‘Ne güzel olacaktı her şey. Çarşıya yürüyerek inecek, yemek pişirecek, çamaşırları çırpıp çırpıp rüzgâra karşı asacaktım. Ama kuş uçmaz kervan geçmez bir boşluktayım.’
Bu satırlar Selma Sancı’nın 12 Eylül 1980 darbesinin hemen öncesindeki kırık hayatları anlattığı Espas adlı romanından. (Sel Yayınları)
Darbeyle birlikte Sancı’nın sözünü ettiği kuş uçmayan kervan geçmeyen boşluk bu toplumun zihninde daha da derinleşerek dev bir abise dönüştü. Zaman geçti, rüyalar birbirine karıştı, kâbusun tanımı gerçekle yer değiştirdi, gerçek diye anılansa zorla hatırlatılanların adı oldu, unutulanlarsa unutulduklarıyla kaldılar. Artık işin içinden çık çıkabilirsen!
Yakın tarihimizin gülü olan12 Eylül’ün bu topluma armağan ettiği bu boşlukta cezaevlerinde yaşanan insanlık ayıpları pek de şaşıramayacağımız biçimde başı çekti. Başı çekerken de bu talihsiz coğrafyanın, ‘sanki mecburmuş’ gibi tutsaklığa karılı kaderine zamanla yeni, yeni olduğu kadar rezil bir kavramı yapıştırıverdi. İnsanla dalga geçer gibi bir adla cezaevlerinde yaşanan tutsaklıklara 2000’li yıllarda bir de, çok lazımmış gibi ‘Hayata Dönüş’ operasyonları eklendi. Nice insanın yaşamla kurduğu incecik bağ da orada kopartılıverdi. Sadece cezaevlerindekiler değil, onların aileleri, yakınları da bundan çok etkilendi. Üstelik, bir toplumun, insanları öldürürken yaşatacağını ‘dayatan’ bir sistemde sağlıklı düşünebilme şansı da bu ve benzeri tutumlarla bir sonraki baharlara terk edildi. Suçun adaletle kurabileceği ilişki, bir dizi filmin arasına giren bir reklam spotu kadardı artık. Anlık, vah vahlık, bu nedir yahuluk bir spot. Aklar ve karalarla oyalanmaya başladı toplum. Başladı da kimin suçlu, kimin suçsuz, kimin neye göre göre suçlu, kimin neye göre suçsuz olduğu sorusuna bir türlü sıra gelmeyecekti. Kısacası bu yiyici, kan emici sistemin gerçekten sağduyu, dayanışma ve ‘bir insanlık çoğulluğu’ fikriyle sorgulanmasına! ‘Bana benzeyenler ve bana benzemeyenler’ diye yaşamın ayrıştırılamayacağının anlaşılmasına, sonuçta hepimizin böylesi bir sistemin kurbanı olduğunun fark edilmesine. Hayır bunlara sıra gelmeyecekti... Birbirimizi suçlamaya, inançlarımızı, inanmadıklarımızı öfke denizlerinin içinde boğmaya devam edecektik. Ne tuhaftır ki sistemin asıl beslendiği nokta tam da burasıydı. Kim ne derse desin 12 Eylül bu işin asıl miladıdır.
Gelelim o zamanlardan bize kalan bir başka mirasa.
O gün bugündür cezaevlerinde 12 Eylül’ün derinliğinde hasıl olan açlık grevleri durdurulabilmiş değil. İnsanların ölümle kurduğu bu ilişkinin kaynağında, yine onların yaşamla kurduğu ilişkinin denklemi mevcut. Denklem de basit. Ölüm tek seçenek haline gelmiş olduğuna göre bu ülkenin sistemi insanlarına yaşamı sunamıyor. Devletteki kimi yetkililer hâlâ ‘gerekirse müdahale ederiz’ demeyi tercih ediyor. Bu ne demektir? Neye müdahale ediyorsun? Ve nasıl?
Kardeşim bu insanlar ölüyorlar. Can gidiyor, ölecekler. Bunun ötesi yok.
Şu an bile bedenlerindeki birçok organ, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının sinyalini veriyor olmalı.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in girişiminin önemli olduğunu bilsek de devamının gelmesi gerekiyor. Devamı gelmeli.
700 insan... Birlikte ölüme gidiyor. Ülkemizde. Bu ülkenin vatandaşları. Bunun farkında mıyız?
Can bu. Bunun farkında mıyız?
Değerli Kürt şair Arjen Ari’yi de kaybettik. Bu yazıyı onun ‘General’ şiiriyle bitirelim.
Senin iki gözün var generalim
Ben onları ve iki elimi kaybettim.
Sen beni gönderdin ve bana demedin
Bu gittiğin savaş gözleri de yer.
Bana gözlerimi ver generalim!
Ama umutsuz olmadığımızı da yineleyelim. Onun da dediği gibi inanalım ki ‘Işık gülüşlü, kırmızı perçemli gündüz; Ha doğdu, ha doğacak!’