‘Ne güzel olacaktı her şey. Çarşıya yürüyerek inecek, yemek pişirecek, çamaşırları çırpıp çırpıp rüzgâra karşı asacaktım. Ama kuş uçmaz kervan geçmez bir boşluktayım.’Bu satırlar Selma Sancı’nın 12 Eylül 1980 darbesinin hemen öncesindeki kırık hayatları anlattığı Espas adlı romanından. (Sel Yayınları)Darbeyle birlikte Sancı’nın sözünü ettiği kuş uçmayan kervan geçmeyen boşluk bu toplumun zihninde daha da derinleşerek dev bir abise dönüştü. Zaman geçti, rüyalar birbirine karıştı, kâbusun tanımı gerçekle yer değiştirdi, gerçek diye anılansa zorla hatırlatılanların adı oldu, unutulanlarsa unutulduklarıyla kaldılar. Artık işin içinden çık çıkabilirsen!Yakın tarihimizin gülü olan12 Eylül’ün bu topluma armağan ettiği bu boşlukta cezaevlerinde yaşanan insanlık ayıpları pek de şaşıramayacağımız biçimde başı çekti. Başı çekerken de bu talihsiz coğrafyanın, ‘sanki mecburmuş’ gibi tutsaklığa karılı kaderine zamanla yeni, yeni olduğu kadar rezil bir kavramı yapıştırıverdi. İnsanla dalga geçer gibi bir adla cezaevlerinde yaşanan tutsaklıklara 2000’li yıllarda bir de, çok lazımmış gibi ‘Hayata Dönüş’ operasyonları eklendi. Nice insanın yaşamla kurduğu incecik bağ da orada kopartılıverdi. Sadece cezaevlerindekiler değil, onların aileleri, yakınları da bundan çok etkilendi. Üstelik, bir toplumun, insanları öldürürken yaşatacağını ‘dayatan’ bir sistemde sağlıklı düşünebilme şansı da bu ve benzeri tutumlarla bir sonraki baharlara terk edildi. Suçun adaletle kurabileceği ilişki, bir dizi filmin arasına giren bir reklam spotu kadardı artık. Anlık, vah vahlık, bu nedir yahuluk bir spot. Aklar ve karalarla oyalanmaya başladı toplum. Başladı da kimin suçlu, kimin suçsuz, kimin neye göre göre suçlu, kimin neye göre suçsuz olduğu sorusuna bir türlü sıra gelmeyecekti. Kısacası bu yiyici, kan emici sistemin gerçekten sağduyu, dayanışma ve ‘bir insanlık çoğulluğu’ fikriyle sorgulanmasına! ‘Bana benzeyenler ve bana benzemeyenler’ diye yaşamın ayrıştırılamayacağının anlaşılmasına, sonuçta hepimizin böylesi bir sistemin kurbanı olduğunun fark edilmesine. Hayır bunlara sıra gelmeyecekti... Birbirimizi suçlamaya, inançlarımızı, inanmadıklarımızı öfke denizlerinin içinde boğmaya devam edecektik. Ne tuhaftır ki sistemin asıl beslendiği nokta tam da burasıydı. Kim ne derse desin 12 Eylül bu işin asıl miladıdır.Gelelim o zamanlardan bize kalan bir başka mirasa.O gün bugündür cezaevlerinde 12 Eylül’ün derinliğinde hasıl olan açlık grevleri durdurulabilmiş değil. İnsanların ölümle kurduğu bu ilişkinin kaynağında, yine onların yaşamla kurduğu ilişkinin denklemi mevcut. Denklem de basit. Ölüm tek seçenek haline gelmiş olduğuna göre bu ülkenin sistemi insanlarına yaşamı sunamıyor. Devletteki kimi yetkililer hâlâ ‘gerekirse müdahale ederiz’ demeyi tercih ediyor. Bu ne demektir? Neye müdahale ediyorsun? Ve nasıl?Kardeşim bu insanlar ölüyorlar. Can gidiyor, ölecekler. Bunun ötesi yok.Şu an bile bedenlerindeki birçok organ, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının sinyalini veriyor olmalı.Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in girişiminin önemli olduğunu bilsek de devamının gelmesi gerekiyor. Devamı gelmeli.700 insan... Birlikte ölüme gidiyor. Ülkemizde. Bu ülkenin vatandaşları. Bunun farkında mıyız?Can bu. Bunun farkında mıyız?***Değerli Kürt şair Arjen Ari’yi de kaybettik. Bu yazıyı onun ‘General’ şiiriyle bitirelim.Senin iki gözün var generalimBen onları ve iki elimi kaybettim.Sen beni gönderdin ve bana demedinBu gittiğin savaş gözleri de yer.Bana gözlerimi ver generalim!Ama umutsuz olmadığımızı da yineleyelim. Onun da dediği gibi inanalım ki ‘Işık gülüşlü, kırmızı perçemli gündüz; Ha doğdu, ha doğacak!’
