Ordu edebiyatla çok daha güzel

12 Ekim 2012

Kurşuni bir denize yaslanmış, yeşili göz kamaştıran bir rüyanın içine dalmıştım sanki. Canlı bir tablo gibiydi Karadeniz. Beni kocaman bir ‘Pikap’la havaalanına bırakan İlyas Bey, sabahtan beri bir yağıp bir duran yağmurun ve ilginç bir sohbetin içinden geçerken ‘her rengin bir yaşı var’ deyiverdi. İnsan ömrünün sınırlılığı anlamında elbette haklıydı. Ancak iş Karadeniz olunca rengin sınır tanımazlığı ya da sonsuzluk hissi diye de bir şey vardı. Aralık pencereden içeri atıştıran yağmurun deniz üzerindeki hali de bunu söylüyordu zaten. Yaş ya da zaman dinlemeden, renklerin hepsini yutup, hepsini yansıtarak öylece karşımda duruyordu o engin su parçası. Çok tanıdık bir duyguydu bu. Ne tuhaf, kısa bir süre sonra zihnimdeki edebiyatın tanımının da bu olduğunu fark ettim. Yaşamdan çok ötede, buna rağmen mucizevi bir çelişkiyle yaşamla iç içe; yaşamı aşan, aşkın bambaşka bir denizdi edebiyat.***10-14 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen 3. Uluslararası Edebiyat Festivali için Ordu’daydım. Kentte tek bir gün kalabilsem de orada olmaktan çok mutlu oldum. Bir kere olağanüstü güzellikte bir kent, ikincisi, Ordu’da artık bir ‘Yazarlar Evi’ var. Bu da çok yakın bir zamanda Doğu Karadeniz’in edebiyat ve sanat anlamında bambaşka açılımlara sahne olacağı anlamına geliyor. Buluşmalar, toplantılar, çıkacak dergiler, uluslararası kültürel bir hareketlilik, yerelliğin aşılması, farklı kimliklerin bir araya gelmesi ve daha neler neler...Festivale ev sahipliği yapan belediyeyi içtenlikle kutluyorum ve ülkemizdeki diğer belediyelere öncülük edebilecekleri (umudu) için teşekkür ediyorum. Kültürün bu kadar yok sayıldığı bir ortamda dünyanın birçok ülkesinden bu kadar yazarı ve şairi toplamak, bir araya getirmek kolay iş değil, ancak şunu da görüyoruz ki ‘demek ki isteyince oluyor!’Katıldığım toplantıda (konuşmacı sayısının çokluğundan ötürü moderatörümüz Üstün Akmen’in deyişiyle söyleyecek olursam ‘butik panel’de) birçok meslektaşım öykü ve romanın ne anlama geldiğini anlattı. Bir kısmımız ise salondaki genç nüfusa yönelik konuşmalar yaptık. Bunların başında gençleri okumaya nasıl yönlendirebileceğimiz konusu elbette çok önemliydi. Türkiye’nin ve dünyanın içinden geçtiği yeni ‘dünyalılığımıza’ nasıl ayak uydurabileceğimiz, bunların kurguya nasıl yansıyabileceği, bu anlamda geçmişten nasıl ders çıkarabileceğimiz... Kısacası kendi içimizdeki sonsuzluğu nasıl yakalayabileceğimiz. Bu sonsuzluk fikrini gençlerle buluşturmanın bir yolu olmalıydı. Olmalıydı da nasıl? Örneğin, okumanın en başındaki genç bir kitleye ağır klasiklerin okutulması pek de parlak bir yöntem sayılmazdı.Salondaki bir edebiyat öğretmeni müfredattan, bu müfredatın dayattığı kitaplardan, sene sonundaki sınavlarda bu kitaplarla ilgili çıkan sorulardan bahsetti. Bu yüzden ellerinin kollarının bağlı olduğunu, çocukların çok daha ilgisini çekebilecek çağdaş edebiyatı zamansızlıktan izleyemediklerini belirtti ve böylelikle çok önemli bir konuya daha parmak basmış oldu.Hiç kuşku yok ki gençlerimiz için daha yaratıcı olanı bulmamız gerekiyor çünkü iyi edebiyat için ‘iyi edebiyat okuru’ ha deyince olmuyor! Buna ciddi emek harcamak gerekli. Bu ise Milli Eğitim Bakanlığı’nın listesiyle olacak gibi değil! Dahası biz yetişkinler için çok çarpıcı olabilirler ama 13-14 yaşlarındaki gençler için klasikler bir işkence anlamına gelebilir. Denizi saran bir ufuktan bahsediyoruz bahsetmesine ama yüzmeyi öğretmeden denize atıveriyoruz onları ve ‘yüz’ diyoruz. Olacak iş değil! Sırası gelmişken söyleyeyim: Milli Eğitim Bakanlığı’nın şu okuma listesi takıntısından vazgeçmesi çok hayırlı olacak!Diyeceksiniz ki herkesin ufku kendine! Doğrudur. Ancak konu kitap, edebiyat, sanatsa o ufku yakalayabilmek için kültürel bağların çok kuvvetli olması gerekiyor. Bunu da yapacak olan korku, çelişki ve öfkeden beslenen siyasi manevralar, bu manevraların insanları güruh gibi gören sıradanlıkları değil, olsa olsa insanı ve yaşamı işaret eden sanat yapıtlarının bizlere fısıldadıklarıdır.Ordu’dan böylesi bir ufukla ayrıldım işte.

