir ülkenin tuhaf yargılarına takılması gerekmiyordu. Atletizmi namusla değerlendiren bir zihniyetle nereye kadar gidebilirsiniz, onu da gördük. Bir Allahın kulu da çıkıp ‘ne ilgisi var?’ diye sormadı bu büyük atletin özel yaşamına bu kadar müdahale edilmesine. Hata hatayı körüklemiş olmalı ki diğer nahoş durumlar ortaya çıktı. Ancak böyle bir atleti sahalardan tümüyle men etmek gerçekten vicdansızlıktı. Ne yazık ki bu da oldu... Bir sporcunun özel yaşamını diline dolamaktan büyük keyif alan medyamız, Türkiye’nin o güne kadar gelmiş geçmiş en büyük kadın atletini bu sekilde çiğnemekten nedense tuhaf bir keyif aldı ve bugün olimpiyatta elde edilen tablonun beş ya da on katı başarılara imza atacak bir geleceğin mundar olmasına çanak tuttu. Bugün koşan ve madalya alan kızların hayatında Süreyya Ayhan adı, eminim çok etkilidir. (Doğrusu benim hayatımda da. Benim için efsane bir kadındır Süreyya Ayhan.)Gelelim bugüne. Birçok örnekte olduğu gibi atletizmde de Türkiye’nin spor profesyonelliğine yavaş yavaş ısınmasında fayda vardır. Yazılan çizilenlere bakıyorum. Korkarım yine aynı rota üzerinde giden bir gemideyiz. Aslı Çakır Alptekin’in medeni hali, eşiyle olan ilişkisi vb. Bu hususların hiçbirini ama hiçbirini bir erkek sporcunun başarıları arkasından tartışmadığımızın farkında mısınız? Hangi erkek sporcunun arkasından özel yaşamını, medeni halini, bu halin onun spor yaşamına nasıl yansıdığını tartıştık bugüne kadar? Tartıştıysak da ‘ah çapkınlar’ diye tartıştık en fazla... Diyeceksiniz ki genel kanı erkeğin önde gittiği kadının ise bu gidişi desteklediğidir zaten, bu kez tersi olmuş bak! Tam da bu genel kanı yüzünden bu gelenekselleşmiş yanı, kemikleşmiş dokuyu temcit pilavı gibi öne çıkarmamamız gerekiyor. Gelelim her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır geyiğine. Kendisine öyle öğretildigi için bu türden bir esas duruş almaya çalışan kadınlar vardır, bunu seven kadınlar vardır. Bu tamamen söyleyeni, dinleyeni, inananı bağlar. Ancak ben her başarılı kadının ardında kendisi olabilmiş bir kadın vardır demeyi önemseyenlerdenim. Başarıyı destekleyen unsurlar, koşullar, şans, tesadüfler elbette önemlidir ama asıl sırrın ne ve nerede olduğunu atlamamalıyız. Kızlarımıza da öncelikle öğreteceğimiz budur zaten. Belki oğullarımıza da. Belki değerli medyamıza da. (Sonuncusu hiç öğrenmeye niyetli değil, o ayrı konu!)
