Kadınların Öyküleri

23 Eylül 2012

Yeter’in öyküsüyle başladı kitap. Doğum yapan bir kadınla. Ellerini tarla ortasındaki bir ağaca kenetlemiş tek başına ıkınan bir kadındı Yeter. Adından da anlaşılacağı gibi, ya çok çocuklu bir ailenin kadere isyanın adı ya da aileye eklenen kız nüfusunun son bulmasının umuduydu! Her iki durumda da ‘yeter’le başlayan bir yaşam olmuştu onunki. ‘Yeter!’le başlayan bir yaşam umuda, hayale ya da sonsuza ne kadar gebe kalabilirse o kadar. Ahlat ağacına dolanan ellerinde, cereyana kapılmış gibi sarsılan bedeninde tarlada unutulmuş bir yazgının adı olmayacak bir oğlan çocuğunu beklemesi de belki bu yüzdendi.‘Ayaklarının hemen altında, el dokuması bir çul seriliydi. Çulun altındaki kesekli toprak, önceden ezilip düzeltilmişti. Allı, morlu çiçeklerle süslü entarisi, ayak bileklerine kadar uzundu. Ayaklarında el örgüsü burnu nakışlı yün çorap vardı. Parmaklarıyla ağacın dalını öylesine kavramıştı ki sanki eller dallara kilitlenmişti. Sancısı geldiğinde ağaca daha sıkı tutunarak ıkınıyordu. Güçlü bedeni titriyor, sarsılıyordu. Sonra lav diye bir ses çıkıyordu hançeresinden, acısını dillendiren. Bal rengi gözleri yeni bir ışıkla parlıyordu. Yüzüme bakıyor, bakışlarıyla sanki sabret diyordu.’Hakkarili Yeter’in doğumuyla başlayan Kadınların Öyküsü (Kibele Yayınları), Doğu’da edebiyat öğretmenliği yapmış Tatvan doğumlu Lider Erşan’ın canlı kalemiyle bizleri yalın, derin ve hazin yolculuklara çıkartıyor. Kitapta 10 tane buruk mu buruk öykü var. Hepsi de yaşanmış, hepsi bu coğrafyanın kadınlarına ait öyküler. Erşan, bu anlatıların cesur kahramanlarıyla yüz yüze tanışma şansına sahip olmuş, kiminin evinde çay içip sohbet etmiş, kiminin yaylalarında dolaşmış. Bazılarının öykülerini ise anneanne ve dedesinden dinlemiş.Kitaptaki kadınlar tek bir etnik gruptan gelmiyor. Türkiye’nin farklı yerlerindeki kadınlar, ancak yaşadıkları farklı deneyimlerde ayaklarına dolanan yazgı nedeniyle aynı. Kadınlık ve bu kadınlığın üzerine binen yük birbirinden çok da farklı değil. Ancak benzerlikleri burada bitmiyor. Onlar bu yüklere karşı ruhlarındaki içgüdüsel dirençle verdikleri mücadele ile de ortak bir yan sergiliyorlar. Alevi geleneğiyle yetiştirilenlerinde de aynı direnç var, Giritli olanında da, Erzurumlusunda da. ‘Hepsinin ayakta kalabilmek için cesaretleri vardı’ diyor Lider Erşan kitabın önsözünde. Bu cesaret, geleneksel anlamda tanımlanabilecek bir cesaret değil. Öyküleri okurken yaşamın içinde ‘durabilmenin’, dururken ‘görebilmenin’, görürken ‘anlamanın’ ve anlarken (bile) yaşama ne olursa olsun devam edebilmenin en büyük cesaret olduğunu fark ediyorsunuz. Evet yaşama devam edebilmek! Bu kadınların bilge gücü buradan geliyor işte. Anlamış bir biçimde devam edebilmelerinden.Yeter’i tesadüfen bir tarla kenarında bir ağaca dolanmış halde doğum yaparken bulan yazar, doğum bittikten sonra Yeter’in gözlerine bakar, o gözlerdeki sıcaklığa. Bu arada tarlada doğum olana kadar olaya kayıtsız gibi görünen kadınlar, doğum biter bitmez Yeter’in etrafını sarmış, bebeğin göbek bağını kesmiş, uzun saplı taslarla getirdikleri ılık suyla bebeği yıkamışlardır. Kadınların yüzünde ne sevinç ne de üzüntü vardır.‘Yeter bebesinin cinsiyetini merak ediyordu. Yüzünde hâlâ ter bocukları duruyordu. Soran gözlerle kadınlara baktı. İçlerinden biri keçe dedi. Yeter’in gözlerindeki o parlak gülüş bir anda bulutlandı, soldu.’Sonrası ise Yeter’in gerçeği, yani kitaptaki kadınların ortak öyküsüdür. ‘Kalktı, bebesini kucağına aldı. Bedenine yapıştırdı. Ayakları dolaşmadan sarsılmadan dimdik oturdu. Kızını, kader yoldaşını uzun uzun kokladı. Demek o da anası ve kendi gibi bu tarlada, bu ağaçtan güç alarak doğuracaktı. İçi buruk, ama cesurca ve dimdik yürüdü, evine doğru.Fısıldadım: Kolay gelsin yiğit kadın!’Sadece kadınların değil, insanlığın da saklı olduğu bu içten öyküleri okumanızı öneririm. Anlamanın ötesinde bir şeyleri kıpırdatabilmek için...***Üç gün önce Maarifli büyüğümüz Birsal Karamanoğlu’nu kaybettik. Dünya iyi bir insanı kaybetti. En son onunla bir telefon konuşması yaptığımı hatırlıyorum. Kürtaj yasasını protesto eden kadınlarla birlikte yürümüş, bazı kadınlar onu gruba almak istememişler. O da ısrarla bu mücadelenin sadece kadınların mücadelesi olmadığını savunmuş, ‘ben erkek olabilirim ama yaşamım kadınlarla çevrili’ diye ayak diremişti. Heyecanlı heyecanlı telefonda bana bunları anlatmıştı. ‘Yine de yürüdüm’ diyordu. ‘Bu iş sadece kadınlarla olmaz, hepimiz bunun mücadelesini vermeliyiz.’ Huzur içinde yatsın.