Devamını Oku

Monet Zamanı

11 Ekim 2012

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi Ocak ayına kadar Monet’nin yapıtlarını ağırlıyor: Monet’nin Bahçesi. İzlenimci akımın öncü ressamlarından biri olan Claude Monet, yaşamının önemli bir bölümünü geçirdiği bahçesinin tuale yansıyan renkleriyle bizleri bekliyor. İstanbul’da yaşıyorsanız ya da yolunuz bu kente düştüyse mavi ve sarı zambaklı, morsalkımlı, süsenli, salkımsöğütlü, nilüferli bu yolculuğa, hiç durmayın çıkın derim!Emirgan’ın denizle buluştuğu o güzelim müze bahçesinin içerisinden geçip Monet’nin dünyasına dalmak birçok şeyi farklı kılabilir. Özellikle onun nilüferlerine bakmanızı öneririm. O tablolarda sanatçının Uzakdoğu felsefesini haklı çıkarır tutumunu fark edebilirsiniz. Besbelli nilüferler, onların suya vuran yansımaları Monet’nin zihninde yaşamlarımızdaki asıl gerçekliğin de tanımı olmuş. Zıtlıkların güzelliğiyle tablolarda yer bulan renk almaşıklığı, desenlerin küçük ve büyüklükleri, bütünsellikleri ve ayrıntıdaki halleriyle evrenin küçük bir örneği gibi. Her şey orada! Anlaşılır olanı ve olmayanıyla, tanımlanabilir ve tanımlanamazlığıyla, her şey! Kısaca yaşamın ta kendisi gibi...NilüferlerMonet, bu nilüferleri Avrupa savaş cehennemine düştüğü zaman resmetmeye başladı. Bu büyük savrulmanın elbette farkındaydı. Seine Vadisi’ndeki kutsal sığınağının, yani Giverny’deki o güzelim bahçesinin de her an bombalanabileceğini biliyordu. Tüm bunlara rağmen evinde kaldı ve resim yapmaya devam etti. Her yeri sarmış olan ölüm kokusuna rağmen o yaşamın resmini, nilüferlerini çizmeye devam etti. Kobalt, lacivert, mor, parlak kırmızı, toprak rengi, turuncu ve yeşilin her tonuyla anlattı onları... Ve sarıyla, ve hatta beyazla. Suyun ayna halini evrenin kendisi sayarak, ısrarla tasarladı ve resmetti. Nilüferli gölete düşen gölgeleri, o gölgelerle belirginleşen salkımsöğütün yapraklarını, o düşeyliği, dolayısıyla dünyayı, dünyalılığı anlatmak istercesine boyaların gizemine, renk dünyasına daldı.Sergiyi gezerken Monet’nin aslında gerçekçi bir ressam olduğunu anlıyorsunuz. Ancak seyreden gözü büyüleyen bambaşka bir husus var. O da sanatçının doğaya duyduğu derin aşkı, onun rengi ve ahengiyle değil, kendi renk anlayışı ve ruhundaki ahenkle aksettirmiş olması. Dolayısıyla neredeyse aynı sahnelerin tablolarına bakarken sadece doğanın içinde değil, bir rüyanın içinde de geziniyor olduğunuz kanısına kapılabilirsiniz. Ya da bir insan ruhunun girdaplarında, o girdapların arasında kendine yer bulan hüzün, küçük mutluluklar, an içerisindeki farkındalıklar, esinler, savrulmalar arasında... Kim bilir! Bu yüzden tablolardan birinde kendinize rastlarsanız sakın şaşırmayın!Monet, izlenimlerimizi farklılaştırmak için motiflerini çeşitlendirmeye ya da sahneleri değiştirmeye gerek duymamış büyük bir ressam. Onun her fırça darbesi aynı sahneler için farklı bir ifade yaratmaya yetiyor. Bu ise çok iyi bir buluşma demek! Claude Monet’nin İstanbul’daki konukluğunda Giverny Bahçesi’ndeki evinin, bahçe manzaralarının, nilüferlerin ve Japon köprüsünün tablolarını bulabilirsiniz. Bunların yanı sıra, ünlü ‘Argenteuil Yakınlarındaki Yürüyüş’ tablosunu, Renoir imzalı Monet ve eşi Camille’in portrelerini de... Monet’in Bahçesi sergisi Pazartesi hariç her gün 20:00’ye kadar ziyaret edilebilir.