Serdar Türk’ün Tanrı’nın Yalnız Kırları (Dedalus Kitap) adlı yeni öykü kitabından çalıverdim bu başlığı! Öykü kişisel bir bakış, kaçış, kayboluş öyküsünü anlatsa da daha genele yayarak düşünmek istedim ‘Bakmalar Koleksiyonu’nu.‘İnsan ne kadar güçlü duygular hissediyorsa da bir yerde görünmez güçler devreye giriyor. Karanlık bulutlar çöküyor günün belli saatlerinde üzerimize. Uzay gemisine bindirip götürüyorlar seni. Ruhunu değiştiriyorlar oracıkta birkaç saat. Sonra o içinden benim geçmediğim kalbinin düğümlerini çözüyorum tek tek. Her düğümünde ne çok mevsim geçiyorum seninle.’Son cümle aynı yolun yolcusuyken, yollarınızın ayrıldığı dostları, kardeşleri, evlatları, sevgilileri çağrıştırıyor bana. Bazen de düşünceleri. Düşünceler çatallandıkça yollarınızın ayrıldığı sevdiklerinizi. Sonra yeniden o insanlarla karşılaştığınızda ortak bir dili tutturabilmek için harcanan enerjiyi, zamanı, mevsimleri, yılları.Aklıma yitip giden dostlukların kayıp giden mevsimleri kadar yersiz ayrılıkların yüreklerde zamanı bölen zorunlulukları da o zaman düşüyor. Türkiye kaderiyle buna yatkın bir ülke, belki o yüzden. Faili meçhulleri, cezaevleri, idam sehpaları, askeri darbeleriyle...***Ancak bugün cumhuriyeti kutlamalıyız. İçerdiği her mevsimiyle çoğulluğu işaret ettiğini düşündüğümüz cumhuriyeti.İlk iktidar yıllarında onu büyük bir istekle omuzlayacağına dair mesajlar veren AKP’ye pek de bir şeyler söylememeliyiz bu yüzden. Şimdi geldiğimiz yerde cumhuriyeti pek de umursamayan bir parti oluşuna hiç değilse bugün dokunmamalıyız. ‘Cumhuriyet ve demokrasi ülkeye sadece metrolar yaparak, hızlı trenler koyarak gerçekleşmiyor ne yazık ki!’ dememeliyiz, örneğin. Kürt açılımı konusunda başlangıçta topluma sunduğu umudu yerle bir etmeyi başardığı gibi, Suriye konusunda olmadık mesajlar vererek içimizi iyiden iyiye daraltmayı başarmış oluşuna çok da fazla değinmemeliyiz bugün. Basına getirilen sansüre ‘sansürü konuştuğumuza göre sansür yoktur’ şeklinde mantık geliştirebilen bir düşüncenin gölgesine sığınabildikleri için eleştirmemeliyiz bu partiyi, bugün.Hiç değilse bugün... Bugün bu ülkenin en büyük bayramı. Şiirlerden, marşlardan, bir sınıfın başka bir sınıfa üstünlük taslama fırsatını yakalama gayretkeşliğinden bahsetmiyorum. Bahsettiğim, yaşama, demokrasiye ve özgürlüğe dair ortak bir sorumluluğun buluşabilme şansı ve iradesidir. Etkin, çoğulcu ve demokratik bir yurttaşlık fikrinin yaşayabileceğine dair bir buluşmanın günüdür bugün; bu yüzden hepimiz için önemli olmalıdır.Bugün öyle bir gün.Bu yüzden cumhuriyeti kolladığını söylerken geçmişle gerçekten yüzleşebildi mi diye CHP’ye sorular da yöneltmemeli. Zamanında onca darbe gerçekleşirken sesini çıkarıp cumhuriyetin gerçek rengini neden dile getirmedi diye sormamalı onlara bugün. Ordunun gündelik hayatta cumhuriyetle ve demokrasiyle ne işi olabilirdi diye sormamalı, yok. Zamanında buna sesini çıkarmamış bir partinin bugün iktidarı kesinleşse, aynı söylemi yineleyemeyeceğinin, yeni bir ‘elitist’ tavır üretmeyeceğinin bir garantisi var mı diye sormamalı, hayır.Bugün gerçek halk iradesinin sesi olan o gün. Bugün çoğunluğun değil, çoğulluğun bayramı. Bakabilmenin ve görebilmenin buluşması.Hiç değilse bugün o umudu içimizde taşımalıyız.