Devamını Oku

Vahşetle varılamayacak yerler

21 Eylül 2012

O fotoğrafı sosyal medya aracılığıyla gördüm. Eski bir fotoğraftı. Şu gencecik askerlerin önüne kattıkları şu gencecik ‘kurbanlarının’ fotoğrafları. Aynı toprakların çocukları insanın kanını donduran bir ölüm oyunu sonrasında kameraya poz vermişti. Yaşadığımız coğrafyadaki hali göstermesi açısından içler acısı bir fotoğraftı. İnsanda söz bırakmayan bir fotoğraf... Ancak sosyal medya her zamanki harareti ile konuşmaya devam ediyordu. Şiddetin egemenliğinde sarf edilen her sözün yeni şiddet tohumları saçtığını her defasında, üstelik yaşayarak görüyorduk. Bu bir zehir ve beslendiği yer az çok belliydi: Nefret. Ancak asıl olan bu nefretin ardında yatanlardı.O eski fotoğrafa bakarken aklıma eski bir film düştü. The Deer Hunter (Avcı). Kendi halindeki insanların savaşa gittikten sonra savaşın cehenneminde nasıl kavrulduklarını, aralarında sağ kalanlar varsa bile artık onların canlı olamadığını anlatan bir filmdi o. Sadece savaşa gidenler için değil, savaşta geride kalanlar için de aynı yitişin öyküsüydü. Av eyleminin hem avı hem de avcıyı bitiren hazin yüzüydü savaş. Bu yüzden o fotoğrafa baktığımda da ‘canlı’ kimseyi göremedim.Ne canlı birini ne de galip birini!O fotoğrafın ardından sağ kalabilmiş ve ‘evine’ dönmeyi başarabilmiş Türk gençlerini düşündüm. Günlük yaşama nasıl katılabildiklerini ya da katılamadıklarını, rüyalarında gezinen sesleri. Şiddetin zihinlerine kazıdıklarını, onlardan çaldıklarını.O fotoğrafın ardından içine ateş düşenleri de düşündüm. Kürt gençlerini. O fotoğrafta tanık oldukları şiddetin içlerine düşürdüğü intikam duygusunu. O intikam duygusunun nasıl barınaksız, nasıl geleceksiz bir duygu olduğunu.O fotoğrafa odaklanmamın temel nedeni budur. O fotoğraftaki şiddetin başta o fotoğraftakiler olmak üzere hepimizi kavurmuş olduğu gerçeği.Şimdilerde farklı mı? Yaşadıklarımız pek de farklı olmadığını söylüyor. İnsan ruhunun her kim olursa olsun ‘savaş ve çatışma’ ortamında nasıl lime lime olabileceğini anlamak bu kadar zor mu?Burada elbette medyanın oynadığı rol önemli. Uludere’yi bile doğru dürüst araştırmayan bir ulusal medyadan söz ediyoruz. 90’lı yıllarda toplumdaki kutuplaşmayı artırmak adına aynı medyanın oynadığı irkiltici, şiddeti artırıcı rol az buz değildi. Medyanın bu anlamda sınıfta kaldığı ortada.Aynı durum PKK şiddetinde doğruyu aramaya çalışanlar için de geçerli. Şiddetin içinden doğan vahşetin içinde doğruyu aramak tek bir olasılıkla mümkündür: Sağduyuyu ve vicdanı kapı dışında bırakarak. Ki yıllardır yapılan bu.Koşullar her neyi yaratmış olursa olsun bu rezil ilmeğe bir ilmek daha eklememenin tek yolu savaşı, şiddeti istememekten geçiyor. Yeni şiddetlerin yaratılmaması için belki de tek şansımız bu.tahakkümden, geçmişin yüklerinden kurtulabilmenin bir yolu hâlâ var. Ancak böyle özgür olabiliriz! O özgürlük ise böylesi eski fotoğrafların gölgesinde, o gölgede gezinenlerde değil eşit yurttaşlık çerçevesinde yeni ilişkilere kanat açtığımız bir kamusal alanda buluşabilmekle mümkün.