Devamını Oku

Edebiyat ve eğitim buluşabilir mi?

7 Ekim 2012

6 Ekim Cumartesi günü Kadir Has Üniversitesi’nde öğretmen, öğrenci, yazar, akademisyen ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan uzmanların yoğun katılımıyla gerçekleşen bir toplantıdaydım. Zeynep Cemali’nin değerli anısına ithaf edilen ve Günışığı Kitaplığı tarafından düzenlenen ‘Zeynep Cemali Edebiyat Günü’nün sabahki bölümünde eğitim üzerine yoğunlaştık. Öğleden sonra ise edebiyatın gençlikle kurabileceği bağlar tartışıldı.Günün en ilginç oturumlarından biri 4+4+4’ün tartışıldığı buluşmaydı. Yaşamını eğitimin kalitesi ve akademik özgürlük konularına adamış, Boğaziçi Üniversitesi eski rektörü Prof. Üstün Ergüder bizlerle ilginç veriler paylaştı. Asıl sorunumuzun geldiğimizden çok varacağımız yer olduğunun, varılacak bu yerinse tornadan çıkma insanlar yerine yaratıcı bireyler yetiştirmekle mümkün olabileceğinin altını çizdi. Teknolojik olarak çok önemli adımlar atmamız gerektiğini söylerken, yıllar önce Kore’yle karşılaştırılan Türkiye’nin bugün özellikle teknoloji anlamında bu ülkenin çok gerisinde kaldığına değindi. Teknolojiyle ilgili olan okurlarım Samsung’un Güney Kore imzası taşıdığını ve bugün Apple ile yarıştığını zaten biliyordur. Bu yüzden Üstün Hoca’nın ‘artık yaratma aşamasına geçmemiz lazım’ derken neyi ifade ettiğini de çok net fark edeceklerdir. Bu arada Üstün Hoca’nın yaratıcı bireyler konusunda işaret ettiği hususlar arasında edebiyatın en ön sırada yer aldığına dikkat çekmek isterim. Onun sözleriyle aktarayım: ‘Edebiyatı bilmekle kalmıyorsunuz. Onunla düşünüyorsunuz. Düşünen insansa, yaratıcı olur.’ Ancak bu aşamada çok önemli başka bir sorunumuz vardı: ‘Öğrencilerimiz okulu sevmiyor!’Tam da bu gerçeğe işaret ederken Talim Terbiye’den aldığı verileri bizlerle paylaştı hocamız. O verilerde açığa çıkanlar, çocuklarımızın ve gençlerimizin neden okulu sevemediğini de anlatıyordu aslında. Bazı hususları sizinle paylaşayım: Yurtdışındaki ülkelerde okullarda yıllık sanat eğitimi ortalama 424 saatken, Türkiye’de sadece 240 saat. Bu 240 saatin nasıl kullanıldığı da bir muamma elbette! Beden Eğitimi dünyada yıllık olarak 349 saatken, Türkiye’de 168 saat. Seçimlik dersler Türkiye’de son derece sınırlı ve kısır bir tablo çizerken, dünyada o listede ‘yok yok’. Dönem sayısı dünyada 3-4 iken, bizde sadece 2 dönemle sınırlı. Bu da çocuğun çok yorulması ve nefessiz kalması anlamına geliyor!Bu arada kütüphaneler konusunun gündeme geldiğini söylememe bile gerek yok. Öğrencilerimize kütüphane sevgisini aşılayamamış bir toplumuz, ne yazık ki! Okullarımızda kütüphaneler olsa bile bunlar asıl işlevlerini yerine getirmiyor, öğrencilerimize okuma, dolayısıyla yaşamı keşfetme kapısını aralamaktan uzak.4+4+4 sistemiyle bile tüm bunların hayata geçirilebileceğini söyledi Üstün Ergüder. ‘Uğraşmak lazım’ dedi, ‘konuşmak lazım, kayaya vuran dalga gibi inat etmek lazım.’Evet. Cevap buydu galiba. İnat etmek. Eğitimdeki bürokrasiyi hafifletebilmek, tek tipliğin hiçbir şeyi çözmeyeceğini ısrarla anlatmak, iyi ve donanımlı insanları yetiştirebilmenin en önemli yolunun kaliteli bir eğitimden geçtiğini, böylesi bir eğitiminse kitapla, sanatla ve yaşamla kuracağı bağla temellenebileceğini, eğitimin iktidarların oyuncağı olamayacak kadar ciddi ve hayati bir mesele olduğunu bıkıp usanmadan söylemek, söylemek, söylemek...***Günün sonunda ise Zeynep Cemali öykü yarışması ödülleri sahiplerini buldu. Türkiye’deki bütün ilköğretim okullarına açık yarışmanın bu seneki teması hoşgörüydü. Kazananların adları ise sırayla şöyleydi: Beyza Nur Muslu, Bilge Arslan ve Ceren Kuran. Hoşgörüye çok ihtiyacımız olduğu günlerden geçerken öğrencilerimizi ve öğretmenlerini bir kez daha kutluyorum.