Bir rapor var elimde. Nefreti anlatıyor. Gündelik yaşamda nefret söylemini en fazla üretenler arasında ne yazık ki medya ilk sıralarda yer alıyor. 2012 yılının Mayıs-Ağustos aylarına ait yayımlanan medya izleme raporu bunun açık bir kanıtı. Rapor üç temel bölümden oluşuyor. Dini ve etnik grupları hedef alan içerikler; kadınlar ve farklı cinsel tercihlere sahip bireylere yönelik yazılar ve medya eleştirisi kapsamında ele alınan haberler ve köşe yazıları. Rapora göre Ocak-Nisan 2012 arasında nefret söylemi dozunu iyice artırmış durumda. Ulusal basının bu konuda başı çektiği saptanmış. Köşe yazıları ise bu söylemin en önemli araçları haline gelmiş durumda!Rapor, Kürtlere yönelik nefret söyleminin arttığını belirtiyor. Bu arada en sık dile getirilen grupların başında Ermenilerin olduğunun altını çiziyor. Bu hedefin kimi zaman Hıristiyanları ve Yahudileri hedef alan tuhaf içeriklerle yeniden üretildiği de saptanmış.Öte yandan kimi yazılarda eşcinselliğin ‘sapıklık, hastalık, ahlaksızlık veya sosyal felaket’ olarak tanımlandığı da görülmüş. Rapor, kürtaj yasası etrafında başlayan tartışmalar ve yasaya karşı yürütülen kampanyalara yönelik tepkilere de dolaylı bir biçimde değiniyor. Bunları haber yapan kimi gazetelerde, bu gazetelerdeki köşe yazılarında kampanyaya katılan kadınların aşağılanmasına ve hakaret dolu imalara rastlanmış.Bir de elbette savaş çığırtkanlığı alışkanlığımız var! Köşe yazılarındaki savaş çığırtkanlığının bir toplumu nasıl zehirleyebileceğine yönelik ipuçları mercek altına alınmış. Hedef göstermenin meşruiyet kazandığı bir gazetecilik anlayışının ilk başta mesleği bitirdiğine yönelik önemli ipuçları da sayılabilir bunlar. Kısacası ‘savaş çığırtkanlığı’ iktidar çığırtkanlığına kayabiliyor zaman zaman. Buna çoğunlukla tanıklık ediyoruz. Birçok meslektaşımızın mesleklerini sırf bu karalamalar yüzünden kaybettiğini de biliyoruz. Ve dahasını, bu koşullar altında gazeteciliğin yapılamayacağını da! Sansürsüzlüğün hedef göstermek değil haberi aktarmak olduğunu kimilerimiz anlayıncaya kadar böyle devam edeceğiz galiba... Bu arada cezaevindeki gazeteciler için değişen bir şey yok!İşini yaparken cezaevinde ömür tüketmekYeri geldi söyleyelim. Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) geçen yıl ülkemizde 8 tutuklu gazeteci olduğuna yönelik bir rapor hazırlamış, bu da kimi çevrelerin çok hoşuna gitmişti. Bereket CPJ durumu fark etti ve bu yılki raporunda 76 tutuklu gazeteciden 61’inin gazetecilik nedeniyle cezaevinde bulunduğunu belirtti.Gazetecilik nedeniyle cezaevinde bulunmak! Bu cümlenin yarattığı tını hepimizi ilgilendiriyor sevgili okurlar. Hele Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına çok yaklaştığımız bu günlerde. Hele demokrasiyle yönetilen (yönetildiğine inanmak istediğimiz) ülkemizdeki ‘cumhuriyet’ ruhunun özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarını içeren (içermesi beklenen, arzulanan, umulan) yanını düşündüğümüzde.