Çocukluğumuzda büyüklerimizden bol bol işittiğimiz bir cümledir bu: Yalan söyleme! Büyümekte olan bir çocuk için zor bir iştir. Çocuk gerçekle gerçek olmayanın ayırdındadır ama bunu tanımlama işini o yaşta üstlenmek istemez. Yalan söylememek zaman zaman irade gerektiren bir iştir çünkü. Keza yalana inanmamak da.Gelelim büyüklerin dünyasına. Benzer durumlar siyasi yapı için de kendini gösteriyor. Devlet iradesi çökmeyegörsün hemen yalanlar devreye giriyor, gerçekle kurulan ilişki sallanmaya başlıyor. Bakmışsınız yalanlar bir hayat biçimi, bir can simidi haline dönüşmüş. Fatmagül Berktay’ın Metis Yayınları’ndan çıkan Hannah Arendt’in politika anlayışı üzerine yazdığı ‘Dünyayı Bugünde Sevmek’ adlı kitabı şu ara, yani yalanlardan bunalmış bir haldeyken aradığım sorulara merhem etkisi yapıyor.‘İdeolojinin İşlevi: Yalanın Hayat Tarzı Haline Gelmesi’ bölümünü gelin birlikte takip etmeye çalışalım: ‘Yalnızlaşmış insanların yitirmiş oldukları ortak dünyanın ve ortak duyunun yerine kendinden menkul mantıksallığın konması; onları her şeyin mümkün ve mubah olduğu ve anlamdan tümüyle yoksun bırakılmış sahte bir dünyanın içine sokarak var olan dünyadan kaçışı mümkün hale getirir. Sonuçta, sadece tarihsel-olgusal hakikat sistematik olarak yok edilmekle kalmaz, birer kavram olarak tarih, olgu, hakikat, gerçeklik vb. tüm anlamını yitirir. Kanaatlerin oluşmasına, tartışılmasına, farklı hakikatlerin birbiriyle çarpışmasına olanak veren bir politik alandan yoksun kalındığında, insanlara rehberlik etmek için geriye egemen ideolojiden başka bir şey kalmaz.’Bu egemen sesin, alışkanlık haline gelen bu egemen ideolojik düşünme tarzının Suriye üzerinden ürettiklerine baktığımda ‘Kardeşim başkaları için istediğin özgürlükleri niçin ilk etapta kendi halkın için gerçekleştirmiyorsun?’ sorusu başı çekiyor. Ancak bu soruya verilecek olan cevabın koca bir yalandan ibaret olacağını da biliyorum. İdeolojik cevap hazır: Sınırlarımız içersindekiler terörist, sınırlarımızın dışında rejim karşıtı olanlarsa özgürlük savaşçısı! Dediğim gibi bunu ancak ideolojinin düşünme tarzı biçiminde algıladığımda rahatlatabiliyorum kendimi. Bunun büyük bir yalandan ibaret bir iktidar algısı olduğunu düşündüğümde. Ancak iş sadece burada bitmiyor. Bütün olguların ‘değiştirilebildiği’, bütün yalanların ‘gerçek’ kılınabildiği bir söylemin içersinde yaşayan bizler bir süre sonra olguları birbirinden ayıramaz hale geliyor ve yaşananların ‘anlamlandırılması’ konusunda zorluklar yaşamaya başlıyoruz. Olup biteni değerlendirme yetimizi kaybediyoruz. Tam da bu noktada ideolojik yapı tekrar devreye giriyor ve yeni yalanlar üretilmeye başlanıyor.Hadi bu kez bu yeni yalanları anlamlandırmaya çalışıyoruz. Anlamlandıramamamız ise yine ideolojinin işine geliyor. Bu zeminden yeni yalanlar üretilmeye başlıyor... Bu yalanlara başka yalanlarla cevap bulmaya çalışan köşe yazarlarına vb. dört elle sarılmamız da bu yüzden. Ancak şunun bir farkına varsak: Onların da beslendiği yer ideolojinin ürettiği bu yalanlar aslında!Anlayacağınız kısır bir döngü.Gerçek muhalefetin, kendi olabilmenin, buralardan beslenebilecek bir ortak dünya anlayışının ve ortak duyunun anlamsızlığına sürekli vurgu yapılması tesadüf değil. Sistemin ritüeller üzerinden kendini üretmesi ve bu surette güçlülüğüne vurgu yapması da. Peki bu hengâmede ne yapacağız?Mümkünse yalan söylemeyeceğiz. İlk başta da kendimize.