Devamını Oku

Türkiye’de akademisyen olmak

19 Eylül 2012

2012 Mart ayında KCK davasından gözaltına alınan ve tutuklanan antropolog Müge Tuzcuoğlu’nun duruşması 24 Eylül’de yapılacak. Tuzcuoğlu, Diyarbakır’daki çocukları anlattığı ‘Ben Bir Taşım’ adlı kitabın da yazarı. Onu cezaevine götüren ‘gerekçeleri’ sıralayalım: Diyarbakır’da BDP Siyaset Akademisi’nin derslerine öğrenci olarak katılmak, akademinin giriş kapısında görüntülenmek ve en önemlisi 8 Mart ve Nevruz mitinglerine katılmış olmak! İnsan Hakları Vakfı, Göç Vakfı, Diyarbakır Sosyal Araştırmalar Enstitüsü ve Sarmaşık Derneği’nin çalışmalarına gönüllü katkıda bulunan Tuzcuoğlu ‘terör örgütüne üye olmak’ suçlamasıyla içerde. Kısacası ‘terörist bir akademisyen’ olarak yargılanacak!Tuzcuoğlu, yasal olarak kurulmuş dernek ve vakıflarda çalışmak, mitinglere katılmak ve Siyaset Akademisi derslerini izlemek, orada görüşlerini beyan etmekten başka bir gerekçeyle suçlan(a)mıyor ancak tüm bunlar onu yargı önünde bambaşka biri gibi karşımıza çıkarmaya yetiyor. Elbette bu noktada da hukuk denilen sistemin ülkemizde ne halde olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz.Bu bir hak ihlalidir. Bugün içlerinde birçok sivil toplum örgütü ve akademisyenin bulunduğu Müge Tuzcuoğlu Davası’nı İzleme Grubu’nun oluşturulması tesadüf değildir. MESA (Ortadoğu Araştırmaları Birliği) gibi bir kurumun Başbakan’a yolladığı uyarı mektubu da. (Bu uyarı mektupları Prof. Dr. Büşra Ersanlı ve Dr. İsmail Beşikçi için de yazılmıştı).Bakın ne deniliyor söz konusu uyarı mektubunda: ‘Müge Tuzcuoğlu davasını dikkatle ve kaygıyla izliyoruz, hükümetinizin akademi ve bilimin bağımsızlığına yönelik tutumundan son derece endişeliyiz.’Müge Tuzcuoğlu’nun beraatini bekleyenlerdenim çünkü bir akademisyenin bilimsel tercihlerini yapma özgürlüğüne inanıyorum. Bu özgürlük olmazsa ne bilim bilim olarak kalır bu ülkede ne de sanat sanat olarak. Peki ya siyaset? Bilimsiz ve sanatsız siyaseti kim ne yapsın?Çanakkale’deki akademisyenlerin durumuAkademiyle ilgili başka bir önemli konuya daha değinmek istiyorum. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden, sözüne güvendiğim akademisyen bir dostumdan bir mektup aldım geçenlerde. Bu mektup üniversitede yaşanan sorunlardan bahsediyordu. Şu anda profesörlük ve doçentlik kadrosunu hak etmiş çok sayıda akademisyene gerekli kadrolar ilan edilmiyormuş. Dahası kadrolarını hak eden insanların o ya da bu şekilde işten atılmaları ya da Çanakkale’den gitmeye zorlanmaları söz konusuymuş. Yönetimin bu konuda verdiği bir yanıt var ama bu yanıt Türkiye’de son yıllarda ‘yönetimde’ olanların genelgeçer tavrını yansıtması bakımından pek de bir şey ifade etmiyor. Çözüm bulmak yerine karşı tarafı suçlamak, karşı tarafı suçlarken kendini bu suçlama üzerinden aklamak, aklarken ‘sütten çıkmış ak kaşık’ olduğunu her seferinde vurgulamak, hak arayan insanları haksız konuma düşüren bir jargon kullanmak, yara sarmak yerine yarayı kaşımak... Yönetimdekilerin işleri ‘kendi haklılıklarını’ ispatlamak değil ortadaki haksızlıklara adaletli yaklaşımlar sunmak olsa gerek. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi gibi yetkin ve kurumsallaşmış bir üniversiteden beklediğimiz de kendi kadrosuna sahip çıkmasıdır! Unutmayalım ki üniversiteleri üniversite yapan öncelikle yönetim kadroları değil akademisyenleridir.