Hak yerini bulacak.Bu felaketler böyle sona erdiğindeHerkes kendi kaderini yaşayacak.Anlaşma böyle işte. Saygı göstermek gerek,Sonuna kadar direnmeyi becerene!Bu satırlar asırlar önce yaşamış Fransız yazar François Rabelais’den, onun meşhur Gargantua adlı kitabından. İyi edebiyatın zaman tanımazlığına örnek, hâlâ okunuyor ve okurunu düşüncenin farklı ufuklarına taşımayı başarıyor. Yazarının keskin ironisi ve mizah yüklü satırları aklınıza gelebilecek her yere uzanıyor. Dönemin eğitim sistemine, askeri nizamına ve dinle kurduğu bağa epey yükleniyor kitap!Sonuç: Gargantua’dan 5 asır sonra hâlâ aynı konular etrafında dönüp durduğumuza göre ya insanlık hiç değişmiyor ya da yaşam dediğimiz bir kısır döngüden ibaret! Hangisi daha kötü bilmiyorum. Hal böyleyken hiç değilse ‘kurban’ kavramının yaşamlarımıza teğet geçtiği bir günde esasında yaşama neleri kurban ettiğimizi bir kez daha birlikte düşünelim istedim.Ne kadarımız umursuyor emin değilim. Bir bayrama girerken bu ülkede açlık grevleri yaşandığını biliyor olmak beni bir insan olarak çok rahatsız ediyor. İki tarafın da hoşuna gitmeyecek o cümlenin etrafında tavaf edip duruyorum. ‘Yaşam kıymetlidir’ diyorum ve bu kıymet kimsenin güdümü altında değildir, kim ne derse desin yaşam hiçbir teraziye konulmamalıdır. Direnmekten yaşamı ve yaşam içersindeki çözümleri anladığım için belki de.Bir yandan da bir ay önce cezaevinden çıkmış bir gencin sözlerini düşünüp duruyorum. ‘Her şey için çok geç kalındı Abla! Yaşamlarımızın hiçbir önemi yok artık.’ Arkadaşlarının hepsini cezaevinde bırakmış, çoğu açlık grevindeler.O zaman bile, yani yaşamın bir gerçeklik fikrinden bir kabusa dönüştürüldüğü bu beter noktada bile vicdani pusulalarımızın inatla yaşamı göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Elbette gencecik insanlara bırakılan böylesi bir ‘kâbus’ için, biz yetişkinlerin söyleyebilecek daha nitelikli, kavrayıcı, sağaltıcı sözleri olmalı. Sürekli olarak yaşamak ve yaşatmak üzerine vurgu yapmaktan daha öte bir şeyler. ‘Protesto ediyorum’ dediğiniz zaman gerçekte neyi protesto ettiğinizi doldurabilecek, sözcük bulamaçlarının içinde kaybolmayacağınız bir gerçeklikten bahsediyorum. Daha iyi bir anayasa, nefreti azaltacak bir söylem, düşmanlığı ortadan kaldırabilecek önlemler, iyi niyetliliğin saflık olarak algılanmayacağı bir dünya görüşü, farklı düşünceleri konuşabilme özgürlüğü, özgün düşüncelere berrrak bir perspektiften bakabilme yeteneği, hantallıkları sağduyuyla aşabilme cesareti... Hepsine tamam. Ancak ilk etapta bu ülkedeki hiçbir genci, ama hiçbir genci çözüm diye ölümün kucağına atmamalıyız. Onları ölüme kurban etmemeliyiz. Yaşarken yaşayan ölüler haline getirmemeliyiz. Başlangıç noktası bu olmalı.Kanımca direnmek sadece yaşamla mümkündür. Yaşamı, yaşantı ile doldurabilmekte.***Ataol Behramoğlu’nun ‘Bu Yangın Yerinde’ diye bir şiiri var. Bir bölümünü sizlerle paylaşayım. (2 aylık şiir dergisi Yasakmeyve’nin Temmuz-Ağustos 2012 sayısında tümü mevcut)Toplanıyor ölü arkadaşlarHer biri bir yerden gelerekKiminin boynunda ilmeğiKimi kanını silerek.Kucaklıyor beni Metin Altıok.‘Aldırma’ diyor gülerek.‘Yaşamak görevdir bu yangın yerindeYaşamak, insan kalarak.’***Bayramınız kutlu olsun.