gülü çiğdemi falan bıraksardunyayı karidesi filan bırakacıyı ve ölümleri bırakoy pusulalarını ve seçimleri bırak evetseçimleri özellikle bırakçünkü açlık çoğunluktadırTurgut UyarTurgut Uyar yaşasaydı bu aralar doğum gününü kutlayacaktık onun. Erken bir ölümdü onunkisi. Unutulmaz bir başka şairimiz Cemal Süreya’nın da dediği gibi ‘her ölüm erken ölümdür.’ Öyle bir gidişti onunkisi.Gidenler...Ağustos hazan mevsimi oluyor. Adı yaz mevsimi içinde geçse de ölüm dendiğinde en büyük bilanço Ağustos ayına saklanır bu mevsimde. Belki yarısı yaz, yarısı sonbahar olduğundan, arafta olduğundan, arada kaldığından. İnsanının içini parçalayan gençlerin ölüm haberleri gelirken Metin Erksan’ı da yitirdik. ‘Susuz Yaz’ la birlikte tuhaf bir hüzne bürünmek bu olsa gerek.Gerçekten de susuz bir yaz geçiriyoruz. Kurak, budanmış bir yaz.Ancak buna rağmen tıpkı Turgut Uyar’ın işaret ettiği gibi yaşamın gerçek koordinatlarına odaklanmalı. Naralara değil de yaşamın fısıldadıklarına.O fısıltılar arasında saklanmış hakikate.O hakikati sırlamaya çalışan, onu balçıkla sıvamaya çalışan zihniyete yüz vermemeli. Ne kadar prim yaparsa yapsın!Gencecik çocuklarımız gitti diyenler, ‘savaş savaş’ diye veryansın edenlere söylemek istediğim birkaç şey var buradan. Bu yitip giden çocukların yüzde 99’u hangi ailelerin çocuklarıdır? Hangi sınıfa aittirler? Gündelik hayatta karşılaştığınızda, örneğin iş istemek için karşınıza çıktıklarında onlara nasıl davranırsınız? Trafikte, tatilde, karşınıza bir garson, bir oda görevlisi olarak çıktıklarında örneğin?Facebook’tan, twitter’dan, televizyon ekranlarından, kürsülerden ‘vatan’ ve onunla ilgili parlak, romantik, belagat yüklü sözcükleri dillerinden düşürmeyenler, karalar bağlayanlar, öfkelere dolananlar... O yetim karakollarda bir gece geçirmeyi akıllarından geçirmişler midir acaba. ‘Giderim, savaşırım, yakarım, yıkarım n’olmuş’ değil, gerçekten onların yerine kendilerini koyarak yoksul bir günü, o dağların ortasında öylesine yaşamışlar mıdır zihinlerinde? Bir tek günü?O korkuyu, yalnızlığı, endişeyi, bilinmezi duyumsayarak.‘Şehidim, yiğidim’ değil. Bu çocukların akibetini gerçekten bir gün düşünmüşler midir acaba? Tek bir gün? 18 yaşındaki bir ruhun ufku ve beklentileriyle?O sessizliğin ortasında, onların yoksulluklarını ve yoksunluklarını, gerçekten, vicdanlarıyla, tek bir gün. Bir tek gün?Dedim ya susuz bir yaz bu. Ne zamandır hep böyle. Otuz yıldır.***Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, muhalefet ve nicesi... Gelecek seçimler sizin için gerçekten bir anlam ifade ediyorsa bu feci savaşı insani boyutlarda durdurmaya öncülük edin. Bunu yapabilirseniz, devamı kendiliğinden gelir. Bu ülkenin militarizme, ezberlere, kahırlara, yeni kumpaslara, eski düşmanlıklara, çaresizliklerden üreyip duran nefrete değil demokrasiye, iyi niyete, morale, barışa ve en önemlisi sevgiye ihtiyacı var. ***Edip Cansever’i de anmadan olmaz. O da bu ay doğmuş. ‘Bakmalar görüyorum durmadan göz olan bakmalarBaşlama gözleri, çocuklu, masallı, sinemalı.’