Devamını Oku

Burgazada’da Bir Ağustos Pazarı Gibi

16 Eylül 2012

‘Annem, kendi annesi gibi suskun nesilden, sırlarını oraya buraya sessizce taşıyan nesilden geliyor. Ağzı fermuarlı. Bu, benim İstanbullu Ermenilerimden gelen bir deyiş. Büyükannemin, sessizliği işaret diliyle anlatışını anımsıyorum. Dudaklarının üzerinden kayan işaret parmağının ucu. Tıpkı kapanan bir fermuar gibi. Doğulu kadınların suskunluğu. Sevilmiş, çok sevilmiş, aldatılmış, evlenilmiş, alıştırılmış, kötü davranılmış, büyülenmiş, ırzına geçilmiş, terk edilmiş kadınların suskunluğu...’Yukardaki satırlar 1955 yılında İstanbul’da doğan, önce Almanya’ya, ardından Fransa’ya göç eden Esther Heboyan’ın dilimize çevrilen kitabından. Everest Yayınları’ndan çıkan ‘Burgazada’da Bir Ağustos Pazarı Gibi’ adlı bu kitabı dilimize Yaşar İlksavaş çevirmiş.Burgazada’da Bir Ağustos Pazarı Gibi, kitaba adını veren bir öykü. Tanıklık ya da yaşamdan bir an olarak da okunabilir. Tamamen sizin keyfinize, okuma zevkinize kalmış. Ben ilk başta adına bayıldım! Bu öyküde Heboyan, bir çift ayakkabıdan yola çıkıyor. Çarşıdan yeni alınmış mavi balerin ayakkabıları bunlar. O gün yazarın ziyaretine gelen annesini çok eskilere götürmeye yetiyor da artıyor bile bu ‘iskarpinler.’ Aslında yazarı da. Annesinin Burgazada’nın tepesindeki tavernaya, o tavernanın dans pistine doğru uçup giden anılarına, annesi evden gittikten sonra, neredeyse aynı pazarın sıcaklığında o da dalıveriyor. Ancak iş burada bitmiyor. Ayakkabılar, bir yandan da Saik Faik’in ‘en çok korktuğu şey ayakkabısızlık’ cümlesi demek hem anne hem de kızı için. Yoksulluk ve yokluk adına hatırlanan bu cümle, yaşanmış olanları ve o yaşanmışlıklara mühürlenmiş suskunlukları da içeriyor hiç kuşku yok ki. Hem kadınsı hem de insani bir suskunluğun adı bu cümle sanki. Yazar, annesinin, yani çocukluğu başkalarının yıpranmış ayakkabılarını toplamakla geçirmiş o kadının, neden babasıyla evlendiğini o anda anlayıveriyor. En azından kocasıyla birlikte iken hayatın içinde yalınayak yürümek durumunda kalmayacak olan o kadını. Hayali bir pazar neşesi içerisinde beyaz deri iskarpinler içerisindeki o kadını. O cümle o kadar onlarla ki, Paris’te bir günde, iki farklı insanın, başka bir zamanın tortusunu birbirlerine hatırlatmaktan korkarak ‘hayal ettikleri’ dansın içine bile sığışabiliyor.‘O öğleden sonra, yarın aynı saatte beni yeniden görmeye gelecek olan annemin gidişinin hemen ardından ve bana binlerce şey anlatacak çocuklarımın eve dönüşünden az önce, mavi balerinlerimi ayağıma geçirmeye ve salonun ortasında benim olmayan bulanık bir anının üzerinde dans etmeye karar verdim: Bir Arjantin tango veya Burgaz’da bir pazar sabahı hoş kokulu çamların altında beni bir anda yedi değil tam olarak yedi yüz yetmiş yere götüren bir Viyana valsi belki de. İnsan orada peri masallarına bir adım kaldığına inanmak istiyor.’O dansı bir üçüncü göz olarak uzaklardan seyrederken Burgazada’daki o dans pistine siz de benim gibi gitmek isteyebilirsiniz. Dansın ve müziğin ortak diliyle zamanın insana neler neler anlatabileceğini yeniden hatırlamak isterseniz yanınıza en güzel ayakkabılarınızı almayı unutmayın derim.***Bu sene Hrant Dink Ödülü’nü Türkiye’den İsmail Beşikçi ve Rusya’dan Uluslararası Memorial Topluluğu aldı. Adil bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancımız arttı.***Sidar’ını gencecik yitiren Sırrı Sakık’ a sabırlar diliyorum.