Devamını Oku

Barış için tezkere

5 Ekim 2012

Suriye için Meclis’ten çıkan tezkere kimilerini mutlu etmiş olabilir. Onlara göre Suriye’ye Hanya’yı Konya’yı anlatma zamanı gelmiş de geçiyordu. Tıpkı Başbakan ve kurmayları gibi düşünüyor olmalılar.Ancak bunları düşünürken aylardır Suriye’yi kimin, ne şekilde kaşıdığı konusunda fikir yürüttüklerinden şüpheliyim.CNN Türk muhabirinin Akçakale’deki vatandaşlarla yaptığı röportajı izlemişsinizdir. Sınırın dibindeki Akçakale’de bir aydan beri ‘savaşın’ devam ettiğini söylüyor Akçakaleliler. Muhabirin konuyu değiştirme çabasına karşın ‘Bu savaş Suriye’nin değil Türkiye’nin savaşıdır’ diyorlar ve bu işten Ankara’nın sorumlu olduğunu belirtiyorlar. Aynı CNN’nin Eylül ayında yaptığı bir başka yayında okulların kapalı olduğu, Akçakaleliler’in işlerine gidemediği anlatılıyordu. Akçakaleliler korktuklarını açıkça ifade ediyorlar, güvenlik güçlerine önlem alınmasını söylüyorlardı. Akçakale Belediye Başkanı ‘her şey kontrolümüz altında, merak edecek bir şey yok’ diye basına demeç verirken bile savaşın rengi ve sesi vardı ekranlarda.Kısacası Akçakale günlerdir yüksek sesle telaffuz edilmeyen bir savaşın içindeydi zaten. Şimdi ‘nayır n’olmaz, gururumuz, onurumuz!’ diye Meclis’ten tezkere çıkaranların o ‘gurur’la neyi ifade etmek istediklerini anlamak bu yüzden çok zor (ya da benim zoruma gidiyor, hadi öyle söyleyeyim!). Aylardır sınırın ardına kadar açık tutulması, rejime muhalif Suriyeliler’in sürekli Türkiye’ye girip çıkması konusundaki hareketlilik neydi o halde? Suriye’ye demokrasi götürüyorduk, öyle mi? Şimdi ise bu uğurda nur topu gibi özgürlük ve barış vaadi sunan bir tezkeremiz bile var. Daha ne isteyebiliriz! Ah, elbette savaşı!Ancak hatırlamak ve hatırlatmakta fayda var: Ölümü işaret eden talihsiz, geleceksiz, yaşamsız bir doğumdur savaş. Başlamadan biten hayatların kısa tarihi ondan sorulur. Bu tarihe imza atanlar bunun kefaretini er ya da geç ödemek durumunda kalacaklardır.Gönül isterdi ki tezkerenin geçmesine imza atanlar oturdukları rahat deri koltuklarında bu tezkerenin kaç cana mal olabileceğini hesaplayabilsinler. Akçakale’deki yitip giden canları gerçekten önemsiyor olabilsinler. İğneyi kendilerine çuvaldızı başkalarına batırabilsinler. Bu konuda kendilerini ve kamuoyunu aldatmaktan vazgeçebilsinler...Hiç değilse insan yaşamı söz konusu olduğunda yalan söylemeyi bırakabilsinler. Her şeyin iktidarın o donuk sesinden ibaret olmadığını fark edebilsinler...Ama sanırım bunları fark edebilmiş olsalardı tezkereye ‘evet’ demez, diyemezlerdi. Kendilerinden bekleneni yaptılar. Tebrikler! Örgütlü yalan böyle bir yapışkanlıktır çünkü.Tezkereye hayır diyenlere ise şükranlarımı iletiyorum.