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Çocuk ve Mimarlık Çalışmaları Merkezi anlamlı işlere imza atıyor. Çocuklara ‘mimarlık ve kent farkındalığı’nın kazandırılması için yarışmalar düzenliyor. Bu yılki ‘Kentimi Okuyorum Çocuk Kitapları’ yarışmasında 3-6 yaş kategorisinde birinci olan eser elime ulaştı! Fuat Sevimay çocuklar için Haydarpaşa’yı seçmiş ve ‘Haydarpaşa İstanbullularındır’ demiş. Pek de iyi etmiş! Minik okurlara Haydarpaşa’nın kent dokusuyla iç içe geçmiş bir yapı olduğunu ve bunun ne kadar önemli olduğunu bir oyun gibi anlatmış. Desenlerse Ayşegül Sevimay’a ait. Yazar, bu güzelim garı, bahçesinde trenlerin dolup taştığı Haydar Paşa’nın evi olarak tasvir etmiş, İstanbul’a yeni gelenlerin denize baktığı bir ev olarak. İstanbul’da yaşayanların bu evi çok sevdiğini söylemiş. Bu ‘evin’ kentteki diğer tarihi eserlerle birlikte bir bütünlük oluşturduğunu belirtirken kentine ve yaşama sahip çıkan insanların kendilerine, hayallerine ve geleceklerine de sahip çıkabilecekleri mesajını vermiş.Elbette minik okurlardan önce bu ve benzeri ‘meselleri’ Ankaralı ‘büyüklere’ okutmak ve anlatmak gerekli! Ancak işin doğrusu onlar için biraz ‘geç’ kalındığını düşünüyorum çünkü yaşadığın mekânı insanlık adına koruma duygusunun, her eski binayı ‘iri’ otel yapma hülyasına takılmama halinin, dünyanın bir rant yeri değil ‘bütün canlılarıyla ortak bir yaşam alanı’ olduğu şeklindeki sorumlulukların insanlara 0-3, bilemediniz 0-6 yaş arasında daha kolay aşılanabildiğine inanıyorum. Bu gerçekleşemeyince bildiğiniz o bunaltıcı haller ortaya çıkıyor işte: ‘Ben haklıyım, ben bilirim, ben muazzamım, ben kural koyarım, burası benim alanım, ben şuyum, ben buyum.’ Kısacası, bir türlü büyüyememe, ömrünü sürekli bir ergenlik bunalımı halinde geçirme hali. Bu arada ergenlik çağını sürenler bana sakın kızmasın. Benim eleştirim onların yaşadıkları doğal süreçlere değil, doğal biçimde o süreci yaşayamamış, yaşayamadığı için hep bir yerlere takılı kalmış, dolayısıyla büyüyememiş bazı bunalımlı yaşlılara yönelik. Sürekli kızgın, sürekli karşısındakini suçlayan, hor gören, övülmekten başka yaşamda bir anlam bulamayan, eleştirilmeye tahammül edemeyen, iktidara tapan, devamlı atıp tutan, işine geldiği gibi yalan söyleyen bazı yaşlılar için benim söylediklerim. Yeri gelmişken bu tip ‘büyüklerin’ en büyük takıntısının da kendine benzemeyeceğini hissettiği ‘çocuklar ve gençler’ olduğunu belirtmekte yarar var. Bu yüzden sevgili gençlerimizden bir kez daha bu tür ‘yaşlıları’ anlamalarını, anlayamasalar bile mümkün olabildiğince onları hoş görmelerini rica ediyorum. Bilsinler ki yaşam takıntılarla değil keşiflerle güzel!Takıntı dedim de... Kim ne derse desin Haydarpaşa Garı’nın, yıllardır süren bir ‘iktidar’ çekişmesinin ağına düştüğü bir gerçek. En iyimser tahminle müze vb. bir şeyler yapılacak deniliyor. Zaman gösterecek ne olacağını. Umalım ki Fuat Sevimay’ın anlattığı türden masallar, başta gencecik okurların zihinlerinde başka kapılar aralasın ve böylesi bir mirasa sahip çıkmanın eski kafalılık değil, yaşamdan sorumlu insan olmakla özdeş bir denklem içerdiğini birçoğumuza yeniden hatırlatsın.Bazı binalar, rastlantısal yolculuklardaki insan sesleriyle dolunca ses verir. Haydarpaşa Garı’nın duvarları da bu sesler yankılandığında yaşar. Eğer amacımız onu kâr amacı gütmeden yaşatmaksa elbette.Haydarpaşa Garı, gar kimliğiyle İstanbul belleğinin canlı bir parçasıdır, bunu ‘unutmamamız’ dileğiyle...