Devamını Oku

4 - 4 - 4

14 Eylül 2012

İstanbul Fatih Atatürk İlköğretim Okulu velilerinden gelen mektubun bir bölümünü sizlerle paylaşıyorum: ‘Kayıt döneminde ilkokul olarak kayıtlar alınmaya başlanmıştı. Bizler de bu bölgede çalışan anne babalar olarak okulumuza kayıt yaptırdık. Eğitim öğretim döneminin başlamasına üç gün kala mesai saatinin bitimine yakın 16.30’da okul idaresi tarafından, okulumuzun İmam Hatip Ortaokulu’na dönüştürüldüğü bilgisi bazı velilere telefonla bildirildi. Bu karar bildirilinceye kadar okulda 1. sınıfa ve anasınıfına ön kayıtlar yapılmıştı. Veliler olarak çocuklarımızın yeni okul formalarını bile almıştık. Okul idaresi, okulumuzun İmam Hatip Ortaokulu’na dönüştüğünü, bu nedenle yeni kayıt yapılmayacağını, eski kayıtların da iptal edildiğini açıkladı. Veliler olarak bu durum karşısında ne yapacağımızı sorduğumuzda, kendimize bölgede okul aramamız gerektiği söylendi.’Mektubun ilerleyen bölümlerinde bu mağduriyet yaşanmadan önce okula gelen bazı kişilerin olduğu ve bu kişilerin idareye, okulun İmam Hatip’e dönüştürüldüğünü bildirip kayıt yapmak istedikleri yazılı. Bu durum karşısında müdür yardımcıları böyle bir şeyden haberleri olmadıklarını belirtmişler. Bu konuda bilgi almak isteyen diğer velilere de okulun böyle bir dönüşüm yaşamayacağını söylemişler. Ancak durum hiç de öyle olmamış. Aynı veliler 7 Eylül tarihinden sonra İmam Hatip Ortaokulu için kayıtların başladığına tanık olmuş! Bu durumdan haberi olmayan 1. sınıfa kayıt yaptıran veliler oryantasyon için okula geldiklerinde bu ani değişim karşısında şaşırıp kalmış. Bu velilerin ve ilk defa okula formaları ile gelen öğrencilerin psikolojilerinin ne olabileceğini tahmin edebilirsiniz.Bu basın duyurusunun altına imza atan velilerin çoğu bölgede kamu hizmeti veren kurumlarda ve çevredeki iş yerlerlerinde çalışıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Unkapanı Sosyal Güvenlik Merkezi, Bölge Çalışma Sosyal Güvenlik Merkezi, Cibali Sağlık Sosyal Güvenlik Merkezi, Fatih Sosyal Güvenlik Merkezi, İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü bunlardan bazıları. Yaz boyunca böyle bir değişimden haberleri olmadığı için çocuklarına okul aramayı düşünmemişler. Hem maddi hem de manevi bir mağduriyet içinde bulunduklarını belirtiyorlar.Temennileri ise okullarının eski haline dönmesi! Bu talepleri karşılanıncaya kadar veliler olarak eylem ve etkinliklerine devam edeceklerini söylüyorlar ve mücadelelerinde bölgede çalışan ve yaşayan herkesi yanlarında görmek istediklerini belirtiyorlar.***Yeni sistemin okullara getirdiği yük ortada. Ama bir de Fatih Atatürk İlköğretim Okulu Veli İnsiyatifi’nin dile getirdiği türden yaşananlar var. Zamanında İmam Hatipler’in yaşadığı darboğazın ‘bedelinin’ şimdilerde normal eğitim verilen okullara bu biçimde, yalapşap ödetilmeye çalışılması çok ama çok yanlış bir politika. Bu yalapşaplığı kotarmaya çabalayanlar: Korkarım bir süre sonra bu hayhuy elinizde patlayacak. Neden mi ‘hayhuy’ diyorum bu çabaya? Hınç, ihtiras ve intikam döner döner ve hazin sonuçlarıyla yine sahibini bulur, o yüzden. Ancak iş eğitim olunca insanın içini burkan başka bir husus var. Belli ki bu hayhuyda sadece uç duyguların girdabındaki ruhlar kaybetmeyecek. Bu anaforda hepimiz kaybedeceğiz. Özellikle de çocuklarımız.

