Uzaydan dünyaya bakmak

Haberin Devamı

Felix Baumgartner’in ‘nefes kesen’ dünyaya inişini izlediniz mi? Hiç kuşku yok ki sergilediği, insanlık için çok önemli bir gösteriydi. Sanırım insanlığın en büyük özlemlerinden birini gerçekleştiriyordu hepimiz için. Baumgartner soluk kesen o 5 dakikalık inişte bu özlemi bize, insanlığa bir kez daha hatırlattı sanki. Ama bir dakika! Aynı zamanda bilinçaltımızdaki bir melankoliyi de ateşlemiş olabilirdi onun bu ‘düşüşü’. Başta yerçekimi olmak üzere insanın dünyaya tutsaklığını hatırlatması anlamında bir kadersizliği de işaret ediyordu sanki bu ‘iniş’.

Bu yüzden ben onun bu olağanüstü atlayışını değil, tam o küçük kapsülden aşağı, bize, dünyaya bakarkenki haline dair bir şeyler söylemek istiyorum. Avusturyalı paraşütçünün o kısa süreli duruşu için, orada, uzayın ortasında, dünyadan ‘çıkmış’, yerçekimine meydan okurkenki halinin insanlık için ne anlama gelebileceğine dair bir şeyler. Kısa süreli bir özgürlük anı diye de telaffuz edilebilecek bir 5-10 saniye.

Bunları düşündüğüm sırada ülkemizin önde gelen edebiyat dergilerinden biri olan Notos’un kapak konusu olan ‘ütopya ve distopya’yı okuyordum ve sanırım böylesi bir düşüncenin içine tam da bu nedenle kolayca düşüverdim. Ta Platon’un Devlet’inden başlayıp, Thomas More’un aşırı idealize edilmiş olanı işaret ettiği Ütopya’sından günümüze kadar geldim. Günümüz sapkın arzulardan oluşan bir kapitalist ütopyanın ta kendisiydi. Margaret Atwood’un ifadesiyle söyleyecek olursak ‘harcagitsincilik’in içine düştüğümüz bir zaman dilimindeydik. Her şey ama her şey harcanabilirdi. Kısacası bu bir tür distopyaydı.

Belki bu yüzden Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında bizlerle paylaştığı bu türden bir distopyayı, başka bir deyişle söyleyecek olursak elektrikle aydınlatılan kuleler, asetat ve imitasyon deriyle kaplanmış gündelik yaşam, yapay müzikle donatılmış bir dünya içine sıkışmış insanlığın yazgısını zaman tanımaz bir kader ağı içerisinde takip ederken Baumgartner’e rastladım! Sonrası da geldi elbette. George Orwell’in distopyasında, o görkemli 1984’ünde işaret ettikleriyle yola devam ettim. Bu anlamda dünya gerçekten bir cehennemdi, otoriter yapıların hüküm süreceği bir kâbus! Tıpkı Margaret Atwood’un distopyası, Damızlık Kızın Öyküsü’nde olduğu gibi. Totaliter ve teokratik bir yapıda kadınların erkeklerin buyruğu altında nasıl birer damızlığa dönüştürüldüğünü, doğurmanın delicesine teşvik edildiği ve değerli görüldüğü o korkunç dünyayı ne acayip bir dille anlatmıştır Atwood! Ya Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’indeki gibi kitapların cezalandırıldığı, yakılıp imha edildiği bir dünyaya ne dersiniz? Kafka’nın Dava’sına? Şato’suna? William Golding’in Sineklerin Tanrısı’na?

Yine de Felix Baumgartner’in ‘düştüğü’ dünyanın üç aşağı beş yukarı böyle bir dünya olduğunu bilmek, insanlık adına atılan bu ‘dev’ adıma gölge düşürmemeli. Ancak arka plandaki felsefi boyutta bu düşüşün bir insanlık yazgısı olduğunu da akılda tutmalı. Bu yüzden Baumgartner’in inişe geçmeden önceki duruşunu yaşadığımız keşmekeşin tek çıkış yolu olarak hayal etmek istedim. Bunun içinse hepimizin dünyaya dışardan bakabilecek bir bakış açısının olmasını dilemekten başka çare bulamadım.

(Yine Notos’ta, ‘gerçek ütopya’yı tek çıkış yolu olarak gördüğümüzde, bugün ihtiyacımız olana erişebileceğimizi düşünen Slavoj Zizek’e de bakmanızı öneririm.)

DİĞER YENİ YAZILAR