Cezaevlerindeki açlık grevini endişeyle takip ediyorum. Yaşamın bu kadar kolay, bu kadar vazgeçilebilir olduğu bir coğrafyada yaşadığıma bir kez daha isyan ederek. ***Kasım’da ilginç bir film vizyona girecek. Ülkemizin utanç yüzlerinden biri olan F tipi cezaevlerine karşı gencecik insanların girdiği ölüm oruçlarının ‘serüveni’ni anlatan bir film bu. Birçok ödül kazanmış. Adı ‘Simurg’. 14 yıllık bir süreci anlatan, gerçek kişi, mekân ve olayların yer aldığı bir belgesel olduğu da söylenebilir. Filmi kotaranlar bunun ‘bir insan hakları’ hikâyesi olduğunu belirtiyor. Filmin kısacık tanıtım parçası bu insanların ‘tutulduğu’ Wernicke Korsakoff sendromunu yeniden düşünmemizi söylüyor. Beynin B1 vitamini eksikliğinden doğan bu hastalık, insanda ne geçmiş bırakıyor ne de gelecek. Şimdiki zamansa 3 yaşındaki bir çocuğun algısıyla yaşanan bir zamana dönüşüyor. Tetikleyici birçok nedeni olsa da ülkemizde neredeyse ölüm oruçlarıyla adı anılan bir hastalık. Demokrasi karnemizdeki bir leke olduğu da söylenebilir. Tarihimizde cezaevlerinde yaşanan utançlardan sadece biri bu. Cezaevine girenleri bir de cezaevinde ‘cezalandırmayı’ kendine şiar edinen sistemin o itici gerçeğinden sadece bir bölüm.Peki bu ve benzer olaylardan bir ders çıkardık mı toplum olarak dersiniz? Sanmıyorum. İnsanların insanlıktan çıkmasına pirim veren bu işleyişin gölgesi üzerimizde dururken cezaevlerinde yaşanan dramların sonu gelmediğine göre, hayır hâlâ aynı yerdeyiz; belki çok daha gerilerde! Kimimiz ‘oh olsun’ demekle meşgul, kimimiz ‘bana ne’ demekle. Oysa bu hepimizi ilgilendiren bir gerçek. Cezaevlerinde yaşananlar bir toplumun gerçek dinamiğini ele verir çünkü. Her şey bir yana cezaevindeki nice genç insanın, yaşananlar sonunda ‘suç ve suçsuzluk’ kavramlarıyla bambaşka bir yüzleşmeye girdiğini, yaşadığı karabasan yetmezmiş gibi yeni ifritlerle başa çıkmaya çalıştığını ve genellikle bunlara yenik düştüğünü biliyoruz. Yaşamın bu zalim gerçeğini genç omuzlarında bir de cezaevinde yaşamak onları tümden yitirmek anlamına geliyor. Burada hiçbir etnik farkı dillendirmiyorum, dillendirmeye gerek bile duymuyorum. Beni öncelikle onların ‘genç’ oluşları, her şeyin ‘çok’ başında oldukları ve onlara bir yaşam borçlu olduğumuz gerçeği ilgilendiriyor. Onlara yaşam borçluyuz, evet. Bu genç insanlara gençliklerini yaşatamadığımız, yanlış ve doğruların bedelinin ölüme giden yol değil, yaşama akan bir serüven olduğunu aktaramadığımız, anlatamadığımız, buna cesaret edemediğimiz, ezberlere, iktidar sözcüklerine, bahanelere sığındığımız için. Gerçek suçun bu olduğunu kabul edemediğimiz için belki de. Ne tuhaf değil mi, bu ülkede failler meçhul değil, meçhul olan genç insanlar. Asıl onların geleceği meçhul. Bunu ne zaman fark edebileceğiz dersiniz?***Kemal Tümerkan adlı okurum, Felix’in atlayışı ile ilgili ‘Uzaydan Dünyaya Bakmak’ adlı yazıma ilginç bir yorum getirmiş. ‘Ben daha da uzaktan dünyaya bakmaya çalışacağım’ diyor ve ‘Ütopya neden var?’ diye soruyor. Sorusunun yanıtını da vermiş. ‘Bir kişinin gücü, diğer insanların tümüne hükmetmeye yetmediği için.’ diyor. ‘Gücü yetmeyen insan madem gücüm yetmiyor, öyleyse taviz vereyim ama herkes de taviz versin der. Yüzde yüz güven mümkün olmadığı için insanlık tarihi bu gizli anlaşmanın dengeye gelme çabasıdır.’Kendisine bu yorumu için teşekkür ediyorum ve sormadan da edemiyorum: Yüzde yüz güveni ‘karşılıklı’ nasıl bulabiliriz? Peki ya sizler ne dersiniz?