Devamını Oku

Gençleri çabucak eskiyen ülke

12 Eylül 2012

Afyon’da yitirdiğimiz 25 gencin ardından ne diyebileceğimi düşünüp durdum. O kadar çok şey söylemek istiyordum ki hiçbir şey yazamadım ve yazmayı geciktirdim. Türkiye’nin başı bulutlandığında en büyük kurtuluş olarak demokratik sivil hareket yerine hemen her zaman militarizmi kendine yön seçmesindeki zaafı yazabilirdim örneğin, ki bunu daha önce defalarca yazmıştım. Ancak böylesi bir yazı 25 gence, onların anılarına, bugünün koşullarında haksızlık etmek olacaktı. Sonuç olarak vatani görevlerini yaparken yaşamlarını yitirmişti bu gencecik insanlar. Kişisel olarak vatanı kollamanın, gözetmenin militer değil, demokratik bir yapıyla sürdürülebileceğine inansam da o çocukların kaderleri karşısında çok da fazla cümlemin olmadığını söylemek isterim. Çok üzgün olduğumu ve ailelerine sabır dilemekten başka cümlemin olmadığını.Buna rağmen ordunun ve devlet yetkililerinin şeffaflaşmasını, oturdukları koltukların görkemini bir seferlik unutmalarını, bu yaşanan feci olay karşısında ellerini vicdanlarına koymalarını ve gözümüzün içine baka baka söyledikleri o ucube yalanlardan vazgeçmelerini dileyebilirim.Genç yaşamların bu kadar hor görülmesi beni çok korkutuyor artık. Bugün o sözünü ettiğim görkemli koltukların ışıltısıyla gözleri çakmak çakmak olanlar, bu şatafatlı mabetlerden feyz aldıklarını sananlar, sözüm en çok size: Kandan kimseye hayır gelmez. Basit bir cümle, öyle değil mi? Basit ama hiç de sıradan bir cümle değil. Bunun için uzaklara gitmeye gerek bile yok. Yakın tarihimiz bize bizi anlatabilir. 12 Eylül’ün kırık anıları hâlâ içimizde saklıyken, gençler, gençlerin kıyımının tavan yaptığı yılların bugüne bir sarkaç gibi salınışını takip ederken, o sarkacın bir sağa sola gidip gelirken her defasında hiçbir şey olmamış gibi yeni kurbanları kendine hedef belleyişine tanık olurken... Evet, evet yakın tarihe bakalım. Ülkeye huzur getireceğini düşünenlerin kıyımdan başka hiçbir şey getirmemiş olmalarına, gençlerini netameli baharlara hazırlayan o köhne ruha bakalım. O ruhun etrafında, o dönemde oluşan sahte ‘sevgi’ halesine... Aslında en çok ona bakalım!Yalakalara bakalım, o yalakalıktaki dil nizamına. Cümlelere, sözcüklere, kimin nerelere nasıl döndüğüne bakalım. Baktığımız her yerde gözümüzden kaçıp giden genç kıyımlarına da bakalım ama. Her şeyin içinin boşaltılmasına, boşaltılan her yerde adı unutulan bir gence bakalım. Köşe dönmece hayallerine bakalım. Baktığımız her yerde kimsesiz kalmış bir düşünceye bakalım. O düşüncenin ipe nasıl çekildiğine. Saltanatın nasıl bir şey olduğuna...Bakalım...***Seksenler dizisiyle ilgili yazdığım kısacık yazıya beni sevindiren mektuplar geldi. Kimisi, neden bu kadar kısa yazdığımı soruyordu; kimisi ise görüşlerime yer yer katılıp yer yer katılmadığını belirtiyordu. Beni en çok sevindiren mektuplardan biri de dizinin yapımcısı Birol Güven’e aitti. O yazıyı kısa yazdım; diziyi, değişkenleriyle takip etmeyi sürdüreceğim. Belki sonrasında daha uzun bir yazı yazarım. Ortadaki emeği son derece önemsiyorum ancak daha katmanlı karakterlerin olması konusunda ısrarcıyım. Son bölümde 12 Eylül’de kitap okuyan baba tiplemesiyle ilgili kafamda beliren bir soru var, örneğin. Yaşar Kemaller’i, Kemal Tahirler’i, Orhan Kemaller’i okuyan bir baba kızının üniversiteye gitmesini neden istemez? Ya da nasıl istemez? Kaldı ki bu kitapların evdeki çocuklar tarafından ‘okunmadığını’ farz edebilir miyiz? Unutmayalım ki bugün kitap okumamak nasıl baş tacı ediliyorsa 80’lerde kitap okumak sıkı bir gelenekti...***Bu arada, başım sıkışmışken yolda karşıma çıkan genç bir görevliye teşekkür etmek istiyorum. Bana karşısındakini dinlemeyi bilen, dahası halden anlayan insanı bir trafik polisi üniforması içerisinde hatırlattığı için. Adını yazmıyorum, o kendisini biliyor... Sağ olsun.