Türkiye’nin, özellikle Doğu Karadeniz bölgesindeki derelerinin başına gelenleri takip ediyorsunuzdur. Hidroelekrik santralleri tam gaz halinde ‘ileri demokrasi’nin hükümlerini sürdürmeye kararlı görünüyor. Bu konuda yeni bir gelişme var. Kamulaştırma yetkisi artık tamamen el değiştirecek. Bakanlar Kurulu’na ait olan bu yetki başta Devlet Su İşleri olmak üzere belediyelere ve Enerji Piyasaları Denetleme Kurulu’na devredildi.Bu da devletimizin hidroelektrik santralleri konusunda ne kadar kararlı olduğunu gösteriyor!Kamulaştırma yetkisi el değiştirince ne olacak?Bürokrasinin kolayca işlemesi sağlanacak. Böylece ortalıkta hiçbir pürüz kalmaksızın işler tıkır tıkır yoluna girecek. Şirketlerin yapamadığını söz konusu kurumlar yapacak ve zamanın ağına takılan davalar, sürtüşmeler bir çırpıda sonlanacak. Anlaşılan kentsel dönüşüme yönelik bir proje olan ‘acele kamulaştırma yetkisi’ artık HESler için de geçerli olacak. Bir takım bölgeler kamulaştırılacak ve Türkiye derelerinin hidrolelektrikle olan flörtü de hızla hayata geçecek.Ne zaman HES’lerle ilgili yazsam bazı çevrelerden ‘Ne yapalım diğer ulusların gerisine mi düşelim?’ tarzında mektuplar alıyorum.Kanaatimce diğer ulusları geçmek yerine onlara örnek olmak herkese daha faydalı. Üstelik bu örnek oluş, genelgeçer küresel bir eğilim olan ‘Toprakana’nın bize sunduğu nimetleri tarumar etme’nin dışında da mümkün olabilir. Toprağı ve onu çevreleyen doğayı tehdit eden en büyük tehlike ne yazık ki insandır ve bu gidişle de öyle kalacak. Bunun da nedeni insanın kendini dev aynasında görme suretiyle toprağa ve dolayısıyla yeryüzüne ‘ben üstünüm-ben bilirim-her şey benim olmalı’ diye ettiği müdahaledir. Dahası, ona edilen her müdahaleyi bir kâr tablosu olarak görmesi, algılaması ve sağa sola bunu dayatmaya çalışmasıdır. Yaşamı, toprağı ve yeryüzünü doğanın onu yeniden yaratabileceği zamandan çok hızlı ve gözü dönmüş bir şekilde talan etmek, bunun adına yasalar çıkarıp yasakları savmak insanın kendine uyguladığı en büyük işkencelerden biri olsa gerek. Evet insanlığı tehdit eden tek güç vardır dünyada: İnsanın kendisi. HES’lere gelince. Bu HES işi için politikacılara seslenmek istiyorum buradan. Kendi yaşamlarınızı umursamıyorsunuz, doğayı umursamıyorsunuz, buna karşı çıkanları umursamıyorsunuz. Neyi umursadığınızı ise biliyoruz. Ancak...Yeryüzü bunu affetmeyecektir. Yeryüzü gerçeği ile kâr listesi yan yana durmaz.Yaşam temelimizin en önemli nedenlerinden biri olan ‘Toprakana’yı, bize yaşam sunan ‘Toprakana’yı bir kez daha tanımalıyız. Onun çok kolay tahrip edilebilirliğini ve bir kere tahrip edildikten sonra yeniden üretilemeyeceğini o nadide kafalarımıza sokmalı ve mümkünse bu yalın gerçeği en kısa zamanda fark etmeliyiz. ‘Toprakana’ küstü mü küser, bunu ama en çok bunu anlamalıyız.Devletimiz acele kamulaştırma yetkisiyle uğraşacağına, kâr ve seçmen listeleriyle boğuşacağına, yaşatma ve acele doğalaştırma yetkisiyle uğraşsa keşke... İleri demokrasinin çoğul bir yaşam ve yaşatma planı olduğunu, bu plan içersinde toprak kaynaklarının (suların, ormanların, denizlerin, hayvanların, bitki örtüsünün vb.) koruma altına alınması gerçeğini de anlasa ve kavrasa keşke. Ve bizi şaşırtsa.