Felix Baumgartner’in ‘nefes kesen’ dünyaya inişini izlediniz mi? Hiç kuşku yok ki sergilediği, insanlık için çok önemli bir gösteriydi. Sanırım insanlığın en büyük özlemlerinden birini gerçekleştiriyordu hepimiz için. Baumgartner soluk kesen o 5 dakikalık inişte bu özlemi bize, insanlığa bir kez daha hatırlattı sanki. Ama bir dakika! Aynı zamanda bilinçaltımızdaki bir melankoliyi de ateşlemiş olabilirdi onun bu ‘düşüşü’. Başta yerçekimi olmak üzere insanın dünyaya tutsaklığını hatırlatması anlamında bir kadersizliği de işaret ediyordu sanki bu ‘iniş’.Bu yüzden ben onun bu olağanüstü atlayışını değil, tam o küçük kapsülden aşağı, bize, dünyaya bakarkenki haline dair bir şeyler söylemek istiyorum. Avusturyalı paraşütçünün o kısa süreli duruşu için, orada, uzayın ortasında, dünyadan ‘çıkmış’, yerçekimine meydan okurkenki halinin insanlık için ne anlama gelebileceğine dair bir şeyler. Kısa süreli bir özgürlük anı diye de telaffuz edilebilecek bir 5-10 saniye.Bunları düşündüğüm sırada ülkemizin önde gelen edebiyat dergilerinden biri olan Notos’un kapak konusu olan ‘ütopya ve distopya’yı okuyordum ve sanırım böylesi bir düşüncenin içine tam da bu nedenle kolayca düşüverdim. Ta Platon’un Devlet’inden başlayıp, Thomas More’un aşırı idealize edilmiş olanı işaret ettiği Ütopya’sından günümüze kadar geldim. Günümüz sapkın arzulardan oluşan bir kapitalist ütopyanın ta kendisiydi. Margaret Atwood’un ifadesiyle söyleyecek olursak ‘harcagitsincilik’in içine düştüğümüz bir zaman dilimindeydik. Her şey ama her şey harcanabilirdi. Kısacası bu bir tür distopyaydı.Belki bu yüzden Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında bizlerle paylaştığı bu türden bir distopyayı, başka bir deyişle söyleyecek olursak elektrikle aydınlatılan kuleler, asetat ve imitasyon deriyle kaplanmış gündelik yaşam, yapay müzikle donatılmış bir dünya içine sıkışmış insanlığın yazgısını zaman tanımaz bir kader ağı içerisinde takip ederken Baumgartner’e rastladım! Sonrası da geldi elbette. George Orwell’in distopyasında, o görkemli 1984’ünde işaret ettikleriyle yola devam ettim. Bu anlamda dünya gerçekten bir cehennemdi, otoriter yapıların hüküm süreceği bir kâbus! Tıpkı Margaret Atwood’un distopyası, Damızlık Kızın Öyküsü’nde olduğu gibi. Totaliter ve teokratik bir yapıda kadınların erkeklerin buyruğu altında nasıl birer damızlığa dönüştürüldüğünü, doğurmanın delicesine teşvik edildiği ve değerli görüldüğü o korkunç dünyayı ne acayip bir dille anlatmıştır Atwood! Ya Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’indeki gibi kitapların cezalandırıldığı, yakılıp imha edildiği bir dünyaya ne dersiniz? Kafka’nın Dava’sına? Şato’suna? William Golding’in Sineklerin Tanrısı’na?Yine de Felix Baumgartner’in ‘düştüğü’ dünyanın üç aşağı beş yukarı böyle bir dünya olduğunu bilmek, insanlık adına atılan bu ‘dev’ adıma gölge düşürmemeli. Ancak arka plandaki felsefi boyutta bu düşüşün bir insanlık yazgısı olduğunu da akılda tutmalı. Bu yüzden Baumgartner’in inişe geçmeden önceki duruşunu yaşadığımız keşmekeşin tek çıkış yolu olarak hayal etmek istedim. Bunun içinse hepimizin dünyaya dışardan bakabilecek bir bakış açısının olmasını dilemekten başka çare bulamadım.(Yine Notos’ta, ‘gerçek ütopya’yı tek çıkış yolu olarak gördüğümüzde, bugün ihtiyacımız olana erişebileceğimizi düşünen Slavoj Zizek’e de bakmanızı öneririm.)