Devamını Oku

80’lerde olup bitenler

9 Eylül 2012

Seksenler dizisini izliyor musunuz? En son 12 Eylül 1980 askeri darbesinin vurduğu o ‘metruk’ sabahta bıraktık onları.12 Eylül’ün kapımıza gelip dayandığı bu günlerde dizi yapımcıları o günü ve ertesinde yaşananları bizlerle nasıl paylaşacaklar gerçekten merak ediyorum. Seyrettiyseniz sizler de fark etmişsinizdir. Dizinin siyasi olana bulaşmama, bulaşırsa başına iş açacağını düşünür bir hali var. Hal böyle olunca da gündelik olana yaslanırken siyasi olmamak gibisinden bir telaş seziliyor kurguda. Solcular ve sağcıların karikatürleştirilmesi bir yana, mahalle halkının onlarla kurduğu ilişki de alabildiğine basitleştirilmiş durumda. Diyeceksiniz ki bu bir komedi. Yaşananların o trajik boyutuna dokunmamalı, dokunmak istese de nasıl dokunabilir ki? Benimse burada diyeceğim belli: Tam da bu yüzden dokunabilir yaşanmış olanlara, aklara, karalara ve grilere. Zira 80’ler sadece televizyonların üstüne dantellerin örtüldüğü, LP’lerin dinlendiği, ‘Almancı’ olmanın büyük umutları temsil ettiği bir yaşam ve bu yaşamdan üretilen bir yaşantı biçimi demek değildi. Farklı dönüşümler ve bu dönüşümlerin yaratabileceği çatlaklar vardı. Almaşıktı o yıllar. Aldığı bir sürü yarayla hem bugüne aitti, hem hiç değildi. Başka bir açıdan bakıldığındaysa hercaiydi, şimdinin gerçek değerleri gibi ortada dolananların esas kaynağı o günlerdi. O tuhaf katmanlılığı yaşamış birileri olarak tam da bu yüzden‘peki ya bugün?’ diye sorabilirdiniz. Sorabilirdiniz ama sanırım sizi artık kimse dinlemeyecekti.Seksenler’i ilk seyretmeye başladığımda dizinin bizleri bugünlere getirmeye niyetli olmadığını düşündüm. Kurguyla birlikte sadece geçmişin güzel, yer yer buruk, çoğunlukla da neşeli anıları içerisinde gezinmemiz bekleniyordu bizden. ‘Bugüne bir sinyal çakın be kardeşim!’ demek romantik bir yakarmadan öteye gitmeyebilirdi. Yine de ısrarcı olmak gerekiyordu. Ha gayret sızlanabilirdiniz: ‘Bugün yaşadıklarımızın özeti o yıllarda saklı!’Örneğin o küçük mahallenin içine sıkıştığı, ‘önemli olan insan olmaktır’ fikrinde yatanın, sadece insanların iyiliğinden mi yoksa korkularından mı kaynaklı olduğunu izlemek, bugünkü keskin çizgilere sarılışımızı açıklayabilirdi sanki... Özellikle oyuncuların sergilediği performansı görünce bunu isteyebilirdiniz. Ancak sonradan şunu fark ettim: Temsil edilen değerler bağlamında dizi aslında 1980’leri anlatmıyordu! Dizi, 80’lerin mekânında geçen 2000’li yılların Türkiye’si olarak seyredilebilirdi. Bu açıdan bakıldığında da tarih nasıl algılanabilir sorusuyla burun buruna gelebilirdiniz. Ya da biraz daha ilerletelim: ‘Yakın tarih popüler kültür ürünlerinde nasıl yansıtılabilir?’‘Bugünün değerleriyle geçmişin özeti’ olarak galiba. O yüzden gerçeği, tıpkı şimdi olduğu gibi kapı önüne mi bırakmalıydık? Sanırım. *** Uluslararası İstanbul Şiir Festivali yarın başlıyor. Bu seneki festivale 12’si yurtdışından olmak üzere toplam 24 şair katılıyor. Festivale katılacak yabancı şairler arasında Newcastle Üniversitesi’nde şiir ve yaratıcı yazarlık üzerine dersler veren, Bill Herbert (İngiltere), The Puppeteer and Other Insomnia adlı kitabıyla ülkesinde ‘En İyi İlk Kitap Ödülü’ne değer görülen, yeni kuşağın en iyi şairlerinden, şiir kitapları 12 dile çevrilen Claudiu Komartin (Romanya), ilk şiirlerini 1957’de yayımlayan, bu zamana dek pek çok şiir ve roman yazan, aynı zamanda Kavafis, T.S. Eliot ve Shakespeare’in eserlerini İspanyolca’ya çeviren JosÈ MarÌa Alvarez (İspanya) yer alıyor. Festivale Türkiye’den ise, Türk şiirinin tüm kuşakların önemli isimleri katılıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar Müzesi (Alay Köşkü), At Pazarı ve İKSV Salon gibi İstanbul’un gözde mekânlarında şiir alayı var!