Devamını Oku

Halil Savda’nın Uzun Yürüyüşü

3 Ekim 2012

Uludere’den (Roboski) yola çıktıHalil Savda.Kanın renginin sonbahardaki günbatımıyla karıştırıldığı, belki de bu yüzden dökülen kanların pek doğal sayıldığı hezeyanlı zamanlardan birinde, sakin ve kararlı bir biçimde yollara düştü. Söylenişiyle dile pelesenk ama anlamıyla zihinlerimizdeki karşılığı bir muamma olan ‘barış’ı yegâne tanımıyla hatırlatmak içindi bu çabası. Barış: Karşılıklı anlayış ve hoşgörü demektir... Nokta. Yol boyunca ona eşlik edenlerle birlikte, geçtiği yerlerde ‘savaşmamanın’ mümkün olabildiğinin mesajını verdi. Her iki taraf için de dökülen kanın hiç kimsenin işine yaramayacağını anlatarak Osmaniye’ye kadar tam 700 kilometre yol katetti.Neden Osmaniye?Halil Savda ve ona eşlik eden ekip, insan için olduğu kadar insanlık için de çetrefil ve cesur olan bu uzun yürüyüşte, kısacası Uludere’den Ankara’ya uzanan yolda, Osmaniye’de durduruldu. Osmaniye Emniyet Müdürlüğü’nden polisler, Osmaniye Valisi Celalettin Cerrah’ın emriyle ‘Osmaniye’deki hassasiyetleri’ ileri sürerek beş saat boyunca ekibi kelepçeleyerek bekletti. Ardından Ceyhan otoban gişelerine götürülüp Adana’daki görevli polis memurlarına teslim edildiler. Ekip, gözaltına alınmaları sırasında darp edildi, yerlerde sürüklendi.Eski İstanbul Emniyet Müdürü olan Cerrah’ın İstanbul’daki faaliyetlerini bilen bilir. Gösterilerde polisin gösterdiği aşırı şiddetin ardındaki isimdi. Polisin yetkisinin halkı şiddetle bastırmak için değil, korumak için olduğunu bir türlü ‘hatırlayamayan’ kişiydi. Anlaşılan Osmaniye’deki günlerinde de bu net gerçeği hatırlamamaya ısrarla devam ediyor. Osmaniye’deki ‘hassasiyetler’ için gösterilecek çaba barış yürüyüşçülerini gözaltına almak, onlara şiddet uygulamak değil, bu hassasiyetlere neden olan gerçekleri iyileştirmekten, onarmaktan, sapla samanı birbirinden ayırmaktan geçiyordu. Kaldı ki söz konusu hassasiyetler varsa ve önlenemiyorsa, bu konuda asıl korunacak kişiler Halil Savda ve arkadaşlarıydı! Kısacası profesyonel ve sağduyulu bir emniyet ekibinden beklenilenler... Ancak böyle olmadı. Hiç gerekmediği halde yine şiddet ön plana çıktı. Osmaniye’de yaşananlar, ekibi teslim alan Adana polisini bile şaşırtmış. Gerisini düşünün artık.Yaşanan bu nahoşluğa rağmen ekibin tekrar yola çıktığını, uzun yürüyüşüne kaldığı yerden devam ettiğini bilmek umut verici. Ancak bu yeterli değil. Özellikle ulusal medyanın bu yürüyüşe sahip çıkması ve bu yürüyüşün kaderlerimizde ne anlama geldiğinin halka iletilmesi gerekiyor. Barış, barışı kuru kuru istemekle, dilemekle gelmiyor çünkü. Onun için mücadele etmek gerekiyor. Böylesi bir mücadeleyi de herkes kendi çapında vermeli, vermek durumunda.Görsel olarak ‘her şey ama her şey burada olmalı’ denilen bir sünnet düğününü andıran AKP Kongresi’nde daldan dala atlanılan şiirlerin yarattığı ‘duygusallık’ esnasında temenni edilen barışın aslında siyasi olarak ne anlama geldiğini zaten biliyoruz. Gerçekten bilmek istediklerimiz ise böylesi bir sünnet düğünü şatafatının ötesindedir ve özlemini çektiğimiz bu ülkedeki her insanın yaşamının kıymetini gerçekten vicdanıyla umursayan, önemseyen ve düşünen kadrolardır.Ülkedeki Kürt sorunu sürekli kanayarak her iki taraftan gençleri yutmaya devam ederken, yaşadıklarımız kavga, gürültü, silahlar, operasyonlar, husumet ve kargaşadan ibaretken, şiddet bir yaşama biçimine dönüştürülmüşken bile, evet özlediğimiz tek şey barış ve bu barışı hoşgörüyle inşa edecek vicdanlı, sağduyulu insanlardır.İşte böyle bir zamanda, 30 gündür yürüyor Halil Savda ve arkadaşları barış için.Yollar, ezberlerin ve dayatılanların tersine yürünerek aşınır.

Devamını Oku

Ey Özgürlük!