13 Ekim günü yazdığım yazıya bir okurumuz ilginç bir yorum getirmiş. Yazıda ifade etmiş olduğum, çocuklarımızı ve gençlerimizi kitap okumaya nasıl yönlendirebileceğimiz sorusunun ‘önemli’ değil, ‘en önemli konumuz’ olduğunu söylüyor.Haklı.Okurumuz benim sözünü ettiğim ‘edebiyat okuru olmak’ hususunu ilk etapta okuryazar insan olmak biçiminde ele almış ve kanayan yaramıza parmak basmış. Sizinle paylaşayım satırlarını:‘Eğer bir öğrenci bırakın okumayı, güzel okuyamıyorsa, yani anlamlı okuyamadığından, okuduğunu tam anlayamıyor ve algılayamıyorsa başta matematik olmak üzere hiçbir derste başarılı olamaz. Okuduğunu anlayamaz ise anlatma yeteneği ve kendini ifade kabiliyeti gelişemez.’Ben okurumuzun neden ‘matematik’ üzerinde yoğunlaştığını tahmin ediyor ve dediklerine bir parça ekleme yapmak istiyorum. Ülkemizdeki ‘matematik dersi’ algısı da sorunlu, bunu biliyoruz. Sadece sayıları toplayıp çıkarma değildir matematik. Analitik düşünebilmenin yolunu açan bir pusuladır da. Sınavlar, sınavlardan elde edilecek sonuçlar çok önemlidir de düşünmenin yolunun matematikle açılabileceği, düşünme ile matematiğin birbirini destekleyen karşılıklı aynalar olabileceği pek de umurumuzda değildir. İşin tuhafı bunu ne matematik hocaları önemser ne de diğer derslerin hocaları. ‘Edebiyat çok sıkı bir matematiksel ağdır’ dediğim zaman çoğu insanın yüzünde tuhaf bir soru işareti belirmesinin nedeni budur belki de. Yaşamlar akar, öğrenciler büyür, öğretmenler değişir. Ancak değişmeyen çok önemli bir şey vardır: Böyle gelmiş böyle gider kanısı! Her şeyin ayrı ayrı önemli ama aynı zamanda bütünün bir parçası olabileceği fikri müfredatın gri yüzünde boğulup gider ve ezber denilen canavar hemen her seferinde kazanır!Öte yandan çocuklarımızı, gençlerimizi çok dilli yapmak isteriz, çağı yakalamanın bu olduğuna inanırız. Ancak anadilini kavrayamayan, o dilde okuyup, yazmayı ve düşünmeyi öğrenemeyen bir zihin için öteki dillerin anlamı da anadildeki eğitim ‘kadar’ kalmaya mahkumdur. Sıfatların, zarfların, yüklemlerin anlamı altı kırmızılarla çizilen ‘bu sıfattır, bu zarftır, bu da yüklemdir’ işaretlerinden ibaret tanımlar değildir. Onlar yaşar! Sıfatlar, kullanılan bütün isimlerin zenginleşmesine, genişlemesine, çoğalmasına eşlik eder; zarflarsa yüklemleri çoğaltır. Bu nedir peki? Zenginleşmedir elbette. Dilin zenginleşmesi ise düşüncenin zenginleşmesi ve derinleşmesi, daha çok insanla buluşabilmeniz, daha çok yaraya daha çok merhem olmanız demektir. Dilin denklemini ve matematikselliğini kavrayabilmek insanın kendini anlatması ve ifade etmesinde paha biçilmez bir genişlik sağlar.Bunun reçetesi ise okumak, daha çok okumak ve düşünmekten geçiyor. Bunu pekiştirecek öğretmen kadrolarına çok ihtiyacımız var. Dahası işlevsel kütüphanelere! Bu yüzden bu tür yazılarımda kütüphanelerin paha biçilmez önemini her seferinde vurguluyorum ve bu işe gönül vermiş olan okurlarımızdan çok sayıda mektup alıyorum. Hemen hepsinin şikayeti ve dertleri ortak. Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu konuda çok az yol kat ettiğini söylüyorlar!Kendini anlatma ve ifade etme yeteneğinden yoksun olan insanların oluşturduğu bir toplum çok kolay sürüklenir.Bizler o sürüklenen toplumlardan olmayalım. En azından gençlerimiz bu yolun yolcusu olmasın. Önce okuryazar bireyler, sonra okur, sonra belki yazar, ama en önemlisi kendilerine, yaşama, dünyaya ve sevgiye açık insanlardan olsunlar.