Devamını Oku

Haklarımız neye gebe?

7 Eylül 2012

Kadınlara, özellikle onlara bu çağrı. Kürtaj hakkını kadının elinden almaya niyetlenenlere karşı mücadele vermek için.Bu mücadele neden önemli?Öncelikle kadın bedeninin hiçbir devlet politikasına alet edilemeyeceğini söylemek, daha sonra ise kadın bedeni üzerinden geliştirilmeye çalışan argümanı takip edebilmek için.Toplu tecavüz davalarındaki son gelişmeler ortada. Bu hal, Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın, ‘başına kötü bir olay gelmişse de doğursun, devlet bakar’ açıklamasını yeniden düşündürtüyor bize. Bu cümle, hangi niyetle söylenmiş olursa olsun tecavüz ve kürtaj arasındaki tuhaf denklemin resmi sesi olarak aramızda dolaşmaya devam ediyor! Zira bu cümle nereye çekerseniz çekin çok sorunlu. Gözettiği birileri var var olmasına... Ama umulanlar değil! Türkiye’nin yaşadığı koşullar, sahne olduğu trajediler düşünüldüğünde gözetilen kişi ya da kişilerin ne yazık ki tecavüzcülerin ta kendisi olduğunu teslim etmek durumundayız.Tecavüz bir suçtur. Bunu başta hukuk sistemimiz olmak üzere bazılarımız hiç ama hiç anlamak istemiyor. Durum böyleyken devletin kadını (tecavüzcüsünün çocuğunu) doğurmaya yönlendirmeye çalışması, bunu öngörmeye çabalaması olsa olsa insan haklarının ihlalidir. Her şey bir yana bu kararı kadın kendisi verebilmelidir. Sadece kendisi.Kaldı ki iş burada da bitmiyor. Devlet çocuğun yaşam hakkını koruduğunu söyleyerek kürtaj yasağını amaçladığının altını çiziyor. Çok iyi biliyoruz ki yine aynı sistem yaşam hakkını savunduğunu iddia ederken gencecik çocukların, gençlerin ölümüne göz yumuyor ve bunu meşrulaştırabiliyor. Dolayısıyla hiç değilse, ‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ demek için de önemli bu çağrıya ses vermek. Gençlerini cezaevine tıkmaya, ölümlerine göz yummaya devam eden bu yapıya soracağınız sorular olmalı sevgili kadınlar. Tam da kürtaja getirilecek yasakları koymaya niyetlenenlere ‘yaşam hakkı nedir?’ gibisinden sorular.Kürtaj Haktır Karar Kadınların Platformu’nun çağrısını sizlerle paylaşıyorum:Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın, ‘başına kötü bir olay gelmişse de doğursun, devlet bakar’ açıklamasının tecavüz suçlarına meşru alan yarattığı ve tecavüz suçunun hiçbir zaman gereği gibi yargılanmadığı Türkiye’de, suçun bedeli kadına yükleniyor. Tecavüz, Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın dediği gibi, kötü bir olay değil, bir erkek suçudur. Kadınlar, tecavüz sonrası gebeliği istemiyor, kürtaj hakkını talep ediyor.Devlet, tecavüzü yargılamadığı gibi tecavüz sonrasında kadınları doğurmaya zorluyor. Bedenlerimiz ve hayatlarımız üzerindeki artan baskının sonuçlarını biz kadınlar, yine kendi hikayelerimizde görüyoruz. 14 yaşında tecavüze maruz kalan Zeynep, soruşturma devam ederken yasal kürtaj süresinin dolmasından korkuyor. Tecavüzcüsünü öldüren, N.Y., her ne olursa olsun gebeliği sonlandırmak istiyor. Tecavüze maruz kalan kadınlar uygulamadaki sorunlar, yasal ve fiili engellemeler nedeni ile kürtaj haklarını kullanamıyorlar.‘Tecavüze maruz kalan kadını değil, tecavüzcüyü cezalandır’, ‘kadına istemediği bir gebelik süreci yaşatmayacak şekilde prosedür hızlandırılsın’ demek üzere basın açıklaması yapmak için tüm kadınları 8 Eylül Cumartesi saat 13.00’te Taksim Meydanında buluşmaya davet ediyoruz.Tarih: 8 Eylül (bugün) 2012Saat: 13.00Yer: Taksim Meydanı

Devamını Oku