1 Ekim 2012

Fransız şair Paul Eluard zamanında pek güzel yazmış:Okulda defterimeSırama ağaçlaraYazarım adınıOkunmuş yapraklaraBembeyaz sayfalaraYazarım adınıYaldızlı imgelereToplara tüfeklereKralların tacınaEn güzel gecelereGünün ak ekmeğineYazarım adını...Günümüzde özgürlük insanların sahip olabileceği, yaşamla özdeşleşebilecek bir pratik gibi değil, bazılarının bazıları için tasarladığı mekanik bir dünya gibi yaşanıyor. Kimileri kimileri için formüller üretiyor, işin ABC’si budur diyor, sağa sola ayarlar veriyor. Sanki üzerine vazifeymiş gibi bu muhteşem ayarları da büyük bir ketumlukla gerçekleştiriyor. Azar azar, serumdan inen şifalı kanmış gibi. Ardından da zafer işareti yaparak bu tuhaf ‘eylemsizliğin’ adını koyuyor: ‘Bakın işte bu özgürlüktür!’.AKP kongresinde bazı gazetelere akreditasyon verilmemesi bana bu gerçeği yeniden hatırlattı. Bu duruma pek şaşırmadığımı görünce ise paniğe kapıldım. Buna alışmamak lazım! Ardından kendilerine akreditasyon verilen gazetelerin durumunu düşündüm. Sevinmeliler mi, üzülmeliler mi? İşlerini yapacaklar, bu açıdan sevinmeliler. Ancak kendilerine onay verilmeyen yayın organlarının bu ülkede basın özgürlüğüne yönelik bir hak ihlaline uğradığını da fark etmek durumundalar. Bunun bütün yayın organlarına yönelik bir hak ihlali olduğunu görmeli ve bu sorunu atlamamalılar... Sonuçta halkın haber alma özgürlüğüne yönelik bir engellemedir bu. Aralarında Birgün, Sözcü, Cumhuriyet gibi gazetelerin olduğu hükümete ‘muhalif’ konumundaki gazetelere getirilen böylesi bir engelleme kim ne derse desin artık tek bir gerçekle haşır neşir olduğumuzu gösteriyor. İktidarın sesinin tek bir ‘hakikate’ saplanıp kalışına! Saplanıp kalırken buna ‘özgürlük’ demekte diretmesine. Tek bir bakış açısının hem Türkiye’yi hem de dünyayı özgürleştiremeyeceğini anlamamakta direten bir ufuksuzluk demek bu ve hepimizin kaybedeceği bir gelecek anlamına geliyor.Dünya dediğimiz farklı bakış açılarının özgürce konuşulabildiği, bu konuşulanlarla onu yeniden keşfedip üretebildiğimiz, keşfettikçe yeni eylemlerde bulunabildiğimiz bir buluşma alanıdır. Ortak bir dünyayı ancak böyle yaratabiliriz. Eğer aranılan buysa, elbette. Aradığımız gerçek anlamda özgürlük ve özgürleşmeyse... Ki bunun o eşsiz yolu çokseslilik durağından, dünyanın herkese farklı görünen renginden geçiyor. Dünya tek bir hakikatle idare edilemeyecek, geçiştirilemeyecek kadar katmanlı bir diyar çünkü.Biz eli kalem tutanların ‘tarlalara ve ufka, kuşların kanadına, gölgede değirmene, uyanmış patikaya serilip giden yola, kapının eşiğine, kaba kacağa’ yazabileceği özgürlüğün tanımı da biraz bu olsa gerek. (Zülfü Livaneli’nin müziği ile bir kez daha hatırlamalı bu şiiri!). Kısacası iktidara yanaşmak en kolay olanı, zor olanıysa yaşamda diretmek galiba...***Sokak hayvanlarına yönelik yazıma gelen bazı eleştirilere yanıt vermek istiyorum. ‘Belli ki siz sabahın erken saatlerinde sokağa çıkmıyorsunuz, o saatlerdeki köpek sürülerinden haberiniz yok’ diye yazmış bazı okurlarımız. O sürüleri biliyorum değerli okurlar ama bu gerçek onların vicdansızca toplanıp katledilmelerini istememiz anlamına gelmemeli. Yazımda da belirttiğim gibi vicdanlı bir yasa teklifinin hayata geçirilmesi şart. Eğer yaşamın, yaşamımızın, bize benzemeyen yaşantıların, kısaca dünyanın hakkını ‘gerçekten’vermek istiyorsak yaşama hakkı diye bir gerçeği atlamamak gerekiyor. Ki kızdıklarımıza benzemeyelim.

Devamını Oku

İnsan-oğlu-insan!