Ünlü Japon yönetmen Akira Kurosawa ‘Ağustos’ta Rapsodi’ adlı filminde savaşın acılarını, bu acıların verdiği yaraların sarıldığına kanaat getirebileceğimiz bir atmosfere götürür bizi. Oysa savaş acısı (2. Dünya Savaşı) onu yaşamış olanlar için insan ruhunda dayanılmaz acılar, sancı ve sanrının ta kendisidir. Onu yaşayanlar için savaş (her iki taraf için de), bir daha asla ama asla yaşanmaması gereken lanetli bir geçmiştir sanki.Savaşın en gerçek yüzüdür bu. Film bu yüzü sessizce yansıtır bize.Gerçek hayatta ise bu yüzü göremeyenler ya savaşın o yanını hiç yaşamamış insanlardır ya da maalesef kimi politikacılardır. Sözünü ettiğim ‘kimi’ politikacılar şahinliği insan ruhuna tercih etmeyi, başkalarının yaşamını vatan-millet-Sakarya naraları eşliğinde ölümle kıyaslamayı görev saysalar da kaybedenler arasında onlar da vardır. Gerçi sürünerek de olsa yaşar ve sonrasında bol sıfatlı anılarını yazarlar ama mezarlara gömülmüş olan gencecik insanları geri getirmek mümkün değildir artık.‘Bazı insanlar konuşurken bile sessizdir’ diye bir cümle geçer filmde.Gerçek hayatta da önemli olan o sessizliğin ne anlattığıdır, ne anlattığına dikkat kesilmektir.Savaş sırasında ya da sonrasında mezar taşları da konuşur -ama sessizce. O taşların anlattıklarını ister bir rapsodi, ister derin bir hıçkırık eşliğinde dinleyelim (yeter ki dinleyelim), bize söyledikleri, bugün bizden saklananlardan, kaçırılanlardan çok farklı bir içtenlikte ve gerçeklikte olacaktır. Muhtemelen savaşın ne kadar rezil bir şey olduğunu fısıldayacaklardır bizlere. Muhtemelen yaşamın ne kadar kıymetli olduğunu mırıldanan cümleler olacaktır bunlar.Şemdinli’de büyük bir operasyon sürüyor. Günlerdir bize verilen demeçlerin özeti, ‘ileri demokrasimizin’ yansıttığı cümle bu. Vah bize... Savaşanlardan bir anlığına vazgeçelim. Oradaki insanların ne olduğunu bilmiyoruz. Orada yaşayan sivil halkın en az bizim kadar yaşama hakkı olduğunu da.Vah bize.***Geçtiğimiz günlerde Amerikalı ünlü bir yazarı kaybettik. Gore Vidal ABD militarizminin önde gelen eleştirmenlerinden biriydi. Onun, ‘Yapılan iyi bir iş asla cezasız kalmaz’ sözünü hatırlarız belki. Türkçeye çevrilen yapıtları arasında ‘Ben Cyrus, Zerdüşt’ün Torunu’, her şeyi bildiğini düşünen Cyrus’un savaşların ortasında, herkesin birbirinin gözünü oyduğu bir çağda (M.Ö. 5) bir süre sonra yaşamın hakikatlerinin ne olduğunu anlamasının öyküsüdür. Tahmin edeceğiniz gibi bu hakikatlerin hiçbiri savaşla özdeşleşmez.Yıllar önce tanıma fırsatı yakaladığım Tayfun Gönül’ü de anmadan olmaz. Türkiye’nin ilk vicdani redçisi olan Gönül’ü de bu hafta içinde kaybettik ne yazık ki. Henüz 54 yaşındaydı ve bizlere bu konuda söyleyeceği daha çok sözü vardı. Onun 1980’li yıllarda göze aldıklarını hatırlayınca şiddet karşıtı olmanın koşullarını bir kez daha düşünmek farz oluyor. Gönül, askeri darbenin en hararetli zamanlarında askerliği reddedebilmişti.***Bugün Cumartesi Anneleri 384. buluşmalarında Abdurrahim Demir’in akibetini soruyor. Demir 1995 Ağustos’unda Mardin Ömerli’deki evinden Adana’daki akrabalarına gitmek için yola çıktığında henüz 22 yaşındaydı.Mardin-Kızıltepe Şavalet noktasında yapılan aramada otobüsten indirilerek gözaltına alındı. Gözaltına alındığına tanıklık edenler onun Şavalet Jandarma Karakolu’na götürüldüğünü söyledi. Karakola başvuran yaşlı annesine Abdurrahim’in serbest bırakıldığı ve pasaport verilip yurtdışına gönderildiği, onu artık aramaması belirtildi. Ondan bir daha haber alınamadı. Demir Ailesi, yıllardır Galatasaray’dan yetkililere soruyor:‘Abdurrahim’e ne yaptınız?’***Ben de bir kez daha sorayım: Yaşam kimileri için neden hâlâ bu kadar ucuzdur bizim ülkemizde?