28 Eylül 2012

Ben kedici biriyim. Uzun yıllar bir tekirle yaşadım. O bana kedileri ve yaşamı sevmeyi, hatta anlamayı öğretti. Şöyle ki: ‘Gökyüzünden bulutlar geçerken, deniz vapur düdükleriyle doluyken, hele eski bir evin loş gölgesinden pofuduk, dünyayı umursamaz bir kedi çıkarken... Kendini kim yalnız hissedebilir ki?’İşte bana öğrettiği duygu. Ancak sanırım ben onun kadar başarılı olamadım ve ona insanları anlatmayı beceremedim. Ondaki insan tanımı, ahir ömrü boyunca ‘iki bacaklıyı görünce mümkünse tüyeceksin arkadaş, bunların pek azına güvenilir’le sınırlı kaldı.Bu yazıyı yazdığıma tanık olsaydı, kibirli çağla gözlerini bana çevirir ve ‘ben sana demiştim’ dercesine dik dik bakardı.***Topak’ın (evet adı buydu) güzel, huysuz, çekici ve hazin anısına rağmen TBMM’ye sunulan ‘5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu Değişiklik Teklifi’nden bahsedeceğim bugün sizlere.Bu yasa hayvanseverleri, hayvan hakları savunucularını ve yaşama saygılı birçok insanı alarma geçirdi. Bu teklife göre dışarda, sokakta, şurada, burada kedi ve köpek kalmaması artık hükme bağlanıyor.Kendini kentin tek canlısı olarak tanımlayanların, kediler miyavladı köpekler havladı diye zıvanadan çıkanların sözlerini duyar gibi oluyorum. Duyar gibi oluyorum da bu yazıyı onlar için yazmıyorum zaten. Kimine göreyse kedi ve köpeklerin ortada görünmemesi bir ‘medeniyet’ göstergesi! Dahası bu yasayı çıkaranların artık kedi ve köpeklerin mağdur olmayacakları barınaklarda yaşayacakları yolunda verdikleri sözler de var.Ancak işin rengi bu demeçlerdeki gibi değil. Bunca hayvanın toplanıp barınaklara yerleştirilmesi neredeyse olanaksız. Birçok hayvanseverin isyanı da haklı olarak asıl burada patlak veriyor. Dışardaki milyonlarca kedi ve köpeğin canlı olarak toplanması için yeterli sayıda eleman yok. Belediyeler hayvan bakımevlerinde bile hayvanlara bakacak donanıma sahip değil. Veteriner sayısı kısıtlı. Hal böyleyken bu hayvanların toplanıp bakımevlerine konulacakları sözü buhar olup havaya karışmaya mahkum! Bu kadar çok hayvanın ‘canlı’ toplanması diye bir şey söz konusu değil. Bu da demek oluyor ki bu hayvanlar öldürülecekler! Kısacası yeni tozkoparan yasa kedi ve köpekleri sokaklardan ‘toz etme’ yasası!Bir hayvansever dostumuz 2004 yılında çıkan kanuna rağmen birçok belediyenin bugüne kadar kısırlaştırma yapmadığını, kısırlaştırma yapmadığı gibi hayvanlar için bakımevi bile kurmadığını yazmış. Bakımevleri olan belediyelerin ise az sayıdaki hayvana bakıcı ya da veteriner bulamazken milyonlarca hayvana nasıl bakacağı sorusu önemini koruyor. Bir günlük yemekleri trilyonlar tutan onbinlerce kedi-köpeğin beslenme maliyeti nasıl karşılanacak? Pitbull ve diğer tehlikeli hayvanlar için ‘3 ay icinde bakımevlerine teslim edilmek zorundalar’ ibaresi yasa teklifine konmuş. Şehirlerin yüzde 90’ında bakımevi yokken bu hayvanlar hangi bakımevine konacak? Dostumuz doğal hayat parkları fikrinin de bir masaldan ibaret olduğunu, bu konuda belediyelerin en kestirme yolu seçeceğini düşünüyor. Bu hayvanlar toplanacak ve bir biçimde öldürülecekler!Ne yazık ki formül bu kadar basit... Yasa tasarısının Meclis’e sunulmasının hemen ardından Hayvan Özgürlüğü İnisiyatifi ‘Bu yasa tasarısı ne hayvan korumayı amaçlıyor ne de hayvan haklarını gözetiyor, aksine hayvanları izole ederek katletmeyi meşrulaştırıyor’ açıklamasında bulundu. Evet, hayvanlar katledilecek... Bu gerçekler göz önüne alınarak bu yasa teklifinin geri alınması ve hayvanların yaşam hakkına öncelik tanıyan vicdanlı başka bir yasa teklifine dönüştürülmesi gerekiyor.Meclis’e sunulan bu tek yanlı ve insafsız yasa teklifine karşı hayır demek için 30 Eylül pazar günü (yarın) saat 2’de hayvanseverler ve hayvan hakları savunucuları Türkiye’nin dört bir yanında eylem yapmaya hazırlanıyor.Eylem Antalya, Bodrum, Bursa, Çanakkale, Eskişehir, Giresun, İzmir, Tekirdağ, Trabzon ve İstanbul’da eş zamanlı yapılacak.Eylem yeri İstanbul için Galatasaray Lisesi’nin önü!Bizleri hiç yalnız bırakmayan, dilleri, sezgileri bizden farklı, işin esası bizi bizden daha çok anlayan hayvan dostlarımıza sahip çıkma zamanı.

Devamını Oku

Herkes bebek doğar

26 Eylül 2012

Bugün Eskişehir’de önemli bir dava var. Herkes bebek doğar davası!7. oturumu gerçekleşecek olan davada Ahmet Aydemir, Fatih Tezcan, Halil Savda ve Mehmet Atak TCK 318’den yargılanıyor. Bu oturuma Uludere’den Ankara’ya ‘Ölüm Yolunda Barış Yürüyüşü’nü sürdüren Halil Savda katılamıyor. Dava, askeri hapishanede işkence gören vicdani redci Enver Aydemir’e, askeri mahkemede destek vermek isteyenlere açıldı. Cumhuriyet Savcılığı’nın Aydemir’i destekleyenlere açtığı davada suç unsuru olarak gösterdiği bilin bakalım ne? Sloganlar! Sadece bu sloganlar yüzünden 7. celsesi devam eden bir mahkeme bu. Dikkatinizi çekmek isterim. Bu sloganlar ise şöyle:‘Herkes bebek doğar’ (Herkes ne doğar acaba?), ‘Barış için vicdani ret’ (Bu durumda savaşı istemek bir suç değil ama barışı istemek bir suç, öyle mi?), ‘Hiç kimse asker doğmaz’ (küçük asker şarkısıyla asker gibi büyütülen bebekler var ama asker olarak doğan bebekler de var mı?), ‘Biz orduya sadece fındığa gideriz’ (E ne var bunda?) vb. Savcılığın suç unsuru gösterdiği iddianame üzerine açılan ve ilk oturumu 21 Nisan 2011 tarihinde görülen bu dava, bize neyi anlatmak istiyor?Militarizmi seveceksiniz.Militarizmi sevmiyorum, savaşa çanak tutan hiçbir şeyi insani bulmuyorum diyenler ise...Sizler, ah sizler, suçlusunuz suçlu!Cumhuriyet Savcılığı yetkililerine içtenlikle sormak isterim. Bu sloganlarla Milli Savunma Bakanlığı’nın mağdur edildiğini varsayabiliriz. Ki oturumlardan birinde hakim bunu dile getirmiş. Peki ya mağdur olan binlerce aile, binlerce genç insan? Ülkede her gün akan kanın yarattığı mağduriyeti görmemek nasıl mümkün olabilir? Görmeyenler, görmek istemeyenler görmedikleriyle kalsın, peki. Ancak akıp giden bu kanın ‘o taraf’ ya da ‘bu taraf’ diye ayrıştırılamayacak bir rengi olduğunu söylemek ve buna yol açacak çarkları istememek neden bir suç olarak algılanıyor bu ülkede? Sahi mağduriyet nedir? ‘Hukuk’tan ne anlamalıyız? Bir dizi hukuksuzluğu mu? Hukuk önceliği kime verir? Kurumlara mı, insanlara mı?Yeri geldi söyleyelim. Bugün savunmaya giden onca parayla neler neler yapılırdı. O atılan bombalarla...O atılan her bombayla kaç çocuk okutulurdu! Bu da bir slogan sayılır mı acaba? Bunu söylediğim zaman Milli Savunma Bakanlığı’nı mağdur mu etmiş oluyorum şimdi? Bilinen bir gerçektir. Hukuk yaşama genellikle geç kalır. Bu yüzden mahkemeleri de bir yere kadar anladığımı söyleyebilirim. Dışarda ise yaşam ışık hızıyla, kendi önlenemezliğiyle devam eder. Halkı askerlikten soğutmak denilen şey...Bu uğurda çıkarılan yeni kanunlar, eskisine yamananlar, açılan tuhaf davalar... Peki ya gerçek? Yitirilen kayıplarla halk yaşamaktan soğuma raddesine gelmişse ne yapacağız? O zaman ne yapılacak?***Hep karalar bağlayacak değiliz ya! Hukuk adına sevindirici bir haberimiz de var. ‘Ben artık ülkemde, düşünce üretti, söz söyledi, tartışmaya katıldı diye insanlar yargılanmasın istiyorum. En aykırı görüşler bile sözle aktarıldığı müddetçe şiddeti uzak tutar. Tartışalım, konuşabilelim, birbirimizi anlayabilelim istiyorum,’ diyen akademisyen Müge Tuzcuoğlu artık aramızda. Hoş geldi, sefalar getirdi.

Devamını Oku